alan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
alan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Nisan 2022 Pazar

'Toplumsal cinsiyet eşitliği' değil 'karma ağıl yasası'dır

"Firavun, 'Biz onların oğullarını sürekli öldürüp kızlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz!' dedi." (A'râf sûresi, 127)

İslam, bölgelerini ayırmakla, kadını erkeğin tasallutundan korumuştur. İslam, yine bölgelerini ayırmakla, erkeği kadının tasallutundan korumuştur. İslam'da erkek 'kadın eli sıkmamayı' hakaret hissiyle seçmez. Yani kadını 'dokunulmayacak kadar aşağı bir yaratık' olarak gördüğünden eylemez bunu. Bilakis 'bölgesine saygı duyulacak birisi' şeklinde tanımladığı için böyle davranır. Nitekim, şu hürmetle törede, 'yabancısı kadının yüzüne dikkatle bakan erkek' kınanır olmuştur. Yere bakarak konuşanlar erdemli görülmüştür. Hatırlarım ki, çocukluğumun Sivas'ında, büyüklerimiz bazı abilerimizi şu şekilde medhederlerdi: "Kimsenin eşiğinden içeriye bakmaz." Bu bir mertlik-yiğitlik alametiydi. Güzel ahlak belirtisiydi. Yine bir keresinde de şöyle sena edildiğini işitmiştim bir kadının: "Bir ordu erkeğin içine bıraksan namusuna baktırmaz."

Batı (me)deniyeti mahremiyeti 'dokunmak'la başlatıyor. Âmiyane tabirle: "Göster ama elletme!" diyor. Bu tutarsızlığı yüzünden taciz-tecavüz davalarının bini bir para. Bizde de vaktiyle 'baktırmamakla-bakmamakla' başlayıp 'yabancısıyla yalnız kalmamakla' devam eden bir medeniyet vardı. Çitleri daha gerideydi. Ve kesinlikle daha çok işe yarıyordu. Zemini İslam fıkhıydı. Bu fıkıh 'kadına namusunda iftira atmayı' en büyük günahlardan sayıyordu. Başka bir sınırı da nikahtı. Zinayı feci cezalandırıyordu. Dahası da var: Hatlar hiçbir şekilde karışsın istemiyordu. Akıllar bulansın arzulamıyordu. Kimlikler çorbalaşsın hazzetmiyordu. Erkeği erkekken kadını da kadınken beğeniyordu. Kurda keçiliği, keçiye kurtluğu, özendirmiyordu. Ne bölgelerin fazla içli-dışlı (laçka) olmasına taraftı da ne de kimliklerin. Siz de buradan bir marifete erişiyordunuz: Âlemleri yaratan Hüda, yaratışta koyduğu farkları, yaşayışta da istiyor. Yani kendisiyle çelişmiyor. Zaten bizim Allahımız kendisiyle çelişmekten münezzehtir.

Her ne yapsa büyük resmi görerek yaptığı için hem kadının hem erkeğin mağduriyetlerine şifa sunuyordu bu yasa. Fakat modern insan Allah'ın koyduğu sınırları sevmez. Neden? Çünkü vehminde kendisi bir ilah olmuştur. İlah olduğuna karar verdiği için de mahlukatın hukukunu yeniden düzenler. Herşeyi yaratanın ilmine, ihatasına, hikmetine, kudretine sahip değilmiş, ne gam! Hiçbirşey bilmeyenin gururuna sahiptir ya. Böylece kurtla keçi için 'karma ağıl' yasasını yürürlüğe koyar. Sabahları yerlerde kan mı görülüyor? Peh. Kurtların kurtluğundandır efendim. Keçilerin de keçiliğindendir. Keçileri koruyacak müeyyideler koyalım. Yetmezse ağırlaştıralım. Öyle ki kurdu kurtluktan usandıralım. Hem keçiye de kurtluk aşılayalım. Kurtlar keçiliğe özensin. Keçiler de kurtluğa başlasın. Toplumsal tırtıyet eşitliği olsun. İki taraf da tırtlaşsın. "Yahu bunları aynı ağılda barındırmasak?" Olmaz. Zinhar. Kat'a. Orada hata yaptığımızı kabul edersek ilahlıkta haksız çıktığımızı da kabul etmiş oluruz. Yeniden kulluğun kapısını çalmak işimize gelir mi?

