Değişim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Değişim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Şubat 2024 Çarşamba

Evveli tekfir olanın ahiri teşhir mi olur?

Fıkradır. Anlatılır. Riyad'ın bir mahallesinde, iki Vahhabi arkadaş, başlamışlar İslam dünyasını tenkide. Önce şiilerin mukim olduğu coğrafyalara bakıp İslam'dan hemen çıkarmışlar. Sonra sünnilerin yaşadıkları bölgelere yönelmişler. Türkiye, Mısır, Pakistan... Hiçbirisini beğenmeyerek dudak bükmüşler. Dinî yaşamaktaki zaaflarına dikkat çekip kapıya koymuşlar. Geriye sadece Suudi Arabistan kalmış. Fakat orada da duramamışlar. Yalnız Riyad kalana kadar her şehrin ahalisine bir kulp takmışlar. Özbir şehirlerinin içinde de sükûnet bulamamışlar tabii. Mahalleleri kalana kadar hemşehrilerini biçmişler. Sonra sokaklarına gelmişler. Sonra komşularına. Sonra... Hasıl-ı kelam: En nihayet dünyada ikisinden başka müslüman kalmadığına kanaat getirip rahatlamışlar. Bu rahatlığın verdiği sarhoşlukla belki de birisi ötekine demiş: "Görüyor musun, koca İslam âleminde önce ben, sonra da senden başka müslüman kalmamış!" Diğeri derhal kaşlarını çatıp cevap vermiş: "Senin de ayağın kaymaya başladı ha!"

Bu psikolojinin en iyi tahlilinin Sünuhat'ta olduğunu düşünürüm: "Bence, Tahtîeci, hubb-u nefisten neş'et eden inhisar zihniyeti illetiyle malûldür." İsabet! Fıkra da bunu anlatıyor işte. Oradaki iki arkadaş aslında âlem-i İslam'ı yermiyorlar. Ya? Kendilerini övüyorlar. İnhisarları hubb-u nefisten geliyor. Yermek övgünün perdelenmiş hali oluyor. Başkalarını küçük görmekle büyüdüklerini sanrılıyorlar. Tıpkı gıybet ayetinde buyrulduğu gibi: Kardeşlerinin etiyle besleniyorlar. Zaaflarını kapatmanın başka yolunu bilmiyorlar. (Bilseler de yürümek zahmetini istemiyorlar.) Kemal eksiklerini sairlerinin kemalsizlikleriyle(!) dolduruyorlar. Mürşidim devamında diyor ki: "Hem Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm'da lâzım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Hâlbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz."

Evet. Ahirzamandır. Ne kadar şaşırsak yeridir. Ve de hakkımız vardır. Çünkü hergün, yeni yeni, acayibin de acayibi işler olmaktadır. İşte onlardan birisi: Suudi Arabistan 'Asya Güzellik Yarışmasına' katılma kararı almış. Oy, oy, oy... Fakat, bir saniye, isimler aldatıcı olabiliyor. Tashihini de yapalım. Doğrusu belki şöyle olmalıydı: Asya Göz Zinası Yarışması. Yahut da şöyle demeli: Asya Teşhir Yarışması. Sezdin mi şimdi Vahhabilerin hamiyetini? "Vay arkadaş!" diyerek hayretle damağını şaklatası geliyor insanın. Sen onca sene gözünün üstünde kaşı olana kâfir muamelesi yap. Sonra geldiğin nokta bu olsun. Onca sene millete 'gerçek tevhid' falan filan öğret. Sonra iş 'gerçek teşhir'de nihayet bulsun. Elbette karardan bütün Arabistan'ı mesul tutacak değilim. Nihayetinde müslüman insanlar. Ve ekseriya bu durumdan rahatsızdırlar. (Allah onlara mübarek buğzlarının ecrini versin.) Lakin yine, Bediüzzaman'ın haber verdiği bir sır zâhir olmaktadır ki, o da şöyle özetlenebilir: "Haddini aşan şey zıttına döner."

"Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfizîliğe dayandı. Hem zâlime karşı miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayat tecellüd; cebbarlıkta ve zâlime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet—eyvah!—nihayet miskinlikte karar kıldı. Hem mebdei, taassup derecesinde azîmet olsa, nihayeti müsaheleye; ruhsata taraftarsa, nihayeti salâbete müncer olur. Bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi. Hatta en garibi, bir kısım mutaassıplar, mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha dostluk ve lâkayt Jönler husumet ve salâbet taraftarı çıktılar. Güya mebde-i hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler."

İşte, arkadaşım, bir tür 'mevkilerini becayiş etme'ye daha şahit oluyor gibiyiz. Suudi Arabistan değişiyor. Herkesin müslümanlığına burun kıvırarak başlayan Vahhabilik, yaptığı ifrattan dolayı, zıttına inkılap etmeye başlıyor. Bozuluyor. Kirleniyor. Türkiye özelinde de benzer bir değişimin olduğunu düşünebiliriz. Biz de şiddetli bir reddediş döneminin ardından İslam'daki aslımızı bulmaya çalışıyoruz. Kemalist bir cebirle koparılan köklerimizi arıyoruz. Elbette daha yolun başındayız. Elbette her değişimin zamana ihtiyacı var. Ne Suudi Arabistan'daki dönüşüm ne de Türkiye'deki değişim bir anda yaşanmayacak. Belki de on yıllara yayılacak. Ancak Bediüzzaman'ın işaret ettiği kanun kendini tekrardan beyan edecek. Evet. Farklı yönlere doğru haddimizi aştık. Haddini aşan şey zıttına döner. Mutlaka dönecektir. Hüda'dan yolumuzu kolay eylemesini dileriz. Ve yine Bediüzzaman gibi deriz:

"Kadîr-i Külli Şey, bir dakikada, bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek semânın berrak yüzünde ziyadar güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz bulutları da izale edip hakaik-i şeriatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız verebilir. Onun rahmetinden bekleriz ki bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir."

