Nuri Bilge Ceylan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nuri Bilge Ceylan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2019 Çarşamba

Bazen de kötülük gizlenerek öldürülür

Bir Zamanlar Anadolu'da'yı henüz izlemişlerden olarak doktorun aldığı/verdiği dersi düşünüyorum çokça. Neden kanı yüzüne bulaştırdı? Neden otopsiyi çarpıttı? Neden 'gerçeği' değil 'örtmeyi' seçti? Katili tanımazken. Maktule dair hiçbir hatırası yokken. Cinayetin, kendisini yanlışa bükecek, tabir-i diğerle 'haksızlığa zorlayacak' hiçbir detayı bilinmezken. Neden? Neden? Neden? Neden doktor bu seçimi yaptı? Neden hikâyeye fazla yaklaştı? Neden bu işin tarafı oldu? Bunu düşünüyorum. Ve, kanaatimce, filmin sûreti de bu soruya verilecek cevaba göre şekilleniyor.

Sondan alıp başa yürüyelim o zaman. Doktor, savcının anlattığı hikâyede, örtüyü kaldırmasının sonuçları hakkında ne düşündü acaba? Bunu sorgulayalım. Bence, doktor, acı bir hikâyenin boşlukta kalan taraflarını ortaya dökmenin yeni yaralar açtığını farketti savcı üzerinden. Gerçeğin, salt gerçeğin, her zaman iyi gelmediğini hissetti. Bahsettiği kadın ister eşi olsun, ister bir başkası, doktorun kaldırdığı örtüyle olayın hakiki yüzünü görmek, savcıyı bir hayli sarstı. "Kadınlar bazen çok acımasız olabiliyor!" derken de bize bu sancısını gösteriyordu.

Biraz daha geriye gidelim. Film boyunca, arka koltukta 'izleyen' olarak bize sunulan doktor, Komiser Naci'nin tavırlarında neyi okudu? Neyi hissetti? Neyi tarttı? Evet, Naci, gerçeğin ortaya çıkmasını istiyordu, ama bir yere kadar. Katilin cinayetin sebebini itiraf ettiği yerde Naci, ilerlemeyi değil, durmayı seçti. Suçun bu tarafıyla meşgul olmadı. Kendisine bu hususta edilen suallere de geçiştirici cevaplar verdi. Kurcalamadı. Dedikodusuyla uğraşmadı. Merhamet etti. Hatta dedi: "Orasını bilemem. Bilmek de istemem. Bu işten bizden çıktı." Ve doktor, onun durduğu yerle, kendisinin durduğu yeri karşılaştırdı içinde. (O karşılaştırmadıysa biz yaptık bunu.) Onu daha dengeli buldu.

Bu arada, Komiser Naci'nin, 'ebeveynlerin günahını çocukların çektiğini' söylediği yeri de aklımızda tutalım. Çünkü, bu kısmı aklımızda tutmak, doktorun finalde yaşattığı şaşkınlığı atlatmamızda yardımcı olacak. Ve bir de Arab'ın daha filmin başlarında "Yalnız, icap ederse, vazgeçmeyi de bileceksin!" dediği yer. Burası da hafızamızın bir köşesinde bizi beklesin. Ha, bir de, muhtarının kızının getirdiği ışıkla aydınlattığı yüzleri şöyle bir düşünelim. Evet. Işık saklı güzelliği aşikâr ediyordu. Ama her aydınlattığı da güzel değildi.

Şimdi filmden ayrılıyoruz. Settar ism-i şerifi üzerine konuşacağız. Hani geçmiş yazılarımı okuyanlar hatırlayacaklar. "Bediüzzaman'ın Esma-i Sitte Risalesi'nde öğrettiği bakışaçısıyla sair isimleri de çalışmak bir açlığımdır!" demiştim. İşte onlardan birini dilimiz döndüğünce bir parça yapmaya çalışalım. Ve Settar ism-i şerifinin, 'isim' olmaktan öte, kainattaki tecellileriyle nasıl bir 'kanuniyet' içerdiğini anlamaya gayret edelim.

