Tarikat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarikat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Eylül 2022 Perşembe

Peygamberimiz hangi tarikattendi?

Damlaya geldiği deniz sorulur. Denize geldiği damla sorulmaz. Işığa kaynadığı güneş sorulur. Güneşe kaynadığı ışık sorulmaz. Kayaya koptuğu dağı sorarsın. Fakat dağa koptuğu kayayı soramazsın. Çünkü, arkadaşım, bütün parçadan daha azı olamaz. Bütünü parçadan az görmek bir mantık hatasıdır. O yüzden böylesi imâlarla edilen suallere karşı da dikkatli ol. Cevap vermekte acele etme. Üzerlerine kuruldukları mantığın sakatlığını ortaya koy önce. Sonra, eğer dilersen, yeniden kurgulayıp soruyu, bir yanıt verebilirsin. Bence en güzeli de budur. Aksi halde cevaplamak pusuya düşmek olur. Düşmanın mızrağını vücuduna saplayıp bedeninden çıkan ucuyla yine düşmana saldıramazsın. Öyle hücum edene cesur demezler.

"Peygamberimiz hangi tarikattendi?" veya "Aleyhissalatuvesselam Efendimiz hangi mezheptendi?" gibi sualler de böylesi tuzaklardır bana göre. Neden? İlk olarak Onun bütünlüğünü ıskalattığından. Nübüvveti parçalaştırdığından. Parçaya bütünü yutturacak bir cerbeze çevirdiğinden. Halbuki din nübüvvetin göğsünden kaynar. Sünnetiyle şekillenir. Hayatıyla hayatlanır. Hz. Aişe radyallahu anha annemizin tabiriyle Onun ahlakı Kur'andır. Hakikat bu iken nasıl ulu güneşe "Hangi pırıltıdan doğdun?" denilir. Nasıl okyanusun anneliği damlada aranır. Nasıl dağın cesameti çakıltaşlarıyla açıklanır. Kül cüzzün içine sığmaz ki. Aksine parçalar bütünde toplanır. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz bütünlüğümüzün ta kendisidir. Bizse, mü'minliğimiz miktarınca, Onun parça parça parçalarıyız. Mahşer günü sancağı altında toplanmayı ümit ettiğimiz gibi bugün de hidayeti altında toplanırız.

Öyleyse bu suallerin düzeltilmiş şekli şöyle olabilir: "Hangi tarikatler Tarikat-ı Muhammediye'dendir?" veya "Hangi mezhepler Mezheb-i Muhammediye'dendir?" Onun da cevabını Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in manası veriyor zaten. Ona rağmen yol arayanlar bid'adadır. Bidayeti olduğu caddenin içinde kalanlarsa Ondandır. Onun ta kendisi olamazlar. Onun kadar/gibi bütünlüğü ifade edemezler. Lakin ittibaları miktarınca yolun parçası olurlar. Yani ki: Bütünlükleri yolun etrafını çevirir. Parçalıklarıysa yolun içinden geçirir. Bu nedenle kat'iyyen horgörülemezler. Doğrudur: Parça bütünden küçüktür. Ama parça bütünden gayrısı da değildir. Madem damla denizdendir. Madem ışık güneştendir. Madem  kaya dağdandır. O zaman damlaya, ışığa, kayaya hakaret dolayısıyla denize, güneşe, dağa hakarettir. Cüze hakaret külle de hakarettir. Ehl-i Sünnet tarikatlere/mezheplere yapılan saldırılar da bu nevidendir arkadaşım. Hiç tereddüt etme. Adını tam koy. Hasmının şom niyetini tam kavra. Halılarını tutuşturana "Binayı yakmıyor ki canım!" hoşgörüsüyle bakma. Madem ki halı binanın içindedir. O halde parçasıdır. O halde binadandır. Ateşin kastına bina da dahildir.

İstersen sana bunu Esmaü'l-Hüsna üzerinden de izah edebilirim. (En azından denerim.) Şöyle ki:  Aleyhissalatuvesselam Efendimiz İsm-i Âzâma, her ismin âzâm mertebesine mazhardır, yüceliği öyle bir yüceliktir. Hatta bir yerde mürşidim der ki: "İsm-i Âzama mazhar olan Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlâhî belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir." Subhanallah! Sen, öyle bir güneşler güneşini ufkuna yerleştir, sonra da dönüp şu diğer hikmete bir bak: "İsm-i Âzam herkes için bir olmaz. Belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ: İmam-ı Ali radıyallahu anhın hakkında Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs, altı isimdir. Ve İmam-ı Âzamın İsm-i Âzamı Hakem, Adl, iki isimdir. Ve Gavs-ı Âzamın İsm-i Âzamı yâ Hayydır. Ve İmam-ı Rabbânînin İsm-i Âzamı Kayyûm, ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i Âzam görmüşlerdir..." 

Şimdi, 'her ismin âzâm mertebesine mazhar olmak' nerede, o 'isimlerden birkaçını İsm-i Âzâm tutmak' nerede... Mesafeyi birazcık kavradın mı arkadaşım? Benim gibi heyecanlandın mı? Evet. Salih büyüklerimiz o güneşin gölgesinde gezen parıltılardan ibarettir sadece. (Allah o parıltıları gecemizden eksik etmesin.) Parıltı güneştendir. Doğru. Fakat güneş parıltıdan değildir. 'Parıltı' dedim. O da seni aldatmasın. Mütekebbir burnun havaya dikilmesin. Onların parıltısı güneşe göre parıltıdır. Sana göreyse güneştir. Haddini bilerek konuş. Sen belki kibrit alevi dahi değilsin. Parladığın da şüphelidir. Sahi. Kuzum kendi karanlığına bakmıyor musun? Ateşböceği gibi pırpırını görmüyor musun? Nankörlüğün körlüğünü arttırır. Körlüğün nankörlüğünü ziyadeleştirir. Bakmayanların halini seçiyorsun. Güneş gibi büyüklere/yollara dil uzatıyorlar. Allah bizi dilleri kopasıcalardan eylemesin. Âmin.  

15 Mayıs 2020 Cuma

Bediüzzaman'ın tarikate bakışında tutarsızlık mı var?

Yamuk Bakan Öyküler'de deniyor ki: "Bilgi artan bir hızla çoğaldığı için anlamlı soruları saptayabilmek giderek daha zor bir hale geldi. Mantık tek başına yeterli değildi. İhtiyaç duyulan şey az bulunur türden bir sezgiydi." Bu satırları okuduğumda aklım hemen Ebubekir Sifil Hoca'nın 'entelektüel obezite' yahut Nabi Avcı Bey'in 'enformatik cehalet' diye tabir ettikleri şeye gitti. Benzer bir manayı eskiler daha farklı bir vurguyla şöyle isimlendiriyorlardı: 'Cehl-i mürekkep.' Mürşidim de yine yakın bir makamda şunları söylüyordu: "Çünkü, öyleler hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar."

Bediüzzaman Telvihat-ı Tis'a'da da şöyle diyor: "Tarikatte hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir." Halbuki biz Bediüzzaman'ı daha çok şu cümlesiyle tanıyoruz: "Zaman tarikat zamanı değildir!" Peki, kurcalayalım, bu iki ifade arasında bir çelişki yok mudur? Yani mürşidimin orada 'öyle' burada 'böyle' demesi fikriyatı hakkında bir 'tutarsızlık' verisi sayılabilir mi? Ben sırf bu ifadelere bakarak böyle bir iddiaya girişmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Zira Bediüzzaman 'tarikat' dediği her yerde 'tarikate dair herşeyi' murad etmiyor. Ya? İstimal ettiği her metinde, makama dair ince okumalarla farkedeceğiniz, nüanslar var. Ki mesela şu bahsin "Risale-i Nur'da tarikat kelimesi kaç bağlamda kullanılmıştır?" sorusuna bir parça cevap verdiğini zannetmekteyim:

"Tarik-i Nakşînin üç perdesi var: Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbânî de (r.a.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir. İkincisi: Ferâiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir. Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacip, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir..." Görüldüğü gibi mürşidimin dünyasında tarikat kavramının birçok ayrı boyutu var. Bu boyutlar ayrı ayrı hikmetleri/hizmetleri deruhte ediyor. Devamında ise yine şöyle diyor:

"Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylânî (r.a.) ve Şâh-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez. Fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz. Fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir. Hakaik-i İslâmiye gıdadır." İşte bu metinle daha berrak bir şekilde resmi seçiyoruz.

Bediüzzaman'ın gözünde Ehl-i Sünnet itikadına, ittiba-ı sünnete ve emraz-ı kalbiyenin define hizmet eden yönüyle tarikatlar bu zamanın elzem bir faaliyeti. Çünkü bu faaliyetler her zamanın elzem faaliyeti. Farzlar. Vacipler. Sünnetler. Dolayısıyla vazgeçilmezler. Fakat akaidi düzeltmeden bir mü'minin cennete gidebilmesi mümkün değil. Ahirzamanda ise mücadele daha çok bu alana çekilmiş durumda. Tabir-i caizse: Dinin merkezine küresel bir saldırı var. Her işgalden daha büyük bir işgal mü'min itikadında yaşanıyor. Yani "Zaman tarikat zamanı değildir!" denirken merkez-dışı alana dair uyarıda bulunuluyor. Gayretin bölünmemesi gerektiğini söylüyor. Yoksa "Tarikatleri kapatın!" falan demiyor.

