Menfaat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Menfaat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Mart 2018 Cuma

En çok düğümlerimize dolanıyor ayaklarımız

Hepimizin içinde çözemediğimiz düğümler var. Bizi 'ben' yapan düğümler. Oralarımızdan yakalandığımızda meseleler giriftleşiyor. Örneğin: İşler ötemizdeyken, herkese, her hakkını teslim edebiliyoruz da, menfaatimiz sözkonusu olduğunda durumlar tuhaflaşabiliyor. Veyahut: Herkese en içten dileklerimizle mutluluklar diliyoruz da, iş düşmanımıza geldi mi, dilimiz tutulabiliyor. Dostumuzun adı anıldığında bedduamız, sevdiğimizin sûreti görününce ilgisizliğimiz, büyüğümüzün sesini duyunca cesaretimiz tutuluyor.

Engel olamıyoruz. Karşı koyamıyoruz. Öyle anlar geldiğinde, ister istemez, kendiliğimizin duvarlarına çarpıyoruz. Sanki herşey böylesi düğümlerle varedilmiş. Yahut da bu düğümleri yaşarken biz atıyoruz. Tecrübelerimizle 'hayat' denen kilimimizi dokuyoruz. Bu kilimin sahip olduğu her nakış, hem cemalinin, hem de esaretinin delili oluyor. Öyle ya! Nakış olmasa güzellik olmaz. Fakat nakışı bozmak sadeliği bozmaktan kolaydır. Hatta ne kadar giriftleşirse o kadar kolaydır. Güzellik inceleştikçe kırılganlaşır. Düzen dakikleştikçe hassaslaşır. Bu durum da hürriyetimizden çalar.

Kayanın güzelliğini balyoz bozamaz da elmasın güzelliğini bir çizik bozar. Ahsenü'l-takvim olan, yani kıvamların en güzelinde yaratılan, elbette onu yitirmemekte daha dikkatli olmalıdır. Vaktiyle "Yiğidi bir dert öldürür. Güzeli bir ben öldürür..." diye bir söz duymuştum. Bu sözün hakikati de sanıyorum aynı yerde saklıdır. Güzelliğin ziyadeleşmesi arızîleri hassaslaştırır.

Bizler yaratıcılar değil taşıyıcılarız. Taşıyan yaratan gibi değildir. Yaratan da taşımak zorunda değildir. Ancak taşıyan, ihtiyaç duyduğunda tekrar yaratamayacağından, sahip olduklarını omuzlamak zorundadır. Korumak zorundadır. Düşürmemek zorundadır. Taşıyıcı yükünün artmasıyla daha şiddetli imtihan olur. Taşıyabildiği kadar güzelleşir. Güzelleştiği şiddette sınanır. Belki biraz da bu latif sır sebebiyle bazı anneler güzel kızları için 'çirkin talihi' dilerler.

Ve ancak insan göklerin, yerin ve dağların kabullenmediği emaneti taşır. İmtihan da ancak onun başına açılır. Çünkü bu yükü ancak o kaldırır. Hatta, mahlukatın en eşrefi olması yanında, aynı zamanda en acizi olması da, böyle bir perspektifle anlaşılabilir. Yani: En acizi olmuştur. Çünkü en güzeli o olmuştur. Yükü en ağır odur. Çünkü en çok taşıyabilen odur. En büyük açlık ona verilmiştir. Çünkü en çok lezzet de ona verilecektir. Nihayetinde demem o ki: Evet, kolay dağılıyoruz, çabuk yıkılıyoruz, üzülüyoruz. Çünkü Rabbimiz bizi çok güzel yarattı.

Düğüm meselesine geri dönelim: Düğümün bizi güzelleştiren/griftleştiren şey olduğunu konuştuk. Evet, hakikaten de, bir düğüme rastgelene kadar örgü ipini çektiğiniz yöne doğru sökülmeye devam eder. Fakat düğüm işi karıştırır.

Düğüm çekildiğinde farklı yönlerden ona katılarak kendisi oluşturmuş her ipin mukavemetiyle karşılaşırsınız. Diğelim üç farklı yönden gelen ipin bu düğümde payı vardır. O halde düğümü çekmek, yalnızca bir ipi çekmek olmaz artık, üç ipi birden çekmektir. Üç farklı yönü birden çekmektir. Ve bu yönler, ne de olsa farklı taraflara doğru akmak istediklerinden, kuvvetinizi bölerler. Bir noktada ise, artık, kuvvetinizi size karşı kullanarak emeğinize mani olurlar.

Nakış giriftleştikçe güzelleşir. Tamam. Fakat aynı zamanda giriftleştikçe içindeki düğüm sayısı artar. İnsanın onu taştan, ağaçtan, hayvandan ayıran o muhteşem 'ahsen-i takvim' nakışı da içinde birçok düğüm barındırır. Sanatı buradan gelir. Lakin güçlükleri de yine buradan doğar.

