materyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
materyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ağustos 2020 Çarşamba

Ateistler nasıl dua ediyor?

Risale-i Nur'da öyle metinler vardır ki, hayatınızı 'Çaaat!' diye değil ama, bir incecik 'çıt' diye ikiye böler. Yani, onları okumadan önce başka birisinizdir, okuduktan sonra başka. Bunu söylerken 'hidayet romanları'ndaki gibi şiddetli bir dönüşümden bahsetmiyorum arkadaşım. Hayır. Daha sessiz oluyor herşey. Kafanızda/kalbinizde bir daha kapatamadığınız bir kapı aralanıyor. Bir yeni görüş gözünüze katılıyor. Bütün aynılıklarınız içinde başka bir tefekkür tırtılı yolunu yontmaya başlıyor. Siz sonra sonra bunun meyvelerini devşiriyorsunuz. Belki 'sırran tenevveret'in bir nüktesini kendiliğiniz üzerinden de böyle temaşa ediyorsunuz. Evet. İşte öyle metinlerden birisi de, benim açımdan, 24. Mektub'un 1. Zeyli'dir. Yani dua bahsidir.

Efendim, öncelikle ifade edeyim, elhamdülillah, müslüman bir ailede dünyaya geldim. Kendimi bildim bileli de dinimin şuurundayım. Fikrindeyim. Zikrindeyim. Hatta şükründeyim. Ancak, şunca yıllık müslümanlığım içinde, yaşamanın bizzat bir dua olduğunu, hatta her varoluşun da bir tarz duaya hizmet ettiğini Risale-i Nur'u okuyunca anladım. Zaten bilenler lütfen cehaletimi bağışlasınlar. Ben hakikaten âlemi hiç böyle düşlemiyordum. Benim için bir olagelen-olagiden akış vardı dünyada bir de dua ettiklerim. Bir sebepler dairesi vardı bir de dileklerim. Çalışmanın da bir çeşit dilemek olduğunu Risale-i Nur'la farkettim. Yoksa, eski zannımca, hâşâ, sanki Allah süregiden akışa sadece kabul ettiği dualarımla arasıra dahil oluyordu. Onları kabul ettikçe karışıyordu. Değiştiriyordu. Yoksa kainatı akışına bırakıyordu.

İtikadımda işleyişin böyle olmadığını biliyordum. Ama sahada sanki başka bir eyleyişe imanım vardı. Mürşidim "Dua üç nevidir..." deyip "Esbabın içtimaı müsebbebin icadına bir duadır..." arşına kadar mevzuyu ballandırınca, Allah Allah, göğsümde bir ağaç canlandı. Dallandı. Uzamaya başladı. Neden-sonuç ilişkisinin varlığını anlamlandırmada yeni bir boyuta varıldı. Hem de ne boyut! Bu boyutun açılmasıyla kainatın tevhidle çelişik hiçbir yanı kalmadı. Çünkü kendime sorardım: "Herşeyi Allah yaratıyorsa bu sebep-netice ilişkileri neden var? Neden Allah mahlukatı arasına böyle bir işleyiş serpiştirmiş? Neden yağmuru buluta, tohumu toprağa, ışığı güneşe bağlamış?" Tamam. Sırr-ı imtihanın da bir cevabı vardı. Bu âlemde sınanıyorduk. Ve her sınanma bir 'örtme'yi bağrında saklardı. Örtüyü aşanlar ancak kazanırdı. 'Küfür' lafzının köken olarak 'örtme'yle bağlantısı da durumu açıklıyordu.

Ancak sınanmanın da üstünde birşeyler sezinliyordum. Dua bahsi bu açıdan kurtuluşum oldu. Biz, tohumu toprağa atarken, ışık için güneşe yönelirken veya her sabah işe giderken yine bir duanın parçası oluyorduk. Şuurumuz olsun-olmasın. Sebepler içindeki her hareketimiz kulu ile ilahı arasındaki isteme-verme ilişkisinin bir parçasıydı. Burada bir de şu vardı: Esbabın işleyişi Vahidiyetle tayin edilmiş kanunlar içerisinde uygun adım ilerleyişlerden oluşuyordu. Dil ile yapılan dualarsa Ehadiyet gölgesindeki özel kurtarışlara dönük çağrılardı. Bu nedenle birincisinin karşılığı daha somut görülüyordu. İkincisinin karşılığı ise usûlüyle verilirdi. Birincisi genel-geçerdi. İkincisi kendi şartlarına mahsustu.