Öyleyse ilk alıntıladığımı cümleyi de şöyle yorumlayabiliriz: Hakka tarafgirliği bir tarikat müntesibi/dervişi seviyesinde olmayanın sırf bilgisi onu kurtarmaz. Çünkü ahirzamanın süfyanî demagojisi kalbi harekete gelmemişlerin 'done'leriyle atlatabileceği basitlikte değil. Ya? Hemen o muhteşem hadis-i şerifi hatırlayalım: "İnsanlar helâk oldu ancak alimler kurtuldu. Alimler de helâk oldu ancak ilmiyle amel edenler kurtuldu. İlmiyle amel edenler de helâk oldu ancak ihlas sahibi olanlar kurtuldu. İhlas sahibi olanlar da büyük bir tehlike içindedirler." Yani ilmin âmele dönüşmesi için bir 'gayret' gerektiği gibi o gayretin meşru kalabilmesi içinde bir 'ihlas' gerekli. Bu anlamda Allah'ın ayetlerini az bir karşılığa satanları uyaran Kur'an-ı Hakîm'in 'ahirzamanın entelektüel kulağını' ayrıca çınlattığını dikkatten kaçırmamalıyız. Dinin bilgisi tek başına sahibini kurtarmaya yetmiyor. Onun hayatı da ihlas çünkü. İhlasın kalpte tutunması içinse 'hakka hak için tarafgir olabilmek' gerekir.

Mübarek emekleri bin yılı aşmış Ehl-i Sünnet tarikatların tamamı varolsun. Allah kıyamete kadar muazzez ellerini üzerimizden çektirmesin. Onların varlığından veya devamından hiçbir nur talebesinin şikayeti olamaz. Olmamalıdır. Nurculuğu 'tarikat karşıtlığı' olarak anlayan birileri varsa içimizde, hemen kaşesini basalım, nurculuktan nasibi yok demektir. Kesinlikle bu meslekte değiliz. Sadece ahirzamanın gerektirdiği yoğunlaşmaya dikkat çekiyoruz. Ki buna şimdilerde sadece nurcular da dikkat çekmiyorlar. Ehl-i Sünnet mirasının tehlikede olduğunu düşünen birçok âlimimiz şartlar gereği imanın önemine vurgu yapıyorlar. İtikadî metinlerden dersler sürdürüyorlar. Bu cepheye koşuyorlar. Bediüzzaman'ın da o sözlerden maksadı da işte bu cepheye koşmaktır. Merkezin düşmemesi için kuvvet tahkimidir.

İtikadımız değişmezimizdir. Kimliğimizdir. Zemine tutunan kökümüzdür. 'Olmazsa olmaz'ımızdır. Çınarımızdır. Pergelimizin iğnesidir. Tarikatlarımız, mesleklerimiz, meşreplerimiz dallardaki renklerimizdir. Çiçek çiçek açmamızdır. Çoğalmamızdır. Bereketli süsümüzdür. Değişken yüzümüzdür. Pergelimizin kalemidir. Fırtına geldiğindeyse insan çiçeğine/kalemine tutunmaz. Ya? Çınarına tutunur. Gövdesine tutunur. İğneye tutunur. Biz de ahirzamanın cerbezeli tehlikelerine karşı Ehl-i Sünnet itikadımıza sarılmalıyız. Çünkü fırtına geçtiğinde bağrından çiçekler çıkaracak hayat yine onlardadır. Lakin böyle yapmalıyız diye neden 'bilmediğimizi bilecek' kadar sezgi-edep öğreten çiçeklere düşman olalım? Gövde çiçeğine düşman olur mu hiç? Cenab-ı Hak ayaklarımızı istikametten kaydırmasın. Âmin.

9 Eylül 2019 Pazartesi

Tarikatçılar içimizi neden deliyor?

Çin işkencesini hepimiz biliyoruz. Tamam. Çok şükür. Başımıza gelmedi ama bir kulak aşinalığımız var. Tekrar eden su damlalarının gücünün taşı delmeye de insanı delirtmeye de yeter olduğunu biliyoruz.

Ursula K. Le Guin'in Zihinde Bir Dalga'da 'esas iç örgütlenme aracı' olarak tarif ettiği 'tekrar'a dair bir savunusu var. Diyor ki: Tekrarın aşağılanması daha çok modern döneme ait bir olgudur. Okuryazarlığın artmasıyla ilgilidir. Basılı yayınlara ulaşmak kolaylaştıktan sonra ortaya çıkmıştır. (Çünkü basılı bir yayında 'tekrar' mükerrer okumalarla sağlanabilir.) Sözlü kültürün insanlığa hâkim olduğu bütün asırlar boyunca tekrarla kimsenin bir sorunu olmamıştır. Hatta sözlü anlatım tekrarları ister. Sever. Gerektirir. İnsanın yazılı kültürün hegemonyasına girmediği çocukluk devirlerinde aile büyüklerinin anlattığı masalların/hatıraların tekrarı arzulanır. Hatta bu tekrarlar eğer daha önce anlatılan asıldan çok saparlarsa büyükler uyarılır: "Çok kötü anlattın anne. Olmadı ki. Düzgünce bir daha anlat."

Yine, bir ölçüde sözlü anlatıma benzer tarafları bulunan, sinema yapımlarında da 'kaçırabileceği detaylar' izleyiciye bazı tekrarlarla yeniden tahattur ettirilir. Örneğin: Katilin kim olduğunun ortaya çıktığı bölümde dedektifin parçaları birleştirişi, filmin öncesinden yapılan alıntılarla, izleyiciye de yaşatılır. Çünkü izlemek okumak gibi değildir.

İşi hepten tarihselcilerin/sosyologların ellerine düşürmeden bunu Kur'an-ı Hakîm'in beyanına da taşıyabiliriz. Kur'an, Bediüzzaman'ın da mükerreren beyan ettiği üzere, irşadda ilk muhatap olarak ekseri, yani avamı, muhatap kabul eder. Avamın da çoğunluğu 'ümmi'dir. Yani okumayazma bilmez. (Kur'an'ın ilk indiği kavim, yani Arap kardeşler, zaten ümmilikleri ile meşhurdurlar. Yine ekseri İslam'la bahtiyar olan Türklerin/Kürtlerin de mazisi farklı değildir.) Veyahut da, eğer modern asır üzerinden konuşacak olursak, okuryazarlığı vardır ama okumayla başı hoş değildir. Bu nedenle vahyin beyanında tekrarlara sıkça rastlanır. Fakat, yine mürşidimin dikkat çektiği üzere, bunlar sûreten tekrarlardır. Aslında her tekrar edişte aynı kıssa/kelam üzerinden hakikatin başka bir yönü parlatılır. Nazara verilir. Yerinden bir alıntıyla bu bahsi süsleyelim:

"Hem Kur'ân müessistir, bir din-i mübînin esasatıdır ve şu âlem-i İslâmiyetin temelleridir ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi değiştirip muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevaptır. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te'kid için terdad lâzımdır. Te'yid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır."

Tekrarın 'kişisel gelişim'de ise apayrı bir fonksiyonu var. Eğer başarı, kendine yardım, NLP veya kişisel gelişim türünden bir eser okuduysanız, ki bunlar eskiden ayrı ayrı türler değildiler, bilirsiniz: Bireyin hedeflediği sonuçlara ulaşmasında tekrar edilen 'motto'ların büyük ehemmiyeti vardır. Hatta, Küçük Emrah'ın, annesi Oya Aydoğan'ı medenî(!) bir kadın haline getirmeye çalıştığı filmde, hoca olarak tuttuğu kişinin Aydoğan'a tekrarlattığı cümleyi hatırlatalım: "Ben gözel karıyam!" Bunu neden tekrarlatıyordu? Çünkü köylü kızı Aydoğan'ın özgüvenini arttırmak istiyordu. Yani bu tekrar işinde insanın içinde tesis etmek istediği şeyleri inşa eden bir yan da var. Az-çok bunun misallerini hepimiz biliriz.

Partiler sloganlarıyla taraftarlarını motive ederler. Yine her türden hareketin etbaını şevklendirmek için tekrar ettiği sloganları vardır. Firmalar bile alıcılarında alış arzusu inşa etmek için böylesi 'tekrarları' kullanırlar. Yaz başladığında başlayan kola/dondurma reklamları sayesinde her sene bir sürü yeni spot cümleniz olur. Hayırlı olsun.