Bir eşeğin inat ettiği kaç şey vardır? Peki bir insan kaç şeye inat edebilir? Bir ağacın, Allah bilir, hiç düşmanı yoktur. Fakat bir insan ömrünün kaç gününü hasımsız/öfkesiz geçirebilir? Bir kayanın hased ettiğini görenimiz olmamıştır. Lakin şu ömrünü hiçkimseye hased etmeden geçiren kaç insan vardır?

İşte, bizi, Felak sûresinde buyrulduğu şekilde, hased ettiğinde hasedcinin şerrinden sabahın Rabbine sığındıran da budur. Hased eden, kendisindeki düğümlerden birisine dolanmakla, aynı zamanda varlığın akışına da zarar vermeye niyetlenir. Bir güzelliğin varolmasıyla, ancak kendisindeyken varolması, hatta başkasındayken yokolması arasında yaptığı tercih; nefsi ile hayreti arasında takıldığı o düğüm; budur hasedciyi yakıp kavuran.

Kimse Allah'ın "Ol!" buyurduğuna karşı koyamaz. Allah'ın dilediğine hiçkimse kendi küçücük 'keşke'siyle direnemez. Ancak hasedci içindeki düğüme ayağı dolandığı için bunu arzulamaya başlar. Onun bu düğümüne üfleyenler, gıpta damarını tahrik edenler, belki tahkir ile öfkesini körükleyenler de bu cürme dahildir. Zaten hased, eğer kişinin kendi karakterindeki bir hamlıktan kaynaklanmıyorsa, telkinden doğan birşeydir.

Bu yüzden belki de, Bediüzzaman, İhlas Risalesi'nin bir yerinde "Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir..." diye önemli bir düstura dikkat çeker. Yani İhlas Risalesi'nden Felak sûresine uzanan böylesi yollar vardır. Hem sadece bu da değil. Daha bizim içimizde, üzerine oynanırsa çok hasedleri doğuracak, gecemizin karanlığını arttıracak ne ukdeler vardır!

Faşizmin kulağına şer üflediği milliyetçilik düğümü böyle bir düğümdür. Sosyalizmin kulağına anarşi öğütlediği zengin-fakir ayrımı böyle bir düğümdür. Feminizmin saçıdan tutup kendisine çektiği cinsiyet ayrımı böyle bir düğümdür. Hatta kendi mazimizde, aşamadığımız, içinden çıkamadığımız, barışamadığımız her ne kötü olay varsa, yani üflenince hased damarlarımızı tahrik eden her ne varsa, bence böylesi düğümlerden birisidir.

Bazı olur, kocanın karısına attığı bir tokat, kadının kocasına ettiği bir kem söz, evladın babasına ettiği bir edepsizlik, akrabanın akrabaya ettiği bir eziyet, komşunun komşuya çektirdiği bir çile... Bütün bunlar birer düğüm olarak kalbimizde dururlar. Efendimiz aleyhissalatuvesselam belki biraz da bu yüzden mü'minlere şöyle der: "Fitne uykudadır. Uyandırana Allah lanet etsin!"

İşte, gördün arkadaşım, Felak sûresini öyle ötemizde birşey gibi okuyamayız artık. Çünkü hayatımızdaki düğümleri gördük.

Onlara karşı nasıl savaşacağımızı ise bize önce Kur'an, sonra Sünnet, sonra da Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat büyüklerinin nasihatleri öğretir. Dilersen, Bediüzzaman'ın İhlas Risalesi'ni de, Felak sûresinin fıkh-ı bâtın çerçevesinde bir tefsiriymişçesine, okuyabilirsin. Ve yine Uhuvvet Risalesi de aynı sûrenin sosyolojik zeminde bir tefsiri olarak analiz edebilirsin. İktisat Risalesi'ni, ekonomi alanında, yine öyle. Nihayetinde insan bu. Düğümü var düğümü içinde. Düğümü var düğümü içinde. Düğümü var düğümü içinde. Hem Derviş Yunus'un (k.s.) söylediği gibi: "Bir ben vardır bende benden içeru..."

2 Kasım 2015 Pazartesi

Bir ayet kaç mandal eder?

"Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler." (İbrahim sûresi, 14:3)

Arkadaşım, hatırlarsın, küçüklüğümüzde hurdacılar en değersiz buldukları eşyaya karşılık mandal verirlerdi. Daha değerlisine plastik tabak, belki bir kova veya leğen... O kadar ağırlığı ümitle götürüp şu kadarcık karşılık bulmak çocuk kalbime ağır gelirdi bazen. Yazıklandırırdı. Fakat hurdacı da mesleğinde hasisti. Vazgeçmezdi. Benim gibi üzülenler olduğu gibi eline geçen plastiğin cicisi-bicisine hemen tav olanlar da vardı. Hatta hurdacılar çocukları bu türden oyuncaklarla da kandırırdı. (Benim de kanmışlığım vardır.) Eh, evet, şimdi gülümseyerek anımsıyorum. Ama aynı zamanda 'anlamak' için de kullanıyorum. İşte bir tanesi: Mürşidimin 23. Söz'de kullandığı 'demirciler çarşısı ve antika' benzetmesi sırf bir eser-müessir ilişkisini anlatmıyor kanaatimce. Ya? Bence, Bediüzzaman orada, Küçük Sözler'den itibaren yapageldiği karşılaştırmaları bir tür özet geçiyor. İki farklı varlık algısını ana kodlarıyla fotoğraflıyor.

