taş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
taş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Mart 2018 Cuma

En çok düğümlerimize dolanıyor ayaklarımız

Hepimizin içinde çözemediğimiz düğümler var. Bizi 'ben' yapan düğümler. Oralarımızdan yakalandığımızda meseleler giriftleşiyor. Örneğin: İşler ötemizdeyken, herkese, her hakkını teslim edebiliyoruz da, menfaatimiz sözkonusu olduğunda durumlar tuhaflaşabiliyor. Veyahut: Herkese en içten dileklerimizle mutluluklar diliyoruz da, iş düşmanımıza geldi mi, dilimiz tutulabiliyor. Dostumuzun adı anıldığında bedduamız, sevdiğimizin sûreti görününce ilgisizliğimiz, büyüğümüzün sesini duyunca cesaretimiz tutuluyor.

Engel olamıyoruz. Karşı koyamıyoruz. Öyle anlar geldiğinde, ister istemez, kendiliğimizin duvarlarına çarpıyoruz. Sanki herşey böylesi düğümlerle varedilmiş. Yahut da bu düğümleri yaşarken biz atıyoruz. Tecrübelerimizle 'hayat' denen kilimimizi dokuyoruz. Bu kilimin sahip olduğu her nakış, hem cemalinin, hem de esaretinin delili oluyor. Öyle ya! Nakış olmasa güzellik olmaz. Fakat nakışı bozmak sadeliği bozmaktan kolaydır. Hatta ne kadar giriftleşirse o kadar kolaydır. Güzellik inceleştikçe kırılganlaşır. Düzen dakikleştikçe hassaslaşır. Bu durum da hürriyetimizden çalar.

Kayanın güzelliğini balyoz bozamaz da elmasın güzelliğini bir çizik bozar. Ahsenü'l-takvim olan, yani kıvamların en güzelinde yaratılan, elbette onu yitirmemekte daha dikkatli olmalıdır. Vaktiyle "Yiğidi bir dert öldürür. Güzeli bir ben öldürür..." diye bir söz duymuştum. Bu sözün hakikati de sanıyorum aynı yerde saklıdır. Güzelliğin ziyadeleşmesi arızîleri hassaslaştırır.

Bizler yaratıcılar değil taşıyıcılarız. Taşıyan yaratan gibi değildir. Yaratan da taşımak zorunda değildir. Ancak taşıyan, ihtiyaç duyduğunda tekrar yaratamayacağından, sahip olduklarını omuzlamak zorundadır. Korumak zorundadır. Düşürmemek zorundadır. Taşıyıcı yükünün artmasıyla daha şiddetli imtihan olur. Taşıyabildiği kadar güzelleşir. Güzelleştiği şiddette sınanır. Belki biraz da bu latif sır sebebiyle bazı anneler güzel kızları için 'çirkin talihi' dilerler.

Ve ancak insan göklerin, yerin ve dağların kabullenmediği emaneti taşır. İmtihan da ancak onun başına açılır. Çünkü bu yükü ancak o kaldırır. Hatta, mahlukatın en eşrefi olması yanında, aynı zamanda en acizi olması da, böyle bir perspektifle anlaşılabilir. Yani: En acizi olmuştur. Çünkü en güzeli o olmuştur. Yükü en ağır odur. Çünkü en çok taşıyabilen odur. En büyük açlık ona verilmiştir. Çünkü en çok lezzet de ona verilecektir. Nihayetinde demem o ki: Evet, kolay dağılıyoruz, çabuk yıkılıyoruz, üzülüyoruz. Çünkü Rabbimiz bizi çok güzel yarattı.

Düğüm meselesine geri dönelim: Düğümün bizi güzelleştiren/griftleştiren şey olduğunu konuştuk. Evet, hakikaten de, bir düğüme rastgelene kadar örgü ipini çektiğiniz yöne doğru sökülmeye devam eder. Fakat düğüm işi karıştırır.

Düğüm çekildiğinde farklı yönlerden ona katılarak kendisi oluşturmuş her ipin mukavemetiyle karşılaşırsınız. Diğelim üç farklı yönden gelen ipin bu düğümde payı vardır. O halde düğümü çekmek, yalnızca bir ipi çekmek olmaz artık, üç ipi birden çekmektir. Üç farklı yönü birden çekmektir. Ve bu yönler, ne de olsa farklı taraflara doğru akmak istediklerinden, kuvvetinizi bölerler. Bir noktada ise, artık, kuvvetinizi size karşı kullanarak emeğinize mani olurlar.