Bütün bu girizgâhın ardından asıl mevzua gelelim. Mürşidimin Mesnevî-i Nuriye isimli eserinde geçen bir bahse değineceğim. Her okuduğumda bana ilginç şeyler düşündürür. Üşenmeyelim. Hemen alıntılayalım. Ki sonradan ne üzerine konuşacağımız açık edilmiş olsun:

"İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde, kalbin fethiyle, ene ve enâniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmârenin başını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Kezâlik, Kâdirîler de, zikr-i cehrî sayesinde tabiat tâğutlarını tarümâr etmişlerdir." Fakat başı olmayınca böyle yarımca pek birşey anlaşılmadı değil mi? Alıntılayalım. Tam olsun: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sümbüllenip neşvünemâ bulamaz, ölür gider. Kezâlik, ene ile tâbir edilen enâniyetin kalbi, 'Allah Allah' zikrinin şuâ ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semâvat ve Arza isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde ene mahvolur."

Ben bu bahsin yıllar önce bir kişisel gelişim kitabında okuduklarımla ilgili olduğunu düşünüyorum. (Adını sormayın. Tüm hatırlama çabalarıma rağmen çıkaramadım. İsimsiz kaldı.) En azından o kitapta anlatılan şeyin bu bahsi idrakte yolu kolaylayan bir yanı var. Uzatmayayım. Anladığımca deniliyordu ki o kitapta: Bir amaca ulaşmaya çalışırken, sizi engelleyen şeyin dışınızda olduğunu düşünürseniz, sloganınızı/mottonuzu dıştan tekrar edin. Yani sesli söyleyin. Yok, eğer asıl engelin içinizde bir yerlerde olduğunu düşünüyorsanız, o zaman sloganınızı/mottonuzu içinizden tekrar edin. Sessiz söyleyin.

Ne demek bu? Açmayı deneyelim. Diyelim ki: Bir koşu yarışmasına katılacaksınız. Rakipleriniz dışınızda. Engeller dışarıda yani. O zaman kendinizi şöyle bir cümleyi sesli söyleyerek motive etmelisiniz: "Ben daha hızlıyım! Ben daha hızlıyım! Ben daha hızlıyım!" Ama yok. Sorun bu değil. Koşuya hazırlanma sürecinde yeterince çalışkan olmadığınızı düşünüyorsanız, o zaman engel içinizde demektir, şu cümleyi içinizden tekrar ederek motive olun: "Daha çok çalışabilirim! Daha çok çalışabilirim! Daha çok çalışabilirim!" Yani, yokuş dışınızdaysa dışınıza doğru, yokuş içinizdeyse içinize doğru hakikatinizi tekrar etmelisiniz. Hakikatin düzenli tekrarı; hayalden, vehimden, sanrıdan, korkudan veya önyargıdan oluşan putları kıracaktır.

İşte, bence, zikrullahın da insanda gördüğü böyle bir fonksiyon var. Cümle hak tariklerin tâbilerine ödev olarak verdikleri zikirler aslında belli bir mana dünyasının çağrışımlarını içeriyorlar. Yani tâbi, tarikatinin usûlüne göre, zikr-i cehrî (açıktan) veya zikr-i hafî (içinden) virdini tekrar ederek hakikati hayaline hatırlatıyor. O ifadenin içerdiği manayı hatırına çağırıyor. Gafletinin sathîliğinde 'mış gibi' oluşabilecek tüm korkuları dağıtıyor. Sanrıları öldürüyor. Önyargılarını kırıyor. Evet. Allah'ı hatırlamanın da böyle bir işlevi oluyor kalbimizde. İnsan, ister içine, ister dışına doğru 'Allah olanın ancak Allah olduğunu' hatırlatırken/hatırlarken unutulmasıyla neşv ü nema bulacak vehimleri de gidermiş oluyor.

Sınava hazırlanırken ilgili tüm formülleri zihninde tekrar eden kişinin, cehaletin 'o mu, bu mu, şu mu' fitnesinden izale kalması gibi, tekrarlarla Allah'a dair manaları kalplerinde diri tutanlar da içten/dıştan şaşırtmacaların oyunlarına karşı daha uyanık oluyorlar. Daha tetikte duruyorlar. Mürşidimin ifadesiyle söylersem: Bazı şeylerin içini delik tutmak gerekiyor. Çünkü onların gerçek olmadığı ancak bu deliklerden anlayabiliyorsunuz. Tıpkı, karanlıkta gözünüze korkutucu görünen birşeyin, kalkıp şeklini bozduğunuzda rahatlamanız gibi. Sanrıların da şeklini tekrar edilen hakikatler alaşağı eder. Zikrullah şifamızdır bizim.

15 Mayıs 2019 Çarşamba

Sen hergün bin karadelikten geçiyorsun

Bilim kurgu filmlerini sen de çok izlemişsindir arkadaşım. Hani şu boyutlar arası geçişler yapılanları. Bir karadeliğe girip, bir kapı açıp veya bir eşikten geçip âlemden âleme seyredişleri. Uzun mesafeleri bir anda alışları. Uzun zamanları bir anda geçişleri. Bana öyle geliyor ki: Aslında insanın içinde böylesi pekçok karadelik, kapı ve eşik vardır. Onlara uğradığı zaman herşey bir anda değişir. Bu bazen bu bir müjdedir (ki keder âleminden neşe âlemine ışınlar), bazen bir musibettir (ki neşe âleminden keder âlemine gönderir), bazen de çok etkilenilen birtek kelimedir (bunun yapacağı tesirler muhteliftir). Nihayetinde hepsinde olan şey bir tür berzahiyettir. Ayağı-aklı-kalbi berzaha alışan geçişlerde zenginleşir. Pratik kazanır. Ferahlar. Kuvvetlenir. Yanında sevdiğinin ismi anılınca içinde oynayan taşlar da böyledir.

İsimler nasıl birer berzaha dönüşürler? Şimdilerde biraz buna kafa yoruyorum arkadaşım. Çünkü Esma-i Sitte Risalesi namı ile meşhur 30. Lem'a'yı her okuyuşumda şunu farkediyorum: Mürşidim de onları birer 'berzah' olarak kullanıyor. Berzah nedir? Sözlükler 'kıstak' diye bir karşılık veriyorlar ya ona daha da yabancıyız. İzahlarına izah gerek. Deneyelim:

Berzah en temelde 'iki şey arasındaki engel' anlamına geliyor. Ve bir yan anlam olarak da 'geçiş bölgeleri' manasında kullanılıyor. 'Kıstak' da zaten buna yakın birşey. Nasıl? Sözgelimi: Bir kara parçası var. Bu kara parçasının bir kısmı iki deniz arasında epeyce inceliyor. Yani sanki iki kara birbirine buradan, bu geçiş bölgesinden, boğumdan bağlanıyor. İşte ona da 'berzah' deniyor.

Bir de 'berzah âlemi' olarak ifade edilen 'kabir âlemi' var. Ölülerimizin gittiği yer. Peki ona neden 'berzah' deniyor? Çünkü o da bir ara âlem. Ahiret ile dünya arasında bir geçiş. Bir koridor. Bir köprü. Bir geçicilik. Mürşidimse Mesnevî-i Nuriye'sinde berzah kavramını şöyle genişletiyor:

"İ'lem eyyühe'l-aziz! İnkılâplar neticesinde her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise inkılâp bir değildir. Pekçok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."

Bediüzzaman'ın 'berzah' ile isimlendirdiği çok şey var. Mesela: Bir yerde tarikatlara berzah diyor. Bir yerde ölüler âlemine berzah diyor. Bir yerde akla berzah diyor. Bir yerde kalbe berzah diyor. Bir yerde vicdanı berzah olarak anıyor. Hepsini topladığınızda vardığınız sonuç yukarıdakinin aynısı: Birşey başka şeyler arasında geçişi sağlıyorlarsa onlara 'berzah' denilebilir.

İşte, arkadaşım, Ahmed kardeşin de buradan cür'et bulup isimlere 'berzah' diyebilir veya ileride diyecektir. Çünkü mürşidi ona farkettirmiştir: Esma tefekkürü sayesinde insanlar da bir yerden başka yerlere, bir bakıştan başka bakışlara, bir okumadan başka okumalara geçerler veya geçebilirler. Onların 'birbirine bakar' marifetlerinden faydalanabilirler. İsimlerde bu sır vardır. İçlerinde şu potansiyel vardır. Peki şu sözümün delili nedir?

Başta dedim ya: Esma-i Sitte Risalesi buna güzel bir örnek. Bediüzzaman orada Cenab-ı Hakkın isimleri ile şuunatı arasında, şuunatı ile kainat arasında, kainat ile isimler arasında, isimleri ile amellerimiz arasında, amellerimiz ile yine şuunat arasında, şuunatı ile rububiyeti arasında birçok köprü kuruyor. Ve bütün bunları aynı el-Esmaü'l-Hüsna berzahıyla yapıyor.

