sadakat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sadakat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Eylül 2015 Salı

Kimdir bizim 'yerli'miz?

"İnsan neye sadakat gösterir?" Bencileyin bu sorunun cevabı şudur: "İnsan ancak 'emin olduğu şeye' sadakat gösterir." Bu anlamda sadakat, sınanmamışın değil, 'sınansa da doğru çıkacağından emin olunanın' arkasındaki duruşumuzu ifade eder. Kur'an'da buyrulan, "Eğer sâdıklardan iseniz delil getirin!" emri, sadakatin 'körükörüne itaat'ten ayrıldığı noktayı da fısıldar bize: Sadakat 'hakka' ve 'delil ile' gösterilen bir hürmettir. Emniyettir. Körükörüne itaatteyse hürmet gösterilenin ardında avlanılmak istenen başka şeyler/menfaatler vardır. Menfaat getireceği düşüncesi, hazdan başka delile ihtiyaç duymayan bir inanışla, (daha çok kapılmadır bu) irademizi işgal edebilir. Fakat, bir nefes, burada da sık karıştırılan bir mevzuu kurcalamaya ihtiyaç var:

Sâdığın ikna etmesi gereken karşı taraf değildir. Karşı tarafın iknası ikincil önemdedir. Zaten, karşı tarafın iknası/tasdiki üzerine bina edilmiş bir haklılık, hakiki haklılık da değildir. Hak tebliğde bulunur. Delillerini sunar. Fakat hakkın haksız tarafından tasdik edilmeye ihtiyacı olmaz. "Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dâvâ etmek ve onlara müracaat etmek bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir." O kendi ayaklarıyla ayaktadır. Duruşu bağımsızdır. Teveccühün sarmaşığı değildir. Bediüzzaman'ın, "Hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun..." ifadesinde altını çizdiği gibi: Kemalini, lezzetini, muhabbetini, faziletini kendi üzerinden tanımlayabilen şeydir 'hakiki' olan. Sahte? Sahte ise aynadaki yansımadır. 'Var kalabilmek' için dahi dışardan desteğe muhtaçtır.

Yazılarımda sık alıntıladığım bir Asr-ı Saadet sahnesi var. Yine sırası geldi. Alıntılayayım. Hz. Aişe (r.anha) annemiz anlatıyor: "Bir adam Aleyhissalatuvesselamın huzuruna girmek için izin istemişti. Aleyhissalatuvesselam: 'Bir aşiretin kardeşi ne kötü!' buyurdu. Ama adam girince ona iyi davrandı. Yumuşak sözle hitap etti. Adam gidince: 'Ey Allah'ın Resulü! Adamın sesini işitince şöyle şöyle söyledin. Sonra yüzüne karşı mültefit oldun. İyi davrandın!' dedim. Şu cevabı verdi: 'Ey Aişe! Beni ne zaman kaba buldun? Kıyamet günü, Allah Teala'nın yanında mevkice insanların en kötüsü, kabalığından korkarak halkın kendini terkettiği kimsedir.'"[1]

Bu sahnenin kalbimi en çok avuçlayan yanı, yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım, 'kemalini kendi üzerinden tanımlama' meselesine vurgu yapan halidir: 'Beni ne zaman kaba buldun?' Evet, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ahlakı 'kişiye göre' değildir. O, bizzat Kur'an'ın ahlakıyla ahlaklandığından ötürü, 'huluku'l-azim/pek büyük bir ahlak üzere'dir.

Peki Kur'an'ın ahlakıyla ahlaklanmak ne demek? Bence biraz şu demek: Ahlakına bir tanım, davranışına bir gereklilik, duruşuna bir delil gösterecekse, bunu Kur'an ve sünnet üzerinden yapar. Haklılığına başka dayanaklar aramaz. Konjonktüre göre değil. Muhatabının kaşesi üzerinden değil. 'İnsanlar öyle desinler!' diye hiç değil. İster Ebu Cehil konuşsun onla, isterse Hz. Ebu Bekir-i Sıddik, o yine Muhammedü'l-Emin'dir. Allah'ın emri üzere dosdoğrudur.