Şuradan başlayalım: Settar isminin diğer isimler arasında berzahî bir yanı da var. Yani bir isimden başka bir isme geçiş, bir tecelliden başka bir tecelliye sığınış, bir gölgeden başka bir gölgeye atlayış öncelikle 'örtünmeyi' istiyor. Nasıl ki, insan, Kahhar ism-i şerifinin tecellileri sayılabilecek yaralarını, Şafî isminin tecellisine taşıyabilmek için onları sarıyor, kapatıyor, örtüyor; aynen öyle de; Celal ism-i şerifinin tecellisi sayılabilecek gökgürültüsü gibi şeylerden Cemal ism-i şerifinin huzuruna sığınabilmek için de kulaklarını öylece sarıyor, kapatıyor, örtüyor.

Başka örneklerde de durum değişmiyor. Misal: İnsan çok acı bir olay yaşadığında bayılıyor. Çok ağır yara aldığında komaya giriyor. Çok soğuğa maruz kaldığında kalınca giyiniyor. Çok ışığa maruz kaldığında gözlerini kapıyor. Çok zor bir durumda kaldığında şuursuzlaşıyor. Çok sıradışı birşey yaşadığında şoka giriyor. Yani her defasında Celalî tecellilerin ağırlığından korunabilmek için Settar isminden medet arıyor. Bu berzahı geçtikten, bu duayı ettikten, bu sığınmayı yaşadıktan sonra ancak Cemalî tecellileri dünyasına davet edebiliyor.

Burada hemen, Zindan Adası filminin finalinde, ameliyata gitmek üzere olan Leonardo DiCaprio'nun Mark Ruffalo’ya söylediklerini hatırlayalım: “Merak ediyorum da sence hangisi daha kötü olurdu? Canavar olarak yaşamak mı? İyi bir insan olarak ölmek mi?” Filmi izleyenler bu finalle Bir Zamanlar Anadolu'da'nın finali arasında 'yüzleşmek yerine örtmek' bağlamında bir ilgi kurabilirler. Biz geçerken uğradık. Hemen asıl konumuza dönüyoruz.

İslamî kaynaklara aşinalığı olanlar 'insanların ayıplarını örtmenin güzelliği, fazileti veya ecri üzerine' birçok metin bulunduğunu bilirler. Bence bu metinlerin, yukarıda anlattıklarımla birlikte düşünülünce, bize öğrettiği önemli birşey de vardır. Bir kötülüğe son vermek her zaman onun salt gerçekliğiyle yüzleşmekle, ifşa etmekle, tüm detaylarını ortaya koymakla olmaz.

Ya? Bazen de kötülükle mücadele onun tezahürlerini saklamakla, kapatmakla veya örtmekle olur. "Casusluk etmeyin!" buyuran Hucurat sûresinin devamında bizi suizandan, gıybetten ve husumetten sakındırması boşuna değildir. Bunlar bir noktada birbiriyle ilgili/devamı şeylerdir. Yani, kötülüğün önünün alınması, herşeyin netlikle ortaya konulmasıyla olmaz her zaman. Bazen de büyümelerini önleyici bir örtücülükle öldürülür kötülükler. Ecelleri zamanın kılıçlarına bırakılır.

Bir çocuğun her hatasını büyük bir dikkatle kollayıp hemen yüzüne yapıştıran ebeveynler o çocukları en nihayetinde arsız ederler. Bir insanın gizlice işlediği her günahı araştırıp, keşfedip, ortaya dökenler o kişiyi günahında 'aşikâr ısrarcı' yaparlar. Çünkü Celalî tecelliden Cemalî tecelliye geçilebilmesi için gereken berzahı gözetmezler. Merhamet etmezler. Bu gözetmeyişin de sonucu, tedavi değil, şiddeti artan bir yıkım olur.

Aleyhissalatuvesselam Efendimizin kendisine günahlarını itiraf etmek isteyen kişilerden hemen yüzünü çevirip onlara tevbeyi tavsiye ettiğine dair birçok asr-ı saadet anlatısı vardır. Ben bu anlatılar ile Bir Zamanlar Anadolu'da filminin mesajı arasında bir parça uyum görüyorum. Evet. "Neden kanı yüzüne bulaştırdı? Neden otopsiyi çarpıttı? Neden 'gerçeği' değil 'örtmeyi' seçti?" diye sorduğumda da bu uyumdan doğan cevapla yetinmeyi seçiyorum: "Ebeveynlerinin günahlarını çocukları çekmesin diye." Veya "Gerçeğin aşikâr edilmesinden vazgeçilmesi gereken yerin orası olduğunu düşündüğü için." Evet. Bazen kötülük, aşikâr edilerek değil, gizlenerek öldürülür. Ve bazen de Celalî tecelliler örtünerek Cemale dönüştürülürler.