Mesela: İsm-i Kuddüs bahsinde, kainatı sürekli temizlenen bir oda gibi görmeyi öğrettikten sonra, ister istemez bizi "Bir temizleyen olmalı!" demeye götürüyor. Buradan bir isme varıyoruz: Temizleyen. Temizleyen ismi ise sahibinin pâklığına götürüyor bizi. Çünkü kirli olanın temizleyiciliği yoktur. Pis suyla tabak yıkanmaz. Kötü ahlaklıdan toplumu düzeltmesi beklenemez. Demek o nihayetsiz temizleyici her türlü kirden-kusurdan da nihayetsiz münezzehtir. Kuddüs'tür. Kendisinin subhaniyetidir ki varlığa 'sürekli bir temizlenme ihtiyacı' içinde yansımıştır. Varlık 'onun yaratığı olmaya layık olmak' için çalışmaktadır.

Bu yansımayı farkettik de iş bitti mi? Bitmedi. Temizleyiciliğin nihayetsizliği bize Kuddüs isminin sahibinin şuunatına dair de birşeyler söylüyor. Cenab-ı Hak, kainatı böylesine sürekli bir temizlik faaliyeti içinde tutuyorsa, nezahete karşı bir tür muhabbet-i münezzehe duyuyor demektir. Kainatın öyle olmasını istediği gibi kullarının da öyle olmasını istiyor demektir. O zaman diyebiliriz ki: Kuddüs isminin bir gereği olarak nübüvvet mutlaka varolmalıdır. Herşeyin kirini türüne yakışır görevlilerle temizleyen Allah, elbette, insanlığın da kirini de bu sûretle temizlemektedir. Temizlemelidir. Şuunatı böyle iktiza eder çünkü.

Bakınız isim bir berzah oldu. Önce bizi kainata bağladı. Sonra yine kendisinden geçirip şuunat-ı İlahîyeye dair konuşturdu. Sonra yine üzerinden geçirip akaide götürdü. Sonra yine üzerinden aşırıp amellere bağladı. Nasıl? Dedik ya: Kainatı temizleyen Allah elbette kullarını da temizlemek ister. Peki sırr-ı imtihan gereğince bu nasıl olacak? Elbette nübüvvet eliyle yapılacak. Nebiler insanlara yaşamın tüm kirlerine rağmen temiz kalmanın yollarını öğretecekler. Mezkûr eserde alıntılanan "Temizlik imanın yarısıdır!" gibi hadis-i şerifler de zaten bunu bize öğütlerler. Hatta 'La ilahe' dahi bir temizliktir ki 'illallah'ı çağırır. Kalpten putların süprüntüleri kovulmadan tevhidin pir u pâk sancağı oraya dikilemez.

Mürşidimin ism-i Adl'in ahirinde 'ölçüde-tardıda doğru davranmayı' öğütleyen ayet-i kerimeye yaptığı atfı da böyle okuyabiliriz. Ve diyebiliriz: Amellerimizin mantığı içimizde bu yolla inşa oluyor. Açmak için soralım: Neden âdil olacağız? el-Cevap: Çünkü kainat adalet üzerine kurulmuş. Çünkü onu yaratan Allah adaletin fiilerini işliyor. Adaletle işliyor. Bu kadar tekrar ettiğine göre aynı şeyi, koruduğuna göre aynı hassasiyeti, seçtiğine göre aynı eyleyişi demek Rabbimiz adaleti seviyor. Seviyor ki eyliyor.

Bütün kainatı böyle bir adalet üzerine kuran bizi ondan ayırır mı? Demek dürüst olmak aynı zamanda 'kainatla uyumlu olmak'tır. Fıtratımızla uyumlu olmaktır. Onları yaratan Allah'la uyumlu olmaktır. Böyle bakılması bir kere öğrenildiği zaman hiçbir amel insan için 'taklidî/dogmatik' kalamaz. Dinin kendisine emrettiği herşeyin izlerini varlıkta görür. Kardeşlik bağlarını tanır. Tefekkürüyle isimleri berzaha dönüştürür. İçlerinden geçip kendine de ulaşır.

Size de önerim bunu kendi dünyanızda bir deneyimleyin. Tecrübe edin. Elimizde bize vahiyle/sünnetle gelmiş müthiş bir Esma bilgisi var. O isimlerin herbirini, tıpkı Bediüzzaman'ın 30. Lem'a'da yaptığı gibi, tefekkür edin. Kainatta izlerini arayın. Bu izleri bulduktan sonra farkedeceksiniz ki: Böyle okumaları arttırdıkça onlar sizde itikada da dönüşüyorlar. Yani artık Allah'ı o sıfatlarıyla birlikte hatırlamaya başlıyorsunuz. Tecellilerinin sıklığını ise şuunatına yoruyorsunuz. Sonra bu durum elbette içinizdeki telleri titretiyor. Yani dedirtiyor: "Ben de onlardan biri değil miyim? Bana nasıl tecelli eder bu isim? Ben nasıl o tecelliye karşı duyulan muhabbetin gölgesi altına girerim?" Bu soruların cevaplarını kolluyorsunuz. Uyum huzurdur çünkü.

İşte buradan da insan ister-istemez takvaya ve salih amellere bağlanıyor. Kainatta okuduğunu kendi hayatına buralardan sokuyor. Artık amelleri 'zorakî/taklidî' olmuyor. Evrenle uygun adım yürümek oluyor. Evet. Arkadaşım bana öyle geliyor ki: Bütün bu geçişler isimler sayesinde. Benden sana geçmek nasıl ki ismini anmakla oluyor. Yani ben seni anınca senin varlığın ortaya çıkmaya çağrılıyor. Ben gizleniyor. Ben denizi bitip sen denizi başlıyor. Öyle de Allah'ın el-Esmaü'l-Hüsnası kuşanıldıkça nazara çağrılan binler âlem var. Şu ayeti de unutma: "Bütün güzel isimler Allah'ındır." O halde isminden geçilmeden varılan yerde güzellik yoktur. Güzelliğe varılmışsa bil ki bir isimden geçilmiştir.

25 Mayıs 2017 Perşembe

Siyaset dışı kişilere/alanlara neden ihtiyaç var?

Okuyanlar hatırlayacaklar. Buna dair daha evvel de yazdım. Fakat şu mesele, dilimin kestiği öyle tatlı bir şeker ki, ne kadar bahsetsem az geliyor. "Zikrullah veya kelimat-ı mübareke dediğimiz şeylerin tekrarının veya Kur'an gibi kudsî metinlerin kıraatinin veya salih âlimlerin eserlerinin tefekkürünün insana en özünde kattığı şey nedir?" diye kendime sorduğumda şu cevabı buluyorum: "Onlar parçaya bütünün anlamını hatırlatıyorlar." Evet, şuurunda olalım/olmayalım, Allah'ı çeşitli şekillerde zikretmekle kazandığımız kemal budur. Parça kesret/çokluk âleminin dağınıklıklarından, karışıklıklarından, kalbî ve ruhî yüklerinden bütünün anlamını zikrederek kurtulur. Bu nasıl olur? Bu 'büyük resme bakmanın rahatlatıcılığı' ile olur. İnsan, zorlu bir süreçle karşılaştığında, o sürecin kendisinde yaptığı yıpranmalara, yaşattığı sapmalara ve hissettirdiği acılara sürecin anlamını ve neticesini anarak karşı koyar.

Askerlik yapanlar nasıl sürecin geçiciliğini hatırlayarak/hatırlatarak yaşadıkları sıkıntılara karşı koymaya çalışıyorlarsa; evlilik sürecine giren insanlar da benzeri şekilde o sürecin 'süreçte yaşananlardan aşkın' anlamını hatırda tutarak (veya birbirlerine hatırlatarak) aşmaya çalışıyorlar. Biraz daha ilerleyelim. Bir hastanın tedavi süreci boyunca kendisine telkin ettiği de budur. Çevresi de ona bunu telkin eder. Bir çocuk iğne vurulurken ebeveyninin söylediği dahi budur. "Geçti yavrum, bak, hemen geçti!"

Birşeyin geçiciliği, ancak, onun parçası olduğu bütünün amacı/mahiyeti üzerinden ispatlanır. Uçağın yolculuk sırasında yaşadığı sarsıntıyı aşmak, o sarsıntının binlerce kez benzeri şekilde yaşandığını, fakat yine de menzile ulaşıldığını hatırda tutmakla olur. Pastanın pişmemiş yerini ısıranın isyanı, tamamının, hatta ekseriyetinin öyle olmadığı hatırlatılmakla tedavi edilir.