Nasıl algılardır peki bunlar? Gücümüz yettiğince tarifini deneyelim: Bu algılardan birisi 'dönüştürebildiği' ile meşguldür ve 'dönüştürebildiğine-dönüştürebildiği kadar' kıymet verir. Diğeri ise 'öyle bulduğu' ile meşguldür ve 'öyle bulunmasındaki hikmete saygı duyarak' ve dahi 'anlamaya çalışarak' varlığa bir değer atfeder. Biraz daha Küçük Sözler'in diliyle konuşursam: Bu algılardan birisi hodbin/ben-merkezli bir değer yargısına sahipken diğeri hudabin/O-merkezli bir değerlendirişe sahiptir. Hemencecik küçücük bir açıklama da yapmalıyım tam bu makamda: Buradaki 'O' en sonunda elbette Allah'ı kasteder. Daha genel manada ise 'ben'in senlerle, yani varlıkla, muhatap oluşta masivadan olmayan bir otoriteye karşı 'O' farkındalığı yaşamasıdır kastedilen. Evet. O kadar konuştuk. Bir de temsili hatırlayalım:

"Meselâ, insanların san'atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san'at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte, öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san'atkârına nisbet ederek, o san'atkârı yad etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir."

Sorarım sana arkadaşım: Demirci için varlık nedir? Demirci için varlık zanaati çerçevesinde şekillendireceği bir hurdalar yığınıdır. En sanatlı, pahalı veya işlevsel bir eşyayı demirciler çarşısına götürün mesela. Orada ona 'vaktiyle satıldığı fiyata' veya 'vaktiyle gördüğü işe' veyahut 'ustasının sanatına' atıfla bir değer verilmez. Ağırlığına bakılır. Neden? Çünkü demirci onu ancak ağırlığınca dönüştürebilecektir. Kendi istediği şekle onu ancak maddesince sokabilecektir. Menfaati oradadır. En pahalı mekanik eşyanızın değeri bile birkaç liradan fazla olmaz onun yanında. O hünerini eşyaya sonradan katacaktır. Öncesinde sanat aramaz. Umursamaz. Görmez. Eşya, onun için 'dönüştürülmeye muhtaç olan'dır. Nötrdür. Hamdır. Varlığın kendisinde ona göre bir hüner yoktur. Nitekim tartıldıktan sonra en nihayet kaldırılıp bir kenara atılır ve eritilip dönüşeceği günü bekler.

Fakat antikacı eşyaya böyle bakmaz. Onun eşyaya bakışı 'ne kadar dönüşeceği' üzerine değil 'nasıl öyle olduğu' ile ilgilidir. Yani varlık nasıl bir tasarrufla 'öyle olmuş'tur? Öyleliğinin alakaları nelerdir? Kimlere bağı vardır? Öyle olurken hangi ellerden geçmiştir? Başka nelere dokunmuştur? Zamanın hangi ötesinde oluşmuştur? Öyle oluşunun detayları nasıldır? Ne ayrıntılar gizlidir bu öyle oluşta? Eyleyenine dair neler söyler?

Antikacı bunlarla ilgilenir. Varlığı 'öyle olduğu' ile masaya yatırır. Varoluşuna saygı duyar ve onu o varoluşun zamansal, mekansal veya sanatsal çizgisinde tarif eder. Yani antikacı 'dönüştürmekten' çok 'öyle kalmasını' sağlamakla ilgilidir. Öyle kalmasını sağlarken de öyle olmasını sağlayan 'O'nun bilgisini keşfe çıkar. (Nasıl bir 'O' onu 'öyle' kılmıştır?) Hatırlayınız: Müzelerde eşyalar fazla ışıktan bile sakınılır. Tabir-i caizse, antikacı, eşyanın fıtratını sakınan bir muhafızdır. Çünkü onun eşyaya verdiği değer fıtratı üzerindendir. Fıtratın değeri ise Fatır'ına atıf yapmadan ölçülemez. Özen gösterilmeden de korunamaz.

Evet. Bediüzzaman'ın külliyatın çok yerinde bu iki varlık algısına atıfları var kanaatimce. Mesela birisi felsefe hikmeti ile Kur'an'ın hikmeti mukayesesinde karşımıza çıkıyor: "Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. Hedefi 'menfaat' bilir. Düstur-u hayatı 'cidal' tanır..."