Modern insan toplumsal huzurundan vazgeçer de uluhiyet iddiasından vazgeçmez. Aksi sezilir korkusuyla bir de 'karma ağıl yasası'nın en doğru birşey olduğuna çiftlikteki herkesi ikna eder. Hâkim söylem haline getirir. Bunda öyle bir zirveye de erişilir ki, keçiler, aynı ağılda barınmak istemeyen kurtlardan şikayetçi olurlar. Eşitlik isterler. Sakınanı görürlerse çağdışı ilan ederler. Gözünü yummak da yok. Budlarını ağızlarına uzatırlar. Etlerini gözlerine getirirler. Eh, peki, tamam. Lakin sabahları kan görünce öfkeleri yine kurtlaradır. Şu kurtlar, bu kadar kurt olmasalar, ne güzel bir ağılda yaşanılır. "Bir ağılda yaşamasak?" O değildir aranılan arkadaşım. Dedim ya: Bunu sorgulayamazsınız. Bunu sorgulamak demek Fâtır-ı Hakîm'in fıtrat yasasına dönmek demek. Halbuki modern insan 'yaratıcının yasayıcı de olacağı' düşüncesini çoktan aştı.

Dedik ya: İslam, bölgelerini ayırmakla, hem kadını hem erkeği birbirlerinin tasallutundan korumuştur. Evet. Mesela: Mahremiyet sınırı sayesinde birçok meslekte hem kadın hem erkek kategorilerinin oluşmasını sağlamıştır. "Nasıl?" Hekime mi gideceksiniz? Mahremiyet var. Elbette mümkün mertebe hemcinsinizi tercih edeceksiniz. Bu tercihiniz onların da varolmalarını sağlayacak. Terziye mi ihtiyacınız var? Öğretmen mi arıyorsunuz? Elbette talebinizi takvanız şekillendirecek. Böylelikle hem kadın hem erkek meslek erbabı yetişmiş olacak. Yani piyasa diliyle söylersek: Fıkhın talebi meşrunun arzını belirleyecek. Hem de öyle belirleyecek ki: Kimse kimsenin alanına giremeyecek. Bir erkek "Ben de kadınlarla ilgilenmek istiyorum!" diyemeyecek. Bir kadın "Ben de erkek hastalara bakacağım!" söyleyemeyecek. Bu ciddi bir koruma/destekleme değil midir? "İslam kadınları engelliyor!" diyenler bu ayrımın sağladığı katkıyı görmezler mi?

Görmezler. Çünkü onlar kurda keçiyi ısırtmak, keçiye kurdu boynuzlatmak, hâsılı, "Her ne olursa mümkün mertebe duvarsızından ayarlansın!" istemek durumundadırlar. Tekrar geri dönmek geçmiş bütün adımları sorgulamaya açacak çünkü. Küresel ısınma, çevre felaketleri, ozon delinmesi, buzul erimesi, dünya savaşları, salgınlar, açlıklar... Bunları idare ediyor kendince. Fakat şu son dosyayı artık kaldıramaz. "Kadın-erkek sınırlarını kaldırmakla da hata ettim!" diyemez. 