Demek: Bütünü hatırda tutmak parçayı rahatlatıyor. Bütünün anlamını hatırda tutmak parçayı yaşadıklarına karşı daha dayanıklı kılıyor. Bu gözle bakılırsa görülecektir: Mürşidimin Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi veya Çocuk Taziyenamesi gibi eserlerinde yaptığı da budur. Bu aslında Kur'an ve sünnetin bize öğütlediği bakış açısıdır. Bu zamandan geriye doğru gittiğinizde, her dönemin mehdi-misal mürşidlerinin, dönemlerinde yaşanan fitnelere karşı benzer bir tedavi yolunu tuttuğunu görürsünüz. Bu bir tarikat usûlü çerçevesinde ve zikrin tekidi ile de olabilir; bir eserin telifi, neşri ve etrafında oluşturulan sohbet halkaları şeklinde de olabilir. İkisinde de yapılmaya çalışılan önce 'hıfz' sonra 'hatırlatma'dır.

Moğolların fitnesi döneminde İslam âlimlerinin yazdığı ve etrafında büyük halkaların/ekollerin oluştuğu eserlere bakın veya daha ilerisine/gerisine gidin, fitneye karşı direnişin hep bu şekilde yapıldığını görürsünüz: "Asıl amacı koru ve hatırla!" Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) 'Ridde fitnesi' ile mücadelesinin hemen ardından Kur'an'ın bir mushafta hıfzı için attığı mübarek adımdan tutun, Hz. Ömer b. Abdülaziz'in (r.a.) hadislerin hıfzı için sergilediği gayrete kadar; İmam Gazalî'nin (r.a.) kendi döneminde bâtıl fırkalara karşı eserleriyle verdiği mücadeleden tutun, Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'la yapmaya çalıştığı şeye kadar; böylesi bütün örnekler gösterir ki: Müslümanlar bir fitne karşısında bütünün anlamını ellerinden geldiğince hıfzederek ve birbirlerine ellerinden geldiğince hatırlatarak ayakta dururlar. Parçalarda boğulmaktan böyle korunurlar.

Bediüzzaman'ın tarikatlere verdiği önemin ardında yatan sır da budur ki, şu metinde, kendisini bize güzellikle okutur:

"Daire-i takvâdan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreplerin ve tarikat namını haksız olarak kendine takanların seyyiâtıyla tarikat mahkûm olamaz. Tarikatin dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarikatler olduğu gibi, âlem-i küfrün ve siyaset-i Hıristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müthiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kale-i İslâmiyeden bir kalesidir. Merkez-i hilâfet olan İstanbul'u beş yüz elli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beş yüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde Allah Allah diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır. İşte, ey akılsız hamiyetfuruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarikatin, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz."

Bugün biz de böylesi bir açlığı çekiyoruz. Siyasetin dışında kalmış, ruhumuza nefes aldıracak, dünyanın dağdağasında boğulmaktan kalbimizi kurtaracak bir alan arıyoruz. Hakikat dersi için toplandığımız meclislerde, ardına düştüğümüz kişilerde, yürüdüğümüz yollarda bile siyasetin işgalini yaşıyoruz.

Bazıları, devanın da burada olduğunu, hatta İslam âleminin ancak böyle bir yerden ayağa kalkacağını söylüyor. Diyorlar ki: "Siyasi meseleleri konuşa konuşa kemalimizi bulacağız(!)" Onlara katılmıyorum. Çünkü siyaset parçadır. Hem de sorunlu bir parçadır. Ona dair konuşulanlar parçaya dair konuşmalardır. Parçalar hakkında konuşmak bizi parçalar. Bütün hakkında konuşmak bizi bütünler. Uhuvvet Risalesi'nin verdiği derstir bu: Bir, bir, bir'ler birleştirir. İttihad-ı İslam'ın saklı olduğu yer parça değil bütündür. Bize yalnız 'Allah' denilen alanlar gerek. 'Nur görünümlü topuzlara' veya 'topuz görünümlü nurlara' ihtiyacımız yok. Bu noktada, hangi meslek veya meşrepte olursak olalım, zikrullahın ihyasına mesai sarfetmeliyiz. Dinî faaliyet yürüttüğümüz yerlere parçanın dilini sokmamalıyız. Direnmeliyiz. Işığa çağıran olmadığında artmak mümkün olmaz çünkü. İnsanlar nura gelir topuza gelmezler.

13 Mart 2017 Pazartesi

Din kimin elinde sopalaşır?

"Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince: Onlar böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfir olanlara gelince: 'Allah böyle misal vermekle ne murat eder?' derler. Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır (çünkü bunlar birer imtihandır)." (Bakara sûresi, 26)

Buharî'de, Tevhid bölümünde geçen bir hadis-i şerif var, okudukları Kur'an'ın gırtlaklarından aşağıya inmeyeceği kişilerden haber veriyor. Ben, haber verilen bu hakikatin bir vechini, bencileyin, 'İslamî her tür bilgiyi salt bir entelektüellik aracı haline getirenlerde' görüyorum. Hakikaten de böylesi insanlardan bugün mebzul miktarda var. Bunlar için, emek verdikleri meslek veya meşrep, bir kemal ve iman yolculuğunun sahil-i selamete çıkaracak gemisi değil, bir başka mesleğe veya meşrebe tefevvuk etme aracı. Hadi, şunu edepli söyledim, daha edepsizini de diyeyim: Caka satmak için dine emek veriyorlar. Üzerinden birşey olmak için onunla meşgul oluyorlar.

Kur'an'ı da okusalar böyle. Hadislere de müracaat etseler böyle. Fıkıh da öğrenseler böyle. Tarikata da intisap etseler böyle... Böyle, böyle, böyle oğlu böyle... Hakikati inhisarları altında almalarından tanıyorsunuz onları. Eylediklerinin gırtlaklarından aşağıya inmediğini ise en çok 'merhamet ve muhabbet zayıflığından' teşhis ediyorsunuz. Dilleri bıçak gibi. Elleri yapmaktan çok yıkmaya meyyal. Yumrukları havada. Herbiri dinimizin bir güzel tarafı olan bu mesleklerden hangisine el atsalar, diğerlerinin kafasını sopalamaya kullanıyorlar onu.

Dert; şu örgütten, bu cemaatten, falanca dernekten, filanca tarikatten olmaktan ötede bir yerde. Onları kibrin aracı kılmakla başlıyor sorun. Hangisini kullandığınız çok da önemli değil. Hepsinden elinize uyacak bir sopa yapabiliyorsunuz. Ders verdikleri hakikatle içinizde bir yere varmaktan öte, nüfuzları vesilesiyle dışınızda birilerini ezmeyi amaçlamanızla gösteriyor kendisini arıza.

Kim/neyi tutarak bir diğerini dövüyor olursa olsun, hakikat değişmiyor, dininin artık seküler bir amacı var. Üzerine mesai sarfettiği şey uhrevî de olsa, onla bu dünyada bir zafer arzuluyor. Konumunu kaybettirecek olana öfkeleniyor. Dilindeki kalbinin amacı değil çünkü. Dilindeki gırtlaktan yukarısının amacı. Dünyasının amacı. Dünya herkese yetmediğinden üzerinde boğuşmak kaçınılmaz. Eğer kalbine inseydi böyle olmazdı.

Kalbine inseydi duygulanırdı. Kalbine inseydi Kur'an da, sünnet de, fıkıh da, tasavvuf da, tarikat de, nurculuk da bir diğerine karşı merhamete ve muhabbete vesile olurdu. Bir bütünün parçaları gibi hissettirirdi. (Bu noktada Kur'an okurken duygulanmayı öğütleyen ayetleri ve hadisleri hatırlayalım.) Biz, herhangi bir filmi izlerken bile, 'kalbimize indiğini' duygulanmaktan anlıyoruz. Bir söz kalbimize girmişse orada bir fırtına estiriyor. Bazen gözlerimiz yaşarıyor. Bazen gönlümüz kanatlanıyor. Bazen de korkuyoruz. Bunların hepsi duyguya dair şeyler. İnsanı değiştiren şeyler. Dakikleştiren şeyler.

Ancak dilindekinin gırtlağından aşağıya inmediği insanda bu böyle mi? Bilakis. Onlarda din kalp katılığını arttırmaya bir vesile. Daha çok öğrendikçe daha da merhametsizleşiyor. Daha çok okudukça daha da fazla nefret ediyor. Daha çok öğrenmek daha kolay kusur bulmaya bir araç. DAİŞ'te İslamî metinleri sizden-benden daha çok bilen birileri yok mudur? Mebzul miktarda vardır. Peki onlardaki arıza nedir? İşte, bence, arıza budur. Kur'an'ın Furkan oluşu, yani doğruyla yanlışı birbirinden ayırışı, sadece hakikatin doğrusunu ve yanlışını ortaya koyuşuyla değil, ona yaklaşan niyetin doğruluğunu veya yanlışlığını ortaya koyuşuyla da delilleniyor.

Kim Kur'an'a hangi niyetle yaklaşsa niyetine göre birşeyler alarak uzaklaşıyor. Fasığın fıskı artıyor. Mü'minin imanı artıyor. Kafirin küfrü artıyor. Onunla başkalarına tefevvuk etme niyetinde olanın da bulduğu 'başkalarını dövecek araçlar' oluyor. Bu, sadece Kur'an'ın kendisi için geçerli değil, Kur'anî olan herşey için geçerli. Dinî her ilmin böyle bir yanı var. Ona ne niyetle yaklaşırsanız onda eliniz bollaşarak uzaklaşıyorsunuz.

