ahlak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ahlak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Nisan 2022 Pazar

'Toplumsal cinsiyet eşitliği' değil 'karma ağıl yasası'dır

"Firavun, 'Biz onların oğullarını sürekli öldürüp kızlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz!' dedi." (A'râf sûresi, 127)

İslam, bölgelerini ayırmakla, kadını erkeğin tasallutundan korumuştur. İslam, yine bölgelerini ayırmakla, erkeği kadının tasallutundan korumuştur. İslam'da erkek 'kadın eli sıkmamayı' hakaret hissiyle seçmez. Yani kadını 'dokunulmayacak kadar aşağı bir yaratık' olarak gördüğünden eylemez bunu. Bilakis 'bölgesine saygı duyulacak birisi' şeklinde tanımladığı için böyle davranır. Nitekim, şu hürmetle törede, 'yabancısı kadının yüzüne dikkatle bakan erkek' kınanır olmuştur. Yere bakarak konuşanlar erdemli görülmüştür. Hatırlarım ki, çocukluğumun Sivas'ında, büyüklerimiz bazı abilerimizi şu şekilde medhederlerdi: "Kimsenin eşiğinden içeriye bakmaz." Bu bir mertlik-yiğitlik alametiydi. Güzel ahlak belirtisiydi. Yine bir keresinde de şöyle sena edildiğini işitmiştim bir kadının: "Bir ordu erkeğin içine bıraksan namusuna baktırmaz."

Batı (me)deniyeti mahremiyeti 'dokunmak'la başlatıyor. Âmiyane tabirle: "Göster ama elletme!" diyor. Bu tutarsızlığı yüzünden taciz-tecavüz davalarının bini bir para. Bizde de vaktiyle 'baktırmamakla-bakmamakla' başlayıp 'yabancısıyla yalnız kalmamakla' devam eden bir medeniyet vardı. Çitleri daha gerideydi. Ve kesinlikle daha çok işe yarıyordu. Zemini İslam fıkhıydı. Bu fıkıh 'kadına namusunda iftira atmayı' en büyük günahlardan sayıyordu. Başka bir sınırı da nikahtı. Zinayı feci cezalandırıyordu. Dahası da var: Hatlar hiçbir şekilde karışsın istemiyordu. Akıllar bulansın arzulamıyordu. Kimlikler çorbalaşsın hazzetmiyordu. Erkeği erkekken kadını da kadınken beğeniyordu. Kurda keçiliği, keçiye kurtluğu, özendirmiyordu. Ne bölgelerin fazla içli-dışlı (laçka) olmasına taraftı da ne de kimliklerin. Siz de buradan bir marifete erişiyordunuz: Âlemleri yaratan Hüda, yaratışta koyduğu farkları, yaşayışta da istiyor. Yani kendisiyle çelişmiyor. Zaten bizim Allahımız kendisiyle çelişmekten münezzehtir.

Her ne yapsa büyük resmi görerek yaptığı için hem kadının hem erkeğin mağduriyetlerine şifa sunuyordu bu yasa. Fakat modern insan Allah'ın koyduğu sınırları sevmez. Neden? Çünkü vehminde kendisi bir ilah olmuştur. İlah olduğuna karar verdiği için de mahlukatın hukukunu yeniden düzenler. Herşeyi yaratanın ilmine, ihatasına, hikmetine, kudretine sahip değilmiş, ne gam! Hiçbirşey bilmeyenin gururuna sahiptir ya. Böylece kurtla keçi için 'karma ağıl' yasasını yürürlüğe koyar. Sabahları yerlerde kan mı görülüyor? Peh. Kurtların kurtluğundandır efendim. Keçilerin de keçiliğindendir. Keçileri koruyacak müeyyideler koyalım. Yetmezse ağırlaştıralım. Öyle ki kurdu kurtluktan usandıralım. Hem keçiye de kurtluk aşılayalım. Kurtlar keçiliğe özensin. Keçiler de kurtluğa başlasın. Toplumsal tırtıyet eşitliği olsun. İki taraf da tırtlaşsın. "Yahu bunları aynı ağılda barındırmasak?" Olmaz. Zinhar. Kat'a. Orada hata yaptığımızı kabul edersek ilahlıkta haksız çıktığımızı da kabul etmiş oluruz. Yeniden kulluğun kapısını çalmak işimize gelir mi?

Modern insan toplumsal huzurundan vazgeçer de uluhiyet iddiasından vazgeçmez. Aksi sezilir korkusuyla bir de 'karma ağıl yasası'nın en doğru birşey olduğuna çiftlikteki herkesi ikna eder. Hâkim söylem haline getirir. Bunda öyle bir zirveye de erişilir ki, keçiler, aynı ağılda barınmak istemeyen kurtlardan şikayetçi olurlar. Eşitlik isterler. Sakınanı görürlerse çağdışı ilan ederler. Gözünü yummak da yok. Budlarını ağızlarına uzatırlar. Etlerini gözlerine getirirler. Eh, peki, tamam. Lakin sabahları kan görünce öfkeleri yine kurtlaradır. Şu kurtlar, bu kadar kurt olmasalar, ne güzel bir ağılda yaşanılır. "Bir ağılda yaşamasak?" O değildir aranılan arkadaşım. Dedim ya: Bunu sorgulayamazsınız. Bunu sorgulamak demek Fâtır-ı Hakîm'in fıtrat yasasına dönmek demek. Halbuki modern insan 'yaratıcının yasayıcı de olacağı' düşüncesini çoktan aştı.

Dedik ya: İslam, bölgelerini ayırmakla, hem kadını hem erkeği birbirlerinin tasallutundan korumuştur. Evet. Mesela: Mahremiyet sınırı sayesinde birçok meslekte hem kadın hem erkek kategorilerinin oluşmasını sağlamıştır. "Nasıl?" Hekime mi gideceksiniz? Mahremiyet var. Elbette mümkün mertebe hemcinsinizi tercih edeceksiniz. Bu tercihiniz onların da varolmalarını sağlayacak. Terziye mi ihtiyacınız var? Öğretmen mi arıyorsunuz? Elbette talebinizi takvanız şekillendirecek. Böylelikle hem kadın hem erkek meslek erbabı yetişmiş olacak. Yani piyasa diliyle söylersek: Fıkhın talebi meşrunun arzını belirleyecek. Hem de öyle belirleyecek ki: Kimse kimsenin alanına giremeyecek. Bir erkek "Ben de kadınlarla ilgilenmek istiyorum!" diyemeyecek. Bir kadın "Ben de erkek hastalara bakacağım!" söyleyemeyecek. Bu ciddi bir koruma/destekleme değil midir? "İslam kadınları engelliyor!" diyenler bu ayrımın sağladığı katkıyı görmezler mi?

Görmezler. Çünkü onlar kurda keçiyi ısırtmak, keçiye kurdu boynuzlatmak, hâsılı, "Her ne olursa mümkün mertebe duvarsızından ayarlansın!" istemek durumundadırlar. Tekrar geri dönmek geçmiş bütün adımları sorgulamaya açacak çünkü. Küresel ısınma, çevre felaketleri, ozon delinmesi, buzul erimesi, dünya savaşları, salgınlar, açlıklar... Bunları idare ediyor kendince. Fakat şu son dosyayı artık kaldıramaz. "Kadın-erkek sınırlarını kaldırmakla da hata ettim!" diyemez. 

Sana yazarken aklıma geldi arkadaşım: Şimdilerde, ABD'de, erkekliğinde başarısız bir yüzücünün, fıtratını boşverip, kadınlar kategorisinde altın madalya kazanmasını tartışıyorlar. İlginçtir. Başka konularda 'karışmayı' talep edenler bu defa da 'karıştırılmamayı' arzuluyorlar. Zira bu şekilde kazanan kalabilmeleri mümkün görünmüyor. Yeni bir tasallut türü kadınlar için yaklaşıyor yani senin anlayacağın. Sonradan kadınlar, önceden kadın olanlara, önceden varolmayan sorunlar çıkarıyorlar. (Buradan anla ki: Sonradan erkekler de, önceden erkeklere, önceden varolmayan sorunlar çıkarabilirler.) Bediüzzaman yine haklı çıkıyor gibi geliyor bana.  Ne söylediğini elbette hatırlarsın: "Erkekler, hevâ ve hevesle kadınlaşırsa, kadınlar da nâşizelikle erkekleşir." Demek bir ağıla boca edilince keçilerle kurtların gerilim yaşaması kaçınılmaz.

27 Nisan 2021 Salı

İhsan'ın Eliaçık, dininin ucu açık...

Hakkını yemeyelim: İhsan Eliaçık'ın gerçekten 'eli açık.' Fakat bahşını babasının tarlasından değil de Allah'ın razılığından yaptığı için hoşgöremiyoruz. İçimize sindiremiyoruz. Nihayetinde başkasının malından cömertlik yapana 'cömert' demezler. Ya? 'Hırsız' derler. Evet. Aynen. Başkasının malından cömertlik yapan hırsızdır. İnsan ancak mülkiyeti sözkonusuysa eli açık olabilir. Emanetçisi olduğundaysa yapamaz. Paşa gönlüne göre dağıtamaz. Bahşiş veremez. Peşkeş çekemez. Malik-i Hakiki'nin rağmına saçıp savuramaz. Savurursa ne olur peki? Mülkün Asıl Sahibi (c.c.) hesabını sorar. Öyle ya: Fatiha'da kendisini mü'minlere 'Malikiyevmiddin' yani 'Hesap Gününün Sahibi' olarak tarif edenden kim/nasıl kaçabilir? Nasıl malından kaçırabilir? Nereye saklanıp da hesabından kurtulabilir? Alîm-i Mutlak olan Allah elbet hesabını ıskalamaz.

Duymuşsundur sen de: Evvelce kırdığı cevizler kesmemiş olacak ki en nihayet ateistleri de cennete iteklemeye kadar vardırdı işi. Gerçi, Allah var, ateistlerin böyle birşey arandığı yok. Ricacı olmuş da değiller. Zaten inanmıyorlar ki adamlar. Neye ricacı olsunlar? Hem niye ricacı olsunlar? Cennet-cehennem enterese etmiyor ki onları. Fakat Eliaçık'ın eli Suyudurmaz Çeşmesi gibi. Durmuyor. Duramıyor. Akıyor. Dağıtıyor da dağıtıyor. Paylaştırıyor da paylaştırıyor. Katolik kilisesi bile cennetten arsa ayarlarken bu kadar bonkör değildi be arkadaşım. En azından bir çorba parası olsun tokatlıyordu rahipleri. Eliaçık o kadarına bile bakmıyor. Damat gibi sırtlarına vura vura sürüklüyor adamları. İlla gireceksin! İnanmıyor musun? Yahu boşver. Ne önemi var? İhsan'ın eli açık ya. Tü, tü, tü. Yani hocamızın hem eli açıktır hem de dininin ucu açıktır. Dün deistleri sokar, bugün ateistleri, yarın da kimbilir? Azıcık nazını çekerse İblis'i bile içeri alabilir.