7 Temmuz 2023 Cuma

Değişmek istemeyenin hidayeti yoktur

Elbette biliyorum arkadaşım. Hidayet Allah'ın hediyesidir. O yakmadıktan sonra hiçbir kalpte nur yoktur. Fakat, 'Allahu a'lem!' kaydıyla diyeyim, tutuşmak için biriktirilecek bir sermayenin varlığını sezinliyorum ben. Nedir? 'Bedel'dir. Yani, hidayet, 'bedel ödemeye hazırlara' teşrif eden bir kıvılcımdır. Bilgiyle ancak 'bedelini ödemek üzere' muhatap olursanız hidayet eylemeye başlar. Bedeli göze alınmamışın hidayeti de yoktur. Malumat bedelsiz hayata dönüşmez. Yapılmak üzere dinlenmemiş nasihat tesir etmez. Bu yüzden, belki birçok müslümandan çok İslam'ı bildikleri halde, oryantalistlerin ekseri müslüman olmamıştır. Yine, Aleyhissalatuvesselam Efendimizi evlatlarından daha iyi tanıdıkları halde, pekçok müşrik hidayet pınarını yudumlayamamıştır. Evet. Hidayet silbaştan yeni bir varlık telakkisini yüklenmeyi gerektirir. O güne kadar sürmüş bozuk düzenin, içten dışa, değişmesi anlamına gelir. Belki bu değişim sırasında menfaatler yitirilecektir. Belki içimizdeki koca koca iddialar yıkılacaktır. Belki dostlar bile hasımlaşacaktır. (Allah razı olsun hepsinden: Sahabe, en ateşli şekillerde, ödenmesi gerekeni ödedikleri için başkadır.) Muannidlerse 'değişmek için' muhatap olmamışlardır zaten bilgiyle. Neşterin sızısını yüklenmemişlerdir. Nehir de ıslanmayı sevmeyen bu talihsizlerin yanından akıp gitmiştir. Gözlerine görünmüştür, hoş sesini duyurmuştur, ama parmaklarının ucunu dahi ıslatmamıştır.

Kibrin mübarek metinlerde böylesine kötülenmesinin hikmetini de buradan oku arkadaşım. Kibir zımnında 'değişimin reddini' de saklıyor. Kim ki kibirleniyor, özünü merkezleştiriyor, ‘olmazsa olmaz’ görüyor, ötesini detaylaştırıyor. Ayken dünyalık taslıyor. Dünyayken güneşlik kasıyor. Güneşken kendini samanyolu yerine koyuyor. Hatta, ayı dünyaya, dünyayı güneşe, güneşi samanyoluna, âlemi âleme peyk yapan Zât-ı Kudreti bile zerrecik cirminin uydusu zannediyor da, hevasından geçeni dinine ekliyor, geçmeyeni çıkarmaya teşebbüs ediyor. (Daha da beğenmedi mi inkâra gidiyor.) Şeriatı tenkid de buradan başlıyor, tahrif de, tahkir de. Her yanlışın başında 'değişmek için' değil 'değiştirmek için' muhatap olmak var. Kendini merkezden çekemeyiş var. Aslolanı karıştırmak var. Aynanın gösterdiği yerine oynaması var.

Yani, hâşâ, Allah'ın karşısında ‘Allahlık taslamak’ var. Halbuki İslam bidayette bir eksen değişimidir. Kul, kulluğunu kabul ettiği andan itibaren, bir daha kendini Allah sanmayacağını da kabul eder. Sandığı her yerden de tevbe eder. Kur'an, hangi şifalı hitabında mü'min kelimesini buyurur, hatırlattığı artık diğerleri gibi olmayacak yanlarımızdır. Elhamdülillah. Yine Allah’ın lütf u keremiyle bedel ödemeye ikna olduğumuz için hidayet bize hediye edildi. Tedavi için gereken işlemleri göze aldığımız için şifa nasip oldu. Evet, biz, artık odak algımızda diğerleri gibi değiliz. Değişiciyiz. Detaylaşıcıyız. Şeriatın buyruğu üzere başkalaşmaya yatkınız. Kurtarıldık kendimizden. Merkeziyet sanrımızdan. ‘Bana göre’nin köleliğinden. Hakiki yörüngemizi çözdük çünkü. Bizim için yalnız Allah Allah'tır. Bizse her sanrımıza rağmen kuluz. Hüda yörüngeye alınmaz. O, dilediğini, dilediği şekilde yörüngelere alır. Kullar Rabbine hesap soramaz. Ancak hikmetini öğrenmeyi dileyebilirler. Ve yanıldığını kabul etmeyene doğrunun nimetinden bahşedilmez.

Müslim'de geçen bir hadis-i şerifinde Aleyhissalatuvesselam Efendimiz buyuruyor ki: "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan cennete giremez!" Sahabesi endişeyle soruyorlar: "Ya Resulallah, insan, elbisesinin/ayakkabısının güzel olmasından hoşlanır?" (Yani bunlar da kibir sayılır mı?) Efendimiz cevap veriyor: Allah güzeldir. Güzeli sever. Kibir ise ‘hakkı kabul etmemek’ ve ‘insanları küçümsemek’tir." Doğrusu, bu güzeller güzeli eşikten bakınca, mürşidimin 'modern medeniyet(!)' ile 'Kur'an medeniyeti' kıyaslamasını da daha zengin anlıyorum ben. Sanki orada anlatılan her olumsuz şeyin merkezinde ‘parçaların kendisini bütün yerine koyması’ var. Böyle yapılınca da yörüngeler arasında niza çıkıyor işte:

"İşte, medeniyet-i hazıra, felsefesiyle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. Hedefi 'menfaat' bilir. Düstur-u hayatı 'cidal' tanır. Cemaatlerin rabıtasını 'unsuriyet ve menfi milliyet' bilir. Gayesi, hevesât-ı nefsaniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid etmek için bazı 'lehviyattır.' Halbuki, kuvvetin şe'ni, tecavüzdür. Menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe'ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte, şu medeniyetin şu düsturlarındandır ki, bütün mehâsiniyle beraber, beşerin yüzde ancak yirmisine bir nevi surî saadet verip seksenini rahatsızlığa, sefalete atmıştır. Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvet yerine 'hakkı' kabul eder. Gayede, menfaat yerine 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine, 'düstur-u teâvünü' esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine, 'rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî' kabul eder. Gayâtı, hevesât-ı nefsaniyenin nâmeşru tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir."