Haşiye: Yazıma burasına kadar sabreden arkadaşım, eğer gücün yeterse, ilk vahyi almasının ağırlığıyla Aleyhissalatuvesselamın, evine dönerek "Beni örtün!" demesini de düşün. Ve vahyin devam edişinde "Ey örtüsüne bürünen!" diye hitaba başlamasını da tefekkür et. Ben bir parça ettim. Çok güzel şeyler gördüm.

24 Şubat 2019 Pazar

Allah kötülüğün varolmasına neden izin veriyor?

Bir Serikatilin Doğuşu öyküsünde Ali Rıza Arıcan diyor ki: "Hayat belli bir yaştan sonra salt intikama dönüşür. Ne kadar masum görünse de, azıcık dibini kazısak, ortayaş üstü herkesin hayatının 'yaşanmamış bir hayattan alınan intikamlardan' ibaret olduğunu görürüz." Yaşanmamış bir hayattan intikam almak... Galiba bununla ilgili birşeyi Orhan Pamuk'tan da işitmiştim. O da diyordu ki: "Yazmak yaşanmamış hayattan intikam almaktır."

Bu cümleler, her nedense, Kış Uykusu filmini izlerken hatırıma geldi. Zihnimde döndü durdu. Biraz kendi hayatımı düşündüm. Biraz filmde kurgulanmış hayatlara baktım. Biraz da tanıdıklarıma uzandım. Hepsine aynı hakikaten az-çok izleri var gibi geldi. Nedir o hakikat peki? İntikam hakikati.

Evet. Hepimiz maruz bırakıldığımız şeylere karşı içimizde bir gayz duyuyoruz. Kimimizde şiddetli kimimizde zayıf. Kimimizde kırıcı kimimizde kırılgan. Kimimizde alabildiğince dışa taşan kimimizde içe kapanan. Kimimizde dışımızı boğduğumuz kimimizde içimize düştüğümüz. Bir intikam var. Bu intikam açlığı bazen bizi inadına hayatta tutuyor bazen de öldürüyor.

Yaşlandıkça bir koltuk değneği gibi daha çok yanımıza-yamacımıza sırnaşıyor. Misafirlikten evsahipliğine geçiyor. Ağırca bir köşemizi tutuyor. Kalpte yolüstü bir yeri kendine yurt yapıyor. Çıkmıyor. Her rahatsızlıkta "Ben de aynı şeyi söylüyorum zaten!" diyerek çığlığını sesimize katıyor. Bir akım yükseltici gibi şeylere duyduğumuz öfkeyi çoğaltıyor.

Artık hiçbirşeye duyulan öfke 'yalnızca o şeye' duyuluyor olmuyor. Bir kem maziyle birlikte beyne/kalbe hücum ediyor. Öfke kine dönüşüyor. Kin nedir ki zaten? Kin, kanaatimce, eski öfkeleri saklamaktır. Toplamaktır. Kinlenilen insana karşı duyulan öfkeler unutulmaz. Birikir. Birikir. Birikir. Hatta çoğalır. Başka başka nedenlerle de cephelerimize hücum eder.

Mürşidimin tasvir edişinde olduğu gibi: Geçmişin ve geleceğin ordularıyla da savaşan sabır birliği dağılmaya mahkûmdur. Çünkü gücü ancak bugüne yeter. Kendimden misal vereyim: İstanbul'da yaşadığım her sıkıntı beni alıp 1999 yılına götürür. İstemediğim halde yaşamak zorunda bırakıldığım bu yerle aramızda geçen geçimsizlikler, âdeta neşterle açılan yaralar gibi, tenimde birikir. Çünkü aşılamayan bir mazisi vardır. İstenmeyen bir geleceği vardır. İzleri vardır. İzleyecekler vardır. Bir yerde iradem ketmedilmiştir. İradenin yaraları, eğer sonuçları geri alınamıyorsa, unutulmaz. Tekrar tekrar kanamaya devam eder. Yaralar açılmaya müheyya kalır.