Şu noktaya da dikkat et arkadaşım: Bize "Bak, sen dua ediyorsun gelmiyor, ben yapıyorum oluyor!" diyen cerbezeciler aslında şöyle demiş oluyorlar: "Bak, sen dille dua ediyorsun hemen gelmiyor, ben fiilen dua ediyorum oluyor!" Bizim de buna bir itirazımız yok zaten. Cidden de öyledir. Cenab-ı Hakk, tabir-i caizse, kanunları gölgesinde edilen duaları özel muamele isteyenlerden daha zâhir kabul eder. İstediklerini verir. Ötekilerin duası kabul edilmez sanma. Onlarınki de kabul edilir. Ya bu dünya ya ahiret için kaydedilir. Ancak 'özel muamele'nin usûlü 'kanunların gölgesi'yle bir değildir. Şartları daha ağırdır. Nitekim: Peygamberlerin dille ettikleri dualar da kabule karîn olur. Geriye kalan salihlerin durumu da derece derecedir. Ancak iş fiilî duaya gelince avam bazen âlimin de önüne geçer.

Tarlasını düzenli eken güçlü-kuvvetli bir reçber bahçesine bakmakta zorlanan ihtiyar âriften daha çok karşılık alabilir. Devletin şartlarına riayet ederek başvuran bir sıradan vatandaş istediğini kolaylıkla alırken kendisine özel bir muamele yapılmasını dileyen mebus buna zorlukla ulaşabilir. Bu Cenab-ı Hakkın kullarına bir merhametidir. Eğer her yaratışını kavlî duadaki usûlün hassaslığına bağlasaydı bugün kolaylıkla yediğimiz bir nar meyvesini hakettirecek duayı milyonda birimiz edebilirdik. Öyle ihlası pek azımızda bulabilirdik.

Gelgelelim, beşere merhamet ile kurulmuş bu düzen, pekçoğunun inkârını da beraberinde getiriyor. Nefes almaları bir tür "Beni hayatta tut Allahım!" duası olan ateistler onu aştıklarını sanıyor. Materyalizm dediğimiz illet buradan yeşeriyor. Kanunlar gölgesinde edilen duaların sıkça kabulü, kulun kendisini veya neden-sonuç ilişkilerini ilah olarak görmesine evriliyor. Hatta, öyle tuhaf ki, kendi duasını mü'minlerin duasının karşısına rakip çıkarmaya da cür'et ediyor. Eh, bu minvalde söylenecek çok şey var, fakat yazının ömrü bu kadarına yetti. Fiilî duanın kavlî duaya göre daha başka ne kemali var, onu da başka bir yazıda düşünelim beraberce, Allah'a emanet ol. Dualarında da bu kardeşini unutma sakın.

18 Nisan 2019 Perşembe

Mustafa Öztürk nereye koşuyor (3)

Başlarken hakkaniyet adına şunu belirtmeliyim muhterem karilerim: Ben bu yazıda konu edeceğim mevzuyu bizzat Mustafa Öztürk'ten işitmedim. Fakat çeşitli mecralarda 'tarihselciliği' tartıştığım kişilerin tezlerini desteklemek amacıyla bu tarz misaller verdiklerini gördüm. O yüzden de bu yazı serisinin bir kenarını, birazdan açık edeceğim, şu bahse ayırmayı borç bildim. Yani, demem o ki, bu yazıda yine Mustafa Öztürk'ün yolunu konuşacağız, amma ondan bizzat işitmediğimiz birşey üzerinden konuşacağız. Hak namına bu nüans hatırdan yitirilmesin dilerim.

O mevzu nedir peki? Şudur: Kur'an'da, her okuyanın kolaylıkla farkedeceği şekilde, dönemine dair bilgiler/örnekler bulunmaktadır. Olaylarına/kişilerine atıflar yapılmaktadır. Bu 'dönem etkilenmişliği' göstermektedir ki, onun beyanında zamanın/şartların bir 'sınırlayıcılığı' vardır. Yani 'o zamana/şartlara göre söylenmiş' şeyler vardır. Bu nedenle, asırlar sonra dünyaya gelmiş tiki-cool-ciks-şekil-herneyse nesillerin, Kur'an'ın beyanını ele alırken bu etkilenmişlikleri ayıklaması gerekir. Çünkü zaman aynı zaman değildir. Yaşananlar aynı olaylar değildir. Bugünün müslümanı 1500 yıl öncesinin Arabı (canım o sahabe-i güzine kurban olsun) değildir.