Sen de bana katılır mısın arkadaşım: Hak merkezdeki kuvvetin 'ne üzere olduğunu' söyler. Kuvvetse parçanın 'neyi hak olarak vehimlediğini' anlatır. (Parça, Cenab-ı Hakkın kuvvetine dayanmak isterse, bütüne uyumla hakka; yok, yalnız parçalığının haklılığına inanıyorsa, bütüne uyumsuzlukla, şahsî kuvvetine dayanır.) Fazilet (ve derûnundaki rıza-i ilahî arayışı) 'bütünün üzerine kurulduğu şey için yaşamayı' ifade eder. (Yani faziletli olan bütünün menfaatinedir.) Menfaatse parçanın 'yalnız kendi varlığına hizmet etmesinin' tezahürüdür. (Yani, menfaat, yalnız bireyin faydasını kollayan bir sahte fazilettir.) Aynı yörüngeye hizmet edenler elbette birbirleriyle yardımlaşırlar. (Uyum için teavün kaçınılmaz görünür.) Fakat parçalardan herbiri, âlemi kendi merkeziyetine çağırdığında, oluşacak şey yalnız 'cidal'dir. Yani mücadeledir. Kavgadır. Anlaşmazlıktır. Uyumsuzluktur. Büyük balık küçük balığı yutardır. Eh, evet, pes. Yoruldum arkadaşım. Benden buraya kadar. Özetle ne demek istediğimi kavramışsındır zaten. Hazinenin geri kalanını gavvaslığına havale ediyorum. Dualarında beni unutma.

16 Nisan 2020 Perşembe

Gizlinin gizlisini bilen hep haklı çıkar

900 Katlı İnsan'ı yıllar önce okumuştum. Beğenmiştim. (Hatta Şebperest'imin içinde ikliminden parçalar da bulunmaktadır.) Mustafa Merter Hoca'ya eserinin ismini ilham edense Mevlana Celaleddin-i Rûmî Hazretleridir: "Aziz dost! Sen tek bir kişi değilsin. Bir âlemsin! Derin ve çok büyük bir denizsin. Ey insan-ı kâmil! O muazzam varlığın belki dokuz yüz kattır; dibi, kıyısı olmayan bir denizdir. Yüzlerce âlem o denize gark olup gitmiştir! Bu konuyu anlatmak uyanıklığın da uykunun da elinde değildir. Zaten bu dünya ne uyanıklık ne de uyku yeridir!"

Mevzu 'insanın katları' olunca aklım ister istemez Tâhâ sûresine gidiyor. 7. ayette geçen bir ifadeyi hatırlıyorum. Kısa bir meali şöyledir: "O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir!" İşte Mevlana Celaleddin Hazretlerinin mezkûr sözüden bu ayete de bakıyorum. Ferman-ı ilahînin fıtratımızdaki bir yana işaret ettiğini tefekkür ediyorum. Nedir? İnsan tek kattan ibaret değildir. Cümle latifelerinin ifade-i meram ettikleri bir meclistir. Bu meclisin dışarıya aksettirdiği karar bir de çıksa içeride nice nice 'al-ver'ler olmaktadır. Ve Alîm-i Mutlak olan Rabbimiz de bize, bu ayet-i celile ile, 'içeride olanlardan haberdar olduğunu' beyan buyurmaktadır. Zira, o sadece Rab değildir, Rabbü'l-Alemîn'dir. Hiçbir âlem onun bilişinden saklanamaz. İster büyüklüğüne, ister küçüklüğüne, ister tasannusuna sığınsın.

Yalnız şuur-şuuraltı düzleminde ele almayalım bunu lütfen. Fazlası da var. Ki kitabında Mustafa Hoca sarhoşluğunda bambaşka bir karaktere dönüşen insanların dahi bu sırrın parçası olduğunu söylüyor. Yani sarhoşluk onları dönüştürmüyor. İçlerindeki başka bir katı ortaya çıkarıyor. Tıpkı Split filminde olduğu gibi. Doğru çağrıyla içeride varolanlardan birisi yüzeye çıkıyordu. İrade bu çağrının aracı oluyordu. Malum: Karşılaştığımız insanlar dahi bizdeki farklı katları uyandırabilirler bazen. Yüzlerine baktığımızda iyileştiğimiz insanlar vardır. Bir de stresimizi arttıranlar. Eğer kitabı doğru anlamışsam Mustafa Hoca'ya göre de bu haller insanın katları içinde yolculuğudur. Gezisidir. Yani şahitliklerimiz bize içimizde de bir acayip seyahat ettirir. Her katta bir sûretimize rastlarız. Giyiniriz.

Elbette sözü mürşidime getirmeden edemeyeceğim: "Bir insanın müteaddit şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. Mesela: Büyük bir memurun, memuriyet makamında bulunduğu vakit bir şahsiyeti var ki, vakar iktiza ediyor, makamın izzetini muhafaza edecek etvar istiyor. Mesela: Her ziyaretçi için tevazu göstermek tezellüldür, makamı tenzildir. Fakat kendi hanesindeki şahsiyeti, makamın aksiyle bazı ahlâkı istiyor ki, ne kadar tevazu etse iyidir. Az bir vakar gösterse tekebbür olur. Ve hâkezâ..."