Zira o düzlemde artık seçilen hiçbirşey yalnız değildir. Her yeni seçimin kuyruğu bir önceki seçiminizle bağlıdır. Geri dönüp ilk düğümü çözemediğiniz takdirde kuyruklar birbirlerine ilenir gider. Uzaklaştıkça geridönüşler de güçleşir. Evet. Aynen böyledir. Uzaklaşılan güzelleşir. Kusurları görülmez olur. Unutulan yerleri düşlerle onarılır. Ve siz tahayyülünüzdeki o güzele bakarak bugün karşılaştığınız her yüze düşmanlaşırsınız. Yalan değil. Bahtında böyle bir yara olan herkes Leyla'sı elinden çalınmış bir Mecnun'dur. Mecnunca hareketler etmesi de gayet normaldir.

İrade sahibi olmanın bedellerinden birisidir bu galiba. İrade sahipleri, birbirlerini ne kadar severlerse sevsinler, çatışırlar. Birbirlerine karışırlar. Birbirlerini örselerler. Birbirlerinin renklerini kaparlar. Birbirlerinin varoluşuna çeşitli tonlarda engel olurlar. Anneler ki, evladını sevmekte rakipleri yoktur, bir noktadan sonra evlatlarının hayatlarının gırtlağına çöken de olabilirler. Çünkü irade sahiplerinin yakın olunmak kadar uzak olunmaya da ihtiyaçları vardır. Yardım edilmek kadar yardımsız bırakılmaya da muhtaçlıkları vardır. Yanlarında olunması kadar yalnız bırakılmaya da gerek duyarlar. İrade bu yalnızlık duygusundan beslenir çünkü.

Başka bir iradenin onlara bırakacağı boşlukta diğer iradeler nefes almaya başlarlar. Sorumluluk yüklemek/yüklenmek bu yüzden iradeyi geliştirir. Kendisi adına başkasının seçim yapmadığı irade kendi seçimlerini yapabilme yeteneğini arttırır.

Aslında dünyadaki imtihan sürecimizde de bu hakikatin hakkı vardır. Cenab-ı Hak, akıbetimizin ne olduğunu/olacağını bildiği halde, bizi neden dünyaya göndermiştir? Bence dünyaya gönderiliş sebeplerimizden birisi de, onun, yarattığı iradelerin mahiyetini en iyi bilen oluşudur. İrade-i külliyenin bizlerdeki irade-i cüzîyelere imtihan vesilesiyle bıraktığı alan, yani doğruyu veya yanlışı seçebilirlik alanı, bizi cennete layık gelişmişlikte iradelere sahip kılacaktır. Bediüzzaman'ın tabiriyle 'Akla kapı açılır ama ihtiyar elden alınmaz' bu dünyada. Teklif vardır ama aksini seçilemez kılan bir ısrar yoktur. 'Değiştirilmesi teklif dahi edilemez!' bir yasa yoktur.

Bu meselenin birinci tarafı. İkinci tarafında ise, Enfâl sûresinin buyurduğu 'beyyine' hakikati vardır ki, kısacık bir meali şöyledir: "Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helâk olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helâk olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı)." Evet. Hakikaten de 'gözüyle görmenin' insanın içinde doldurduğu bir boşluk vardır. Kendisine 'ateşle oynarsa yanacağı' söylenen hiçbir çocuk 'ateşle oynarken elini yakan' çocuk kadar ikna olmuş değildir. İçkinin kötülüklerini işiten hiçbir kulak alkolizm batağına düşüp hayatı kayan müptela kadar uyanmış değildir. Sorumluluk yüklenmesine izin verilmemiş hiçbir genç, sorumluluk alıp hatasını da yapan, ancak bundan dersini de çıkaran kadar dikkate kavuşmuş değildir. Bu açıdan mahşer meydanında insanların Cenab-ı Hakka karşı utançlarında hiçbir boşluğun kalmaması, onlara yaşayarak eylemlerini bizzat gösterilmesi, kaydedilmesi ve hatırlatılmasıyla mümkündür.