Şu sayılanlar ne kadar da 'demirciler çarşısı' meziyetlerine benziyorlar öyle değil mi? Göremediniz mi? Hadi beraber düşünelim: Bir kere elbette demiri dönüştürmek için kuvvete ihtiyacınız var. Ve bu dönüştürme işlemi varlığın 'öyle olmasıyla' bir cidal içeriyor. Çünkü varlık aslında böyle değil. Siz onu 'yaratıldığı öyle'den 'sizin istediğiniz böyle'ye çevirmeye çalışıyorsunuz. Bu varlığın fıtratıyla bir mücadele değil mi? Fatır mı? O da kim? Hurdalık burası. Hurdanın ustası olur mu? Sanatın ne işi var ki hurdada bir de Sânii aransın? Hakikati yoktur ki, hâşâ, Hakkı olsun.

İşte, varlık algısındaki bu bozulma, bu antikacıdan demirciye dönüşüm, modern medeniyeti varolanı yeniden kurgulamada böylesine cüretkâr yapıyor. Ve bugün insanlık, tarihin hiçbir yerinde rastlanmamış bir şekilde, doğayla savaşta. Onu değiştirerek değerli kılmaya çalıştıkça modern medeniyet "Ben bunun üzerine yaratılmadım!" diyerek onu reddediyor tabiat dediğimiz kitap. Türlü çevre felaketleri dış dünyamızda sosyolojik ve psikolojik felaketlerse iç dünyamızda bu reddin delilleri.

İşte, kanaatimce, Bediüzzaman sadece akaidimizi ehl-i sünnet çizgisi üzere düzeltmiyor, aynı zamanda varlık algımızı da fabrika ayarlarına döndürüyor metinlerinde. Yahut da şöyle söylemeli: İtikadımız düzeldikçe varlık algımız da düzeliyor. Mesela şurası ne güzel bir örneği:

"Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz."

Evet, memleket, senin algıladığın gibi dönüşmeye muhtaç olamaz. Ya nasıldır peki? Hayr üzeredir. Zaten olması gereken şekil üzerinedir. Kapitalistçe bir sömürüyle evren âbâd olmaz. Alıntı yapmaya devam edelim: "Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel 'hakkı' kabul eder. Gayede menfaate bedel 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine 'düstur-u teâvünü' esas tutar."

İşte antikacılara yakışan meziyetler. Yukarıda altını çizmeyi unuttuğum için burada çizeyim: Menfaat en baştan beri ima ettiğim 'dönüştürme' işleminin kendisidir. Yani insan, dünyevî menfaati ekseninde, 'öyle' olanı 'böyle' kılmaya çalışır. Nefis de işte bu 'öyle olanı böyle kılma arzusu'nun merkezidir. Zira nefis varlığı menfaatinden tanır. Menfaatinden tanıdığı için de tehlikelidir. Bencil olduğunda herşeyi 'ben'ine göre yeniden kurgulamaya gayret eder. Aslolana zarar verir. Fıtrî olanı bozar.

Peki aslolan ne? Aslolan haktır. Hak derken bizim kastettiğimiz birşeyin aslıdır. Ne demek bu? Bir misal verelim: Sizinle bir alışveriş yaptık diyelim. Siz anlaştığımızdan az para verdiniz. 'Aslında' ne kadar verecektiniz? İşte o aslında benim 'hakkım'dır. Asıl ve hak arasında böyle bir ilişki de bulunur.

Aslı kabul ettiğinizde sanat, artık sizin katacağınız değil, sizin takdir edeceğiniz birşey oluyor. Siz yaratmıyorsunuz. Müşahade ediyorsunuz. Mü'minin varlıkla ilişkisi böyledir. Sahip değil şahittir. Hakkı teslime çalışmak aynı zamanda o şeyin yaratıldığı gibi olmasına/kalmasına çalışmaktır. Fazilet ve rıza-i ilahî ise, aslolana saygı duyduktan sonra, o aslın sahibine de duyulan saygının ifadesidir. Neyin fazilet olduğunu da, neyden razı olunacağını da artık 'ben' değil, 'o' belirler. Ben ancak varlıkla aramdaki uyumun ifadesi olan 'yardımlaşmayı/teavünü' gözetirim. Üzerime düşeni yaparım. 'Öyle olmasına' yardım ederim, 'böyle olmasını' zorlayamam.

"Demirci herşeye dönüştürebildiği kadar kıymet verir..." dedik. Modern medeniyet ve onun yerli versiyonu olan modernist İslam anlayışı da bu temayülde değil mi? Onun gözünde geleneğin bir kıymeti yok. Çünkü gelenek 'antikacı' çağrışımı yapıyor. Dönüştürülemeyeceğini ifade ediyor. Birşey zamanın bir yerinden ve o yere yakın olan kimseler üzerinden değerlenmeye başlarsa aslına yaklaşır. Antikalaşır. Modernizmin İslam'ı aslına yaklaştırma diye bir argümanı varsa da bu sadece dilinde. Aslında yapmak istediği İslam'ı dönüştürmek. Modern medeniyetin kullanabileceği bir hurda sağlayabilmek. 'Öyle kalmak' değil 'adapte' hatta 'asimile' olmak.