Görüyor musunuz lakırdının sergüzeştini? İnternet kablosu gibi nerelerden nerelere bağlanıyor? Neleri nelerin arasına sıkıştırıyor? Mesela: Bu beyan sırasında eğer uyanık olmazsanız şu zokayı yutmuş oluyorsunuz: "Bir metinde dönemine dokunur izler varsa o izler sadece zamanıyla konuşur." Aslında bu dogmatik kabul de materyalist sosyolojinin şu kabulünden besleniyor: "Birşeyde neyin izi varsa ona o sebep olmuştur." Örneğin: Ali öldüğünde üzerinde Veli'nin parmak izleri varsa onu o öldürmüştür. Veli düştüğünde en yakınında Ali varsa onu o itmiştir. Zaten materyalizm, ateizmin tanrıyı kainattan kovma işini, neden-sonuç ilişikleriyle yoluna koyma mesaisidir. Baştan kabul edilenin sonradan gelen 'düttürü'südür.

Peki 'materyalist sosyoloji' ne demek oluyor? Materyalist sosyoloji aslında sosyolojinin ortaya çıkarılış gayelerinden birisini ifade ediyor. Herşeyi neden-sonuç ilişkileriyle açıklamaya çalışan modern bilim, toplumsal veya tarihsel olayları, özetle insanlığın kaderini nasıl bu kalıba dökecektir? Onu nasıl nedenler ve sonuçlar ile açıklayacaktır? İşte bu işi de materyalist sosyoloji halleder. Veya halletmeye çalışır.

Bu nedenle az-çok sosyolojinin mürekkebini yalayanlarda, eğer itikadları sağlam değilse, tarihselcilik mevzuuna bir yatkınlık başlar. Arkadaşlar, kimse üzerine alınmasın, gördüklerim üzerinden konuşuyorum. Sosyolojiyi merkezine koyanlar naslara yaklaşımlarında 'dönemin sınırlayıcılığına' muhkem bir usûl kaidesi gibi bakıyorlar. Çünkü kafalarında zaten herşeyi neden-sonuç ilişkisi içerisinde açıklama arzusu var. Bu arzuyla neyin başına uğrasalar, orada sonucu nedene, sonuçtan murad olunabilecek gayeleri ise 'nedenin kaldırabilirliğine' sınırlıyorlar. Diyemeyecek gibiyse 'Dememiştir!' yapıyorlar.

Örneğin: Bu zevatın mehdi ile ilgili hadislere yaklaşımlarında hep şunu görüyoruz: Öncelikle şöyle bir (varsa) sakallarını sıvayıp (yine varsa) pipolarından birkaç nefes çekiyorlar. Ondan sonra hadis sahihmiş-değilmiş, senedi kuvvetliymiş-zayıfmış bakmadan "Bu inanılmaz şey hangi sosyolojik dürtüler sonucunda ortaya atılmıştır?" sual-i herzekâranesini kalplerine yumurtluyorlar. Neden inanılmaz geliyor peki bu onlara? Çünkü neden-sonuç ilişkisiyle bağlayamazlar. Geleceğe dair birşey geçmişte haber verilirse neden-sonuç ilişkisi falan kalmaz aralarında. 'Ezel' diye birşey ortaya çıkar. Ezel kavramının kabulü ise dine ayar vermek isteyen sosyolojinin intiharıdır.