Bence burada Bediüzzaman'ın söyledikleri de 900 Katlı İnsan'ın ruhuna yakın. Dikkat buyurunuz: Aynı insanın makamına göre kullandığı birçok şahsiyetleri olduğundan bahsediyor mürşidim. Âdemoğlu/kızı durumunun gerektirdiği yerde onlardan birisini giyiniyor. Peki bu giy-çıkar işini iyi yapamazsa neler olur? Okumaya devam ediyoruz: "Demek bir insanın, vazifesi itibarıyla bir şahsiyeti bulunur ki, hakikî şahsiyetiyle çok noktalarda muhalif düşer. Eğer o vazife sahibi o vazifeye hakikî lâyıksa ve tam müstaid ise o iki şahsiyeti birbirine yakın olur. Eğer müstaid değilse, meselâ bir nefer bir müşir makamında oturtulsa, o iki şahsiyet birbirinden uzak düşer; o neferin şahsî, âdi, küçük hasletleri, makamın iktiza ettiği âli, yüksek ahlâkla kabil-i telif olamıyor."

Çevremizde böylelerine rastlarız. Özellikle askerde gören çok olmuştur. Erken gayet hoşsohbet olan arkadaşınız rütbe aldığı anda ceberut kesilir. İşte bu 'dengesizlik' diyor Bediüzzaman 'kişinin o makama hakikaten layık olmadığını gösterir.' Bir insan bulunduğu makama layık oldukça kırılmaları azalır. Tabir-i caizse, o insan, her katında hemen hemen aynı insanı bulur. Yani bir insanın içinde dengeyi bulduğunun delili ahlakının her hal u şartta ondan beklenileni göstermesidir. Belki biraz da bu yüzden Aleyhissalatuvesselam buyurur: "Mü'min müslümanların elinden/dilinden emin olduğu kimsedir." Demek onun içinde çevresi için emniyetsiz bir kat kalmamıştır.

O vakit başka bir sorunun zamanı geliyor. Peki Bediüzzaman neden kendisini üç şahsiyete/katmana ayırıyor? Okumaya devam ediyoruz: "İşte bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar. Birincisi: Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ân'a ait, bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır. İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim. Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor."

Bence bu metin bize her insanda bulunması kaçınılmaz olan 'üç katı' öğretiyor. Yahut da şöyle ifade edelim: Hazretin ifade buyurduğu 900 katı üç başlık altında toplasak nihayet şunlara ulaşırız: 1) İnsan hakikate dayanarak hareket ettiğinde bir şahsiyete bürünür. Bu şahsiyet elektriğini hakikatten alır. Elektriğinin gücüne göre üzerinde bazı nakışlar okunur. Bu nakışların tesiri elektriğin gücündendir. 2) İnsan kendi hakikatine döndüğü zaman orada bir güçsüzlük bulur. Asıl sahibine dönüp dilenir. Bu makamda kendisini öyle sıfırlar ki ilk makamdaki kuvvetten eser kalmaz. Başka nakışlar okunur olur. Burada geçer akçe yoksunluktur. Bu nedenle ışığın sahibine karanlığını şikayet eder. 3) Ne bir hakikate dayanır ne de hakikatine bakar. Herşeyin zâhirine kapılmış gitmektedir. Derinlemesine düşünmemektedir. Bu da insanın iki derinlik arasında zaman zaman oyalandığı yüzeydir.

Toparlarsam: Bunlar hepimizin uğradığı şubeler. A Monster Call/Canavarın Çağrısı filminde anlatılana benzer şeyler. İnsan içinde birçok yasa bulunduruyor. Bu yasalar kendi fiziklerinin geçerli oldukları yerde tastamam doğru da oluyorlar. Fakat kattan kata geçtiğini anlamayan insan arızalandığını sanıyor. Yahut onu dışarıdan izleyenler bunu bir arıza olarak görüyorlar. İdeali elbette insanın içindeki katmanları birbirlerine yaklaştırabilmesidir. Elinden/dilinden emin olunmasıdır. Fakat şunun da kaçınılmaz bir sınırı vardır. Çünkü katmanlı olmak hikmetlidir. Bir insan hiç öfke duymazsa alanını koruyamaz. Hiç hoşgörü göstermezse de kimse tarafından sevilemez. İnadı olmayanın iddiası da yoktur. Fakat inadını aşamayanların doğruları da azalır. Katmanlarımızı kabul etmeliyiz. Onlar varlar. Tıpkı filmdeki çocuk gibi bazı şeylerin hem çarçabuk olmasını hem de hiç olmamasını istediğimiz oluyor. Nefsimiz birisini kalbimiz diğerini söyletebiliyor. Nihayetinde ikisi de bizim parçamızdır. Kattan kata geçtiğini anlamayansa kendisiyle tezata düştüğünü sanır. Rahatsızlanır. Vesveselere kapılır.

"O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir!" hakikati bizi bu noktada iki şekilde de uyarıyor: 1) Katmanlardan birisini ta kendiniz gibi lanse ederek Allah'ı aldatamazsınız. O göstermek istemediğiniz katmanlarda da neler döndüğünü bilir. Hatta kendinizden gizlediklerinizi dahi bilir. Ameller bu yüzden niyetsiz tamam olmazlar. 2) Emrettiği/nehyettiği şeyler de bunlar içindir. "İçsem de bana birşey olmuyor!" diye direksiyona geçersiniz. Bu kararınız ölümlere sebep olur. İslam haklı çıkar. Çünkü o emirlerini/nehiylerini sizin 'sizden dahi gizli olan' yönlerinize göre vermiştir. Sırf niyetle de ameller kurtulmaz. Bu nedenle modern insanın "Öyleyim, böyleyim, şöyleyim!" kibirleri, sosyal darwinci düşleri, varlığa bakarken kıramadığı kastları, eninde sonunda gelip ayaklarına dolaşır. 900 katından birisine kapılanların öğreneceği 899 şey daha vardır. Gizlinin gizlisini bilen hep haklı çıkar.