Aaa, zulmetmeyelim, elbette böylesine zırvalarken dayandığı argümanlar var. Mesela diyor ki: "Kur'an'da ateistlerin cehenneme gireceğini söyleyen ayet yok." Sahi. Bektaşî gibi gönülsüzce aranınca "Hakikaten yok!" diyebilirsiniz belki. Yani arkadaşım 'ateist' kelimesi Kur'an'da gerçekten hiç geçmiyor. Ama, fakat ve de lakin. Mevzuu lügat cambazlığından biraz uzaklaştırınca insan uyanıyor ki: Müşriklerin cehenneme gideceğine dair çok ayet var. "Eee?" Yani Allah'a ortak koşanların cezalandırılacağını söylüyor Kur'an. "Eeee?" Yahu ne 'Eeee'si? "Bu işin ateistlerle ne ilgisi var?" diye mi soruyorsun bir de! Cık, cık, cık. Yahu ateistler de müşrik değil mi? "Nasıl yani?" Şöyle yani: Ateistler de tıpkı müşrikler gibi tek olan Allah'ı inkâr ettikten sonra onun mülkünü, sıfatlarını, isimlerini, yaratışlarını, tecellilerini başkalarına/sebeplere dağıtıyor değiller mi? "Eveeet. Aaaa. Saahiii." Yaaaa. Şimdi derkettin işte. Ateistler aslında politeistlerdir. Bir Allah'ı inkâr ettikleri için sebepler sayısınca ilahları kabul etmişlerdir. Bakma Eliaçık'ın aptala yattığına. Onun gözü ancak işine gelmeyenlere açılmıyor. Yoksa şapkasından ne tavşanlar çıkardığını tanıyanlar bilir.

Bediüzzaman da bu konu hakkında diyor ki: "Hem nasıl ki bulutsuz gündüz ortasında güneşin deniz yüzünde, bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve karın bütün parçalarında cilvesi göründüğü ve aksi müşahede edildiği halde güneşi inkâr etmek ne derece acip bir divanelik hezeyanıdır. Çünkü, o vakit birtek güneşi inkâr ve kabul etmemekle, katarat sayısınca, kabarcıklar miktarınca, parçalar adedince hakikî ve bil'asâle güneşçikleri kabul etmek lâzım geliyor. Her zerrecikte—ki ancak bir zerre sıkışabildiği halde—koca bir güneşin hakikatini içinde kabul etmek lâzım geldiği gibi; aynen öyle de, şu sıravâri içinde her zaman hikmetle değişen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen şu muntazam kâinatı görüp Hâlık-ı Zülcelâli evsâf-ı kemâliyle tasdik etmemek, ondan daha berbat bir dalâlet divaneliğidir, bir mecnunluk hezeyanıdır. Zira herşeyde, hattâ herbir zerrede, bir ulûhiyet-i mutlaka kabul etmek lâzımdır." 

Yani bu anlamda ateizm müşrikliğin dibidir. Zirvesidir. En rezilidir. 1000 tanrıya taptıkları söylenen Hititler bile bu kadar aptallaşmayı göze alamamışlardır. Yalnız Allah'ın hesabına eli açık Eliaçık da şu tezadı görmezden gelmektedir: Kur'an, Mekke müşriklerini cehenneme sokmaktan çekinmezken, ondan bin beter müşrik olan günümüz ateistlerini mi sokmaya kıyamamaktadır? Neden? Hangi mecburiyetle? Eliaçık'ın tevili hazırdır: Çünkü 'ateist' kelimesini Kur'an'da bulamamaktadır. Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Kelimeyi apaçık bulsaydık da Eliaçık eli açıklığı bize izin vermeyecekti. Hatta Eliaçık eli açıklığını daha ileri vaziyetlere götürecekti. "Mesela?" Mesela: İsimleri bizzat Kur'an'da cehennemlikler olarak geçmeyen ateistleri kıyıp sokturmayacaktı. Ebu Leheb'in bizzat adı geçmese, ihtimaldir, Eliaçık ona da cehennemi kondurmayacaktı. 

Tabii ki tevil cambazlarında tevil tükenmez. Eliaçık'ta da teviller tükenmiyor. Ateistleri bile cennete sokarak 'dinin gönderilmesini amaçsızlaştırdığını' farketmiyor. Farkediyorsa da önemsemiyor. Allah'ı abesle itham ediyor. Kendisinin ikinci bir argümanı da şöyle şekilleniyor arkadaşım: "Bir ateist ahlaklı olduktan sonra Allah'a inanmasa da olur. Zaten Allah'ın istediği gibi bir kul olmuştur." Ooo... Görüyor musun tesbiti. Vay, vay, vay. Hey gidinin kilolu Gandhisi hey. Nasıl da yakıştırdın kendine böyle bir panteizmi? Neyse, o pehlivan cüsseni tartmayalım da, ettiğin lafların cirmini tartalım. Tartalım ama kendi sözümüzle tartmayalım. Sen daha sosyalizmin 's'sini söyleyemezken Marksizmin tahsilini yapmış, davasını savunmuş, bedelini de ödemiş bir filozoftan alıntı yapalım. Bilgiler Kitabı'ndaki söyleşisinde diyor ki Leszek Kolakowski:

"Sekülerleşme çağında yaşıyoruz. Ki bu da kendi içinde çelişik bir olgudur. Etkisini ancak birkaç on yıldır tam anlamıyla yaydığından, geleneksel dinin tamamen unutulduğu, yitirildiği, gömüldüğü bir toplumun neye benzediğini bilmiyoruz. Bunun ahlakî ya da entelektüel kalıntılar biçiminde varlığını sürdürebileceğinden sözetmiyorum. Ama eğer her türlü dinden arınmış bir toplum hayal etmeye kalkışırsak, bu, birçok noktada, muhtemelen bir tiranın yönettiği, kaygının ve tamahkârlığın egemen olduğu Thomas Hobbes'un geometrik modeline benzer. Dinsel miras fiilen yok olursa iyi ile kötü arasındaki ayrım da geçerliliğini yitirir. Ama bunu kanıtlayamam. Çünkü zorunlu amprik koşullar yerine getirilemez." 

Yani, işin kitabını yazmış filozof-profesör Kolakowski "Dinsiz ahlak da varolamaz!" diyor, ama bizim kenardan sosyalist müslüman Eliaçık'ımız "Ahlaklı olduktan sonra dine gerek yok!" deyu ahkâm kesiyor. Vay arkadaş vay. Elbette merakı olan sormadan edemiyor: İyi de 'akide' olmadıktan sonra 'ahlak' neyin üzerinde duracak? Bir ateist için bir hamamböceğiyle insan arasında varoluşsal hiçbir ayrım yokken ikincisine neden ayrı bir saygı gösterilecek? Neden malından çalınmayacak? Neden canı yakılmayacak? Neden kendisinin tanrısı olduğu bir düzlemde insan başkasını nefsine tercih edecek? Hangi kutsala(!) boyun bükecek? Hangi ahirete erteleyecek? Ateist ahlakının sahiden dayanağı var mı? İyiliğin de kötülük kadar hiçliğe gittiği bir inanışta 'iyi olmaya çabalamanın' ontolojik bir anlamı bulunabilir mi? 

Tabii bu suallere İhsan Bey'den cevap bekleyemiyoruz. Onun böylesi çelişkileri çözmeden önce göbeğiyle Gandhiliği arasındaki çelişkiyi çözmesi lazım. Tok karna yaptığı sosyalistliği bir yere oturtması lazım. Das Kapital'i abdestle okumayı anlamlandırması lazım. İşi çok yani. Bitirip buralara gelemez. Sonra bir de artık kendi malından cömertlik yapmayı öğrenmesi lazım. Allah'ın razılığı bol keseden dağıtılarak cömert olunmaz. Öyle cömert olunsaydı, hele sen sıranı bil, İblis cömertlerin şahı olurdu. Çünkü o bin yıllar önceden başladı usûlsüzce dağıtmaya. "Dağıtıyorum!" deyu insanlığı kandırmaya. Cümle Eliaçıklar da bağışladıklarını yine ondan ders alıyorlar zaten. Fakat yaratamadıktan sonra vaadetmenin anlamı ne ki? Allah sahiden vermedikten sonra onun adına verilenlerin hakikati ne ki? Nereye götürür ki? Vesselam.

14 Kasım 2020 Cumartesi

Onu unutmak unutkanlığı nasıl arttırır?

Ben de bu mevzuya Mehmet Fatih Kaya Hoca'nın Hadis Usûlünde İhtilat isimli eserini okumakla vâkıf oldum. 'İhtilat' ne demek, merak ettiyseniz, altbaşlığı okuma zamanınız geldi: Râvinin Akıl ve Hâfıza Fonksiyonlarının Zarar Görmesi ve Bunun Rivayetlerine Etkisi. Kitapta ilerledikçe hayretler içinde kaldım. Gıptayla damağımı şaklattım. Hadis ilminin ne denli geniş bir vüsate sahip olduğunu sahiden bilmiyoruz. Bilginin doğru aktarımında gözetilmesi gereken hiçbir detayı ıskalamamış didik didik bir hassasiyet var karşımızda. Üstelik bu hassasiyet kişilerde kalmamış. Usûllere de bağlanmış. Yani sistemleştirilmiş, nizamlaşmış, kaideleri oluşturulmuş. Üzerine kitap telif edilen 'ihtilat'sa bu detaylardan sadece birisi. Ancak yazı 'ihtilat' konusuna dair olmadığından burayı hızlı geçeceğim.