Sana yazarken aklıma geldi arkadaşım: Şimdilerde, ABD'de, erkekliğinde başarısız bir yüzücünün, fıtratını boşverip, kadınlar kategorisinde altın madalya kazanmasını tartışıyorlar. İlginçtir. Başka konularda 'karışmayı' talep edenler bu defa da 'karıştırılmamayı' arzuluyorlar. Zira bu şekilde kazanan kalabilmeleri mümkün görünmüyor. Yeni bir tasallut türü kadınlar için yaklaşıyor yani senin anlayacağın. Sonradan kadınlar, önceden kadın olanlara, önceden varolmayan sorunlar çıkarıyorlar. (Buradan anla ki: Sonradan erkekler de, önceden erkeklere, önceden varolmayan sorunlar çıkarabilirler.) Bediüzzaman yine haklı çıkıyor gibi geliyor bana.  Ne söylediğini elbette hatırlarsın: "Erkekler, hevâ ve hevesle kadınlaşırsa, kadınlar da nâşizelikle erkekleşir." Demek bir ağıla boca edilince keçilerle kurtların gerilim yaşaması kaçınılmaz.

24 Şubat 2019 Pazar

Allah kötülüğün varolmasına neden izin veriyor?

Bir Serikatilin Doğuşu öyküsünde Ali Rıza Arıcan diyor ki: "Hayat belli bir yaştan sonra salt intikama dönüşür. Ne kadar masum görünse de, azıcık dibini kazısak, ortayaş üstü herkesin hayatının 'yaşanmamış bir hayattan alınan intikamlardan' ibaret olduğunu görürüz." Yaşanmamış bir hayattan intikam almak... Galiba bununla ilgili birşeyi Orhan Pamuk'tan da işitmiştim. O da diyordu ki: "Yazmak yaşanmamış hayattan intikam almaktır."

Bu cümleler, her nedense, Kış Uykusu filmini izlerken hatırıma geldi. Zihnimde döndü durdu. Biraz kendi hayatımı düşündüm. Biraz filmde kurgulanmış hayatlara baktım. Biraz da tanıdıklarıma uzandım. Hepsine aynı hakikaten az-çok izleri var gibi geldi. Nedir o hakikat peki? İntikam hakikati.

Evet. Hepimiz maruz bırakıldığımız şeylere karşı içimizde bir gayz duyuyoruz. Kimimizde şiddetli kimimizde zayıf. Kimimizde kırıcı kimimizde kırılgan. Kimimizde alabildiğince dışa taşan kimimizde içe kapanan. Kimimizde dışımızı boğduğumuz kimimizde içimize düştüğümüz. Bir intikam var. Bu intikam açlığı bazen bizi inadına hayatta tutuyor bazen de öldürüyor.

Yaşlandıkça bir koltuk değneği gibi daha çok yanımıza-yamacımıza sırnaşıyor. Misafirlikten evsahipliğine geçiyor. Ağırca bir köşemizi tutuyor. Kalpte yolüstü bir yeri kendine yurt yapıyor. Çıkmıyor. Her rahatsızlıkta "Ben de aynı şeyi söylüyorum zaten!" diyerek çığlığını sesimize katıyor. Bir akım yükseltici gibi şeylere duyduğumuz öfkeyi çoğaltıyor.

Artık hiçbirşeye duyulan öfke 'yalnızca o şeye' duyuluyor olmuyor. Bir kem maziyle birlikte beyne/kalbe hücum ediyor. Öfke kine dönüşüyor. Kin nedir ki zaten? Kin, kanaatimce, eski öfkeleri saklamaktır. Toplamaktır. Kinlenilen insana karşı duyulan öfkeler unutulmaz. Birikir. Birikir. Birikir. Hatta çoğalır. Başka başka nedenlerle de cephelerimize hücum eder.

Mürşidimin tasvir edişinde olduğu gibi: Geçmişin ve geleceğin ordularıyla da savaşan sabır birliği dağılmaya mahkûmdur. Çünkü gücü ancak bugüne yeter. Kendimden misal vereyim: İstanbul'da yaşadığım her sıkıntı beni alıp 1999 yılına götürür. İstemediğim halde yaşamak zorunda bırakıldığım bu yerle aramızda geçen geçimsizlikler, âdeta neşterle açılan yaralar gibi, tenimde birikir. Çünkü aşılamayan bir mazisi vardır. İstenmeyen bir geleceği vardır. İzleri vardır. İzleyecekler vardır. Bir yerde iradem ketmedilmiştir. İradenin yaraları, eğer sonuçları geri alınamıyorsa, unutulmaz. Tekrar tekrar kanamaya devam eder. Yaralar açılmaya müheyya kalır.