Bugün fıkıh ile tasavvufu, tasavvuf ile fıkhı, nurculuk ile tasavvufu, tasavvuf ile nurculuğu, hadis ile fıkhı, Kur'an ile hadisi, cemaatle tarikati, tarikatle cemaati dövmeye çalışanların arkaplanı başka nasıl açıklanır ki? Bence, bu tür sapmalar, DAİŞ'in yaşça küçük biraderleridir. Dini, öncelikle kendi içinde kemale ve Allah'ın rızasına varma yolcuğu olarak algılamayanlar, onunla sosyolojik düzlemde bir yerlere varmaya çalışırlar. Bu, hangi meşrepte veya meslekte görülse görülsün, arızadır. Allah bizi istikametten ayırmasın.

3 Mart 2017 Cuma

Ehl-i Sünnet hiçbir baltaya sap olmaz

"Risale-i Nur şakirtleri, tam ihtiyatla beraber, bir taarruz olduğu vakitte münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl-i ilim ve imansa, dost olsunlar, 'Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i imanla kardeşiz' deyip yatıştırsınlar." Asa-yı Musa'dan...

Bu da yeni yeni tanıştığımız bir arıza türü: Dinin bir parçasıyla diğer parçasını dövme. Birçok versiyonu var. Kur'an ile hadisi dövmeye çalışanlar var. Tasavvuf ile fıkhı dövmeye çalışanlar var. Fıkıh ile tasavvufu dövmeye çalışanlar var. Hadis ile fıkhı dövmeye çalışanlar var. Tefsir ile fıkhı dövmeye çalışanlar var. Var, var, varoğlu var. Tabii 'dinle dayak atmaya çalışanlar' bu kadar çoğalınca çeşitli tuhaflıklar/zıtlıklar da kaçınılmaz bir şekilde yaşanıyor. Örneğin: Bir dönem tarikatlerin İslam'ı geri bıraktığını (hatta şeriatın dışına çıktıklarını) söyleyenler, bir bakıyorsunuz, gün geliyor tasavvuf adına İslam'ın diğer parçalarına saldırıyorlar. Kur'an adına bir dönem hadislere saldıranlar, bir bakıyorsunuz, hadislerin daha doğru/doğrudan bir şekilde uygulanması adına(!) fıkha saldırıyorlar.

Bu sıralar en çok dayağı da fıkıh yiyor. Neden? Çünkü DAİŞ var. DAİŞ'in ehl-i sünnet fıkhının neresine konulacağı tartışılmadan, düne kadar fıkıh adına tasavvufu dövmekten kolları yorulmuş bazı zevat, 'fıkıh fetişizmi' denilen bir başlık altında karnımıza karnımıza çalışmaya başladılar. Hamiyetlerinden başları dönüyor. Aslında modernizmin 'ilimle' değil 'taktikle' galip gelme çabalarına yabancı değiliz. Bir taraftan, güya Kur'an adına, en sahih hadisleri dahi inkâr ederden; diğer taraftan, Kur'an'da yapacakları herhangi bir 'bükme operasyonu'na fayda sağlayacağını düşündükleri en zayıf hadisleri dahi coşkuyla kullanmaları; yine bir taraftan, ümmetin şu zamana kadar 'imam' diye bildikleri/sevdikleri büyüklerine saldırıp; diğer taraftan, sırf bazı sözleri işlerine yarar şekilde tevil edilebiliyor diye, diğer bazı İslam büyüklerini sitayişlerle anmaları ve daha ince örnek, modernizmin 'ilim' değil 'strateji' olduğunu gözler önüne seriyor.

Yani, kanaatimce, bugünün ehl-i bid'aları hakikate ulaşmak için ilmi araç olarak görmüyorlar, zaten bildiklerini düşündükleri hakikate insanları götürebilmek için çeşitli stratejiler uyguluyorlar. Bir gün nurculara yanaşıyorlar. Bir gün tarikatlere gülücük dağıtıyorlar. Bir gün fıkıhtan makas alıyorlar. Bir gün tasavvufla fıkhı, bir gün fıkıhla tasavvufu, bir gün Kur'an'la hadisleri, bir gün hadislerle tefsirleri dövüyorlar. Kimi yanlarına çekmek o gün kolaysa, onu kandırıp, onunla kardeşlerini dövüyorlar. Yekünden hangi parçayı zayıflatırlarsa neticede bütüne verdirdikleri bir kayıp oluyor bu. Kim kazansa onların işine yarıyor bu kavga.

Peki, İslamî ilimlerden birisinde ihtisas sahibi olan bir âlim, diğer bazı alanlara yönelik eleştiri üretemez mi? Üretebilir. Fakat bunu bir bütünün parçası olduklarının farkında olarak yapar. Saygıyla yapar. Hürmetle yapar. İhtiyatla yapar. Düşmana malzeme vermekten korkarak yapar. Onun gereksizliğini savunmak bir yana, varlığındaki hikmetin ve yaptığı hizmetin altını çizerek yapar. Kim Bediüzzaman'ın Telvihat-ı Tis'a'sının başlarında yeralan methiyelerini okusa, onun tasavvufa nasıl güzel hisler/düşünceler beslediğini görür. Halbuki eserin ahiri istikamet uyarılarıyla doludur.

Ancak, maalesef, şu yeni yetmelerimizin dili bıçak, elleri yumruk, gülüşleri müstehzi, üslûpları alaycı... İslam ağacının üç dalı olan fıkh-ı ekber (akaid), fıkh-ı zahir (fıkıh) ve fıkh-ı batın (tasavvuf) adına yaptıkları saldırılarda diğer dallara öfke var. Akaidsiz fıkıh, fıkıhsız tasavvuf, tasavvufsuz İslam olmayacağını göremiyorlar. Hatta diyebilirim ki: Şu zamanın tasavvufu 'entellektüel meşgale' haline getirmiş bir kesimi var ki, tasavvufu savunurken bile, tasavvuftan bihaber. Fıkhı savunanın bir kısmı da, fıkhın, selef-i salihînden miras kalan edebinden yoksun. Akaide vurgu yapanı da, kimi zaman aynı şekilde, kendisinden başkasına karşı hafife alıcı, örseleyici, yaralayıcı.

Herkes kendi öneminde sarhoş olursa ağacın bütünlüğünü kim savunacak? Bence, işte, asıl savunma tam bu cephede şekilleniyor. Kardeşliği savunmak sadece sosyolojik düzeyde bir dostane ilişki ağını savunmak değildir. İslam dairesinde kardeşliği savunmak ehl-i sünnetin parçası olan herbir dalı bir ağacın tarafgirliğiyle savunmaktır. Parçanızı sevin, ama ağacı daha çok sevin. Dalınızı savunun, ama ağacın diğer dallarına gelen darbelere karşı da, en az kendi dalınız kadar, alıngan olun. Mesleğinize 'Güzeldir' deyin, ama 'Yalnız benimki güzeldir!' demeyin. Size de 'çirkin' diyene karşı direnin, ona da 'çirkin' diyene karşı direnin. Kardeş böyle olunur.

Tasavvufa vurulunca sevinen nurcunun, nurculara vurulunca sevinen mutasavvıfın, fıkha tekme atılınca gülümseyen dervişin, mezheplere vurulunca sevinen ehl-i hadisin, hadislere vurulunca sevinen kelamcının bu meydanda yeri yok. Ben, daha nurculuk diye birşeyin olmadığı bir zamanda, meclis-i mebusana hitap ederken "Zaman cemaat zamanıdır!" diyen Bediüzzaman'ın bunu kastettiğini düşünüyorum. Baltanın ağzı demirden de olsa sapı odundan. Biz, ehl-i sünnet ağacıyız, bizi kesecek hiçbir baltaya sap olmamalıyız.

18 Mart 2016 Cuma

Bediüzzaman bizi defansa çağırıyor

Hiçbirimiz hiçbirşeyin tamamı değiliz. Tevhide iman etmek bir açıdan da insanın ‘bütünü değil parçayı ifade ettiğini’ kabul etmesi demektir. Müstakilliğinden soyunması demektir. Buzunu havuza atması demektir. Daha has dairede ümmet bütünlüğüdür bu. Mana-i harfi ile bakılabilir yalnız bize artık. 'İsim' olmayacağımızı/olamayacağımızı yola çıkarken kabul etmişizdir. O vakit kendimizle başlayıp bitmek için kasılmaya da gerek yoktur. ‘Bize özel’ saydığımıza kapılmaya gerek yoktur. Muteber olan kardeşliktir.