Nakış giriftleştikçe güzelleşir. Tamam. Fakat aynı zamanda giriftleştikçe içindeki düğüm sayısı artar. İnsanın onu taştan, ağaçtan, hayvandan ayıran o muhteşem 'ahsen-i takvim' nakışı da içinde birçok düğüm barındırır. Sanatı buradan gelir. Lakin güçlükleri de yine buradan doğar.

Bir eşeğin inat ettiği kaç şey vardır? Peki bir insan kaç şeye inat edebilir? Bir ağacın, Allah bilir, hiç düşmanı yoktur. Fakat bir insan ömrünün kaç gününü hasımsız/öfkesiz geçirebilir? Bir kayanın hased ettiğini görenimiz olmamıştır. Lakin şu ömrünü hiçkimseye hased etmeden geçiren kaç insan vardır?

İşte, bizi, Felak sûresinde buyrulduğu şekilde, hased ettiğinde hasedcinin şerrinden sabahın Rabbine sığındıran da budur. Hased eden, kendisindeki düğümlerden birisine dolanmakla, aynı zamanda varlığın akışına da zarar vermeye niyetlenir. Bir güzelliğin varolmasıyla, ancak kendisindeyken varolması, hatta başkasındayken yokolması arasında yaptığı tercih; nefsi ile hayreti arasında takıldığı o düğüm; budur hasedciyi yakıp kavuran.

Kimse Allah'ın "Ol!" buyurduğuna karşı koyamaz. Allah'ın dilediğine hiçkimse kendi küçücük 'keşke'siyle direnemez. Ancak hasedci içindeki düğüme ayağı dolandığı için bunu arzulamaya başlar. Onun bu düğümüne üfleyenler, gıpta damarını tahrik edenler, belki tahkir ile öfkesini körükleyenler de bu cürme dahildir. Zaten hased, eğer kişinin kendi karakterindeki bir hamlıktan kaynaklanmıyorsa, telkinden doğan birşeydir.

Bu yüzden belki de, Bediüzzaman, İhlas Risalesi'nin bir yerinde "Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir..." diye önemli bir düstura dikkat çeker. Yani İhlas Risalesi'nden Felak sûresine uzanan böylesi yollar vardır. Hem sadece bu da değil. Daha bizim içimizde, üzerine oynanırsa çok hasedleri doğuracak, gecemizin karanlığını arttıracak ne ukdeler vardır!

Faşizmin kulağına şer üflediği milliyetçilik düğümü böyle bir düğümdür. Sosyalizmin kulağına anarşi öğütlediği zengin-fakir ayrımı böyle bir düğümdür. Feminizmin saçıdan tutup kendisine çektiği cinsiyet ayrımı böyle bir düğümdür. Hatta kendi mazimizde, aşamadığımız, içinden çıkamadığımız, barışamadığımız her ne kötü olay varsa, yani üflenince hased damarlarımızı tahrik eden her ne varsa, bence böylesi düğümlerden birisidir.

Bazı olur, kocanın karısına attığı bir tokat, kadının kocasına ettiği bir kem söz, evladın babasına ettiği bir edepsizlik, akrabanın akrabaya ettiği bir eziyet, komşunun komşuya çektirdiği bir çile... Bütün bunlar birer düğüm olarak kalbimizde dururlar. Efendimiz aleyhissalatuvesselam belki biraz da bu yüzden mü'minlere şöyle der: "Fitne uykudadır. Uyandırana Allah lanet etsin!"

İşte, gördün arkadaşım, Felak sûresini öyle ötemizde birşey gibi okuyamayız artık. Çünkü hayatımızdaki düğümleri gördük.