Zira o düzlemde artık seçilen hiçbirşey yalnız değildir. Her yeni seçimin kuyruğu bir önceki seçiminizle bağlıdır. Geri dönüp ilk düğümü çözemediğiniz takdirde kuyruklar birbirlerine ilenir gider. Uzaklaştıkça geridönüşler de güçleşir. Evet. Aynen böyledir. Uzaklaşılan güzelleşir. Kusurları görülmez olur. Unutulan yerleri düşlerle onarılır. Ve siz tahayyülünüzdeki o güzele bakarak bugün karşılaştığınız her yüze düşmanlaşırsınız. Yalan değil. Bahtında böyle bir yara olan herkes Leyla'sı elinden çalınmış bir Mecnun'dur. Mecnunca hareketler etmesi de gayet normaldir.

İrade sahibi olmanın bedellerinden birisidir bu galiba. İrade sahipleri, birbirlerini ne kadar severlerse sevsinler, çatışırlar. Birbirlerine karışırlar. Birbirlerini örselerler. Birbirlerinin renklerini kaparlar. Birbirlerinin varoluşuna çeşitli tonlarda engel olurlar. Anneler ki, evladını sevmekte rakipleri yoktur, bir noktadan sonra evlatlarının hayatlarının gırtlağına çöken de olabilirler. Çünkü irade sahiplerinin yakın olunmak kadar uzak olunmaya da ihtiyaçları vardır. Yardım edilmek kadar yardımsız bırakılmaya da muhtaçlıkları vardır. Yanlarında olunması kadar yalnız bırakılmaya da gerek duyarlar. İrade bu yalnızlık duygusundan beslenir çünkü.

Başka bir iradenin onlara bırakacağı boşlukta diğer iradeler nefes almaya başlarlar. Sorumluluk yüklemek/yüklenmek bu yüzden iradeyi geliştirir. Kendisi adına başkasının seçim yapmadığı irade kendi seçimlerini yapabilme yeteneğini arttırır.

Aslında dünyadaki imtihan sürecimizde de bu hakikatin hakkı vardır. Cenab-ı Hak, akıbetimizin ne olduğunu/olacağını bildiği halde, bizi neden dünyaya göndermiştir? Bence dünyaya gönderiliş sebeplerimizden birisi de, onun, yarattığı iradelerin mahiyetini en iyi bilen oluşudur. İrade-i külliyenin bizlerdeki irade-i cüzîyelere imtihan vesilesiyle bıraktığı alan, yani doğruyu veya yanlışı seçebilirlik alanı, bizi cennete layık gelişmişlikte iradelere sahip kılacaktır. Bediüzzaman'ın tabiriyle 'Akla kapı açılır ama ihtiyar elden alınmaz' bu dünyada. Teklif vardır ama aksini seçilemez kılan bir ısrar yoktur. 'Değiştirilmesi teklif dahi edilemez!' bir yasa yoktur.

Bu meselenin birinci tarafı. İkinci tarafında ise, Enfâl sûresinin buyurduğu 'beyyine' hakikati vardır ki, kısacık bir meali şöyledir: "Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helâk olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helâk olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı)." Evet. Hakikaten de 'gözüyle görmenin' insanın içinde doldurduğu bir boşluk vardır. Kendisine 'ateşle oynarsa yanacağı' söylenen hiçbir çocuk 'ateşle oynarken elini yakan' çocuk kadar ikna olmuş değildir. İçkinin kötülüklerini işiten hiçbir kulak alkolizm batağına düşüp hayatı kayan müptela kadar uyanmış değildir. Sorumluluk yüklenmesine izin verilmemiş hiçbir genç, sorumluluk alıp hatasını da yapan, ancak bundan dersini de çıkaran kadar dikkate kavuşmuş değildir. Bu açıdan mahşer meydanında insanların Cenab-ı Hakka karşı utançlarında hiçbir boşluğun kalmaması, onlara yaşayarak eylemlerini bizzat gösterilmesi, kaydedilmesi ve hatırlatılmasıyla mümkündür.