16 Mayıs 2017 Salı

Tablo nasıl mutlu olur?

Daha gençken, hakikate dokunduğumuzu sandığımız yıllarda, yok bu yanlış oldu, hakikati kuşattığımızı sandığımız yıllarda, hepimiz dünyayı değiştirmeye çalıştık. Daha büyük şeyler deneyenler de olmuştur, devrimciliğe soyunanlar falan, ben o kadar cüretkâr değildim elbette, ama ben de hayatımda birşeyleri devirmeye çalıştım. Düzenimi kendim belirlemeyi istedim. İlkelerimin(!) hâkimiyetinde bir hayat hayal ettim. Hırslandım, hırpaladım, hırpalandım, savaştım, yarıştım, denedim. Yirmilerimden otuzlarıma çıktığımda ise şunu açıklıkla farkettim: Dünya 'istemekle' değişmediği gibi 'denemekle de' değişmiyor. O kadar çok değişkenle kuşatılmış bir ihtimaller cenneti ki bu alem, eylediğiniz şeyin, amacınızın tam tersi bir sonuçla sizi şaşırtması işten bile değil.

Çok fazla irade var. Çok fazla sizinle birlikte mutlu olması gereken var. Çok fazla âlem var. Bu durum yavaş yavaş sizi içdünyanıza doğru yönlendiriyor. Daha zor olandan, hatta imkansız olandan, bir derece imkanlı gibi görünen daha küçük alana doğru yüzünüzü çeviriyorsunuz. Gerileye gerileye savaşıyorsunuz. Bu küçük alanda mücadele vermenin büyük alanda savaşmaktan sadece 'daha kolay' değil 'daha mantıklı' olduğunu da farkediyorsunuz. Hatta ilerisi: Bu dairede bile değiştiremediğiniz şeylerle barışmayı seçiyorsunuz. En başta dertlerinizle barışmayı. Değiştiremediklerinizle barışmayı. Unutamadıklarınızla barışmayı. Kaçırdığınız trenlerle barışmayı. Hatalarınızla barışmayı...

Bu bir noktadan sonra şöyle bir uyanışı da sağlıyor sanki: Yaşamak dünyada iz bırakmak değil. Yaşamak dünyanın sende güzel bir iz bırakması. Çünkü dünya geçici ama sen cennette (inşaallah) kalıcısın. Belki de değişmesi gereken sadece sendin ve sensin. Hem bu bakış açısıyla bir hadis-i şerifin haber verdiği "mü'minin niyetinin amelinden hayırlı olması" sırrı da anlaşılır oluyor. Eğer değişmesi gereken sensen, elbette, niyetin amelinden hayırlıdır. Çünkü sendeki değişimi niyet gösterir. Sendeki değişim niyetinden okunur. Sendeki izin güzelliği niyette parlar. Amelin sahada nasıl bir şekil alacağı ise, senden başka daha birçok şeye, en başta da Cenab-ı Hakkın muradına bağlıdır.

Niyetini kabul eder belki. Ama muradı öyle değildir. Yaratmaz. Sahada amelinin istediğin gibi olmaması niyetini bozmaz. Sendeki değişim tamamlanmıştır. Sendeki izler doğru işlenmiştir. Fakat sahada aynı âlemi paylaştığınız başka çok kalp ve niyet sahibi vardır. İmtihan dünyasıdır. Cenab-ı Hak, umuma bakan bir hikmetine binaen, amelini yaratmamış olabilir.

Hem yine buradan bakınca Bediüzzaman'ın "Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır..." demesindeki sırlardan birisi de anlaşılır. Hakikaten de insanın yapabildiği kendi âleminde bir 'yapıcı olanı seçme'den başkası değildir. Bundan sonrasına dönük her tasarrufu, her azmedişi ve her arzulayışı, beraberinde getirdiği kavgalar ve acılarla, ona tekrar bölgesine dönmesini söyler.

İçimizde üzerindeki manzaraya göre sonsuzlaşacağımız bir tablo var: Ruhumuz. Her gün bu tablonun üzerine yeni çizikler ekliyoruz. Yaşamak bu çünkü. Bu yüzden dünyamıza müsbet olanı sokmaya çalışıyoruz sadece. Yalnız güzelliğin fırçası üzerimizde çalışsın istiyoruz. Sonsuzluğa taşıyacağımız, dışımızdaki o büyük manzara değil de, buysa, doğru olanın bu olacağına inanıyoruz. Bizde kalacak kötü izlerinin zararından kaçmak için iyi şeylerle meşgul oluyoruz. Canımızı daha az acıtacak, yüzümüzü daha çok güldürecek, doğru yerde olduğumuzu daha çok hissetirecek şeylerin parçası oluyoruz.

Resim her an çizilmeye devam ediyor. Her bir niyetimiz resmin üzerinde yeni bir nakış oluyor. Güzel niyetler resmi güzelleştiriyor. Kötü niyetler resmin giderek çirkinleştiğinden haber veriyor. Korkuyoruz. Tablomuzun cennette ebediyen sergilenmeye değer bulunmamasından korkuyoruz. Güzel bir insan olarak ölmeye çalışıyoruz. Dünyada izimiz kalmış-kalmamış, adımızı anan olmuş-olmamış, yâda getirici eylemeler yaşanmış-yaşanmamış, bunlar hakikaten de işimiz değil, çünkü sadece irademizle olacak şeyler değil. Bizden istenen de bu değil. Yalnızca bir tuvaliz. Atölyede olanları yönetmiyoruz. Dünyaya değişmeye geldik. Dünyayı değiştirmeye değil. Kalıcı olan biziz. Kalıcı olan o değil.