Yazıya lazım olan kısmıyla şu: Bazen, hafıza kuvvetiyle meşhur insanlar dahi, yaşadıkları kimi hâdiseler nedeniyle yeteneklerinde körelebiliyorlar. Sözgelimi: Yaşadıkları acı bir kayıpla, bir kazayla veya bunama gibi rahatsızlıklarla ister istemez nakillerinde hatalar yapabiliyorlar. Hadis âlimleriyse bu insanî durumu görmezden gelmiyorlar. Râvilerini bu yönleriyle de sık sık sınıyorlar. Yani bir kişiden ne duysalar alıp sonrasında onu kendi haline bırakmıyorlar. Ara ara tekrar ziyaret edip daha önce rivayet ettiği hadisleri tekrar rivayet etmesini istiyorlar. Bazen de başkasından duymuş gibi yaparak kendisine haber veriyorlar. Eğer râvi bu hadisleri hatırlayamaz yahut tekrar aktarırken hata yaparsa âlimler onun isminin yanına durumunu anlatır notlar düşüyorlar. Ve bu notları birbirlerine haber vererek yayıyorlar: "(...) tarihe kadar hafızası kuvvetliydi. Fakat bir kaza geçirdi. Ondan sonra rivayet ettiği hadislere güven olmaz..." kabilinden bir güvenlik önlemi alıyorlar. Böylece rivayet ilminin istikametini de layıkınca korumuş bulunuyorlar. Elhamdülillah. Allah herbirine amellerinin ecrini kat kat versin. Âmin. Âmin.

Hafızanın 'yaşanan acı hâdiselerle veya 'büyük korkularla' veyahut 'zorlu süreçlerle' zarar görebildiğine dair yakın tarihimizden de bazı misaller biliyorum. Örneğin: İmam Zahid el-Kevserî Hazretlerinin bir deniz yolculuğu sırasında boğulma tehlikesi geçirdiğini, bu dehşetli tecrübenin ardından "Unutmak nedir bilmiyorum!" dediği hafızasına nisyan arız olmaya başladığını, hayatıyla ilgili eserlerden okuyoruz. Ve Bediüzzaman Hazretlerinin de aynı derecede meşhur belleği hakkında şöyle ifadeler kullandığını biliyoruz: "Hem kuvve-i hafızam musibetler neticesi olarak sönmüştü." 

Psikiyatri uzmanları depresyon dönemlerinde de unutkanlığın arttığını söylüyorlar. Hatta buna 'yalancı bunama' adını veriyorlar. Bense kendimce şöyle bir ilgi kuruyorum: İnsanın unutmak istediklerinin sayısı arttıkça hafızası da zayıflıyor. Arzusu dua yerine geçiyor. Sanki kalbinin bir köşesinden kendine şöyle vird u telkinde bulunuyor: "Unut! Unut! Unut!" Depresyon dönemleri de işte biraz böylesi dönemlerdir. Depresyon geçirenler gündelik yaşamlarında kaldıramadıkları her ne varsa bunları dışarılarında bırakmaya çalışırlar. Etkisizleştirmeye gayret ederler. Bu 'dışarıda bırakma'nın yollarından birisi de unutmaktır. Unutmak bir korunma yoludur. Tecrübeyi bir tür gafletle örterek sessizleştirir. Büyük şoklar yaşayan insanlar da bazen olanları hatırlamazlar. Mürşidim yine bu sadedde bizlere der: "Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir. Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir. Müterâkim olmuş âlâmı unutturur." 

Yine Bediüzzaman Hazretlerinin 'ahirzamanda artan unutkanlık' ile 'harama nazar' arasında (İmam Şafiî rahmetullahi aleyhten nakille) kurduğu bir bağ vardır. Hatta mevzuyu götürüp ahirzamanla ilgili bir hadis-i şerifin ihbar-ı gaybîsiyle de ilişkilendirir. Devamını yerinden okuyalım: "İşte, bu umumî hastalığın tezayüdüyle, hadis-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor: 'Âhir zamanda, hafızların göğsünden Kur'ân nez'ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.' Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur'ân'a bu sû-i nazarla bazılarda set çekilecek, o hadisin tevilini gösterecek." 

Arkadaşım, ben, yukarıda söylediğime benzer bir okumayı burada da yaparım: "Harama nazar etmek de insanda unutmak istediği şeyleri çoğaltır!" derim. Dediğime de şunu eklerim: İnsanın baktığı her güzelliğe karşı içinde 'sahip olma' isteği uyanır. Ancak bu sahiplik elbette hep mümkün değildir. İmkânsızlığın ateşinden bir kıskançlık, hased ve garet dumanı tüter. O şey artık bir yoksunluktur. Bir küçük isyandır. Bir haksızlıktır. Ve insan bunları biriktirerek yaşamak istemez. Fakirliğini çoğaltarak yürümek istemez. Ya ne yapar peki? Unutur. Yahut da unutmayı diler. İster. Arzular. Bunu kendisi farketmese de içine söyler. Tıpkı şok yaşayanların olayın hemen ardından bu unutkanlığa muvaffak olabildikleri gibi o da gıdım gıdım sarsıntılarla bu muvaffakiyet emelini Sahib-i Hakiki'sine bildirir. Cenab-ı Hak da hikmetine binaen bazen tekerrür eden bu duayı kabul eder. Sahibini unutkanlaştırır. Belki depresyonun kaynağı da böylesi bir dua birikimidir. Yani 'müterâkim olmuş âlâm'la ilgilidir.

Buradan da şu ayetin semasına bir merdiven dayayalım istiyorum: Haşir sûresinde kısa bir mealiyle buyruluyor ki: "O kimseler gibi olmayın ki, onlar Allah'ı unutunca, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur. Onlar hep yoldan çıkmış kimselerdir." Ben bu mananın da yukarıdaki konuştuklarımızla alakalı olduğunu düşünmekteyim. Hatırlayalım: Bediüzzaman nisyanın nimet olduğu yer hakkında ne demişti: "Ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir." Sözgelimi: Bir insan ahlaksızlığıyla 'sahip olamadığı şahitlikleri' çoğaltıyorsa, Cenab-ı Hakkın bu insana unutkanlık vermesi, bir yönüyle nimet değil midir? (Allahu'l-a'lem.) Yahut da en azından bu çoğaltımın sonucunda gönlünde biriken sıklet Allah'tan kendisine bir unutkanlık gelmesi için ettiği dua değil midir? Çünkü bu yük ancak unutkanlıkla hafifler. Müterakim olmuş elemler ancak unutularak azaltılır. Gâfil unutkanlığı diler. Fakat biz de unutmayalım ki: Bu nisyan ancak bir devekuşu saadeti sağlar. Evet. Başını sokacak kum kalmadığında gaflet de biter. Sarhoş ayılır. Bu açıdan mezkûr ayetin cümle uykuların açılacağı, gafillerin ayılacağı, kumların dağıtılacağı 'haşir'le müsemma sûrede geçmesi ne kadar düşünülesidir!

Tevbenin gafletten farkı da burada bize gözkırpıyor. Tevbe hafızayı gerekli kılar. Günahını hatırlayan insan tevbeye yatkınlaşır. Pişmanlık hafızasız olamaz. Üstelik bu hatırlamanın mesaisi bir de Allah'la ilgili olmalıdır. Onun marifeti, isimleri, sıfatları, şuunatı akılda-kalpte diri tutulmalıdır. Bu diri tutma sağlanırsa ardından tevbe gelir. Yani, yine ayetin semasına uzanırsak, Allah'ı unutmayanın kendisini unutmaya ihtiyacı kalmaz. Hayatındaki hâdiseleri Onun kemaliyle, kemaldeki isimleriyle, marifetiyle bağlayacağı için koyulması gereken yere bırakacaktır. Ahirete inandığı için, mesela, sevdiklerinin kaybıyla büyük şoklar yaşamayacaktır. Unutuşa ihtiyacı azalacaktır. Hadisin ifadesiyle: Allah'ın ahlakıyla ahlaklanılacaktır. Böylece ahlaksızlığın muhtaç olduğu nisyana gerek kalmayacaktır. 

Şunun da altını çizerek bitirelim: Burada Allah'ın ahlakıyla kastedilen yaratışta gözettiği nizamdır, rahmettir, hikmettir. İnsan, Zülcelali ve'l-İkram'ın yaratışta gözettiği güzelliği kavrarsa, zaten makam-ı huzurda 'huzur'u yaşar. Herşeye doğru anlamları verir. Boşluğun eleminden kurtulur. Böylesi bir makamda unutulması gereken birşey kalmaz ki, âdem, kendisini unutmaya versin! Yine de, arkadaşım, âdemiyetin her şubesi hepimizin zaman zaman uğradığı yerlerdir. İmtihansız kulluk olmaz. O Rahman u Rahim'den bize her imtihanında huzurundan bahşetmesini, gafletinin yalnızlığından uzakta tutmasını, marifetinin ahlakıyla donatmasını dileriz, isteriz, dileniriz. Âmin. Âmin. Âmin.

4 Kasım 2018 Pazar

Sıla dövülünce Ahmed'in kıymetini anlamak...

Fatma Barbarosoğlu Hoca'nın bir kitapta anlatmaya çalıştığını bir yazıda anlatmak mümkün değil amma yine de 'zaman' ve 'makam' gereği dokunacağım "İmaj ve Takva" meselesine. Hem kendimce 'İkisini birbirinden nasıl ayırıyorum?' cevaplamaya çalışacağım. Bunu yaparken de evveliyetle mürşidimin kapısını çalacağım. Zira o Ahmed aleyhissalatuvesselamın nübüvvetinin delillerinden birisini izah sadedinde diyor ki:

"Enbiyadan sonra en muhterem ve yüksek taife ve ümmî ve bedevî oldukları halde az bir zamanda nur-u Muhammedî (a.s.m.) ile şarktan garba kadar âdilâne idare edip, cihangir devletleri mağlûp ederek müterakki, fenli, medenî, siyasî milletlere üstad, muallim, diplomat, hâkim-i âdil olarak o asrı bir asr-ı saadet hükmüne getiren sahabeler, Muhammed'in (a.s.m.) her halini tetkik ve taharrîden sonra gözleriyle gördükleri çok mu'cizatın kuvvetiyle eski düşmanlıklarını ve ecdatlarının mesleklerini ve çokları (Halid ibni Velid ve İkrime ibni Ebu Cehil gibi) pederlerinin taraftarlıklarını, kavim ve kabilelerini tamamıyla bırakıp bütün ruh u canlarıyla, gayet fedakârâne bir surette İslâmiyete girerek aynelyakîn derecesinde Muhammed'in (a.s.m.) sadıkıyetine, risaletine imanları, sarsılmaz, küllî bir şehadettir."