Onlara karşı nasıl savaşacağımızı ise bize önce Kur'an, sonra Sünnet, sonra da Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat büyüklerinin nasihatleri öğretir. Dilersen, Bediüzzaman'ın İhlas Risalesi'ni de, Felak sûresinin fıkh-ı bâtın çerçevesinde bir tefsiriymişçesine, okuyabilirsin. Ve yine Uhuvvet Risalesi de aynı sûrenin sosyolojik zeminde bir tefsiri olarak analiz edebilirsin. İktisat Risalesi'ni, ekonomi alanında, yine öyle. Nihayetinde insan bu. Düğümü var düğümü içinde. Düğümü var düğümü içinde. Düğümü var düğümü içinde. Hem Derviş Yunus'un (k.s.) söylediği gibi: "Bir ben vardır bende benden içeru..."

27 Mart 2017 Pazartesi

Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (5): Ahmet'i taş mı düşürdü?

"İnsan sathî ve gayr-ı kastî bir nazarla bâtıl ve muhal birşeye baktığı zaman, hakikî illetini bulamadığı takdirde, çar-nâçar sıhhatine veya inkârına kail olmakla kabul etmesi ihtimali vardır." İşaratü'l-İ'caz'dan.

Bu metnin serinin önceki yazılarının yardımına ihtiyacı var. Anlatmak istediği şeyin daha kolay anlaşılması için evvelinde onlar okunmalı. Ancak yine de, sahip olduğu bütün bu 'zaten biliyorlar' tavrına rağmen, okuyanları istifadesiz bırakmaz, inşaallah. Sadede gelelim. "Hayy ve Kayyum neden kardeştir?" serisi boyunca yapmaya çalıştığım şuydu: Bediüzzaman'ın eserlerinde özellikle materyalizmle ciddi bir hesaplaşma içine girdiğine şahit oluyoruz. Bunu nasıl yapıyor? Bunu 'materyalizm' kavramsallaştırmasını anmadan, ama 'esbabın yaratıcı olamayacağını' çeşitli şekillerde ortaya koyarak yapıyor. Sebeplerin yaratıcı olamayacağı hakikati, hayatı en çok duyularında yaşayan bizler için, kabulu zor birşey. Neden böyle?

Şunu "Allah'a iman etmek zordur!" anlamında söylemiyorum. Sebebin müsebbibi, yani nedenin sonucu kaldıramadığını farkettiğiniz anlarda, Allah'a inanmaktan kolay birşey yoktur. Yahut da, müsebbibin varlıkla ilişkisinin sebepten ibaret olmamasını dilediğiniz anlarda, Allah'a inanmaktan daha tatlı birşey olamaz insan için. Bunlar farkettirici 'Ehadî' dokunuşlardır. Bunlarla muhatap olduğunuzda yatay düzlemin körleştirici etkileri kaybolur.

Sevdiklerinizi yitirdiğiniz anlarda Allah'a inanmak kolaylaşır. Çünkü Allah'a inanmak, aynı zamanda, sevdiğinizin varlıkla ilişkisinin sebeplerden ibaret olmadığına inanmaktır. Böylece, varolanın, sadece sebepler dairesinde varolmadığı, daha aşkın ve farklı biçimlerde de varolduğunu/olabileceğini ve bu aşkın varoluşların sebepler tahtındaki yitirilişlerle kesintiye uğramasının gerekmediğini anlarsınız. Bir örnek kullanalım: Perdeden izlenen filmin perdede meydana gelebilecek bir zararla zararlanmayacağını bilmek rahatlatıcıdır. Veya çok sevdiğiniz bir romanın, daha siz onu okumadan, yandığını düşünün. O romanın başka nüshalarının olması, sizi, kaybınıza karşı kuvvetli kılar. Çünkü o kitabın okunmasının veya varoluşunun sadece elinizdeki nüshayla ilgili olmadığını anlarsınız. Bu, tüm kayıplara karşı, çok büyük bir tesellidir.

Fakat her zaman bu tesellinin farkında olamayız. (Gaflet de tam budur işte.) Daha doğrusu: Yokluklarının acısı böyle bir teselliyi aratmayacak acılar da var. Dozajı daha düşük acılar. Sabahleyin işe yetişmenizi sağlayacak otobüsü kaçırmak böyle bir teselliyi aratmayabilir. O zaman siz-otobüs-işiniz arasındaki ilişki incitici bir hal alır. Öfke, üzüntü, mutsuzluk ve arkadaşları kalbinize doğru hücum eder. Olaya sebeplerden öte bir aşkınlıkla bakamadığınızda neden-sonuç ilişkisi sıkmaya başlar. Stresin en önemli kaynağı bence budur.