Burayı hızlı geçelim: En nihayet sosyologlarımızın mezkûr hadisleri tefsiri şu şekilde oluyor: "Her zamanda insanlar başlarına gelen kötü şeylere karşı bir kurtarıcı arayışında olmuşlardır. Bilmem M.Ö. kaçlarda birileri gelecekte ortaya çıkacak bir kurtarıcıdan bahsettiği gibi, elbette, müslüman halklar da bir kurtarıcı motifiyle itikadlarını süslüyorlardı. Bu bir ihtiyaçtı." Eeee? "İşte bu yüzden inanışları doğrultusunda hadisler uydurdular. Bir mehdi sanrısı yarattılar. Gelecek nesillere aktardılar." Vaaaay! Demek, itikadları için hayatlarındaki cümle bâtılı ellerinin tersiyle itenler, mehdi mevzuunu 'Bu da nazarlık olsun canım!' diye dine sokuşturdular ha! Bak sen şu bizim sosyolojik muhaddislere. Yalnız muhaddis mi? Hâşâ. Müçtehid, müfessir, fakih, kelamcı, cart-curt, her ne varsa ondan, yani 'little little on the middle.' Bunlar bir de azıcık dindar kısmı. Olmayanı, bırak mehdiyi, Allah'ı bile "İnsanlar korkularından sığınacak bir ilaha ihtiyaç duydular!" diye açıklıyor.

Hatta işte benim hasbelkader 'tarihselcilik' konusunu müzakere ettiğim diğer bazıları da diyorlar ki: Kur'an'da ticaretle ilgili misallerin çokluğu da Kureyşlilerin çok ticaretle uğraşmasından dolayıdır. Yani, Kur'an, 'onlar ancak bu örnekleri anlayacakları için' ticaretten misaller vermiştir. Bu da bir 'dönemden etkilenmişlik' delilidir.

İyi de mübarek, bir hakikati anlatmak için misal getirmek, o misale konu olan olay veya zaman dışında anlatılandan 'istifade edememek' anlamına mı gelir? Sen Ali'ye bir söz söylediğin zaman Veli'nin kulak verip anlayabileceği hiçbirşey yok mudur? Sen Ali'yi örnek verdiğin zaman Veli'nin bu örnekten alabileceği pay yok mudur? Sen Ali'nin kıssasını aktardığında Veli'nin bu kıssadan hisse almasına imkan yok mudur?

Eşekliğinin şeddesi ziyade değilse, sen de bilirsin ki, bir kişiye söylemek, herkese söylemeye engel olmaz. Komutan emir verdiği zaman karşısında bir ile bin birdir. Aynı şekilde itaat ederler. Çünkü askerlik kanunu onları birbirine bağlar. Muhatabın karşısında birleştirir. Hem yine bir feryad havaya yükseldiğinde karşısındaki kulak sayısının onun için anlamı yoktur. Çünkü 'duymak kanunu' onları muhatabiyette birleştirir. Bin kulak, gür bir sada karşısında, tek bir kulak gibidir.

Yani, sen, bu sosyolojik okumanı Kur'an'dan istifade ile Kureyş'in yaşam şartlarını anlamak veya Kureyş'in yaşam şartlarından istifade ile Kur'an'ın ne buyurduğunu daha iyi anlamak için öğreniyorsan/araştırıyorsan, eyvallah, faydadan uzak değildir. Müfessirler de böylesi ilimleri tedris ederler. Fakat böylesi yan bilgilere Kur'an'ın buyruğunu sınırlamazlar. O niyetle senden de alınmaz. Bu dünya kelamı değildir ki öncesi ile sonrasının söyleyecekleri bağlansın. Ezelden konuşanın kelamını hangi zaman dilimi kendine münhasır kılabilir, sınırlayabilir, kota koyabilir? Hâşâ!

Hani Bediüzzaman da 20. Söz'de bu sadedde der: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Bazı meşhur kıssalar üzerinden sözünün hakikatini isbat da eder o eserde. Yani, bir yönüyle bizi Kur'an kıssalarına götürür, diğer yönüyle Kur'an kıssalarını hayatımıza getirir. Misalleri o eserde mebzul miktarda vardır. Ben olsam oraya da bakmayı ihmal etmem.

Kendi örneğimize dönersek: Kur'an'ın ticaretle ilgili örnekler vermesi onun için bir eksiklik sayılamaz. Çünkü Kureyşliler ticaret yaptıkları gibi ahirzaman müslümanları da ticaret yapmaktadır. Sattıkları farklı olabilir. Aldıkları başka olabilir. Kavramları, ürünleri, bedelleri değişmiş olabilir. Ama 'küllî düsturların' anlaşılmasını sağlayacak temel zemin hepsinde mevcuttur. Böylece Kur'an, bir olay üzerine buyurmakla, bütün zamanlarla konuşmuş olur. Bütün zamanlar onun kıssasından hissedar olur. Hatta bizzat meslekleri ticaret olmayanlar bile kenarından-köşesinden şu ticareti bilirler. Bakkaldan selpak almayı bilmeyen ahmak var mıdır içimizde? Varsa zaten o şeriatla mesul değildir. Teklif-i din akıl iledir. Aklı olmayanın dini de yoktur.