Vaktiyle Mevlana'ya (k.s.) atfedilen şöyle bir ifade duymuştum: "Aynı dili konuşanlar değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir." Hakikaten öyledir. 'Duyuş'la lisanın ilgisi 'ses'le ilgisinden yoğundur. Lakin burada bir de parantez açmam gerek arkadaşım: Ben ‘duygu’ ile ‘duyu’ arasındaki mesafenin beden-kalp-ruh arasındaki mesafeyle ilgili olduğunu düşünmekteyim. Bedenin farkındalığı duyuştur. Duyuları vasıtasıyla olur bu. Bu bedenî farkındalıklar kalp denilen beden-ruh arası berzahta duyguya dönüşür. Yani maddi olan manevi olana kalpte dönüşür. Burada kastettiğimiz elbette et parçası kalp değil. Kalp daha aşkın birşey. Bedensel olanla ruhla ilgili olanın birbirleriyle irtibat kurdukları bir ayna/alan. Hem bir yansıtıcı hem bir dönüştürücü.

İşte, duyularla gelen bilgiler eğer kalbe kadar tesir edebilirlerse, o zaman o duyuşumuz duyguya dönüşür. Düşünün bir kere. Onca yüz içinde sevdiğinizin yüzünü farklı kılan nedir? Nedir o detay ki başka hiçbir yüz onunki gibi dalgalanma yapmaz yüreğinizde? Buna benzer dostluk/kardeşlik bağları hemen hemen bütün mahlukatla aramızda vardır. En temel düzeyde tevhiddir sizi varlıkla ilişkili kılan. Aynı Ustanın eseri olduğunuzu hissedersiniz herşeyle. Bu ülfetimizin başıdır. Ve dahi kardeşliğinizin. Belki aynı Esma’ya ayna olmak dahi böylesine aşinalıklar madenidir.

İşin fıtrata bakan yanı böyle. Ama bir de irademize bırakılmış tarafı var. Nasıl? Dünyayı anlamlandırışımızı etkileyen en önemli şey imanımız. Aynı âlemde yaşıyor olabiliriz. Fakat aynı imanı paylaşmadığımız insanlarla farklı varlık telakkilerine sahip olduğumuzu kabul etmemiz gerek. Bu zeminde olay biraz karışıyor. İradeyle çağırdığımız nur o kadar tesirli bir surette kalbimize işliyor ki varlık algımızın da farklılaşması kaçınılmaz oluyor. Fıtrattaki benzerlikler artık kardeşliğe yetmiyor.

Bediüzzaman "Zaman, tarikat zamanı değil, iman kurtarmak zamanıdır..." derken ne demek istedi? Ben bunun yukarıda bir miktar konuştuğum ‘duyu, duygu ve iman’ meselesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Açayım: Bir müslümanın İslamî lafızlarına dönük kalbî uyanıklığı bir kafirde bulunmaz. Çünkü onlara karşı bir duygulanımı yoktur. Çağrıştırdığı bir duygu hafızası yoktur. Duygu hafızası nasıl oluşur peki? Daha evvel Ahmed isminde birisi size büyük bir iyilik mi yaptı? O zaman tanıştığınız her yeni Ahmed'e karşı iyimser olmanız normaldir. Sivaslı birisinin sizde kötü bir anısı mı var? O zaman tanıştığınız bütün Sivaslılarda bu temkininizin izleri kalacaktır.

Evet. İmanımız neyi/nasıl tarif ettiğimiz kadar neyden/ne kadar duygulanacağımızı da belirliyor. Bunu son zamanlarda yaşanan olaylarla daha yakından gördük. Bazılarımız, aynı dili konuştuğumuz bazılarımız, en bariz acılarımızda bile bizim gibi acılanmıyorlar. Çünkü onun 'kötü' veya 'olmaması gereken' olduğuna inançları zayıf. Veya hatta 'olmaması gereken' olduğuna dair bir düşünceleri de yok. Böylesi hisler ister istemez insanın imanı ile ilgilidir. İman farklılaştığında hisler de farklılaşır.

Hayatımızdaki her kelimeye/nesneye tesir eden birşeydir kastettiğim. Aynı dili konuşmaya, aynı tepkileri vermeye devam etmek istiyorsak, aynı imanı duymaya da devam etmeliyiz ve bu da siyaset/ekonomi konuşarak olmaz. Kendi has dairemizi konuşarak da olmaz. Ya? Ortak yanlarımızı/yaralarımızı konuşarak olur. İmanın üzerinde daha fazla durmakla olur. Çünkü müslümanların anadili de, anayolu da, anayasası da odur. Ehl-i Sünnet dairesi bizim cadde-i kübramızdır. Bu yönüyle “Zaman tarikat zamanı değildir!” ifadesi mü’minler için bir tür “Defansa gelin!” çağrısıdır.

İran hükümeti acaba neden Suriye'de şehid olan sünni masumlara mesafeli? Batılılar neden müslümanların başına gelen büyük katliamlar karşısında sessiz? Peki neden içimizden birileri ‘zahiren bizden olmalarına rağmen’ onlarla hisdaş? Çünkü varlık algımızda imanımızdan kaynaklı farklar var. İman farklılaştıkça varlık algımız da farklılaşıyor. Varlık algımız farklılaştıkça duygularımız da farklılaşıyor. Kardeşlik zeminimiz imanımızla beraber kayboluyor. Yani kuyrukları birbirine bağlı şeyler bunlar.

Bu eşikten artık diyebilirim ki: Mürşidim bizi ‘imanı kurtarmaya’ çağırırken aynı zamanda ittihadın dayanağı olacak dili de kurtarmaya çalışıyor. Çünkü bu zemin ayağımızdan kaydıktan sonra aynı kelimeleri konuşuyor olsak da aynı duygulara kapılmayacağız. Aynı şeylere aynı tepkileri vermeyeceğiz. Kavramların altı boşalacak. Manalar ölecek. Bakışlar değişecek. Türevlerini çoğaltabiliriz. Ancak sonuç değişmez. Bizim aynı dili konuşmaktan daha çok aynı şeylere, aynı şekilde inanmaya ve aynı hislerle duygulanmaya ihtiyacımız var. İttihad ancak böylesi bir tevhid-i kulub ile mümkün. Çünkü tevhid-i kulub biraz da ‘ortak duygu hafızasına sahip olmak’tır.

15 Şubat 2016 Pazartesi

Bediüzzaman Cevşen'i şia kaynaklarından mı aldı?

Daha başlarken şunun altını çizmeliyim belki: Bu yazı, mezkûr soruya net bir cevap vermek için değil, elinden gelebilirse 'soru işareti sayısını olması gereken seviyeye çıkarmak için' yazıldı. Böyle demekle neyi kastediyorum? Tarif edebilmek için Zaman İçinde Bediüzzaman kitabında değinilen bir hastalığımıza dikkat çekmem gerek. Deniliyordu ki o kitapta: Nur talebeleri, Bediüzzaman hakkındaki yapılan suçlamalara, dayanaklarını/argümanlarını yeterince sorgulamadan karşı koyuyorlar.

Örneklerden birisi şuydu: Bediüzzaman'ın Kürt Teali Cemiyeti'ne üye olup olmadığı meselesinde "Üyeydi!" iddialarına karşı "Değildi!" diyenlerin, bunu, Kürt Teali Cemiyeti'nin zararlı bir cemiyet olduğu ve Bediüzzaman'ın da asla vatana zararlı bir cemiyetin içinde bulunmayacağı üzerinden savundukları zikrediliyordu. Fakat kimse "Kürt Teali Cemiyeti hakikaten zararlı bir cemiyet miydi?" veya "Kürt Teali Cemiyeti içindeki herkes muzır kimseler miydi?" diye sorgulamıyordu. Halbuki Kürt Teali Cemiyeti'nin 'hâzâ şer' gibi sunulması bir Kemalist tarih öğretisiydi. Bediüzzaman bu cemiyete üye olsun veya olmasın, bu soruya mezkûr üslûpta cevap vermek, aslında iddianın yüzdeellisini sorgulamadan kabul etmekti.

Bu tehlikeye Ebubekir Sifil Hoca da eserlerinde sıklıkla dikkat çeker. Ona göre İslam coğrafyasında modernist akımlar, oryantalizmin sorularına 'dayandıkları argümanların doğruluğu sınanmadan' verilmeye çalışılan cevaplar sonucu oluşmuştur. Bediüzzaman da, hem Eski Said dönemine, hem de 'mütefekkirin kısmı' dediği insanlara dair bir eleştirisinde der ki:

"Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim."