Ne tuhaf zamanlardayız! En büyük antikacı olduğu iddiasındaki en kaba demirciler ile uğraşıyoruz bugün. Bizi çağırdıkları 'indirilmiş din' aslında modern medeniyetin hurdalığı. Ve onlar şaheseri hurdalığa düşmekten kurtaracak geleneğe verdiğimiz kıymetten dolayı bizi 'antika kafalı' buluyorlar. Evet bayım elbette sünnet-i seniyye gibi antika sizin pazarda kıymet bulmaz. Çünkü dönüşmez. Siz dönüştüremediğinize saygı duymazsınız. Orası demirciler çarşısıdır. Eh, ne diyelim, antikasının değerini demirciler çarşısında arayan da mandal teklif edildiğinde şaşırmasın. Hatta şimdi biz soralım: Bir ayet kaç mandal eder?

15 Eylül 2015 Salı

Kimdir bizim 'yerli'miz?

"İnsan neye sadakat gösterir?" Bencileyin bu sorunun cevabı şudur: "İnsan ancak 'emin olduğu şeye' sadakat gösterir." Bu anlamda sadakat, sınanmamışın değil, 'sınansa da doğru çıkacağından emin olunanın' arkasındaki duruşumuzu ifade eder. Kur'an'da buyrulan, "Eğer sâdıklardan iseniz delil getirin!" emri, sadakatin 'körükörüne itaat'ten ayrıldığı noktayı da fısıldar bize: Sadakat 'hakka' ve 'delil ile' gösterilen bir hürmettir. Emniyettir. Körükörüne itaatteyse hürmet gösterilenin ardında avlanılmak istenen başka şeyler/menfaatler vardır. Menfaat getireceği düşüncesi, hazdan başka delile ihtiyaç duymayan bir inanışla, (daha çok kapılmadır bu) irademizi işgal edebilir. Fakat, bir nefes, burada da sık karıştırılan bir mevzuu kurcalamaya ihtiyaç var:

Sâdığın ikna etmesi gereken karşı taraf değildir. Karşı tarafın iknası ikincil önemdedir. Zaten, karşı tarafın iknası/tasdiki üzerine bina edilmiş bir haklılık, hakiki haklılık da değildir. Hak tebliğde bulunur. Delillerini sunar. Fakat hakkın haksız tarafından tasdik edilmeye ihtiyacı olmaz. "Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dâvâ etmek ve onlara müracaat etmek bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir." O kendi ayaklarıyla ayaktadır. Duruşu bağımsızdır. Teveccühün sarmaşığı değildir. Bediüzzaman'ın, "Hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun..." ifadesinde altını çizdiği gibi: Kemalini, lezzetini, muhabbetini, faziletini kendi üzerinden tanımlayabilen şeydir 'hakiki' olan. Sahte? Sahte ise aynadaki yansımadır. 'Var kalabilmek' için dahi dışardan desteğe muhtaçtır.

Yazılarımda sık alıntıladığım bir Asr-ı Saadet sahnesi var. Yine sırası geldi. Alıntılayayım. Hz. Aişe (r.anha) annemiz anlatıyor: "Bir adam Aleyhissalatuvesselamın huzuruna girmek için izin istemişti. Aleyhissalatuvesselam: 'Bir aşiretin kardeşi ne kötü!' buyurdu. Ama adam girince ona iyi davrandı. Yumuşak sözle hitap etti. Adam gidince: 'Ey Allah'ın Resulü! Adamın sesini işitince şöyle şöyle söyledin. Sonra yüzüne karşı mültefit oldun. İyi davrandın!' dedim. Şu cevabı verdi: 'Ey Aişe! Beni ne zaman kaba buldun? Kıyamet günü, Allah Teala'nın yanında mevkice insanların en kötüsü, kabalığından korkarak halkın kendini terkettiği kimsedir.'"[1]

Bu sahnenin kalbimi en çok avuçlayan yanı, yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım, 'kemalini kendi üzerinden tanımlama' meselesine vurgu yapan halidir: 'Beni ne zaman kaba buldun?' Evet, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ahlakı 'kişiye göre' değildir. O, bizzat Kur'an'ın ahlakıyla ahlaklandığından ötürü, 'huluku'l-azim/pek büyük bir ahlak üzere'dir.

Peki Kur'an'ın ahlakıyla ahlaklanmak ne demek? Bence biraz şu demek: Ahlakına bir tanım, davranışına bir gereklilik, duruşuna bir delil gösterecekse, bunu Kur'an ve sünnet üzerinden yapar. Haklılığına başka dayanaklar aramaz. Konjonktüre göre değil. Muhatabının kaşesi üzerinden değil. 'İnsanlar öyle desinler!' diye hiç değil. İster Ebu Cehil konuşsun onla, isterse Hz. Ebu Bekir-i Sıddik, o yine Muhammedü'l-Emin'dir. Allah'ın emri üzere dosdoğrudur.