Yine yazı çok uzadı gitti muhterem karilerim. Size borcumuz artıyor ama affınıza sığınarak bir yazı daha borçlanalım. Anlatacaklarımız bitmedi çünkü. Hatta, nasıl bir bereketli mesele ise, anlattıkça yeni başlıklar açmak iktiza ediyor. Ne diyelim? Allah size de bana da sabırlar versin. Yazmak da sabır işi okumak da. Âmin.

27 Mart 2017 Pazartesi

Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (5): Ahmet'i taş mı düşürdü?

"İnsan sathî ve gayr-ı kastî bir nazarla bâtıl ve muhal birşeye baktığı zaman, hakikî illetini bulamadığı takdirde, çar-nâçar sıhhatine veya inkârına kail olmakla kabul etmesi ihtimali vardır." İşaratü'l-İ'caz'dan.

Bu metnin serinin önceki yazılarının yardımına ihtiyacı var. Anlatmak istediği şeyin daha kolay anlaşılması için evvelinde onlar okunmalı. Ancak yine de, sahip olduğu bütün bu 'zaten biliyorlar' tavrına rağmen, okuyanları istifadesiz bırakmaz, inşaallah. Sadede gelelim. "Hayy ve Kayyum neden kardeştir?" serisi boyunca yapmaya çalıştığım şuydu: Bediüzzaman'ın eserlerinde özellikle materyalizmle ciddi bir hesaplaşma içine girdiğine şahit oluyoruz. Bunu nasıl yapıyor? Bunu 'materyalizm' kavramsallaştırmasını anmadan, ama 'esbabın yaratıcı olamayacağını' çeşitli şekillerde ortaya koyarak yapıyor. Sebeplerin yaratıcı olamayacağı hakikati, hayatı en çok duyularında yaşayan bizler için, kabulu zor birşey. Neden böyle?

Şunu "Allah'a iman etmek zordur!" anlamında söylemiyorum. Sebebin müsebbibi, yani nedenin sonucu kaldıramadığını farkettiğiniz anlarda, Allah'a inanmaktan kolay birşey yoktur. Yahut da, müsebbibin varlıkla ilişkisinin sebepten ibaret olmamasını dilediğiniz anlarda, Allah'a inanmaktan daha tatlı birşey olamaz insan için. Bunlar farkettirici 'Ehadî' dokunuşlardır. Bunlarla muhatap olduğunuzda yatay düzlemin körleştirici etkileri kaybolur.

Sevdiklerinizi yitirdiğiniz anlarda Allah'a inanmak kolaylaşır. Çünkü Allah'a inanmak, aynı zamanda, sevdiğinizin varlıkla ilişkisinin sebeplerden ibaret olmadığına inanmaktır. Böylece, varolanın, sadece sebepler dairesinde varolmadığı, daha aşkın ve farklı biçimlerde de varolduğunu/olabileceğini ve bu aşkın varoluşların sebepler tahtındaki yitirilişlerle kesintiye uğramasının gerekmediğini anlarsınız. Bir örnek kullanalım: Perdeden izlenen filmin perdede meydana gelebilecek bir zararla zararlanmayacağını bilmek rahatlatıcıdır. Veya çok sevdiğiniz bir romanın, daha siz onu okumadan, yandığını düşünün. O romanın başka nüshalarının olması, sizi, kaybınıza karşı kuvvetli kılar. Çünkü o kitabın okunmasının veya varoluşunun sadece elinizdeki nüshayla ilgili olmadığını anlarsınız. Bu, tüm kayıplara karşı, çok büyük bir tesellidir.

Fakat her zaman bu tesellinin farkında olamayız. (Gaflet de tam budur işte.) Daha doğrusu: Yokluklarının acısı böyle bir teselliyi aratmayacak acılar da var. Dozajı daha düşük acılar. Sabahleyin işe yetişmenizi sağlayacak otobüsü kaçırmak böyle bir teselliyi aratmayabilir. O zaman siz-otobüs-işiniz arasındaki ilişki incitici bir hal alır. Öfke, üzüntü, mutsuzluk ve arkadaşları kalbinize doğru hücum eder. Olaya sebeplerden öte bir aşkınlıkla bakamadığınızda neden-sonuç ilişkisi sıkmaya başlar. Stresin en önemli kaynağı bence budur.