Yani onun peygamberliğinin delillerinden birisi de sahabilerinin kendisini gönülden tasdikleridir. Hayatlarının geri kalanında dehaları, faziletleri, kabiliyetleri, gayretleri, dikkatleri, tetkikleri, doğrulukları ve sair güzel meziyetleriyle dünyaya parmak ısırtmış o güzel insanların nübüvvetini doğrulamalarıdır. Böyle bir topluluğun, birçoğu evvelen kendisine kaskatı düşman iken, tüm dünyayı uğrunda karşılarına alabilecek kadar ona bağlanmaları ahlakında gördükleri güzelliklerin neticesidir. Hatta Ebu Süfyan (r.a.) misali birçoğu, daha küfürde iken dahi, onun güzel ahlakının şahitliğinde bulunmuşlardır. İşte, bu güzellik, takvası ismet derecesine varan Ahmed aleyhissalatuvesselamın 'pek büyük ahlakı' üzerinden bize bir ders verir.

Peki nedir o ders? O ders bence 'takva'nın 'imaj'dan ayrıldığı yerdir. Takva 'içten dışa doğru' yansımaları okunan birşeydir. Yani en yakınların en çok görürler. Tıpkı, bir güneşin etrafında yörüngelenmiş gezegenler gibi, en yakındakilerin ışıktan istifadesi en yüksek düzeydedir. Fakat imajda düzen bunun tam tersi olarak işler. İmaj 'dıştan içe yansımalar' üzerinden okunur. En uzaktakiler en çok yanılırlar. Yaklaşıldıkça gördüklerinin sahteliğini anlarlar. Bu da tıpkı Ebu Cehil karpuzunu kesip yemek gibidir. Gerçi ben hiç yemedim. Ama anlatılanlara bakılırsa, dışarıdan leziz bir karpuza benzetilen bu şeyin içi, insanın dilini damağını mahvedecek kertededir.

Biraz da bu nedenle, ben, 'onunla beraber olanların' tarif edildiği Fetih sûresinin 25. ayetini mühim hakikatlere temas eder bir metin olarak görürüm. Peki ne buyrulur orada? Kısacık bir mealiyle nakledelim:

"Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir."

Bakınız şuradaki tahlil 'imaj' ve 'takva' ayrımımıza ne kadar uyuyor: "Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler." Yani onların güzellikleri içlerine yaklaştıkça daha çok tezahür eder. Dışlarında kalanlar ise çetin yüzleriyle karşılaşırlar. (Demek ki Tevrat, onlar hakkında yanılmamamız için, böyle öğüt verir.) İmajda bu nasıl olur peki? Kanaatimce imajda durum bunun tam tersidir. İmaj, dışarıdakilere karşı merhametli olmayı, içerideyse çetin yüzünü göstermeyi iktiza eder.

Çoğu ünlünün bir şekilde yanına-yamacına yaklaşmış olanlar şu durumun birçok tezahürüne şahitlik ederler. İstisnalar elbette vardır. Fakat genelde uğranılan bir inkisar-ı hayaldir. Dışarıdan bakarak hayranı olduğu insanlara yaklaşanların daha sonraları nefretle o kişiyi andıkları çok olmuştur. Ben de bunu yaşayanlardanım. Belki, kimbilir, aynı zamanda yaşatanlardanım.

İşte Ahmet Kural'ın Sıla'yla yaşadıkları üzerinden kendime böyle bir ders de çıkarıyorum ben: Uzaktan okuduğun şeylere güvenme. Bunlar imaj olabilirler. Yaklaştıklarının şahitliğine sahip çık. Çünkü bu okumalar takvaya daha yakındır.

İnsan, yakınlarında kendi kalmak üzere, uzaklarına başkasıymış gibi davranabilir. Bölgesinde aslını sergilemek üzere yabancı diyarlarda rol kesebilir. Olmadığı şeyler gibi görünebilir. Bunlar 'geçici' katlanışlardır. Televizyonda bu vardır. Tiyatroda bu vardır. Sinemada bu vardır. Hatta konferanslarda-seminerlerde-kitaplarda dahi bu vardır. Fakat en çok yaşadığı alanlarda, en çok varolduğu şekillerde, en çok ortada olduğu yerlerde bir başkası olamaz.

Her an bunu başaramaz. Orada gerçek yüzü ortaya dökülür. Orada onun 'aslında ne olduğunu' söyleyecek lekeler bulunur. Orada onun özündeki yaralar sık sık kanar. Takvayı da böyle yerlerden görüyüp tanımak lazım. İnsanları burasından tanıyıp hayranı olmak lazım. Arkadaşım, ben diyorum ki şimdi, ancak ashabı olduktan sonra kemale inanmak lazım. Sohbet arkadaşı kadar yaklaşmadan şahit olduğun şeylerin, ne kadarı takvadır, ne kadar imajdır, ayıramazsın. Uzaklar hem gözü hem kalbi kandırır. Zaman ahirzamandır, cennet görünümlü cehennemler, cehennem görünümlü cennetler vardır.

12 Eylül 2017 Salı

Kertenkelenizi bir vuruşta öldürmekten korkmayın

Okuyanları bilirler. Bediüzzaman ve talebeleri hapse girdikten sonra, onlarla tanışıp Risale-i Nur'u ders alan mahkûmlardan, evvelen kendi ailesinden birisini öldürmüş olanlar bile, tahtakurusunu öldürmeye çekinir hale gelmişlerdir. (Tevhide imanın tetiklediği mübarek bir şefkattir bu.) Hatta, bu böceklerin verdikleri rahatsızlık ziyadeleşince, Bediüzzaman'a "Bunları öldürmemiz caiz mi?" diye sorduranlar olmuştur. Bu husus, gerek mahkeme müdafaalarında, gerek talebelerin hatıralarında defalarca nakledilir. İmanın (özelde ise Risale-i Nur'un) insanda yaptığı olumlu değişime karine gösterilir:

"Bunun bir nümunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç-dört ay zarfında iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarâne bir salâh-ı hal aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu."

Bu değişim büyük bir enteresanlık. Kütüb-i Sitte okumalarım esnasında ben de enteresan şeylerle karşılaşıyorum. Özellikle 'enteresan sorular'la. Aslında soruların kendisi enteresan değil. Benim ukâlâ bakışaçım yüzünden enteresan oluyorlar. Ne de olsa ahirzaman çocuğuyum. Hak mezhep ulemasının herşeyi tam bir vukufiyetle tesbit edip sistemleştirdiği, helalleri-haramları madde madde toparlayıp sunduğu, amelleri neyin bozup neyin zarar vermediğini hazır bir liste şeklinde önüme koyduğu bir devrin müslümanıyım ben. Hazırcılığın perdeli kibrine sahibim.

Bu nedenle, dinin daha yeni tesis edildiği bir dönemde, herhangi birşeyi yedikten sonra bile 'Abdest almam gerekiyor mu?' diye soran bir sahabeyi anlayamıyorum. Yemenin abdesti bozmadığını çoktandır biliyorum çünkü. Fakat unutuyorum. Ben bunu kimin sayesinde biliyorum? Ben bunu, işte, o mübarek ve muazzez insanların bu temkinleri sayesinde biliyorum. Yoksa, onlar bu soruları sorup cevaplarını almasalardı, ben bu cevapları nereden bulacaktım?

Zaten sünnet-i seniyyeyi ve sahabeyi bizim için vazgeçilmez kılan da budur: Ancak vahiyle bilinebilecek şeylerin bilgisini o ilk neslin soruları ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın cevapları sayesinde öğreniriz biz. Sahabe bu noktada alternatifsizdir. Rehberliği kaçınılmazdır. Onların rehberliğine başvurulmadan İslam'ın mesajının aslında ne olduğu anlaşılamaz.

Bize en çok "Yahu bu da sorulur mu?" gibi gelen şey, zaten vaktiyle sorulduğu ve cevabı bilinir hale geldiği için, bize öyle geliyordur. O suallerin izahı asırlar önce alınmış, zaptı yapılmış, fakihlerce metinlerde bize aktarılmıştır. İlk nesillerin bu çalışması olmasa dine dair herşey havada kalır. Elimizi-ayağımızı nereye koyacağımızı bilemeyiz. Ufacık meseleleri bile aramızda tartışadururuz. Üstelik hiçbir sonuca da varamayız.

Geçenlerde, Esad Coşan Hocaefendi merhumun yıllar boyu İskender Paşa Camii'nde verdiği Ramuzü'l-Ehadis derslerinden birisini dinliyordum. Sanıyorum tarihi 1994'tü. O haftanın hadis okuması sırasında Esad Coşan Hocaefendi, meşhur (meşhurluğu bugünlerde çokça tartışmaya konu edilmesinden) 'kerkentele hadisini' de okudu ve izah etti. Doğrusu, üzerine 'modernistler tarafından çokça gürültü koparılan' bir hadisin, bu kadar güzelce izahını işitince hakkında yazmaktan kendimi alıkoyamadım.

Anladığımca nakledeceğim. Esad Coşan Hocaefendi diyordu ki o derste: "Sahabenin soruları olmasa, biz, neyin-nerede-ne sınırlar içinde yapılacağını veya yapılamayacağını bilemezdik. Mescid-i Haram'da kan dökmek yasak mı? Yasak. Peki ya çok tehlikeli bir canlı ile karşılaşırsak? O zaman da mı yasak? Hayır. O zaman değil.

İşte bu hadis onu da bize haber veriyor. Burada bahsedilen kertenkele türü o civarda yaşayan zehri kuvvetli bir kertenkeledir. (Ebubekir Sifil Hoca da aynı soruya yanıt verdiği bir videoda Mütercim Âsım Efendi'nin bu hadisteki 'el-vezağa' ifadesini 'ağulu keler' olarak çevirdiğini nakleder.) Bütün kertenkeleler için bu hüküm geçerli değildir. 'Bu tür kertenkele ile Mescid-i Haram sınırları içinde bile karşılaşsanız onu öldürebilirsiniz' diye izin vermiş Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Bu hadis o izni ve teşviki anlatıyor bize. Yoksa, bir arkadaşımın da başına geldiği gibi, kötü şeyler başınıza gelebilir."