Yani imtihan insanın fıtratının gerektirdiği birşeydir. Fakat, burada bir nefes alıp, yüzümüz tekrar Kış Uykusu'na dönelim. Nihal karakterini canlandıran Melisa Sönmez'in Aydın karakterini canlandıran Haluk Bilginer'de en çok yakındığı şey neydi? Kibir, çok bilmişlik, alaycılık, otoriterlik... Bunların hepsini kuşatacak bir cevap bulabileceğimizi düşünüyorum. Bakalım katılacak mısınız? Benimki şu: Aydın, Nihal'e hayatını yaşayabileceği bir boşluk bırakmıyordu, iradesinin nefes almasına izin vermiyordu. Üzerindeki kontrolcülüğü, bilgice/tecrübece üstünlüğü, bir de hepsinin üzerine tuz basan kibirli tavrı Nihal'in kendisini yetersiz hissetmesine neden oluyordu.

Ve, dikkat edilirse, film boyunca Nihal hep aydınla arasında bir mesafe bırakma peşindeydi. Bu mesafe kendi renklerini, bir anlamda kendisine üflenen varlık sırrını, Nihalce bulduğu kıvamla, yani orijinalliğiyle ortaya koymanın gayretiydi. Yahut da fıtrî arzusuydu. Aydın'ın olduğu her yer lebaleb Aydın'dı. Nihalse bu kadar aydınlık istemiyordu.

Necla (Demet Akbağ) da 'kötülüğe karşı koymamak' dediği yerde bence bu sırrın kenarında geziniyordu. Tıpkı bir sineğin tabağın kenarında gezinmesi gibi... Onun karşı koymamak istediği kötülük aslında bir başkasında beğenmediği varoluş rengiydi. Diyalogları alıntılayarak yazıyı uzatmak istemiyorum. Ancak, gerek abisiyle arasında geçen konuşmalar gerekse Nihal'le girdiği tartışma nazara alınırsa, aynı hakikate dokunulur gibime geliyor.

Necla, abisi Aydın'ın bir tık ilerisindeydi. Çünkü topluma baktığı yerin rahatsızlığını duymaya başlamıştı. Şeyleri zorladıkları değişimin, geliştirdikleri alaycılığın veya tenkidin mutluluk getirmediğini görüyordu. Herşey istedikleri gibi olmak zorunda değildi. Belki kendilerinin kötülük sandıkları iyilikler de vardı. Varlıklarına müsaade edilmesini isteyen başka şeyler, seçimler, iradeler de bulunuyordu. Bunlar böyle onlar da öyle olmalıydı. Aydın'a her eleştirdiğinde kendisine de kızıyordu.

Nihal'in de İsmail'den (Nejat İşler) böylesi bir ders aldığını düşünebiliriz. Filmde sıklıkla anılan 'kötülüğün yollarının iyi niyet taşlarıyla örülmüş olması' durumu İsmail'in tavrıyla Nihal için görünür oluyordu. Nihal, kendince, çok büyük bir iyilik düşünse de, yaptığı şey muhatabı tarafından hakaret olarak algılanmıştı. Yani iradelerin çatışmasını iyi niyetler de gidermiyordu. Herkesin kendi varoluşuna düşkünlüğü vardı.

Ve filmin sonunda herkes bir parça dersini almış olarak Kış Uykusu'na yattılar. Kendi bölgelerine çekildiler. Necla, Aydın'la yaşadığı tartışma üzerinden; Aydın, Nihal'le yaşadığı çekişme canibinden; Nihal, İsmail'le yaşadığı anlaşmazlık zemininden kendi bölgesine yükseldi. Ötekine varolması için alan açtığı bir noktaya çıktı. Yılkı atı serbest bırakıldı. Aydın, bütün o 'kimseye ihtiyaç duymayan aydın' karizmasına rağmen uzaklaşamadığını gördü. Belki biz de biraz serbestlik kazansak takıldığımız taşlarda aynı şeyi göreceğiz. Ve belki imtihan da bunun için var. Allah, bize alan açıyor, kötülüğün varolmasına izin veriyor, ondan irademizle kaçalım diye. Kötünün kötü olduğunu kendimiz farkedelim diye. Tıpkı Necla'nın arzuladığı gibi.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...