Buradan şuraya geçelim: "Kötülük neden var?" yazısında birşeyin altını çizmeye çalışmıştım. Gerçi bu, parça-bütün ilişkisi üzerine yazdığım her metinde, birazcık dokunduğum birşey. Mürşidimin "Hayır küllî şer cüz'îdir..." cümlesinden mülhem şöyle bir iddiada bulunuyorum böylesi yazılarda:

Bizim kötülük dediğimiz herşey aslında eksik görülmüş iyiliklerdir. Yani biz faydasına kadar kuşatamadığımız iyiliklere şer diyoruz. Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğiyle ifade edersem: Bir insanın dört-beş kişi tarafından kesildiğini görmek bize bunun şer olduğunu düşündürüyor. Ama kafamızı kaldırıp 'Ameliyathane' yazısını okuduğumuzda hadiseye bakışımız değişiyor. Onu hayır gibi görmeye başlıyoruz. Yaşadığımız her acının böyle bir yanı var. 'Bizzat' değil 'dolayısıyla güzel' olanlar tattırıyor bize en çok acıyı. Ameliyatta yaşananlar da sonrasında kavuşacağınız sağlık dolayısıyla güzel. Bunun bilinciyle güzel.

Bu, burada kalsın, başka bir konuya geçeceğim. Serinin ilk yazılarında, bizim, hayatı 'halıkıyet' düzleminde yaşadığımızı, ancak varlığın 'kayyumiyet' denilen aşkın bir boyuta daha sahip olduğunu ifade etmiştim. Halimizi de 'eksik boyutlulukla' tarif etmeyi denemiştim. Evet, biz, varlığı eksik boyutlu müşahade ediyoruz. Yatay düzlemi duyularımızla tadıyor ama düşey düzlemi idrak edemiyoruz. O bizim gaybımız oluyor. Bütünün bilincinden yoksunluğumuzda zamana maruz kalıyoruz. Bilgisine yavaş yavaş sahip oluyoruz. Yaratılışın bütünlüğüne bir süreçle şahit oluyoruz. Önceki yazılardan birisinde yaptığım bir çizimi, daha farklı bir şekilde, tekrar size sunmak istiyorum. (Gördüğünüz gibi cemaatsiznurcu yine prodüksiyon masrafından sakınmıyor.) Şöyle ki:

Projeksiyon vasıtasıyla bir çizgifilm izlediğinizi düşünün. Perdeye yansıttığınız görüntüde (1) Ahmet bir taşa doğru dikkatsizce yürüyor. (2) Taşa ayağı takılıyor. (3) Yere düşüyor. Şimdi, zahirde, Ahmet neden düşüyor? Ayağı taşa takıldığı için değil mi? Peki hakikatte niye düşüyor? "Projeksiyon öyle yansıttığı için." Veya biraz daha geriye gidelim: "Çizer çizgifilmi öyle olacak şekilde çizdiği için." Peki, bu çizer, düşüşümü 'taşı kafama düşürerek' veya 'bir muz kabuğuyla' veya 'bir kaykaya basarak' veya 'hiç nedensiz' çizemez miydi?

Çizerdi. Nitekim çizgifilmlerde böyle akla aykırı çok şeyler vardır. (Kahraman farkedene kadar boşlukta yürümeler falan.) Projeksiyon bunu yansıtabilir miydi? Evet, yansıtırdı. Biz bunu o şekilde de görebilir miydik? Evet, görebilirdik. O halde, bizi, Ahmet'in düşmesinin sebebi olarak taşı tayin etmeye zorlayan neydi? Cevap: Çünkü biz âlemi eksik boyutla idrak ediyorduk. Çizeri veya projeksiyonu görmediğimiz için olanları sadece öncesinde yaşananlarla izah etmeye çalıştık. Ve yaşananlara göre Ahmet'in düşme sebebi taşa takılmaktı. Çünkü çizer daha önce de taşı takılanların düştüğünü çok çizmişti. Takılmak ve düşmek arasında bir mukarenet/yakınlık ilişkisi vardı.