Sonra arkadaşının başına umrede gelen hadiseyi anlatıyor. Yakınındaki bir taşın altından akrep çıkınca arkadaşı tereddüt etmiş. "Burası Mescid-i Haram. Burada kan dökmek olur mu? Dokunmayayım!" demiş. Fakat akrep nasıl yapmışsa birden ayağına hamle yapıp sokuvermiş. Sokmasıyla bayılıp hastaneye kaldırılması bir olmuş arkadaşının. Böyle şeyler yaşamamak için, zararlı canlılarla karşılaşılırsa, can tehlikeye girerse, "Onları Mescid-i Haram sınırında dahi olsa öldürebilirsiniz!" sırrının bizlere böyle hadislerle ders verildiğine dikkat çekiyor Esad Coşan Hocaefendi merhum. Çünkü, İslam'ın kalplerini ihtizaza getirişiyle, mü'minlerde Allah'ın yarattığı mahluka zarar vermeme konusunda oluşan bir temkin var. O temkinin/şefkatin ifrata kaçıp hayatları tehlikeye sokmaması için bu uyarı yapılmış.

Mürşidim de bir yerde der: "Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli'l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir." Bugün biz şer'î pekçok hususta bu maraz-ı ruhî ve sakam-ı kalbî ile muhatap oluyoruz. Şefkatlerini Allah'ın sonsuz rahmeti ile yarattığı düzenden öteye taşabileceğini düşünen hastalıklı insanlar kurban ibadetini dahi sorgulayabileceklerini sanıyorlar. Hatta onların bir kısmı da işi ileri götürüp mezkûr 'kertenkele hadisi' üzerinden bütün hadis-i şeriflere bir şüphe iliştirmeye çalışıyorlar.

Öncelikle yaptıkları şu: Hadis-i şerifi 'anlayabilecekleri en yanlış şekilde' anlıyorlar. Hiçbir ilmî kaynakta 'Yakaladığınız her kertenkeleyi öldürün' diye bir hüküm olmadığı halde, sanki şimdiye kadar bu hadis hep böyle anlaşılmış ve uygulanmış gibi bir tavır takınıyorlar. Bu önkabulle birlikte safsata başlıyor. Şefkate, yine muazzez olan insanın canını hıfz için çekilen bir sınırı, kontrolsüz bir şiddetin kaynağı gibi gösteriyorlar.

Bu hususta Bediüzzaman ile talebesi Molla Hamid ağabey arasında geçen bir hâdise mezkûr meseleye ne kadar da ibretli bir delil oluşturuyor: Malumdur. Molla Hamid ağabeyin, beraberce yaptıkları gezinti sırasında, bir kertenkeleyi öldürmesi üzerine Bediüzzaman hiddetleniyor. Sorduğu ilk soru ise Esad Coşan Hocaefendi'nin izahlarını doğrular nitelikte: "O hayvan sana taarruz etti mi?"

Burada durup 'duruşumuzu' hatırlayalım: Biz önümüze gelen her koyunu öldürür müyüz? Öldürmeyiz. Ama kurbanda Allah'ın emriyle ve ismiyle, sair vakitlerde de ismiyle ve izniyle kesebiliriz. Önümüze gelen her hayvanı kin ile avlar mıyız? Avlamayız. Ama yine onun izniyle ve ismiyle helal kıldıklarını rızkımız için avlayabiliriz. Önümüze gelen her kâfirle cihad eder miyiz? Etmeyiz. Ama harp zamanı, şer'î hukuk çerçevesinde, Rabbimizin emriyle ve ismiyle karşımızdakinin sayısından korkmadan cihad ederiz. Bizde herşeyin bir fıkhı, bir çerçevesi, bir itidal sınırı vardır. Kontrolsüz olamayız.

Mü'minler olarak şunu asla ve asla unutmayız: İslam hiçbir histe garkoluş değildir. O dengedir. Şefkatinde garkolanların ise elbette Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamdan sınır öğrenmelerinden başka kurtuluşları yoktur. Onun beşere getirdiği istikamet tüm garkoluşların üstündedir çünkü. En güzel örnek onun itidalidir. "İbadette ifrata kaçan üç sahabeyi kendi ahlakını misal vererek düzelttiği o meşhur hadisede olduğu gibi, böyle hadislerle de, yine şefkatte ifrata düşmüş sahabeye bir itidal çağrısında bulunmuş olabilir!" deriz. Böylesi konularda çıkmaza düşenleri, değil kırda rastgeldikleri masumcukları, kafalarında onları zehirleyen modern ifrat kertenkelelerini, hiç çekinmeden, hem de mübarek bir tek vuruşta, öldürmeye çağırıyoruz. Zira onlara şefkat dinden değildir.

28 Ağustos 2017 Pazartesi

Yüzleşmekten korktuğumuz gerçek: Tesettürsüzlükten enseste giden yol

"Siz, Allah'ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım! Şimdi biliyorsanız (söyleyin) iki gruptan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?" (En'am sûresi 81)

Mürşidimden aldığım en güzel derslerden birisidir: Hayır vücudî (varlıksal) şer ise ademîdir (yokluksaldır). Bu yokluksallığı 'eylemsizlik' olarak anlamak yanlış olur. Zira şerrin eylemleri de yokluğa bakar. Bir sarayı yapmak da bir eylemdir yıkmak da. Yani her iki durumda da birşeyler eylenmiş olur. Fakat hayrın eylediklerinin aksine şerrin eylemliliği nesneleri yokluğa doğru götürür. Eskisinden daha zayıf bir varlık mertebesine sürükler. Bu nedenle günah, nasıl bir eylem zincirine bakarsa baksın, ademîdir, şerdir, kötüdür. Sevap da, nasıl bir eylemsizlik zincirine takılırsa takılsın, vücudîdir, hayırdır, iyidir.

Misalen: 'Zulme karşı sessiz kalmak' eylemsizlik gibi görünen bir şerken 'öfkeyi yutmak' da eylemsizlik gibi görünen bir hayırdır. 'Masumları bombalamak' eylemli bir şerken 'meşru dairede cihad etmek' eylemli bir hayırdır. Burada 'varlıksal' ve 'yokluksal' olanın tayininde eylemlilik/eylemsizlik durumunun sebep olabileceği ilüzyonu fiilin 'hayra' veya 'şerre' bakan yüzü ortadan kaldırır.

"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."

Fakat bazen bu tarz okumalar da yeterli olmaz 'iyi' ve 'kötü' olanın tayini için. Çünkü varlıkta sûret ve mahiyet her zaman birbirinden doğru şekilde haber vermez. Bir sırr-ı imtihandır bu. Dost görünümlü düşmanlar ve düşman görünümlü dostlar da yaratılmıştır. Bazı eylemlerimiz sûreten bize ademî gibi gözükürken aslında mahiyetleri vücudîdir. Ve yine bazı eylemlerimiz sûreten bize vücudî gibi görünürken aslında mahiyetleri ademîdir.

Örneğin: Zekat, verdiğinizde malınızı azaltacak bir 'yokluksallık' gibi dururken, aksine, verdiğinizde malınızı bereketlendirir/arttırır. Faiz, aldığınızda malınızı arttıracak bir 'varlıksallık' gibi dururken, aksine, aldıkça malınızın bereketi kaçar/azalır. İşte tam da bu noktada şeriat devreye girer. Vahyin varlığı ile insan bu sûreten 'öyle görünen böylelerin' ve 'böyle görünen öylelerin' engelini aşar. Faizi, kumarı, içkiyi, zinayı, tesettürsüzlüğü (ucunda görünen bütün varlıksallığa rağmen) haram; zekatı, sadakayı, evliliği, tesettürü ise (ucunda görünen bütün yokluksallığa rağmen) helal ve hatta fazilet olarak bilir.

Bedel eğer varlıksallık için ödeniyorsa bedel değildir. Bediüzzaman bize bunun bir örneğini faiz-zekat denkleminde anlatır. Toplumları allak-bullak eden emek-sermaye mücadelesinin devasının faizin yasaklanıp zekatın emredilmesiyle mümkün olabileceğini söyler. Hakikaten de dünya tarihinde büyük karmaşalara, kaoslara, sosyolojik cinnetlere sebep olmuş bir dönemin İslam coğrafyasında benzeri ölçüde sarsıntılara sebep olmaması ancak böyle açıklanabilir. Dindar zenginler faiz almamakla ve zekat vermekle zahiren mallarından olmuşlardır, ancak sosyolojik anlamda bakıldığında, bütün bir toplum hayatı sınıf çatışmalarının tehditinden kurtulmuştur.

"Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler, muvazeneleriyle rahatla yaşarlar. O muvazenenin esası ise, havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir. (...) şu asırda sa'y, sermaye ile mübareze neticesi, herkesçe malûm olan Avrupa hâdisât-ı azîmesi meydana geldi. İşte, medeniyet, bütün cem'iyât-ı hayriye ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şedit inzibat ve nizâmâtıyla beşerin o iki tabakasını musalâha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müthiş yarasını tedavi edememiştir. Kur'ân, birinci kelimeyi, esasından 'vücub-u zekât' ile kal' eder, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını 'hurmet-i ribâ' ile kal' edip tedavi eder. Evet, âyet-i Kur'âniye âlem kapısında durup ribâya 'Yasaktır' der. 'Kavga kapısını kapamak için banka (ribâ) kapısını kapayınız' diyerek insanlara ferman eder, şakirtlerine 'Girmeyiniz' emreder."

Ben şimdilerde böyle birşeyi 'tesettür' için de konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Biz tesettürü nasıl biliyoruz? Allah'ın rızası için, erkek veya kadın, sınırları farklı ölçüde de olsa itaat ettiğimiz bir emir. Ödediğimiz bir bedel(!) Evet, bu yönü var, fakat tesettür sadece bu mu? Yani insanlık için anlamı yalnızca bundan ibaret mi? Sadece bu kadar değil bence. Tıpkı zekatta ve faizde olduğu gibi, ancak büyük resme bakınca görünen, başka nedenleri de var. Uyulmadığında ödenen bedelleri ve katlanılan sonuçları da var.

Bediüzzaman'ın Tesettür Risalesi boyunca nazarımıza verdiği birşey çok önemli: Tesettür, sadece emir değildir, aynı zamanda fıtrîdir. İnsanın mahiyeti, yapısı, yaratılışı, kimyası, artık ne derseniz deyin, tesettür diye birşeyin İslamî sınırları çerçevesinde varolmasını arzu eder. Bazı modern bireyler bunun aksini düşünüyor olsa da uzun vadede maruz kaldığımız yokluksallıklar bu hakikati ortaya koymada ikna edicidir. Nasıl? O eserde beyan edilen birçok hikmetten nazarımızı çevirip, son günlerde çokça konuştuğumuz konulara bakmamızın yerinde olacağını düşünüyorum. Mesela: Ensest ve pedofili meselelerine...