13 Mayıs 2014 Salı

Fight Club’ın gör dediği

Bizim neslimizin hiç Büyük Buhranı ya da Dünya Savaşı olmadı. Televizyonlar tarafından milyoner, sinema tanrısı, rock yıldızı olacağımıza inandırılarak büyüdük. Ama bunların hiçbirisi olmayacağız ve bunu yeni yeni anlamaya başlıyoruz. Ve çok, çok kızgınız."

Fight Clup filminden…


Solomon Asch’ın 1951’de yaptığı deney, bireyin ‘grubun kanaatine’ ne kadar bağlı olduğunu göstermesi açısından ilginçtir. Yedi kişinin bir masanın etrafında oturduğu, karşıdaki tahtaya ise dört çizginin çekildiği deneyde; orta uzunlukta bir A ve hedef çizgisi, kısa bir B çizgisi ve uzun bir C çizgisi bulunuyordu. Soru şuydu: “Hangisi hedef çizgisiyle aynı boyda?” Siz gönül rahatlığıyla A cevabını vermeye hazırlanırken diğer altı kişi sizden önce davranıyor ve C diyordu.

Asch deneyi göstermişti ki; böylesi bir durumda, deneklerin yüzde yetmişdördü, kendi kanaatini terkedip grubun kanaatini seçmişti. Yüzde yirmisekizi ise birçok denemede bile grubun kararından ayrılmamıştı. Fakat bu deneyle ilgili ilginç bir ayrıntı daha var: 1980’lerde tekrarlanan deney tamamiyle başka sonuçlar veriyor. "Ben" Nesli isimli kitabın yazarı Dr. Jean M. Twenge göre netice bu: “Artık kimse, grupla uyum sağlamayı düşünmüyordu.”

"Ben" Nesli biraz da Amerikan toplumunun değişen yapısı ve bunun nedenleri üzerine teoriler üreten bir kitap. Değişen paradigmaları ve sonuçlarını saptamaya çalışıyor. (Elbette saha çalışmaları da yaparak.) Yazarın en büyük keşfi ise şu: “Sonuçlar bana, toplumsal onaya karşı azalan gereksinimin yaygın olduğunu söylüyor. 9 yaşındaki çocuklar bile bu akımın özelliklerini taşıyor…” Bir açıdan bakıldığında, elbette bu iyi birşey. Fakat yazarın ciddi endişeleri de var. Bu serbestilerini ‘topluma rağmen vicdanını dinlemek’ olarak değil ‘kendinden başkasını önemsememe’ şeklinde teşhis ediyor. Gizli bir narsizmin özsaygı ve özgüven kavramları içinde Ben Nesline aşılandığını düşünüyor. Bunu ifade etmek için yine bu neslin bir şarkısının meşhur sözlerini alıntılıyor: “Kendinize olan sevginiz, ‘ilk aşkınız’ olmalı.”

1970’lerden sonra doğum kontrol yöntemlerinin artması, kürtajın çoğu eyalette yasallaşması, Amerika’nın hiçbir büyük kriz ve savaş yaşamaması, ailelerin her zaman ‘istenen bebeklere’ sahip olmasını sağlamış. İstenen bebeklere sahip olan aileler, çocuklarına yüksek miktarda özsaygı aşılaması yapıyorlar: “Diğer bir deyişle; kendinizden memnun olmanız, iyi bir iş çıkarmanızdan daha önemlidir. (…) Koşulsuz onaylama, davranış biçiminiz ya da birşey öğrenip öğrenmediğiniz dikkate alınmadan kendinizden memnun olmanız anlamına gelir.”

Bunun, büyüdükleri dönemde, gençlerde yaptığı en büyük zayiat, gerçek hayatla yüzleştiklerinde ‘birer harika’ olmadıklarını farketmeleriyle meydana geliyor. Bu neslin gençleri eleştiri kabul etmeyen, çabuk incinen, kolay motive olamayan çalışanlara dönüşüyorlar. “Eğer bir çocuk hiçbir şey yapmadan kendini mükemmel bulacaksa neden birşey yapsın ki? Temeli olmayan özsaygı çalışkanlığı değil, tembelliği teşvik ediyor.”

İstedikleri herşey olabilecekleri söylenerek büyütülen bu çocuklar; istedikleri şey olamayacaklarını, çünkü bunun için emek ve yetenek gibi öğelerin yanısıra başka etkenlere de sahip olmanın gerektiğini anlayınca hemen karamsarlığa kapılıyorlar. “Çok fazla seçeneği olan bir dünyaya adım atıyoruz ve çok küçük yaşlarda depresyona giriyoruz.” Ben Neslinin kendilerine yapılan nasihatlere karşı genel tavrı bu: “Bütün yaşamları boyunca kendilerine çok özel oldukları söylenen gençler, çaresizce özsaygılarını korumaya çalışıyor ve birçoğu da eleştirelliği ve karamsarlığı zırh olarak bürünüyor.”