Buradan şuraya geçelim: "Kötülük neden var?" yazısında birşeyin altını çizmeye çalışmıştım. Gerçi bu, parça-bütün ilişkisi üzerine yazdığım her metinde, birazcık dokunduğum birşey. Mürşidimin "Hayır küllî şer cüz'îdir..." cümlesinden mülhem şöyle bir iddiada bulunuyorum böylesi yazılarda:

Bizim kötülük dediğimiz herşey aslında eksik görülmüş iyiliklerdir. Yani biz faydasına kadar kuşatamadığımız iyiliklere şer diyoruz. Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğiyle ifade edersem: Bir insanın dört-beş kişi tarafından kesildiğini görmek bize bunun şer olduğunu düşündürüyor. Ama kafamızı kaldırıp 'Ameliyathane' yazısını okuduğumuzda hadiseye bakışımız değişiyor. Onu hayır gibi görmeye başlıyoruz. Yaşadığımız her acının böyle bir yanı var. 'Bizzat' değil 'dolayısıyla güzel' olanlar tattırıyor bize en çok acıyı. Ameliyatta yaşananlar da sonrasında kavuşacağınız sağlık dolayısıyla güzel. Bunun bilinciyle güzel.

Bu, burada kalsın, başka bir konuya geçeceğim. Serinin ilk yazılarında, bizim, hayatı 'halıkıyet' düzleminde yaşadığımızı, ancak varlığın 'kayyumiyet' denilen aşkın bir boyuta daha sahip olduğunu ifade etmiştim. Halimizi de 'eksik boyutlulukla' tarif etmeyi denemiştim. Evet, biz, varlığı eksik boyutlu müşahade ediyoruz. Yatay düzlemi duyularımızla tadıyor ama düşey düzlemi idrak edemiyoruz. O bizim gaybımız oluyor. Bütünün bilincinden yoksunluğumuzda zamana maruz kalıyoruz. Bilgisine yavaş yavaş sahip oluyoruz. Yaratılışın bütünlüğüne bir süreçle şahit oluyoruz. Önceki yazılardan birisinde yaptığım bir çizimi, daha farklı bir şekilde, tekrar size sunmak istiyorum. (Gördüğünüz gibi cemaatsiznurcu yine prodüksiyon masrafından sakınmıyor.) Şöyle ki:

Projeksiyon vasıtasıyla bir çizgifilm izlediğinizi düşünün. Perdeye yansıttığınız görüntüde (1) Ahmet bir taşa doğru dikkatsizce yürüyor. (2) Taşa ayağı takılıyor. (3) Yere düşüyor. Şimdi, zahirde, Ahmet neden düşüyor? Ayağı taşa takıldığı için değil mi? Peki hakikatte niye düşüyor? "Projeksiyon öyle yansıttığı için." Veya biraz daha geriye gidelim: "Çizer çizgifilmi öyle olacak şekilde çizdiği için." Peki, bu çizer, düşüşümü 'taşı kafama düşürerek' veya 'bir muz kabuğuyla' veya 'bir kaykaya basarak' veya 'hiç nedensiz' çizemez miydi?

Çizerdi. Nitekim çizgifilmlerde böyle akla aykırı çok şeyler vardır. (Kahraman farkedene kadar boşlukta yürümeler falan.) Projeksiyon bunu yansıtabilir miydi? Evet, yansıtırdı. Biz bunu o şekilde de görebilir miydik? Evet, görebilirdik. O halde, bizi, Ahmet'in düşmesinin sebebi olarak taşı tayin etmeye zorlayan neydi? Cevap: Çünkü biz âlemi eksik boyutla idrak ediyorduk. Çizeri veya projeksiyonu görmediğimiz için olanları sadece öncesinde yaşananlarla izah etmeye çalıştık. Ve yaşananlara göre Ahmet'in düşme sebebi taşa takılmaktı. Çünkü çizer daha önce de taşı takılanların düştüğünü çok çizmişti. Takılmak ve düşmek arasında bir mukarenet/yakınlık ilişkisi vardı.