Dikkat ettiyseniz, sadakati konuştuğumuz şu zeminde, artık izzeti konuşmak kaçınılmaz oluyor. Çünkü sadakat, yani durduğun yerden emin olma, ister istemez izzetin varlığıyla mümkün ve de varlığından haber veriyor. Zaten 'duruşunu kendi üzerinden tanımlama' olarak altını çizdiğimiz şey de izzetle yakından ilgili birşey. Yani izzette bir 'kendine yeterlik' manası da mündemiç. Birisi hakkında "Çok izzetli bir adam. Kimseye 'eyvallah' etmez. İşini kendisi görür!" dediğimizde kastettiğimiz mana da buna yakındır.

'Gayrın tasavvuruna muhtaç olmama' meselesi, hem Allah'ın azametini konuştuğumuz zeminde, bu azametin nasıl bir büyüklüğe tekabül ettiğini, hem de izzetin mü'minde 'nasıl bir duruşun ismi' olduğunu anlamamızı sağlar. Çünkü Allah'ın izzeti aslında onun Samediyetiyle ilgilidir. Herşey ona muhtaçken o hiçbirşeye muhtaç değildir. Fakat mahlukatın izzeti Allah'tan başkasından yardım dilememeyle kaimdir.

Mü'minin izzeti, en temelde, meşruiyetini alanı sadece Kur'an ve sünnet olduğundan dolayı, ötekilerin tanımlamalarına/yargılarına göre şekil almaya muhtaç olmamasında saklıdır. Mü'minin, daha iman ederken, kapısından girdiği dünya budur. (Hadis-i şerifin, onu 'kendisinden emin olunan' olarak tarif etmesi, güzel ahlakındaki istikrara da işaret eder. Fısk ise bunun tam tersidir.) Artık ehl-i küfrün onun hakkında ne düşündüğü umurunda olmaz. O, kendini, özgü değerler dünyası içinde biçimlendirir/konumlandırır.

Biz izzeti daha çok 'Allah'tan başkasına el açmamak' şeklinde anlasak da, aslında Allah'tan başkasının doğru bulmasına, takdirine, onaylamasına, iltifatına da el açmamak bu manaya dahildir. Bu noktada Bediüzzaman'ın 23. Söz'de kullandığı demirciler çarşısı ve antika örneği ne kadar anlamlıdır:

"Meselâ, insanların san'atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san'at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte, öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san'atkârına nisbet ederek, o san'atkârı yad etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir. İşte, insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir san'atıdır."

İşte, izzet sahibi dediğimiz kişi, değerini artık demirciler çarşısında aramayı bırakandır. Eğer bir mü'min, kalbindeki imana rağmen, hâlâ ehl-i küfrün takdirini ve teşvikini bekliyorsa, onun da izzet ayarlarında bir oynama olduğu kesindir. Bu noktada, izzetin, 'kendini İslamî değerler üzerinden tanımla' ile ilgisi daha belirgin hale geliyor. Bu, onun anlam dünyasını görecelilikten kurtarıyor. Kâfirûn sûresinde de altı çizilen birşey bu. Artık çizgilerimiz netleşiyor. "Sizin dininiz size, benimkisi bana!" gücüne erişiyorsunuz.

Bu hakikaten büyük bir güçtür. İman, insanı sair mahlukata kul olmaktan kurtardığı gibi, imanın getirdiği izzet de insanı sair mahlukatın 'görelerinden' kurtarır. Tepkileri içinde mütehayyir kalmaktan azât eder. Ayet-i kerimenin ifadesiyle 'sanki gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibi' olmamayı sağlar.

Sözgelimi: Modernizmin günümüzdeki hâkim konumu ve bunun getirisi olan "Ancak benim gösterdiklerim doğru!" baskısına karşı, bu izzet-i İslamiye ile karşı koyabilirsiniz. Çünkü onun takdirini aramazsınız. Modernizm 'değerini demirciler çarşısında arayanları' etkileyen bir kültürel hegemonyadır. Günahkârın iltifatı da ancak teveccüh-i nâsın müptelasını etkiler. Yani müşteri olan etkilenir.

Bu noktada, ahirzaman insanlarına hitap eden mektuplarının başını hep 'aziz' ve 'sıddık' hitaplarıyla doldurmuş Bediüzzaman'ın, bu iki kelime arasındaki (yani 'izzet' ve 'sadakat' arasındaki) irtibata dikkatimizi çektiğini söylemek herhalde yanlış olmaz. Onun "Aziz sıddık kardeşlerim!" dediği her metinde aslında bize öğütlenen, hem zaten Risale metinlerinin de bize aşıladığı, 'kendi değerini İslamî olan üzerinden tarif etme' nasihatidir.