Bencilleşme, gelecek endişesi, intihara temayül, bağlanma korkusu, şiddete meyil, sinizm, eğlence dışındaki herşeye karşı ilgisizlik, agnostizm, bugünü için ebeveyni suçlama ve ebeveyne karşı şiddet, okul arkadaşlarına yönelik şiddet, hayalcilik gibi birçok dışavurumu olan bu durum; aslında amaçsızlaşmadan ziyade, bireyin tek yaşam amacını ‘kendisini gerçekleştirmekten’ ibaret görmesi sorunu. (Fakat kendisi nedir?) Yazar bu noktada bir tedavi yöntemi olarak bireyin kendisi dışında amaçlara yönelmesini öğütlüyor: “Yine bu kadar önemli olan bir diğer konu da pek çok insanın kaybettiğini farkettiği ‘hayatın anlamını’ keşfetmesi. Bu boşluk, çoğunlukla insanın sadece kendisine odaklanmasından kaynaklanıyor.”

Bu kısım bana nedense Bediüzzaman’ın “Gaye-i hayâl olmazsa, veyahut nisyan veya tenâsi edilse; ezhan enelere dönüp, etrâfında gezerler…” tesbitini hatırlattı. Sanıyorum Ben Neslinin en büyük problemi bu: Hayatın merkezinde kendisinin olduğu telkini ile yetiştirilmesi. “Amerika’da yetişen bir neslin bizimle ne alakası var?” demeyin, kitapta bu zihniyetin aşılandığı kültürel öğeler olarak zikredilen dizi ve filmlerin tamamı Türkiye’de de gösterilmiş veya gösterimde olan şeyler. Bahsettiği ‘özgüven’ merkezli kitapların çoğu dilimize de tercüme edilmiş ve çok satanlar listesine girmiş durumda. Bu açıdan, Amerika bizim uzağımız değil; lümme-i şeytaniyemiz gibi. Dünyaya oradan fısıldanan şeyler iletişim çağında bütün bedene yayılıyor.

Kitaptaki verilere göre Amerika’daki agnostik sayısını geçmiş nesle göre iki katına çıkaran, intiharları katlayan, depresyonu zirveye çıkaran bu dalga, belki bütün gücüyle Türkiye’ye girmemiş olabilir; fakat yine de benmerkezciliğin yükseldiği, bireyin kendisi dışında herşeye yönelik ilgisinin azaldığı bir döneme hazırlıklı olmalıyız. Geçmişin nasihatleri manasıyla değil, ama uslûbuyla geride kaldı. Her nesil, kendi zamanının çocuğudur ve ona göre bir dil geliştirilmesi lazımdır. Bu noktada KAGEM ile SETA’ın birlikte organize ettiği “Gençlik Forumu Aidiyet, Dönüşüm, Gelecek” konulu panelde açılış konuşması yapan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in; “Bugünkü gençlik, bir nesil öncesinin dünyasını kendisi için dar görüyor. Bunu dikkate alarak yeni bir dil ve üslup üzerinde çalışmalıyız!” tesbiti çok kıymetliydi.

Bu yeni dil ihtiyacının altını yıllar önce çizen ve paradigmaların artık değiştiğinden haber veren Metin Karabaşoğlu’na ait “Değişen Paradigmalar ve Risale-i Nur” isimli makaleyi de okumanızı tavsiye ederim. Aynı eksenden bakınca çok şeyler söyleyebilir.

Bitirirken, kendimize bir çuvaldızı: Dünyada komünizm tehlikesi diye bir tehlikenin kalmadığı bir çağda, hâlâ “Türkiye’de komünizm tehlikesini Risale-i Nur engelledi!” sloganıyla yapılacak bir tebliğin, gençlere tesir edebilir ne yanı var? SSCB’nin yıkılışını bile görmemiş bir nesil büyüdü artık. Yeni bir dil geliştirmenin zamanı gelmedi mi? Risaleler, bu noktada çalışırsak, bize, yeni dilin metodunu da kazandıracak zenginliğe sahip. Ama çalışırsak…

3 Ocak 2014 Cuma

Çok kimlikli olmanın kökenleri 2: İstiğna mesleğinden uzaklaşma

De ki: Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğimden bir şey iddia eden kimselerden de değilim.” (Sâd sûresi, 86)

Bir önceki yazımda, Risale mesleğinde yaşanan bir sapmanın, yani ‘kurumların kutsallaşmasının’ camiadaki kardeşlerimizin dünyasında ne gibi kırılmalara neden olduğunu göstermeye çalışmıştım. Bu kırılmalardan bence en büyüğü, yazıda da altını çizdiğim üzere, tek kimlilikten çok kimlikliliğe geçişti. Yani duruşu belli, elinden ve dilinden herkesin emin olduğu bir müslüman profilinden; çeşitli dengeler ve tedbirler gözetilmek için duruşu belirsizleştirilmiş, bu belirsizlik bir ahlak haline getirilmiş, elinden ve dilinden artık emin olunamayan (dolayısıyla taklitçi) sorunlu bir müslüman profiline geçişti bu. (Bazıları alınsa da böyle söylemeye mecburum. Zaten başımıza ne geldiyse bu idare edelim politikasından geldi.)

Bunu, bireysel, malum ve meşhur günahlar mabeyninde konuşmuyorum; bunlar zaten sınırları belirgin ve kardeşlerimizin de takvalarından emin olduğum noktalardır. Fakat konjonktür içinde, sıkıntılı dönemlerde, bir müslümandan beklenen dik duruşun, maalesef, ‘sonuçlara ulaşmak için süreçte kimi tavizler verilebilir’ mantığıyla içselleştirildiği görüyorum. (Eleştirilerim de doğal olarak bu yöne dairdir ve yalnızca camiaya dair değildir. Fakat konjonktür onları merkeze almamı gerektiriyor.)

Evet, kurumların kutsallaştırılması çerçevesinde, aracın amaç haline gelmesi ve araç için amaçtan tavizler verilmesi noktasında sorunu anlattım. Şimdi de başka bir eksen kaymasından hareketle anlatacağım: Bediüzzaman’ın ‘istiğna mesleğinden’ uzaklaşılması.