Bakınız, bu örnek, bütün kusurları içinde önemli bir hakikate işaret ediyor: Biz, mürşidimin tabiriyle, aralarında 'mukarenet/yakınlık' olan şeyleri birbirinin yaratıcısı olarak açıklamaya çalışıyoruz. Çünkü, şu kainat perdesinin sahibi, yansıttığı görüntüde, kendisinin vazettiği bazı kanunlara uygun hareket ediyor. (Ahmet düşeceği zaman genelde bir taşa takılıyor.) Fakat bu ancak iki boyutluların aşamadıkları bir ilgi. Bir mülk ilgisi. Bir yatay düzlem şahitliği. Bir mukarenet. Yoksa taş benim düşüşümü yaratmaktan acizdir. Perdedeki görüntünün herhangi bir parçası diğer bir parçayı yaratmaktan acizdir. Benim düşüşümü perdede ancak projeksiyonun sahibi ve çizeri yaratabilir. (Misalimizdeki çizer yaratış için gerekli irade ve ilme, projeksiyon ise kudrete işaret eder.)

"Gafletten neş'et eden dalâlet, pek garip ve aciptir. Mukareneti, illiyete kalb eder. İki şey arasında bir mukarenet olursa, yani daima beraber vücuda gelirlerse, birisinin ötekisine illet gösterilmesi o dalâletin şe'nindendir. Halbuki, devamlı mukarenet, illiyete delil olamaz."

Varlığın mülk ciheti dediğimizde de biz bunu kastediyoruz. Yani 'görebildiğimiz kısmını' tarif etmiş oluyoruz. Ancak melekût yönü böyle değil. Melekût ciheti buna mecbur değil. Herşeyin birer birer, bizzat bizzat, an an, olay olay Allah tarafından yaratıldığı asıl yaratılış bu. Tabir-i caizse, Kadir-i Zülcemal nasıl çizerse/dilerse, o olay öyle oluyor. 'Ol' deyince oluveriyor. Projeksiyon onun irade ettiğini yansıtıyor. Öncesinde veya sonrasında olanlar bizim çizgifilmi izlerken şahit olduklarımız sadece. Bunu bize en açık şekilde öğretense her zaman öyle olmayışı. Yani, Hz. Yunus kıssasının 1. Lem'a'da bize öğrettiği şekilde, 'nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin inkişaf ettiği' anlar. Neticenin sebebi, sonucun nedeni, Ahmet'in düşüşünün taşı aştığını farkettiğimiz anlar.

Bu farkediş mülk cihetindeki çirkinliği de yokediyor. Biz birşeye neden çirkin diyoruz? 1) Bütünlüğünü görmediğimizden. 2) Ustasını görmediğimizden. Picasso'nun imzasının resmine kattığı değer bu. Resmini çirkinlikten kurtaran onun sanatının eserine dikkati celbedişi. İkisi de karmaşık çizimlerden oluşabilir, ama siz, bir Picasso tablosuyla bir çocuğun çizdiklerine aynı gözle bakmazsınız.

"Bu sırrı bir temsille beyan edeceğiz. Meselâ, insanların san'atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san'at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte, öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san'atkârına nisbet ederek, o san'atkârı yad etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir."

Biz de sebepler âleminde, varlığı az boyutlu idrakimizden dolayı, neden-sonuç ilişkilerinden bir kötülük/çirkinlik inşa ediyoruz. Bu bizim eksik görüşümüzden kaynaklanıyor. Görünendeki çamur projeksiyonu kirletici değil. Fakat orada, büyük resmi marifet vesilesiyle görmeye başladıkça, Ustasının etkisiyle eserin bizdeki tesiri de yerinden oynuyor. Eser ustasının şanıyla/sıfatıyla okunuyor. Çirkinliği güzelleşiyor. Ahmet'i taş düşürmüyor. Ahmet'i herşeye kadir olan bir Allah, hikmetine binaen düşürüyor. Bir murad ile düşürüyor. Bir ilgiyle düşürüyor. Ahmet bilse ki, onu düşüren taş değil Allah'tır, düştüğünde sızlanmak yerine taşı öpmez mi? Bu öpüşü Allah'a teşekkürü yerine geçmez mi? Belki bastığımız yere ettiğimiz secde de bunun işareti. Allahu'l-alem.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...