İşte, mürşidim, mezkûr eserinin bir yerinde diyor ki:

"İnsan, hemşire misilli mahremlerine karşı fıtraten şehvânî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle, nefsî, şehvânî temâyülâtı kırar. Fakat bacaklar gibi şer'an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!"

Bir kadının veya erkeğin bazı yerleri, gösterdiği alamet-i farikalarla (ayırıcı nüanslarla) onun hakkında şehvet türünden hisler beslememizi engeller. (Yüzleri böyledir.) Çünkü doğrudan 'o kişinin hakkında öyle şeyler duyulmayacak birisi olduğunu' hatırlatır. Fakat vücudunun öyle bölümleri de vardır ki, oralarına nazarınız tesettürsüzlükle değdiği zaman, aynı uyarıyı yapmaz nefsinize. Bu nedenle 'hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür.' Mürşidim meseleyi burada bırakmıyor. Sözlerini sarsıcı bir şekilde bağlıyor: "Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!"

Modern zamanlarda, ağzımıza almaktan bile teberri ettiğimiz, 'pedofili' gibi 'ensest' gibi sapkınlıkları neden bu kadar sık duyuyoruz? (Hatta Batı'da böyle şeylerin 'hak' olduğunu dilegetiren manyaklar bile var.) Bu soruyu dürüstçe cevaplayabilmek için yüzümüzü tesettüre kadar dönmemiz gerek.

Mayolarıyla bir teknede yolculuk eden amca ve yeğen, elbette, Bediüzzaman'ın hakkında şiddetle endişe ettiği o şeyi yaşıyorlar. Birbirlerinin görmemeleri gereken (aralarındaki akraba hukukunu hatırlatmayan) yerlerini de görüyorlar. Tesettürsüzlüğün böylesine revaçta olduğu bir dönemde, tekrar tekrar tetiklenen süflî arzuların, bir kısım insanlarda böyle arızalarla patlak vermesi tuhaf mı?

Eğer ensest ve pedofili vakıalarından rahatsızlığımız hakikatse, ki ben hakikat olduğuna inanıyorum, işin başında şu tetiklemeyi önlemeye de çalışmamız gerekmez mi? En azından, elimizi vicdanımıza koyup, "Yahu İslam'da böyle birşey var. Böyle şeyleri engelleyici bir tedbir gibi duruyor. Bunu da bir konuşalım!" demek iktiza etmez mi? Fakat şimdi bunu söyleyen dindar birisi olduğu için, bazılarımızın da dindarlara alerjisi olduğu için, muhtemelen ya linç edilecek yahut da yazısı görmezden gelinecek. Biz yine de hakkı söylemekten teberri etmeyelim. Kulakları yaratacak olan Allah'tır.

30 Haziran 2017 Cuma

Neden kötü şeyler hep iyilerin başına geliyor?

"(Musa:) Rabbim, gerçekten kendimden ve kardeşimden başkasına malik olamıyorum. Öyleyse bizimle fasıklar topluluğunun arasını Sen ayır, dedi. (Allah) Dedi: Artık orası kendilerine kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yeryüzünde şaşkınca dönüp duracaklar. Sen de o fasıklar topluluğuna üzülme.” (Maide sûresi, 25-26)

Bediüzzaman'ın özellikle Lemeat'ta 'musibetler' ile 'ibadetler' arasında kurduğu bağlantı bana şöyle (bence ilginç) birşeyi düşündürdü: Musibetlerin, özellikle umumî/genel musibetlerin, yaratılış hikmetlerinden birisi de toplumun alışkanlıklarının değişmesi. Ne demek bu? Biraz şu demek: Bir toplumda İslamî (dolayısıyla insanî) emir veya yasaklardan genel bir sapma olduğu zaman bunun salt bir nasihat ile, yani "emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker ile" düzeltilmesi çok zor oluyor. Ancak ihsan-ı ilâhî türünden özel akrebî dokunuşlarla bu sağlanabiliyor. (Mümkün lakin sık yaşanan bir durum değil.) Fakat genelde kavimler/topluluklar bu derece alıştıkları bir kem ahlaktan vazgeçmekte zorlanıyorlar. Direniyorlar. Ayak sürüyorlar. Çünkü ona 'kötü' bile demiyorlar. Kötülüğü delillerle izah edilse dahi inkârı iknadan daha kullanışlı görüyorlar.

Peki bu neden yaşanıyor? Onun cevabını da bencileyin şöyle veriyorum: Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Birşey alışkanlık (ve hatta bağımlılık) noktasına geldiğinde, insan, onun emirlerini fıtratının doğal çağrılarından ayıramaz. Sesler karışır. Direnmek güçleşir. Fıtratın çağrıları zaruriyattır. Emmârdır. (Şiddetle emredicidir.) İnsan (veya başka bir canlı/cansız) onlara uzun süre karşı koyamaz. Zaten üzerlerine (yani onları gerçekleştirmek üzere) yaratılmıştır.

Temelinde/esasında onlar vardır. Dolayısıyla onları hayata geçirmemek 'kendisini inkâr etmek' veya 'kendisine karşı koymak' gibi rahatsız eder. Yanlış anlaşılmasın. Bu ömürde bir veya birkaç kere yaşanan bir mücadele de değildir. Her an yeniden bu mücadele yaşanır. (Su içmeye direndiğinizi düşünelim mesela. Bir veya birkaç kere karşı koymakla geçer mi hiç? İçmedikçe artarak sürer.) Yaratılışına konulmuş bu seslere insan uzunboylu kulaklarını tıkayamaz. Çünkü bu ses, hayatın fon müziği gibi, sürekli mesajını tekrar eder.

İşte, biz, bu sesleri bazen alışkanlıklarımızın sesleri ile karıştırırız. (Aslında sıklıkla karıştırırız.) Çünkü her ikisi de mesajlarını tekrar eden şeylerdir. Bir insan herhangi birşeye alışkanlık ile tutulduğunda sahte bir fıtrat sahibi olur. Yahut da şöyle demeli: Fıtratına kaçak kat çıkmış olur. Alışkanlığının terki için mücadele edene kadar da onun 'sürekli kendisini tekrar eden' mesajlarından kurtulamaz. Alışkanlık ile fıtratı da tam bu noktadan ayırabiliriz zaten:

Alışkanlık, kendisine karşı ciddiyetle mücadele verildiğinde seslenmeyi bırakır, sahteliğini kabul eder, geçer. Fakat fıtrat, kendisine karşı ne kadar mücadele verilirse verilsin, sesini kısmaz. Sesini kısma çabaları farklı noktalarda arızalarla yapılanın yanlışlığını ortaya koyar. Örneklendirmeye çalışalım: Bir insan tedavi görerek bonzai kullanmayı bıraksa bundan elbette ferahlık duyar. Ancak su içmeyi bıraksa bundan alacağı bir ferah yoktur. Sonu ölümdür.

Tasavvuf ve tarikat mabeyninde sıklıkla istimal edilen 'nefs-i emmâre' veya 'nefis terbiyesi' veya 'nefsin bendini kırma' gibi tabirler bu şekilde düşünülürse daha kolay anlaşılır. Nefis fıtratın çağrılarını/ihtiyaçlarını bize iletmek, hatta bir açıdan 'bizi onları tatmin etmeye mecbur etmek' için içimize konulmuştur. Onlardaki ihmaller hayatımızı kötü etkileyeceğinden nefis gibi hayata sıkı tutunan birşeyle oyunda kalmaya zorlanırız. (İntihar oranlarını düşüren şeylerden birisinin de nefis olduğunu düşünürüm ben.)

Ancak nefis bazen (hatta çoğu zaman) mesajları karıştırır. İçeriden gelen sesler ile dışarıdan gelen dayatmaları ayıramaz. Bir insanın sürekli yapmakla kendini alıştırdığı şeyleri de fıtrattan saymaya başlar. (Yapılmadığı zamanları unutur çünkü.) Onların da (velev şer, haram, günah olsun) gerçekleştirilmesi için bizi baskılar. Sıkıştırır. Zorlar. İşte nefsin bu hali nefs-i emmâredir. Kötülüğü de emredecek kadar güçlüdür. Tasavvuf (veya daha genel manada İslam diyelim) nefsi terbiye ederek ona 'zaruri' ile 'zaruri olmayan'ı ayırmayı öğretir. Nefisle ilgili mesailerin arkasında yatan en önemli argüman, bana göre, budur. Nefis fıtrat ile kem alışkanlıkların seslerini birbirinden ayırsın diye eğitilir.

Tekrar baştaki meseleye dönersek: İşte, kitlesel anlamda bozulmaların yaşandığı, zaruri ile zaruri olmayanın ayrılmakta zorlandığı zamanlarda umumi musibetler bizi fıtrat noktasında, tabir-i caizse, 'reset'lerler. Fabrika ayarlarımıza döndürürler. Bağımlılığımızı zaruriyattan saydığımız şeylere karşı bizi soğuturlar. Bireysel anlamda da genel anlamda da musibetlerin böyle bir hikmeti de vardır. Özellikle umumi musibetler toplumsal ahlakın topyekün değişiminde büyük bir hizmet görürler. Bediüzzaman'ın I. Dünya Savaşı'nda yaşanan mağlubiyete dair Lemeat'taki izahları da bize bu sırrı fısıldar:

"Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu. Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima tâlim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffâreten beş sene cebren oruç tutturdu. Kendi verdiği maldan, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti. O da bizden aldırdı müterâkim zekâtı. Haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Salih amel ikiydi: Biri müsbet ve ihtiyarî; biri menfi, ıztırarî. Bütün âlâm, mesâib, a'mâl-i salihadır; lâkin menfidir, ıztırarî. Hadis teselli verdi."

Bu noktada ben artık diyorum ki: 'Menfî ibadet' dediğimiz şey de zaten 'müsbet ibadetleri' yapacak şekilde ahlakımıza verilen balans ayarlarıdır. Cenab-ı Hak, musibetler vesilesiyle, aksi şekilde davranmayı zaruriyat sanan nefsimize, ahlaksızlığın veya ibadetsizliğin zaruriyat olmadığını öğretir. Cepheden cepheye koşmaya alışmış bir askerin nefsi için, namaz, evinde maç izleyen bir insan için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.) Malını ve mülkünü dünya musibetleriyle harcamaya alışmış birisi için, zekat vermek, sürekli malına mal katan bir insan için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.)