Dikkat ettiyseniz, sadakati konuştuğumuz şu zeminde, artık izzeti konuşmak kaçınılmaz oluyor. Çünkü sadakat, yani durduğun yerden emin olma, ister istemez izzetin varlığıyla mümkün ve de varlığından haber veriyor. Zaten 'duruşunu kendi üzerinden tanımlama' olarak altını çizdiğimiz şey de izzetle yakından ilgili birşey. Yani izzette bir 'kendine yeterlik' manası da mündemiç. Birisi hakkında "Çok izzetli bir adam. Kimseye 'eyvallah' etmez. İşini kendisi görür!" dediğimizde kastettiğimiz mana da buna yakındır.

'Gayrın tasavvuruna muhtaç olmama' meselesi, hem Allah'ın azametini konuştuğumuz zeminde, bu azametin nasıl bir büyüklüğe tekabül ettiğini, hem de izzetin mü'minde 'nasıl bir duruşun ismi' olduğunu anlamamızı sağlar. Çünkü Allah'ın izzeti aslında onun Samediyetiyle ilgilidir. Herşey ona muhtaçken o hiçbirşeye muhtaç değildir. Fakat mahlukatın izzeti Allah'tan başkasından yardım dilememeyle kaimdir.

Mü'minin izzeti, en temelde, meşruiyetini alanı sadece Kur'an ve sünnet olduğundan dolayı, ötekilerin tanımlamalarına/yargılarına göre şekil almaya muhtaç olmamasında saklıdır. Mü'minin, daha iman ederken, kapısından girdiği dünya budur. (Hadis-i şerifin, onu 'kendisinden emin olunan' olarak tarif etmesi, güzel ahlakındaki istikrara da işaret eder. Fısk ise bunun tam tersidir.) Artık ehl-i küfrün onun hakkında ne düşündüğü umurunda olmaz. O, kendini, özgü değerler dünyası içinde biçimlendirir/konumlandırır.

Biz izzeti daha çok 'Allah'tan başkasına el açmamak' şeklinde anlasak da, aslında Allah'tan başkasının doğru bulmasına, takdirine, onaylamasına, iltifatına da el açmamak bu manaya dahildir. Bu noktada Bediüzzaman'ın 23. Söz'de kullandığı demirciler çarşısı ve antika örneği ne kadar anlamlıdır:

"Meselâ, insanların san'atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san'at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte, öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san'atkârına nisbet ederek, o san'atkârı yad etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir. İşte, insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir san'atıdır."

İşte, izzet sahibi dediğimiz kişi, değerini artık demirciler çarşısında aramayı bırakandır. Eğer bir mü'min, kalbindeki imana rağmen, hâlâ ehl-i küfrün takdirini ve teşvikini bekliyorsa, onun da izzet ayarlarında bir oynama olduğu kesindir. Bu noktada, izzetin, 'kendini İslamî değerler üzerinden tanımla' ile ilgisi daha belirgin hale geliyor. Bu, onun anlam dünyasını görecelilikten kurtarıyor. Kâfirûn sûresinde de altı çizilen birşey bu. Artık çizgilerimiz netleşiyor. "Sizin dininiz size, benimkisi bana!" gücüne erişiyorsunuz.

Bu hakikaten büyük bir güçtür. İman, insanı sair mahlukata kul olmaktan kurtardığı gibi, imanın getirdiği izzet de insanı sair mahlukatın 'görelerinden' kurtarır. Tepkileri içinde mütehayyir kalmaktan azât eder. Ayet-i kerimenin ifadesiyle 'sanki gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibi' olmamayı sağlar.

Sözgelimi: Modernizmin günümüzdeki hâkim konumu ve bunun getirisi olan "Ancak benim gösterdiklerim doğru!" baskısına karşı, bu izzet-i İslamiye ile karşı koyabilirsiniz. Çünkü onun takdirini aramazsınız. Modernizm 'değerini demirciler çarşısında arayanları' etkileyen bir kültürel hegemonyadır. Günahkârın iltifatı da ancak teveccüh-i nâsın müptelasını etkiler. Yani müşteri olan etkilenir.

Bu noktada, ahirzaman insanlarına hitap eden mektuplarının başını hep 'aziz' ve 'sıddık' hitaplarıyla doldurmuş Bediüzzaman'ın, bu iki kelime arasındaki (yani 'izzet' ve 'sadakat' arasındaki) irtibata dikkatimizi çektiğini söylemek herhalde yanlış olmaz. Onun "Aziz sıddık kardeşlerim!" dediği her metinde aslında bize öğütlenen, hem zaten Risale metinlerinin de bize aşıladığı, 'kendi değerini İslamî olan üzerinden tarif etme' nasihatidir.