Yani imtihan insanın fıtratının gerektirdiği birşeydir. Fakat, burada bir nefes alıp, yüzümüz tekrar Kış Uykusu'na dönelim. Nihal karakterini canlandıran Melisa Sönmez'in Aydın karakterini canlandıran Haluk Bilginer'de en çok yakındığı şey neydi? Kibir, çok bilmişlik, alaycılık, otoriterlik... Bunların hepsini kuşatacak bir cevap bulabileceğimizi düşünüyorum. Bakalım katılacak mısınız? Benimki şu: Aydın, Nihal'e hayatını yaşayabileceği bir boşluk bırakmıyordu, iradesinin nefes almasına izin vermiyordu. Üzerindeki kontrolcülüğü, bilgice/tecrübece üstünlüğü, bir de hepsinin üzerine tuz basan kibirli tavrı Nihal'in kendisini yetersiz hissetmesine neden oluyordu.

Ve, dikkat edilirse, film boyunca Nihal hep aydınla arasında bir mesafe bırakma peşindeydi. Bu mesafe kendi renklerini, bir anlamda kendisine üflenen varlık sırrını, Nihalce bulduğu kıvamla, yani orijinalliğiyle ortaya koymanın gayretiydi. Yahut da fıtrî arzusuydu. Aydın'ın olduğu her yer lebaleb Aydın'dı. Nihalse bu kadar aydınlık istemiyordu.

Necla (Demet Akbağ) da 'kötülüğe karşı koymamak' dediği yerde bence bu sırrın kenarında geziniyordu. Tıpkı bir sineğin tabağın kenarında gezinmesi gibi... Onun karşı koymamak istediği kötülük aslında bir başkasında beğenmediği varoluş rengiydi. Diyalogları alıntılayarak yazıyı uzatmak istemiyorum. Ancak, gerek abisiyle arasında geçen konuşmalar gerekse Nihal'le girdiği tartışma nazara alınırsa, aynı hakikate dokunulur gibime geliyor.

Necla, abisi Aydın'ın bir tık ilerisindeydi. Çünkü topluma baktığı yerin rahatsızlığını duymaya başlamıştı. Şeyleri zorladıkları değişimin, geliştirdikleri alaycılığın veya tenkidin mutluluk getirmediğini görüyordu. Herşey istedikleri gibi olmak zorunda değildi. Belki kendilerinin kötülük sandıkları iyilikler de vardı. Varlıklarına müsaade edilmesini isteyen başka şeyler, seçimler, iradeler de bulunuyordu. Bunlar böyle onlar da öyle olmalıydı. Aydın'a her eleştirdiğinde kendisine de kızıyordu.

Nihal'in de İsmail'den (Nejat İşler) böylesi bir ders aldığını düşünebiliriz. Filmde sıklıkla anılan 'kötülüğün yollarının iyi niyet taşlarıyla örülmüş olması' durumu İsmail'in tavrıyla Nihal için görünür oluyordu. Nihal, kendince, çok büyük bir iyilik düşünse de, yaptığı şey muhatabı tarafından hakaret olarak algılanmıştı. Yani iradelerin çatışmasını iyi niyetler de gidermiyordu. Herkesin kendi varoluşuna düşkünlüğü vardı.