Yaşadığı mahrumiyetlerle aç kalmaya alışmış bir insan için, oruç tutmak, hiç mahrumiyet yaşamamış bir şişgöbek için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.) İşte, biz, tam da bu şekilde, ibadetleri yapabilecek bir nefis ayarına kavuşuruz musibetler sayesinde. Mürşidimin, sadece genel belalar anlamında değil, bireysel musibetler noktasındaki yorumları da bu dersi bize söyler: "Eğer sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır."

Yine bu bakış açısıyla 'musibetlerin neden müslümanlara daha sık geldiğine dair metinler' de kolay anlaşılır olur. Müslümana verilen musibetten murad, arızî zulmünün kesilmesi, yani kem alışkanlığının değişmesidir. Fakat kâfire verilecek olan musibette, böyle bir hayrın ihyasının murad olunabileceği iman temeli mevcut değildir ki, 'ahlak değişiminin' ona bir faydası olsun. Onunki zulüm değil küfür meselesedir. Devam edeceğinden musibete uğramaz.

"Sual: Has dostlarınıza gelen musibetleri, tokat eseri deyip hizmet-i Kur'âniyede füturları cihetinde bir itab telâkki ediyorsun. Halbuki size ve hizmet-i Kur'âniyeye hakikî düşmanlık edenler selâmette kalıyorlar. Neden dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor? Elcevap: 'Zulüm devam etmez, küfür devam eder!' sırrınca, dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir. Düşman ise, hizmet-i Kur'âniyeye zıddiyeti, mümânaati, dalâlet hesabına geçer. Bilerek veya bilmeyerek hizmetimize tecavüzü zındıka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için, onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar."

15 Mayıs 2017 Pazartesi

Unutamadıklarımızla kavga etmeyi bırakmalıyız

"Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir." (Haşir sûresi, 19)

Birşeyin düzenle olmasının şöyle bir faydası da var: O artık bir nebze gaybdan çıkıyor. Eyleyecekleri 'kestirilebilir' oluyor. Böylece ona dair endişelerimiz azalıyor. Bir kanun ile kuşatabildiğimiz herşeye ünsiyet peyda ederiz. Çünkü o artık bizim için 'korkulacak bir bilinmezlik' değildir. Tahmin edilebilir yanları da vardır. Yerçekimini düşünelim mesela. Her attığımızın düşeceğini, hatta nasıl bir hızla düşeceğini, tekrar elimize döndüğünde ne hissettireceğini az-çok kestirebiliyoruz. Bu biliş bizi onunla ilişkiye geçmeye cesaretlendiriyor. Hatta kimi zaman şevklendiriyor. Yabancılarla dolu bir mecliste aşina bir yüzle karşılaşmaya duyduğumuz iştiyak gibi.
Etkilerini/sınırlarını tahmin edebildiğimiz şeylerle ilişkiye geçmek fıtratımızda var. Korunma güdümüzün (kuvve-i gadabiyemizin) öğrenme güdüsüyle (kuvve-i akliye ile) teması tam bu noktada başlıyor. Yani hissediyoruz: Bilmenin korunmakla bir ilgisi var.

Bilmenin korunmakla olduğu kadar faydalanmakla da bir ilgisi var. Menfaatimize olan şeyi bilmek, düzenini öğrenmek, onu elde etmenin önsözüdür. Tohumun bir düzenlilik içerisinde mahsul verecek oluşu ancak onu ekip-biçmeye istekli kılıyor. Hareketlerini kestirebilmemiz, meyve verme ahlakını bilmemiz, ağaçlarla da ilişkimizi arttıran birşey. Hatta şöyle diyebiliriz bu noktada artık:

Bizim birşeye muvaffak olmamız ancak öncesinde sahip olduğu düzenle mümkün. Binlerce yıldır o düzende kaynayan suyun tekrar kaynamasıyla çay demleyebiliyoruz. Binlerce yıldır bıraktığımız şeyin yerinde durmasıyla yere birşey bırakabiliyoruz. Her neye erişiyorsak iyi olan, güzel olan, lazım olan binlerce yıldır öyle olduğu için yine öyle oluyor. Ve daha önce öyle olduğu için biz de öyle yapmaya cesaret edebiliyoruz. Eğer böyle bir düzene sahip olmasaydı, biz onu tanıyamayacak, sevemeyecek ve seçemeyecektik.

İşte, tam da bu pencereden bakarak, mürşidimin, bir anlamı da 'ikram, yardım, ihsan, lütuf, iyilik, bağış...' olan inayeti 'nizam' olarak tarif etmesini anlayabiliyorum:

"Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır. Menfaatlerden, maslahatlardan bahseden bütün âyât-ı Kur'âniye, bu nizam üzerine yürüyor ve bu nizamın tecellîsine mazhardır. Binaenaleyh, bütün mesalihin, fevaidin ve menafiin mercii olan ve kâinata hayat veren bir nizam, elbette ve elbette bir Nâzımın vücuduna delâlet ettiği gibi, o Nâzımın kast ve hikmetine de delâlet etmekle, kör tesadüfün vehimlerini nefyeder."

Alzheimer hastası birisini ele alalım. Çevresiyle ilişki kurması neden güçleşir? Tüm ilişkilerin başlangıç noktası olan 'aşinalığın' yitiminden dolayı öyle değil mi? Evet, biz neyle ilişki kursak, onun bizde varolan geçmişine yaslanırız. Geçmişine yaslanarak geleceğine dair tahminlerde bulunur ve temasımızı buna göre şekillendiririz. Çabuk kızmasına dair yaşanmışlıklarımız olan birisine şaka yapmayız mesela. Çabuk üzüldüğünü bildiğimiz insanların yanında acıyı anmayız. Bütün bunlar hayata/insanlara dair yaptığımız kanun okumalarının sonucudur. Geçmişten geleceğe yaptığımız çıkarımlardır.

Newton, yerçekiminin kanun olduğunu anlarken nasıl bir okuma yapmışsa, biz de, çevremizdeki insanların davranışlarının birer kanuna bağlı çalıştığını böyle okumalarla anlarız. Tek farkımız: Onlara isim vermeyişimiz. "Ayşe'nin gülme kanunu..." veya "Selim'in futbola ilgili konuşmayı sevme kanunu..." gibi birçok kanun var hayatta gözettiğimiz. İsimleri yok. Ama bilişlerimiz var.

Buradan şuraya gelmek istiyorum: Keder olsun, neşe olsun; mutluluk olsun, hüzün olsun; zehir olsun, bal olsun; unutamadıklarımızla kavga etmeyi bırakmalıyız. Hayatta kaybolmamızı engelleyen 'unuttuklarımız' değil 'unutamadıklarımız.' Onlara kızmak yerine, aslında, onlara teşekkür etmeliyiz.

Öyle ya! Bir şekilde bizde iz bırakanlar ancak bizi kaybolmaktan koruyorlar. Daha önce yaşananlarla ilişkimizi sağlıyorlar. Bu şekilde bağlar kurmasaydık hiçbirşeyle, Alzheimer hastaları gibi olurduk, onları ve kendimizi tanımakta zorlanırdık. Fakat şimdi bıraktıkları izlerden onları hatırlayabiliyoruz, tanıyabiliyoruz, geleceğimizi bu izlerden yaptığımız okumalarla şekillendirebiliyoruz. Bir imandan, bir ahlaktan, bir kimlikten sözedebiliyoruz. Hayatımızın kanunu haline gelmiş her neye baksak, altında bir 'unutumadığımızı' göreceğiz, Allahu'l-alem. O yüzden unutamadıklarımızla kavga etmeyi bırakmalıyız. Bu kendimizle kavga etmektir çünkü.

31 Ekim 2015 Cumartesi

Mehdi mi yener Süpermen mi?

"Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir." İmam-ı Âzam Ebu Hanife (r.a.)

Bedri Rahmi Eyyüboğlu İnsan Kokusu isimli kitabında sinemanın 'rüya tekelciliği' yaptığıyı söyler. Eskiden herkes kendine ait bir hayal dünyasında yaşarken bugün popüler filmlerin/kahramanların hegemonyası yaşanmaktadır. Kahramanlar yöresel değil küreseldir. Dekorlar/hikayeler Hollywood'a aittir. Esas oğlanlar/kızlar bellidir. Herkes onları düşler. Herkes onlarla yetişir. Hatta bir dostum anlatmıştı. 5-6 yaşlarındaki oğluyla Risale dersine gitmişler. Dersin konusu Mehdi hakkındaki rivayetlermiş. Bir saate yakın dinlemişler. Evlerine dönerlerken oğlu kendisine sormuş: "Peki baba şimdi Mehdi'yle Süpermen dövüşse hangisi yener?"

Okuyanlar hatırlayacaklar. Geçmiş yazılarımdan birisinde (Çocuklar Adam Olmasın Yalnız, Adamlar da Çocuk Olsun) Aleyhissalatuvesselamın çocuklara ve yağmura dair hadislerine atıf yaparak, çocukların da yağmurlar gibi 'fıtrî ahidleri yeni' hediyeler olduğunu söylemiştim. Ve fıtrata (yani fabrika ayarlarımıza) yakınlıkları nedeniyle bize ders verici meziyetlere sahip olduklarına dikkat çekmiştim. 'Çocuktan al haberi' gibi tabirlerin onların aptallığına değil, saflığına ve dürüstlüklerine atıf yaptığını; bununsa 'yalan' denen kurgunun ahlaklarına sonradan eklediğimiz birşey olmasından kaynaklandığını belirtmiştim. Hâlâ da böyle düşünüyorum. Ve hatta arttırıyorum: Çocuklar gibi peygamberler de bize Allah'ın bir 'Fıtrata dön!' çağrısıdır.

Yani nasıl ki bir çocuğun saflığı sizi onun yanında tedbirli davranmaya zorlar, aynen öyle de, bir nebinin ismetinden gelen nezaketi de çevresindekileri edepli olmaya çağırır. Bir çocuğun yanında yalan söylemekten, küfür etmekten veya kem bir davranışta bulunmaktan çekinen büyük, daha aşkın bir şekilde nebinin yanında da aynı şeyleri yapmaktan çekinir. Nebinin pâklığı muhatabını da ahlaklı olmaya zorlar. Yani onlar duruşlarıyla bile insanları dönüştürürler.