İzzeti olmayanın sadakati olmaz. Kendi gibi olmaya kanaat etmeyenin de izzeti olmaz. Değerini ötekinin iltifatına göre tarif edenin, ona göre şekil, fikir ve zikir değiştirmesi kaçınılmazdır. Sadakat ise, duruş değiştirme değil, duruşunda sebat etmedir. İzzetli kişinin şanıdır sadakat. Hakikat konusunda 'kendisine yeter' bir değerler dünyasında olduğuna emniyet etmeyen elbette onda sebat edemez. İkirciliklerden, çelişkilerden, 'acaba'lardan kurtulamaz.

Nitekim, Ebu Cehil gibi bir mel'unun ve Kureyş hâkim söyleminin, miracın inkârına dair oluşturmaya çalıştığı manipülasyona da, sâdıkların şahı olan Hz. Ebu Bekir (r.a.) böyle direnmiştir: "Bunu o mu söyledi?" Evet. Tek sorduğu budur. Olumlu yanıt alınca da cevabı rahat ve kesindir: "O söylemişse doğrudur." Hadis ilminin üzerinde yükseldiği temel de budur.

Yanlış anlaşılmasın. Bu kesinlikle körükörüne bir itaat değildir. Delillidir. Delili ise Aleyhissalatuvesselamın yanında geçirdiği hayatın şahit olduğu 'tavizsiz doğruluğu'dur. Fakat bu duruşun aynı zamanda izzetle de bir ilgisi vardır. Nasıl? Belki biraz şöyle: Hz. Ebu Bekir (r.a.), miracın 'inanılabilirliği'ni Kureyş'in hâkim söylemi üzerinden değerlendirmez. Umursamaz. O, İslam'ın kalbine yerleştirdiği Allah inancı üzerinden bakar miraca ve der: Benim inandığım Allah'ın kudreti böyle birşey yapmaya yeter. Çünkü o sonsuz kudret sahibidir. O yapabilirken ve Nebisi de yaptığını söylerken aksi nasıl mümkün olabilir?

Arkadaşım, burası cidden önemli, eğer Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) modern fiziğe inancı, tıpkı bazılarında olduğu gibi, Kur'an'ın tarif ettiği Allah'tan fazla olsaydı, elbette o fiziğin (bugünlük) inandığı sınırlı imkanlar yüzünden tereddüde düşebilirdi. Düşmedi. Sen de birgün hakikate onun gibi iman etmeyi becerebilirsen, ki duamız hep bu olsun, dünya karşına geçse ürkmeyebilirsin. Çünkü doğrularını kendi sisteminle ifade edersin. Bir dilenci gibi ötekilerin de sırtını sıvazlaması peşinde koşmazsın. Yine dikkat et, bizden ne kadar yoldan çıkan varsa, hep bu sırtı kaşınanlardan çıkıyor.



[1] Buhari, Edeb 38, 48; Müslim, Birr 73, (2591); Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 4, (2, 903, 904); Ebu Davud, Edeb 6, (4791, 4792, 4793); Tirmizi, Birr 59, (1997)

7 Temmuz 2015 Salı

Bediüzzaman hatasız mıydı?

Daha evvel de bu konu hakkında yazdığımı anımsıyorum. Fakat dönüp dönüp tekrar önüme çıktığı için bir yazı daha yazsam israf olmaz zannederim. Doğrudan mevzuya gireyim: Bediüzzaman hatasız mıdır? Elcevap: Hayır. Bu, kendisinin eserlerinde bizzat yaptığı tashihatla ve yine 'ismet sahibi olmadığının özellikle altını çizdiği' beyanlarıyla sabittir. Hepsini buraya alamayacağım. Hacmi çoktur. Fakat, mürşidimin hayatını dahi Eski Said ve Yeni Said diye ikiye ayırdığı hatırlanırsa, özeleştiri mahiyetindeki ifadelerinin ne denli çok olduğu tahmin edilir. İki örnek verip geçeceğim:

1) Kastamonu Lahikası'nda Münazarat'ta yaptığı iki tesbite yönelik düzeltmesi. 2) Şualar'ın sonunda ebced/cifr hesaplarına dair yaptığı hataları (hesap hatalarını) ilave metinlerle düzeltmesi. (Ki yaptığı hataları ve düzeltmeleri aynı eserde beraberce okuyabiliyorsunuz. Böyle de hatalarıyla barışık bir Üstada sahibiz.) Buna benzer başka düzeltmeleri de var. Fakat dediğim gibi: Yazıyı uzatmamak için alıntılamıyorum. Bunun dışında, yine, sözlerinin okurları tarafından sınanmasını salık verdiği birçok beyanı var. Mihenge vurulmayı talep ettiği yerler var. Bunlar her Nur talebesinin malumu şeyler.

"Kardeşim Hüsrev, Lütfi, Rüştü... Size Üstad ve talebeler ve ders arkadaşları içinde faide verecek bir fikrimi beyan edeceğim. Şöyle ki: Sizler—haddimin fevkinde—bir cihette talebemsiniz ve bir cihette ders arkadaşlarımsınız ve bir cihette muîn ve müşavirlerimsiniz. Aziz kardeşlerim, Üstâdınız lâyuhtî değil... Onu hatâsız zannetmek hatâdır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla, insaf odur ki: Bir seyyie, bir hatâ görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir."

Peki, bu temcid pilavı gibi soru cümlesi neden dönüp dönüp bizim karşımıza çıkıyor: "Bediüzzaman hatasız mı?" Bunun sebebi bence şu: Bu cümleyle kastedilen yukarıda bahsettiğim şey değil. Kastedilen ismetsizlik olsa zaten Nur talebelerinin buna bir itirazları yok ve olamaz da. Onların da bağlı bulundukları ehl-i sünnet itikadı peygamberlerden başkasına böyle bir yüklemeyi kaldırmaz. Aleyhissalatuvesselamdan sonra peygamber gelmeyeceğini her ehl-i sünnet mü'min gibi nur talebeleri de gayet iyi biliyorlar. İtikatlarının ehl-i sünnet itikadından hiçbir farkı yok. Sadece bu meselede değil her meselede durum böyle. Nur talebeleri, bu bilginin dostlarımızı şaşırtmadığını biliyorum, ehl-i sünnet itikadına sahiptir.

Bu 'Bediüzzaman hatasızdı-değildi' muhabbetinin yaslandığı şey, Bediüzzaman'ın bir işte, bir fiilde, bir amelde, her insanın yapabileceği şekilde, bir hataya düştüğü/düşebileceği manası değil. Öyle olsa zaten sorun yok. Pek güzel anlaşabiliriz. Çünkü hemfikiriz. Ama hayır! Bu sorunun altında yatan mana aslında şu: Bediüzzaman ısrarla bir yanlışı takip eder miydi? Veyahut biraz daha sertçe yüzleşelim: Bediüzzaman ehl-i sünnet itikadına uymayan bir sapkınlığı ömrü boyunca savunmuş muydu? Soruyu bu şekilde, aslında onunla kastedilen şey halinde karşımıza alınca, nur talebelerinin böylesi muhabbetler esnasında neden gerginleştikleri de daha net anlaşılıyor. Çünkü itham edildikleri şeyin her kulun maruz kaldığı/kalabileceği bir hataya düşme, sürçme değil; bir 'hatada ısrar etme' hatta 'hatayı ekole dönüştürme' yani bir nevi sapkınlık suçlaması olduğunu ferasetleriyle hissediyorlar.

Şimdi, soruyla böyle yüzleşilince, cevabımız ikileşiyor. Başa dönelim: Bediüzzaman ismet sahibi miydi? Cevabımız: Hayır. Hâşâ. Bediüzzaman hata yapmış mıdır? Cevabımız: Evet. Gayet tabii. Peki, Bediüzzaman, itikadî/amelî bir yanlışı onu takip eder şekilde, savunur şekilde, inanır şekilde veya doğru bilir bir şekilde yaşamış/anlatmış mıdır? İşte, çevresindeki bütün sisleri dağıtarak, kavgamızın düğüm noktasına geldik:

Hayır! Yüzbin kere hayır! Onun takipçileri/talebeleri olarak buna inanmıyoruz. Hayatı ve eserleri içinde gördüğümüz istikamet bizi ondan emin kılıyor. Devri ulemasının ona hürmeti bizi ondan emin kılıyor. Talebeleri içindeki ehl-i ilim ağabeylerin ona muhabbeti bizi ondan emin kılıyor. Hem o bizim istikametinden emin olduğumuz mürşidimizdir. Ve talebeliğin en temel hassalarından birisi, kendisinin de neredeyse her mektubunun başında altını çizdiği gibi, sadakattir. Mürşidine sadakat göstermektir. Bunu körükörüne bir itaat olarak algılamayın lütfen. Zira Kur'an bize şöyle emrediyor: "Sâdıklardan iseniz delil getirin!"