İzzeti olmayanın sadakati olmaz. Kendi gibi olmaya kanaat etmeyenin de izzeti olmaz. Değerini ötekinin iltifatına göre tarif edenin, ona göre şekil, fikir ve zikir değiştirmesi kaçınılmazdır. Sadakat ise, duruş değiştirme değil, duruşunda sebat etmedir. İzzetli kişinin şanıdır sadakat. Hakikat konusunda 'kendisine yeter' bir değerler dünyasında olduğuna emniyet etmeyen elbette onda sebat edemez. İkirciliklerden, çelişkilerden, 'acaba'lardan kurtulamaz.

Nitekim, Ebu Cehil gibi bir mel'unun ve Kureyş hâkim söyleminin, miracın inkârına dair oluşturmaya çalıştığı manipülasyona da, sâdıkların şahı olan Hz. Ebu Bekir (r.a.) böyle direnmiştir: "Bunu o mu söyledi?" Evet. Tek sorduğu budur. Olumlu yanıt alınca da cevabı rahat ve kesindir: "O söylemişse doğrudur." Hadis ilminin üzerinde yükseldiği temel de budur.

Yanlış anlaşılmasın. Bu kesinlikle körükörüne bir itaat değildir. Delillidir. Delili ise Aleyhissalatuvesselamın yanında geçirdiği hayatın şahit olduğu 'tavizsiz doğruluğu'dur. Fakat bu duruşun aynı zamanda izzetle de bir ilgisi vardır. Nasıl? Belki biraz şöyle: Hz. Ebu Bekir (r.a.), miracın 'inanılabilirliği'ni Kureyş'in hâkim söylemi üzerinden değerlendirmez. Umursamaz. O, İslam'ın kalbine yerleştirdiği Allah inancı üzerinden bakar miraca ve der: Benim inandığım Allah'ın kudreti böyle birşey yapmaya yeter. Çünkü o sonsuz kudret sahibidir. O yapabilirken ve Nebisi de yaptığını söylerken aksi nasıl mümkün olabilir?

Arkadaşım, burası cidden önemli, eğer Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) modern fiziğe inancı, tıpkı bazılarında olduğu gibi, Kur'an'ın tarif ettiği Allah'tan fazla olsaydı, elbette o fiziğin (bugünlük) inandığı sınırlı imkanlar yüzünden tereddüde düşebilirdi. Düşmedi. Sen de birgün hakikate onun gibi iman etmeyi becerebilirsen, ki duamız hep bu olsun, dünya karşına geçse ürkmeyebilirsin. Çünkü doğrularını kendi sisteminle ifade edersin. Bir dilenci gibi ötekilerin de sırtını sıvazlaması peşinde koşmazsın. Yine dikkat et, bizden ne kadar yoldan çıkan varsa, hep bu sırtı kaşınanlardan çıkıyor.



[1] Buhari, Edeb 38, 48; Müslim, Birr 73, (2591); Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 4, (2, 903, 904); Ebu Davud, Edeb 6, (4791, 4792, 4793); Tirmizi, Birr 59, (1997)

14 Kasım 2014 Cuma

Yuh olsun klanının menfaati için iftira atanlara!

Aslında bu mesele, hiç de üzerime vazife olmayan, ama çenemi de tutamadığım bir mesele. Şu an Nurcu altgrupların tamamına yakını birbirini yiyor. Hatta o altgruplar bile daha altgruplara ayrılıyor. Her yer kaynıyor. Her yerde bir dönüşüm var. Taşlar havada, kendilerine konacak yeni yerler arıyorlar. Bu dönüşümü iki şekilde açıklayabiliyor yahut da gelecek adına senaryo olarak öngörebiliyorsunuz. Birincisi: Nurculuk daha alt ve küçük gruplar halinde yoluna devam edecek, gelecek yirmi yıl da bu gruplarla sürecek. (Ki mevcut durum da bütünleşme anlamında bundan daha olumlu bir yorum yapabilmeyi mümkün kılmıyor.) İkincisi ise: Bütün bu gruplaşmalar, kamplaşmalar yok olacak. Geriye sadece fert fert, belki bütünden bağımsızlık anlamında birey birey, Nurcular kalacak. Şu an bir geçiş evresindeyiz. Yaşanan sancılar da bunun sancıları. Ben, biraz iddialı olsa da, gelecek adına şu ikinci senaryonun daha kuvvetli bir ihtimalle vuku bulacağını düşünüyorum.

Bunu ne sağladı? Bunu 'en büyük taşın' yerinden oynatılması sağladı. Statüko, genelde küçük taşların oynamasıyla kendinden ödün vermez. Fakat en büyük taş yerinden oynadığında, herkes hiyerarşideki konumunu bu büyük taş ile irtibatlı bir şekilde sürdürdüğünden (hiyerarşi zaten budur) yer yerinden oynar. Gülengillerin bir yanının Risale-i Nur'la ilgisi, fiiliyatta tüm sorunlarına rağmen gelenek olarak Risalelerden beslendiğini söylemesi ve büyüklüğü, bugünkü durumda onun yıkılmasıyla bütün düzenin restorasyonunu kaçınılmaz hale getirdi. Zira bütün Nurcu gruplar Gülengillerle bir şekilde etkileşim içindeydi. Bazıları gelir noktasında da onlarla irtibatlıydı, muhtaçtı. Bazıları ise içdizaynını bile onlara bakarak, bir noktada 'onlar gibi olmaya çalışarak' oluşturuyordu. Bunun dışında çoğusunun içinde fiiliyatta Gülenci, ama nedense o gruplar içinde 'o grupçu' gibi duran insanlar vardı. Hükümet-Gülengiller gerilimiyle birlikte onların da çoğusu kendilerini açık ettiler. Bu sefer bu kararsız moleküller diğerlerini de daha kararsız bir hale getirdi. Kararsızlık kimyada bir halden başka hale geçmeye/dönüşmeye yatkınlık anlamında kullanılır.