Bakınız, bu örnek, bütün kusurları içinde önemli bir hakikate işaret ediyor: Biz, mürşidimin tabiriyle, aralarında 'mukarenet/yakınlık' olan şeyleri birbirinin yaratıcısı olarak açıklamaya çalışıyoruz. Çünkü, şu kainat perdesinin sahibi, yansıttığı görüntüde, kendisinin vazettiği bazı kanunlara uygun hareket ediyor. (Ahmet düşeceği zaman genelde bir taşa takılıyor.) Fakat bu ancak iki boyutluların aşamadıkları bir ilgi. Bir mülk ilgisi. Bir yatay düzlem şahitliği. Bir mukarenet. Yoksa taş benim düşüşümü yaratmaktan acizdir. Perdedeki görüntünün herhangi bir parçası diğer bir parçayı yaratmaktan acizdir. Benim düşüşümü perdede ancak projeksiyonun sahibi ve çizeri yaratabilir. (Misalimizdeki çizer yaratış için gerekli irade ve ilme, projeksiyon ise kudrete işaret eder.)

"Gafletten neş'et eden dalâlet, pek garip ve aciptir. Mukareneti, illiyete kalb eder. İki şey arasında bir mukarenet olursa, yani daima beraber vücuda gelirlerse, birisinin ötekisine illet gösterilmesi o dalâletin şe'nindendir. Halbuki, devamlı mukarenet, illiyete delil olamaz."

Varlığın mülk ciheti dediğimizde de biz bunu kastediyoruz. Yani 'görebildiğimiz kısmını' tarif etmiş oluyoruz. Ancak melekût yönü böyle değil. Melekût ciheti buna mecbur değil. Herşeyin birer birer, bizzat bizzat, an an, olay olay Allah tarafından yaratıldığı asıl yaratılış bu. Tabir-i caizse, Kadir-i Zülcemal nasıl çizerse/dilerse, o olay öyle oluyor. 'Ol' deyince oluveriyor. Projeksiyon onun irade ettiğini yansıtıyor. Öncesinde veya sonrasında olanlar bizim çizgifilmi izlerken şahit olduklarımız sadece. Bunu bize en açık şekilde öğretense her zaman öyle olmayışı. Yani, Hz. Yunus kıssasının 1. Lem'a'da bize öğrettiği şekilde, 'nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin inkişaf ettiği' anlar. Neticenin sebebi, sonucun nedeni, Ahmet'in düşüşünün taşı aştığını farkettiğimiz anlar.

Bu farkediş mülk cihetindeki çirkinliği de yokediyor. Biz birşeye neden çirkin diyoruz? 1) Bütünlüğünü görmediğimizden. 2) Ustasını görmediğimizden. Picasso'nun imzasının resmine kattığı değer bu. Resmini çirkinlikten kurtaran onun sanatının eserine dikkati celbedişi. İkisi de karmaşık çizimlerden oluşabilir, ama siz, bir Picasso tablosuyla bir çocuğun çizdiklerine aynı gözle bakmazsınız.

"Bu sırrı bir temsille beyan edeceğiz. Meselâ, insanların san'atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san'at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte, öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san'atkârına nisbet ederek, o san'atkârı yad etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir."

Biz de sebepler âleminde, varlığı az boyutlu idrakimizden dolayı, neden-sonuç ilişkilerinden bir kötülük/çirkinlik inşa ediyoruz. Bu bizim eksik görüşümüzden kaynaklanıyor. Görünendeki çamur projeksiyonu kirletici değil. Fakat orada, büyük resmi marifet vesilesiyle görmeye başladıkça, Ustasının etkisiyle eserin bizdeki tesiri de yerinden oynuyor. Eser ustasının şanıyla/sıfatıyla okunuyor. Çirkinliği güzelleşiyor. Ahmet'i taş düşürmüyor. Ahmet'i herşeye kadir olan bir Allah, hikmetine binaen düşürüyor. Bir murad ile düşürüyor. Bir ilgiyle düşürüyor. Ahmet bilse ki, onu düşüren taş değil Allah'tır, düştüğünde sızlanmak yerine taşı öpmez mi? Bu öpüşü Allah'a teşekkürü yerine geçmez mi? Belki bastığımız yere ettiğimiz secde de bunun işareti. Allahu'l-alem.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...