Ve biz de mürşidimiz bildiğimiz Bediüzzaman'a sadakatimizi 'delil getirerek' ve 'onun getirdiği deliller üzerine çalışarak' koruyoruz. Yani bu noktada hiçkimsenin Nur talebelerine şöyle deme hakkı yok: "Mürşidinizin fikrine delil bulmaya, savunmaya, açıklamaya çalışıyorsunuz. Demek ki onun ismet sahibi olduğunu düşünüyorsunuz!" Kusura bakılmasın ama, bu telden bağlama çalmaya devam edersek, neredeyse her mürşidin takipçileri bahsettiğiniz dalalete düşmüş sayılır. Hatta İmam-ı Azam (r.a.) karşı yapılan eleştirilere karşı onun savunmasını yapan İmam Yusuf (r.a.) bile. Hatta ona cevabî bir metin kaleme alan İmam-ı Şafii (r.a.) bile.

Şunu söylemek istiyorum: Hangi ekolün müntesibi yoktur ki mürşidinin çizgisini savunmasın ve onun talebelerinden hakkı olarak davasına delil getirmeye gayret etmesin? Ehl-i sünnet içi (hatta dışındakilerin bile) her ekol sahibinin en tabii hakkını nur talebelerinin elinden almak mıdır objektif olmak? Hakkı olan savunmayı yapmak mıdır Bediüzzaman'ı günahsız/ismet sahibi saymak? Rüştü Asyalı'nın Keloğlan'da sorduğu gibi sormak gerekiyor o zaman: "Adaletin bu mu cazgır?"

Yazıyı uzatacak ama, meseleyi hemen ebced/cifir meselesine de bağlamak istiyorum. Çünkü girdiğim bütün tartışmalarda kuyrukları neredeyse birbirine bağlı iki meseledir bunlar. "Bediüzzaman hatasız mıydı?" sualinin arkasını biraz kovalarsanız ilk varacağı yer ebced/cifr meselesidir. Bu bahsin bir diğer enteresan yanı: Bazı ehl-i sünnet müdafilerinin (Allah onlardan razı olsun) ve bazı modernist/ehl-i bid'a fikir erbabının (Allah onları ıslah etsin) beraberce eleştirdikleri bir yanının olmasıdır. Yani ne onlar severler bu meselede nurcuları, ne ötekiler.

Bir kere zaten ebced/cifr gibi bir yanı keşfe bakan meselelerin ümmetin tamamını bağlayıcı bir yanının olmadığını akılda tutmak gerek. Yani bir âlimin keşfine, ancak o âlime itimadınız va sadakatiniz varsa, tâbi olabilirsiniz. Risale-i Nur'u doğru dürüst okumamış, Bediüzzaman'a intisabı yok, belki yalnız muhabbeti var; böyle bir insanın kafasına vurur gibi bu konulardan bahsetmek yanlıştır. İnanmasını dayatmak daha da yanlıştır. Bediüzzaman dahi bu konuyla ilgili eserlerini önceleri mahrem tutmuş, sonraları talebelerine (en haslarından başlayarak) okutmuştur. Hem hepsinin ardından "Allahu'l-alem!" demiştir. Bu hiyerarşiyi görmez gibi, bilmez gibi, daha dün daireye girmiş-girmemiş birisiyle ebced/cifir kavgasına girilmez. Dayatılmaz. Çünkü ilgili yerlerde Bediüzzaman'ın defalarca ve defalarca altını çizdiği birşeydir: Bu onun kanaatidir. Kanaate itiraz edilmez. (Kur'an ve sünnetle çelişmediği sürece.) Keşfin böyle bir yanı vardır. Nitekim Ebubekir Sifil Hoca da ebced/cifr konulu bir yazısında (Hikemiyât isimli eserinde) şöyle der:

"Bununla birlikte Allah'ın veli kullarının, geçmiş ve geleceğin gaybı hakkında keşfî bilgi edinmesinin her zaman mümkün ve vaki olduğuna inancımız da tamdır. Ancak Ehl-i Sünnet âlimleri, böyle bilginin bile diğer insanları bağlayıcı kesin bir delil olmadığını ve onu elde edenin de, diğer dinî delillerle çatışmaması şartıyla onunla amel edebileceğini söylemişken; cifr gibi kesinliği hakkında elimizde herhangi bir dinî delil bulunmayan bir uğraş sonucu elde edilen bilgilerin dinî herhangi bir değer taşımadığını akıldan çıkarmamak gerekir."

Ben bu duruşu istikametli buluyorum. Zira birşeyin yokluğuna hükmetmenin, Kur'an müslümanlarının bu sıralar sıklıkla yaptığı gibi, "Kur'an'da yok!" denilerek yapılamayacağına kaniiyim. (Kur'an'da ve sünnete açıkça "Bu yoktur!" deniliyorsa o başka. Ancak ebced/cifr meselesinde böyle bir nehiy yok diye biliyorum.) Fakat bu ilim sonucu elde edilen bilginin de ümmete boyun eğdirici/bağlayıcı bir yapısının olmadığını en az Ebubekir Sifil Hoca kadar savunuyorum.

En nihayet, bu, nur talebelerinin bir iç meselesidir. Bediüzzaman'a muhabbet ve intisab miktarınca kanaat getirilecek birşeydir. Onun dediği gibi "Allahu'l-alem!" diyerek alınacak bir bilgidir. Bediüzzaman, bu hesapları açıkladığı eserleri boyunca, bu sırrın altını çizmiştir. Kendisine katılmayanlardan beklediği ise saygıdır, edeptir, hürmettir. Bu hesabı daha önce kullanan İslam büyüklerine, mesela İbn-i Arabî (k.s.) veya Necmeddin-i Kübra'ya (k.s.), gösterilen saygıyı bekler sadece. Hatta benzer itirazları dillendiren bir seyyid âlime (Allah ona rahmet eylesin) verdiği cevap titreticidir:

"Ben, senin içtihadında hatâ var diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım. Fakat, şimdiye kadar o içtihadımı tamamıyla kanaatle tam tasdik edenler, binler ehl-i iman ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettikleri ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda, sırf ehl-i imânın imanını Risale-i Nur ile muhafaza niyet-i hâlisasıyla ve Necmeddin-i Kübrâ, Muhyiddin-i Arabî gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur'âniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme ile, hem mahrem tutulmak şartıyla beyan ettiğim ve o içtihadımda en muannid dinsizlere de ispat etmeye hazırım dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar? Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helal etmem. Titresin! Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâmın Sünnet-i Seniyesini muhafaza için hayatını ve herşeyini feda eden bir mazlumun şekvâsı, elbette cevapsız kalmayacak."

İşte, arkadaşlar, herhalde derdimi anladınız. Belki canımızı yakan şeyi de bu yazıyla daha net teşhis ettiniz. Duruşumuz budur: Bediüzzaman'ın hataları her insan gibi olabilir, ama o bir ehl-i sünnet âlimi olarak, asla ve asla itikadî bir sapmanın takipçisi olmamıştır. Olmamıştır. Olmamıştır. İçtihadı farklı olabilir. Bu içtihad galip bir içtihad olmayabilir. Ehl-i sünnet içi şıklardan kimilerinin beğenmediği bir şıkkı seçmiş olabilir. Ulema içinde böyle ihtilaflar çoklukla vardır zaten. Bediüzzaman ilk de değildir. Fakat ben hücrelerime kadar iman ediyorum ki: Onun arkasında durduğu herşeyin ehl-i sünnet çizgisinde bir açıklaması vardır. Nur talebelerine şimdi düşen, geçmişle bağlarını kavileştirip, Üstadlarının bizzat muhatap olup cevap veremediği bu gibi meselelerde mukni deliller neşretmektir. Sâdıklardan olmanın isbatı budur. Lahikalar bizden 'aziz ve sıddık' yani "İzzetle ve sadakatle davasını savunur!" talebeler olmamızı bekliyor. Allah olmayı nasip eylesin. Âmin.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...