Ve filmin sonunda herkes bir parça dersini almış olarak Kış Uykusu'na yattılar. Kendi bölgelerine çekildiler. Necla, Aydın'la yaşadığı tartışma üzerinden; Aydın, Nihal'le yaşadığı çekişme canibinden; Nihal, İsmail'le yaşadığı anlaşmazlık zemininden kendi bölgesine yükseldi. Ötekine varolması için alan açtığı bir noktaya çıktı. Yılkı atı serbest bırakıldı. Aydın, bütün o 'kimseye ihtiyaç duymayan aydın' karizmasına rağmen uzaklaşamadığını gördü. Belki biz de biraz serbestlik kazansak takıldığımız taşlarda aynı şeyi göreceğiz. Ve belki imtihan da bunun için var. Allah, bize alan açıyor, kötülüğün varolmasına izin veriyor, ondan irademizle kaçalım diye. Kötünün kötü olduğunu kendimiz farkedelim diye. Tıpkı Necla'nın arzuladığı gibi.

25 Mayıs 2017 Perşembe

Siyaset dışı kişilere/alanlara neden ihtiyaç var?

Okuyanlar hatırlayacaklar. Buna dair daha evvel de yazdım. Fakat şu mesele, dilimin kestiği öyle tatlı bir şeker ki, ne kadar bahsetsem az geliyor. "Zikrullah veya kelimat-ı mübareke dediğimiz şeylerin tekrarının veya Kur'an gibi kudsî metinlerin kıraatinin veya salih âlimlerin eserlerinin tefekkürünün insana en özünde kattığı şey nedir?" diye kendime sorduğumda şu cevabı buluyorum: "Onlar parçaya bütünün anlamını hatırlatıyorlar." Evet, şuurunda olalım/olmayalım, Allah'ı çeşitli şekillerde zikretmekle kazandığımız kemal budur. Parça kesret/çokluk âleminin dağınıklıklarından, karışıklıklarından, kalbî ve ruhî yüklerinden bütünün anlamını zikrederek kurtulur. Bu nasıl olur? Bu 'büyük resme bakmanın rahatlatıcılığı' ile olur. İnsan, zorlu bir süreçle karşılaştığında, o sürecin kendisinde yaptığı yıpranmalara, yaşattığı sapmalara ve hissettirdiği acılara sürecin anlamını ve neticesini anarak karşı koyar.

Askerlik yapanlar nasıl sürecin geçiciliğini hatırlayarak/hatırlatarak yaşadıkları sıkıntılara karşı koymaya çalışıyorlarsa; evlilik sürecine giren insanlar da benzeri şekilde o sürecin 'süreçte yaşananlardan aşkın' anlamını hatırda tutarak (veya birbirlerine hatırlatarak) aşmaya çalışıyorlar. Biraz daha ilerleyelim. Bir hastanın tedavi süreci boyunca kendisine telkin ettiği de budur. Çevresi de ona bunu telkin eder. Bir çocuk iğne vurulurken ebeveyninin söylediği dahi budur. "Geçti yavrum, bak, hemen geçti!"

Birşeyin geçiciliği, ancak, onun parçası olduğu bütünün amacı/mahiyeti üzerinden ispatlanır. Uçağın yolculuk sırasında yaşadığı sarsıntıyı aşmak, o sarsıntının binlerce kez benzeri şekilde yaşandığını, fakat yine de menzile ulaşıldığını hatırda tutmakla olur. Pastanın pişmemiş yerini ısıranın isyanı, tamamının, hatta ekseriyetinin öyle olmadığı hatırlatılmakla tedavi edilir.