Peki, istiğna mesleği ne demek? Bunu, isterseniz külliyattan bir bölüm okuyarak anlayalım: “Eski Said'in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediğinin ve Kürdistan âdeti talebelerin tayinatı ahalinin evlerinden verildiği ve zekâtla masrafları yapıldığı halde, Said hiçbir vakit tayin almaya gitmediğinin ve zekâtı dahi bilerek almadığının bir hikmeti, şimdi kat'î kanaatimle şudur ki: Âhir ömrümde Risale-i Nur gibi sırf imanî ve uhrevî bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menâfi-i şahsiyeye vesile yapmamak için, o makbul âdete ve o zararsız seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr ve zarureti kabul edip elini insanlara açmamak hâleti verilmişti ki, Risale-i Nur'un hakikî bir kuvveti olan hakikî ihlâs kırılmasın.”

Bediüzzaman’ın hayatını okuyanlar bilirler ki; kendisi sadaka ve zekat türünden yardımları kabul etmediği gibi, talebelerinin almasına da razı olmamıştır. Bunu yaparken gözettiği hassasiyetin, aslında yukarıda altını çizdiği ‘ihlas’ meselesiyle alakalı olduğu kadar, öncesinde zikrettiği ‘dünyaya alet etmemek’ ile de alakalı olduğunu düşünüyorum. Zira her kim ki, birilerinden yardım alıyor veyahut kendini böylesi yardımlar toplamaya mecbur biliyor; o zaman giderek daha fazla bükülmeye, alet olmaya mecbur oluyor. Bence Bediüzzaman, biraz da bu bükülmenin yaşanmaması, ihlastan taviz verilmemesi için kendisi ve talebeleri adına böyle bir ‘istiğna mesleğini’ oluşturmaya çalışıyor.

Kendim de yıllarca devam ettiğimden bilirim: Bir camia takipçisinin, klasik Nur talebesinden en büyük nüansı; himmet toplamak konusundaki gayretidir. Ben, iki kimlik arasındaki en keskin geçişin bu noktada olduğunu düşünüyorum. Bir tarafta ihlasına zarar gelmesin diye insanlardan dünyevi birşey talep etmeyen Bediüzzaman ve onun öğretisinden alınan ders vardır; diğer tarafta ise, iyi bir niyetle dahi olsa, camiası adına daha çok şeye sahip olmak, daha çok kişiyi kazanmak, daha çok kişiye hizmet vermek adına himmet toplantıları düzenleyenler, kurban derisi toplamaya çalışanlar, gazetelerine veya dergilerine sürekli abone bulma yarışı içine girenler vardır. Bunların tamamen yanlış olduğunu söylemiyorum. Sadece Bediüzzaman’ın ‘istiğna mesleğinde’ gözetilmesi gereken dengelerin yeterince gözetilmediğini ve bu yüzden kimlik kırılmalarının kaçınılmaz olduğunu belirtmek istiyorum.

“Bu neden bükülmeye sebep olsun ki?” diyebilirsiniz. Haklısınız. Ama o gençlerden istenen maalesef süreç boyunca izzetli bir duruş değil, bilakis sonuç. Verilen limitler de var mesela onlara: “Şu kadar kurban derisi toplayacaksınız, bundan aşağısı olmasın!” veya “Şu kadar abone bulacaksınız, bundan geride kalmayın!” şeklinde. Böyle limitleri doldurmak zorunda kalan insanların bükülmesi, istekte bulundukları insanlar karşısında kimliklerinden taviz vermek zorunda kalması kaçınılmazdır. Çünkü, hadisin ihbarıyla, veren elin alan elden psikolojik/sosyolojik üstün bir tarafı mutlaka vardır. Ancak anlattığınız şey karşısında insanlardan birşey istememelisiniz ki; bu, davanızı bükmek zorunda kalmayışınızı netice versin. Peygamberlerin, Kur’an’da geçen ahlakı budur.

Bir zamanlar faize karşı en hassas kesimi oluşturduklarını düşündüğüm camianın bugün gazetelerine tam sayfa banka reklamı alabilmesi; bir zamanlar margarin yemekten tâbilerini neredeyse men eden aynı grubun bugün böylesi ürünlerin reklamlarından hiç kaçmaması; bir zamanlar tesettür meselesine en hassas tavırları sergilediğini düşündüğüm aynı insanların bugün kanallarında epey bir bu takvayı aşmış olmaları; bir zamanlar, Mustafa Kemal karşısında duruşu gayet net olan Bediüzzaman’ı takip ediyor olduklarını söyledikleri halde, gazetelerine 10 Kasım’da “Olmasaydın olmazdık!” ilanı alacak kadar enteresan şeyler yapmaları sanıyorum bükülme ile kastettiğimi anlatmaya yeter.

Artık faize karşı iki duruşu olan, helal gıda konusunda iki duruşu olan, tesettür meselesinde iki duruşu olan, darbeler konusunda iki duruşu olan, Mustafa Kemal konusunda iki duruşu olan, yani ‘çok kimlikli’ bir hale yolculuktur onlarınki. Kimlikleri çok olduğundan kullanılmaları da kolaylaşır. Yukarından gelen her yeni pozisyon bildirimine göre, bir kimliği bırakıp diğerine geçebilirler. Nitekim, elinden ve dilinden emin olunamamakla kastettiğim de budur. İdeolojinin belirsizleşmesi, davanın ilkesel değil taklitsel ve taktiksel olması; liderciliği doğurur. Liderin aldığı pozisyona göre pozisyon almak, herhalde Bediüzzaman’ın ‘birer Said olmasını’ istemekle Nur talebelerinden beklediği şey değildir. Çünkü oluşan şey, dört elif, yani 1111 değil, 1000’dir. Baştaki bir de sıfırlayınca, kaç haneli olursa olsun, sıfıra karşılık gelen bir rakam, ancak o kadar...

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...