Hükümet-Gülengiller gerilimi sürerken, iş, Risale-i Nurların, bandrol konusunda girilen çıkmazdan dolayı 'basılmaması' noktasında tıkanınca, bu sefer saflar daha da keskinleşmeye başladı. Kimileri bunu "Risale-i Nur yasaklanıyor!" lansesiyle pazarlarken, diğer bir kısmı "Risale-i Nur'a devlet tekeli!" demeyi tercih etti. (Daha komik olan: Bu iki argümanı beraber kullanan insanlardır.)

Endişeyi körükleyen veyahut 'vehme vücud verdiren'se süreçteki belirsizlikler. Yani Risaleler tekrar ne zaman basılmaya başlayacak? Bu sorun tam anlamıyla ne zaman çözülecek? Bu hâlâ üzerinde sis perdesi duran bir mesele. Özellikle bu işin sorumluluğunu üzerine alan insanlar bu noktada net bir takvim sunamıyorlar. "Şu tarihten itibaren artık gönül huzuruyla basılmaya başlayacak!" diyemiyorlar. Bu da işleri iyice sarpa sardırıyor. Şu an herkesin evinde külliyat var, internetten de ulaşabilmek mümkün, ceptelefonu uygulamaları da serbest satılıyor. Ancak yine de kitap baskılarının daha uzun bir süre yapılamaması, şu an sesi çıkmayan insanların "Yeter, ne zaman çözülecek bu iş?" demesine sebep olabilir. Gözardı etmemek gerek bu ihtimali. Bekletilmiş sabır, sabır değil öfkedir.

Ancak bütün bunların ötesinde; bu mesele üzerinden hükümete çakma çabaları bana komik geliyor. Hele Risalelerin yasaklandığını söyleyenlerin, bu sözlerinde kastettikleri, eğer Yeniasya ve Gülengiller gibi; "İnönü bile bu kadar ileriye gitmemişti!" gibi insanın neresiyle güleceğini şaşırdığı iddialar ise, iki laf diyeceğim var. Bu laflardan birincisi, onların ikiyüzlü oldukları. Evet, ikiyüzlüler çünkü Risalelerin yasaklı olduğu döneme dair derslerde, yazılarda, sunumlarda anlattıkları şeylerin bindebiri bile şu an oluyor değil. Ne insanların evleri basılıp Risaleler toplanıyor. Ne yanlarında Risale bulunanlar hapse atılıyor. Ne de Risale okuyanlar taciz ediliyor. Bilakis, böylesi bir durum olsa, Nurcuların en özgüvenli bir şekilde haklarını alabilecekleri dönem bu dönem. Hal böyleyken, sanki o dönemin hatıralarını daha önce bizim gibi yaşı küçük Nurculara anlatmamışlar gibi; "Bunlar İnönü'den daha beter!" türünden şeyler söylemeleri, hakikaten neremizle güleceğimizi şaşırdığımız hallerden.

Bir de Bediüzzaman'ın Risalelerin yasaklanması ve belalar arasında kurduğu ilgiyi biraz tuhaf anlıyor bu insanlar. O zamanlar sadece Risaleler yasaklı değildi, herkes yasaklıydı. Ve Bediüzzaman, o dönemde Risale hareketini tüm iman hareketlerinin öncülü olarak görüyordu. Dolayısıyla Risalelerin yasaklanması doğrudan iman hareketinin önüne çekilen bir setti. Risaleler, Risale oldukları için değil; sabık düzenin kurgu müslümanına karşı direnen ilk kuvvet oldukları için yasaklanıyordu. Nerede bu tarz bir yasaklanma ve bu yasaklanmanın ardındaki zihniyete yönelik musibet tehditi, nerede bugün yine Nurcuların kendilerini soktukları yasal bir çıkmazdan ötürü Risalelerin matbaada basılamaması? Şu an ben üç ayrı siteden Risale okuyabiliyor, evimdeki külliyata da parkta, bahçede, okulda, kütüphanede, her yerde rahatça açıp bakabiliyorum. Bu mu yani sizin gözünüzde İnönü'den beter olan Erdoğan'ın bize uygulayabildiği yasaklama? Bu mu sizin yasaklanma anlayışınız? Yuh olsun klanının menfaati için iftira atanlara! Yuh olsun!



Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...