Demek: Bütünü hatırda tutmak parçayı rahatlatıyor. Bütünün anlamını hatırda tutmak parçayı yaşadıklarına karşı daha dayanıklı kılıyor. Bu gözle bakılırsa görülecektir: Mürşidimin Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi veya Çocuk Taziyenamesi gibi eserlerinde yaptığı da budur. Bu aslında Kur'an ve sünnetin bize öğütlediği bakış açısıdır. Bu zamandan geriye doğru gittiğinizde, her dönemin mehdi-misal mürşidlerinin, dönemlerinde yaşanan fitnelere karşı benzer bir tedavi yolunu tuttuğunu görürsünüz. Bu bir tarikat usûlü çerçevesinde ve zikrin tekidi ile de olabilir; bir eserin telifi, neşri ve etrafında oluşturulan sohbet halkaları şeklinde de olabilir. İkisinde de yapılmaya çalışılan önce 'hıfz' sonra 'hatırlatma'dır.

Moğolların fitnesi döneminde İslam âlimlerinin yazdığı ve etrafında büyük halkaların/ekollerin oluştuğu eserlere bakın veya daha ilerisine/gerisine gidin, fitneye karşı direnişin hep bu şekilde yapıldığını görürsünüz: "Asıl amacı koru ve hatırla!" Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) 'Ridde fitnesi' ile mücadelesinin hemen ardından Kur'an'ın bir mushafta hıfzı için attığı mübarek adımdan tutun, Hz. Ömer b. Abdülaziz'in (r.a.) hadislerin hıfzı için sergilediği gayrete kadar; İmam Gazalî'nin (r.a.) kendi döneminde bâtıl fırkalara karşı eserleriyle verdiği mücadeleden tutun, Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'la yapmaya çalıştığı şeye kadar; böylesi bütün örnekler gösterir ki: Müslümanlar bir fitne karşısında bütünün anlamını ellerinden geldiğince hıfzederek ve birbirlerine ellerinden geldiğince hatırlatarak ayakta dururlar. Parçalarda boğulmaktan böyle korunurlar.

Bediüzzaman'ın tarikatlere verdiği önemin ardında yatan sır da budur ki, şu metinde, kendisini bize güzellikle okutur:

"Daire-i takvâdan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreplerin ve tarikat namını haksız olarak kendine takanların seyyiâtıyla tarikat mahkûm olamaz. Tarikatin dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarikatler olduğu gibi, âlem-i küfrün ve siyaset-i Hıristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müthiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kale-i İslâmiyeden bir kalesidir. Merkez-i hilâfet olan İstanbul'u beş yüz elli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beş yüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde Allah Allah diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır. İşte, ey akılsız hamiyetfuruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarikatin, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz."

Bugün biz de böylesi bir açlığı çekiyoruz. Siyasetin dışında kalmış, ruhumuza nefes aldıracak, dünyanın dağdağasında boğulmaktan kalbimizi kurtaracak bir alan arıyoruz. Hakikat dersi için toplandığımız meclislerde, ardına düştüğümüz kişilerde, yürüdüğümüz yollarda bile siyasetin işgalini yaşıyoruz.

Bazıları, devanın da burada olduğunu, hatta İslam âleminin ancak böyle bir yerden ayağa kalkacağını söylüyor. Diyorlar ki: "Siyasi meseleleri konuşa konuşa kemalimizi bulacağız(!)" Onlara katılmıyorum. Çünkü siyaset parçadır. Hem de sorunlu bir parçadır. Ona dair konuşulanlar parçaya dair konuşmalardır. Parçalar hakkında konuşmak bizi parçalar. Bütün hakkında konuşmak bizi bütünler. Uhuvvet Risalesi'nin verdiği derstir bu: Bir, bir, bir'ler birleştirir. İttihad-ı İslam'ın saklı olduğu yer parça değil bütündür. Bize yalnız 'Allah' denilen alanlar gerek. 'Nur görünümlü topuzlara' veya 'topuz görünümlü nurlara' ihtiyacımız yok. Bu noktada, hangi meslek veya meşrepte olursak olalım, zikrullahın ihyasına mesai sarfetmeliyiz. Dinî faaliyet yürüttüğümüz yerlere parçanın dilini sokmamalıyız. Direnmeliyiz. Işığa çağıran olmadığında artmak mümkün olmaz çünkü. İnsanlar nura gelir topuza gelmezler.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...