Bunu pazusuyla, ordusuyla veya kılıcıyla yapmaz elbette nebi. Onun bulunduğu hal, yani kamil insan hali, vicdan denen yerimizin işiteceği şekilde asl-ı insanı bağırır. Çalışan her alıcının kolaylıkla algılayacağı bir fıtrat frekansını sürekli yayar. Ve siz bu bağırış karşısında kayıtsız kalamazsınız. Kâfir de kalsanız meziyetlerini takdir eder ve yanında davranışlarınıza çekidüzen verirsiniz. Bunun delili çoktur. Bunlardan yalnız Mekke'nin fethinden sonra yaşanan bir diyaloğu hatırlatmak isterim.

Müşrikler Aleyhissalatuvesselamı nasıl tarif etmişlerdir o gün? Ben şöyle biliyorum: "Sen kerim bir kardeşimizsin ve kerim bir kardeşimizin oğlusun." Yanlış anlaşılmasın. Bu onun nübüvvetine iman ettiklerinden dolayı söyledikleri birşey değildir. Bu karşıkonulmaz bir şekilde maruz kaldıkları güzel ahlakın itirafıdır. Mürşidim bir yerde bu sadedde der ki:

"Şimdi, şu zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nübüvveti, yalnız mu'cizâtına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef'âli, ahval ve akvâli, ahlâk ve etvârı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini ispat eder. Hattâ, meşhur ulema-i Benî İsrailiyeden Abdullah ibni Selâm gibi pek çok zâtlar, yalnız o Zât-ı Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın simasını görmekle, 'Şu simada yalan yok; şu yüzde hile olamaz' diyerek imana gelmişler."

Aleyhissalatuvesselamın bu yönünü ayrıca önemsiyorum ben. Çünkü bu yön bize 'kamil mürşidin' neden gerekli olduğunu da hatırlatıyor. Hikmetini anlatıyor. Öyle ya. Herhangi bir ahlakî değeri 'ilmî bir kavram olarak' ve/veya 'entelektüel bir haz duyarak' konuşabiliriz. Hakkında muhteşem aforizmalar kasabiliriz. Edebiyatın gözüne basabiliriz. Cakkıdı cakkıdı ahkam kesebiliriz. Daha önce söylenmemiş betimlemeler yapabiliriz. Bunlarla tıkına bereket 'retweet' veya 'beğen' de alabiliriz. Fakat etrafında kelimelerle döndüğümüz o hakikatin tesirini yine de 'yaşayanı' belirler.

Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Biz ihlası/ahlakı kelimelerde değil insanlarda okuruz. Kelimelerle değil insanlarla taşırız. Yani insan pratiği istenen mesajın asıl taşıyıcısıdır. Taşıyıcı da mesajın parçasıdır. Bu nedenle peygamberler de Allah'ın kelamını bize taşıyan Allah'ın kevnî kelamlarıdır.

Kur'an'ın ilk musfahı Aleyhissalatuvesselamın mübarek zatıdır. Fiiller ve tavırlar, hem de o hakikatin sınanmasının en gerekli olduğu zamanlarda sergilenenleri, ahlakı nakletmemizin yegane aracıdır. Bir ahlak salt kitabî bilgiyle nakledilebilir mi? Bence bu mümkün olamaz. Mümkün olamayacağı için Aleyhissalatuvesselam buyurmuştur: "Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." Ve Aişe radyallahu anha annemiz demiştir: "Onun ahlakı Kur'an'dı." Yani Kur'an'ın dersi sünnetle tamam olmuştur.

Evet, en yakıcı sınavlarında bile fıtratının ismet derecesindeki saflığından ödün vermemiş Allah Resulü, hem canımız-ciğerimiz, hem de güzel ahlakın insanlar arasında 'olabilir/başarılabilir' birşey olduğunun ilk delilidir. Yani peygamber kulluğun 'yapılabilirliğinin' ilk delilidir. Bu noktada Kur'an'ın onu anarken vurguladığı 'içinizden biri' ifadesi 'sizin gibi yaratılmış ama sizin gibi olmamış-bozulmamış birisi' diye de algılanabilir. Yani içimizden birisi, içimizden herhangi birisi gibi davranmayarak, herşeyi değiştirmiştir.

Bu açıdan bakınca "Biz bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz!" buyuran İsrâ sûresi bir açıdan da şunu söylüyor olamaz mı: "İçinizden birinin herşeye rağmen fıtratını koruyabildiğini ve gönderdiğim vahye uygun yaşayabildiğini sizlere göstermedikçe ve o size 'bizzat yaşayanı olarak' vahyimi/davetimi tebliğ etmedikçe size azap etmeyiz." Bu davetin hayatla bütünlüğünü anlama noktasında çok kıymetlidir. Teori pratiğiyle birlikte aktarılmadığı zaman gırtlaktan aşağıya inemez çünkü.

"Mu'cize-i Muhammedî aynı Muhammeddir (a.s.m.)..." derken Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği de biraz bu değil midir? "Bütün ümmet hattâ düşmanları da dâhil olduğu halde icmâ etmişler ki, bütün ahlâk-ı haseneye câmidir." Onun metinlerinde sıklıkla vurgu yaptığı birşeydir şu. Peygamberler, sadece dillerindeki vahiyle ve ellerinden vücuda gelen harikalarla değil, onun uygulanabilirliğini göstermeleriyle de davetin bir parçasıdırlar. Hâşâ, sümme hâşâ, mesajı getirince işleri bitmiş bir postacı gibi görülemezler. Çünkü insanlar bir mesaja, onu uygulayan kişinin elinden/dilinden muhatap olmadıkça, uymazlar. İnsanların, özellikle avamın, söylem ile yaptıkları ilk kavga nasihatin sahibindeki tutarlılığıdır. Bunu şöyle bir örnekle biraz daha açmak istiyorum:

Biz güzel ahlakın varlığına onun edebî metinler içinde varoluşuyla inanmayız. Aforizmalar bizi güzel ahlaka inandıramazlar. Bu nedenle büyük meblağlar bulmuş ama tek lirasına dokunmadan onu sahibine iade etmiş veya hiç tanımadığı birisine çok büyük bir fedakârlık yapmış veya daha başka bir şekilde güzel ahlakın bir nümunesini/uygulanabilirliğini bize göstermiş insanların hikayeleriyle çok meşgul oluruz. Onları gazetelerimize manşet yapar ve/veya televizyonlarımızda duygusal bir haber olarak geçeriz. Büyük büyük söyler ve/veya yazarız: "İnsanlık ölmemiş!" Veya deriz: "İşte günün kahramanı!"

İnsanlığın ölmediğine bizi kim inandırır? Metinler mi? Aforizmalar mı? Felsefe mi? Bizi insanlığın ölmediğine insanlığının hakkını veren hayatlar inandırır. İşte nebiler de bu yüzden kıymetlidir. Ve onların varisleri olan âlimler de. Mürşid talebesi için dersin tamamlayıcı parçasıdır. Bir mürşide intisabın tasavvuf geleneğinde çok önemsenmesi, bir usûle intisabın hakikate vusûlde çok vurgulanması, bunlar boşuna değildirler. Geleneği hakikatin inanılırlığını arttırır.

Bana öyle geliyor ki: Nebileri postacı konumuna indirmeye çalışanlar da aslında kem bir amaçla bunu yapıyorlar. O da şudur: Vatanı değil amma mü'minin anavatanını, yani güzel ahlakın bütünlüğünü parçalamaya çalışıyorlar. Halbuki, bu dangalakların sünnet-i seniyye yerine ürettikleri hiçbir aforizma, hiçbir entelektüel eğlenti Abdullah b. Selam radyallahu anh gibileri kandıramaz. Onun gibilerin Aleyhissalatuvesselamın yüzünü görmesi gerekir. Bizim gibilerin onun ahlakını bilmesi gerekir. Öyle bir hayatın mümkün olabildiğine şahit olunması gerekir. "Bu yüzde yalan olmaz!" ancak bu bilgiden/görüşten sonra söylenebilir.

Düşünelim: Bediüzzaman'ın istikametten şaşmamış ve büyük bedeller ödemekten çekinmemiş hayatı olmasa, Risale-i Nur metinleri, sırf bir didaktik eser olarak, bu kadar insana hakikatin yolunu göstermeyi başarabilir miydi? Said Nursî'siz Risale-i Nur tavsiye edenler, Peygambersiz Kur'an arayışına girenler, güya iyi niyetlerle vurguyu aslolana getirmek için bunu yaptıklarını söylüyorlar. Ya arkaplana attıkları parça aslın da parçasıysa? Ya onsuz asıl da yarım kalıyorsa?

Yani ya sandıkları gibi bir hiyerarşi yoksa? Mürşidin hayatı tebliğden kopmayan ve hatta tebliğin sağlığını sağlayan en birinci etkense? Bugün âlem-i İslam'ın durumuna bir bakınız. Hiçbirimiz doğruyu bilmiyor veya doğru kavramlara birbirimizi çağırmıyor değiliz. Ortalık müçtehid kaynıyor(!) Herkes bir taraftan "Ey müslüman uyan!" diye bağırıyor. Asıl sorun çağrıda değil. Sorun şu: Biz birbirimizin samimiyetine inanmıyoruz. Çünkü öyle bir ahlak göremiyoruz bir diğerimizde.

Bu yüzden hem nübüvvet, hem varisi olmak hasebiyle hakiki âlimler, hem bunun altbaşlıkları olarak müceddidlik ve mehdilik gibi kavramlar-kişiler, bunların hepsi gerekli. Hiçbirisi küçük görülmemeli. Ben Mehdi'den bazılarının karikatürize ettiği gibi süpergüçlerle gelmesini beklemiyorum. Ama, evet, hepimizi inandıracak bir samimiyet ve ahlakla ortaya çıkmasını bekliyorum. Eksik olan o çünkü. Mü'minin süpergücü o. Yoksa, maşaallah, hepimizin ağzı süper laf yapıyor. Fiyakalı sözlerden geçilmiyor. Fakat salih seleflerimizin mirasını yemekten başka birşey de elimizden gelmiyor. En nihayet demem o ki kardeşlerim: "Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz." Çünkü mehdinin de süper gücü o olacak.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...