İlk yapmamız gereken sorunun sıhhatinin sorgulamakken, biz, sorulara tatmin edici cevaplar yetiştirmeye çalışıyoruz. Bu da sorudaki argümanların doğruluğunu bir ölçüde 'layetezelzel' kabul ettiğimiz bir etkilenişe tekabül ediyor. Dört kadınla evlenebilme ruhsatı, recm, faizin haramlığı vs... meseleleri belki günümüzde kendisini en açık gösteren örnekleri bu rahatsızlığın. Bu başlıklarla gelen sorularda o kadar ezilip büzülüyoruz ki, hani neredeyse "Allah da bunu niye böyle yapmış ki canım?" sitemine kadar uzanıyor iş, Allah korusun. Zaten Kur'an'ın tarihselliği iddiaları da bu eziklikten beslenerek serpiliyor. Her neyse... Asıl konuma dönersem:

Bediüzzaman'ın Cevşen'i şia kaynaklarından aldığı yönündeki iddialara karşı verilen cevapların da böyle bir etkilenişle üretildiği kanaatindeyim. Şüphenizi burada yanıtlayayım: Bir ehl-i sünnetçilik damarıyla (o da her neyse) yapmıyorum bunu. Cevapların da, sorunun da altını yeterince dolu bulmadığım için yapıyorum. Kanaatim şu: Mevzuu, Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet kodlarına bir nakise olarak kullanmak isteyenlerin de, Bediüzzaman'ın bir meziyeti olarak savunanların da elleri yeterince dolu değil. Bir kere Bediüzzaman'ın mezkûr iddiayı doğrulayan veya yalanlayan bir beyanı yok. Her iki kesimin de oluşturmak istediği Bediüzzaman imajına yönelik yorumları var sadece. Cevşen'in ehl-i sünnet kaynaklarındaki en eski yazılmış hali (bildiğimiz kadarıyla) Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî Hazretlerinin (k.s.) Mecmuatü'l-Ahzab'ı iken, nedense kimse Bediüzzaman'ın Cevşen'i ondan aldığını evvelemirde 'zannetmek' istemiyor. Acaba neden?

Bu neden mi önemli? Çünkü Ahmed Ziyaüddin Hazretlerinin şia eleştirisi yaptığı eserleri de var. Yani eğer Cevşen bir şia etkisi ise "Ahmed Ziyaüddin Hazretleri gibi şia üzerine eleştiriler kaleme almış birisinde bu etkilenişin ne işi olabilir?" diye sormak icap ediyor. Zaten Cevşen'in kendisinde de ehl-i sünnetin istikamet dairesini zorlayacak bir içerik veya iz yok. Bu noktada Cevşen'in içeriği üzerinden bir şia etkisi iddiasında bulunmak mümkün değil. Bediüzzaman, Cevşen'i şia kaynaklarından almış olsa bile, ki buna dair ne doğrulayan ne de yalanlayan bir beyanı yok, bu onda ehl-i sünnetin ve sünnetin sahibinin (a.s.m.) vüsatini gördüğü içindir. Bu noktada ben "Bediüzzaman şia kaynaklarına elini bile sürmez!" demiyorum. Hiçbir ehl-i sünnet âlimi de böyle birşey söylemez. Mürşidimin istikametine tüm zerrelerimle kaniyim ve eğer o şia kaynaklarında rastlayıp, bu münacaatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mübarek dilinin izini görmüşse, yemin ederim ki, o öyledir. Fakat... Bediüzzaman'ın verdiği bir 'değerli eşya' örneği var. Diyor ki orada:

"Münâzaun fîh bir mal bulunsa, eğer iki müddeî birbirine yakınsa ve kurbiyet-i mekân varsa, o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse, o alır. Eğer o iki müddeî birbirinden gayet uzak, biri maşrıkta, biri mağripte ise, o vakit, kaideten, sahibülyed kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak kabil değildir."

Bu örneği kullanarak sormak istediğim ise şu: Bediüzzaman talebelerine birşey talim etse, bunun kaynağını önce nerede aramak gerekir? O, önce hangi dairenin âlimidir? Bu soruya verilecek cevaba göre arayışın yönü de değişiyor. Mesela; Bediüzzaman'ın Cevşen'i şia kaynaklarından görüp aldığını savunan 'dostlar'da şöyle bir cevaplandırış var ki, her duyuşumda şaşıyorum: "Bediüzzaman 'mezhepler üstü' bir insandır."

Doğrusu, ehl-i sünnet ve günümüz şiası ekseninde bu hükmün konulacak bir yeri var mıdır bilemiyorum. Hele ehl-i sünnetin üstü neresidir, hiçbir fikrim yok. (Başlangıç noktasında ise, İmam Ali'nin taraftarlığı zaten ehl-i sünnet dairesine dahildir.) Eserlerinde defalarca kendisini ehl-i sünnet ve'l-cemaat içinde tarif etmiş, ehl-i beytten olmayı dahi 'ehl-i sünnet' dairesiyle tasvir etmiş bir âlimi, sırf daha yükseklerde göstermek için 'mezhepler üstü' denilen içeriği ve delili meçhul bir yere kaldırmak ne kadar doğru? Ondört yıldır Risale-i Nur okuyorum, o kadar yıldır da maaliftihar mürşidimdir, eserlerinde böyle bir iddia ne okudum ne de yorum çıkardım. Öyle yorumlayan da delilini göstermek zorundadır. O delilini gösterene kadar benim için Bediüzzaman bir ehl-i sünnet âlimidir ve zaten ehl-i sünnet ve'l-cemaat bu ümmetin istikametli cadde-i kübrasını temsil eder.

"Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş: 'Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.' Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibaı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz."

Kenan Demirtaş Hoca'dan, geçtiğimiz hafta, şia kaynaklarında geçen Cevşen ile Bediüzzaman'ın naklettiği Cevşen arasında takdim-tehir ve ifade farklılıkları olduğunu duydum. Kendim böyle bir karşılaştırma yapmadığımdan bilemiyorum. Abdurreşid Şahin ağabey ise İngiltere'de ve kutsal topraklarda rastladığı şiilerin Cevşen'lerinde Bediüzzaman'ın naklettiği Cevşen'den farklı birşeye rastlamadığını söyledi. İkisi de ehl-i ilim ağabeylerim olduğundan, mesele şu an benim nazarımda, kazıyye-i makbule açısından, ortadadır. Kenan Demirtaş ağabeyin iddiası şu:

Bediüzzaman, Cevşen'i, şia kaynaklarından değil, tasavvuf/tarikat geleneğinde vird olarak nakledilen şekliyle öğrenmiş ve öğretmiştir. Ben bu iddianın mantığıma şöyle bir yakınlığını görüyorum ki: Cevşen, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın bu ümmete bir mirası olarak, önce ehl-i sünnetin, yani istikamet çizgisinin hakkıdır. Ve o çizgi, sözlü anlatımın yazılı anlatımla omuz omuza devam ettiği bir tedrisi içerir. Bu açıdan bakınca: Neden en eski yazılı nüshaları şia kaynaklarında olduğu için Cevşen onların malı olsundur ki? Pekala ehl-i sünnet içinde de sözlü bir şekilde naklediliyor/öğretiliyor olabilir. Ki, yukarıda altını çizdiğim, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî Hazretlerinin ehl-i sünnet hassasiyetleri de bilinmektedir. Ona bu münacaatın metni nereden gelmiştir? Neden kendisine böylesi itirazlarda bulunulmamıştır?

İkinci olarak: Eğer şia kaynaklarındaki metinlerle Bediüzzaman'ın metinleri arasında farklılıklar varsa, bu da gösterir ki, Cevşen'in farklı bir rivayet şekli ve ravi silsilesi olabilir. Rivayet şeklindeki farklılık farklı bir nakil silsilesinin daha olduğuna işaret eder. Aksi takdirde, Bediüzzaman'ın kendi tasarrufuyla şiadan gelen metinlerde değişiklikler yaptığını söylemek zorunda kalırız ki, bu da bana hiç mantıklı gelmiyor. Ancak dediğim gibi: Nüshaların bu noktada karşılaştırılmaya ihtiyacı bulunmaktadır. Bu da benim gibi cahilin değil, ehl-i ilmin ellerine bakıyor.

Üçüncüsü: Ebced/cifir meselesi gibi hususlarda, keskin hassasiyetlerle Bediüzzaman'a muhalefet eden dönemi ehl-i sünnet âlimlerinin Cevşen konusunda bir muhalefetlerine rastlamayışımız büyük bir soru işareti. Bediüzzaman'ın ve talebelerinin hatıralarına dair epey miktarda okuma yapmış bir insanım; böyle bir nakil ne işittim, ne de duydum. Hatta düşmanlarının bile o dönemde Cevşen üzerinden Bediüzzaman'a şia eğilimi suçlaması yok. Suçlaması yok ki, onun da bunlara mukabil bir cevabı yok. Konuya dair söylediği, o da saded harici bir temas olarak, yalnız şu:

"İşte bu sır içindir ki, Yeni Said'in hususî üstadı olan İmam-ı Rabbânî, Gavs-ı Âzam ve İmam-ı Gazâlî, Zeynelâbidin (r.a.) hususan Cevşenü'l-Kebîr münâcâtını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Veche'den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü'l-Kebîr'le daima onlara mânevî irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur'dan bize gelen meşrebi almışım."

Şimdi bu metne bakıp Bediüzzaman'ın bu duayı şia kaynaklarından aldığını mı söylemek daha mantıklı, yoksa ehl-i sünnet âlimlerinden naklettiğini söylemek mi daha anlamlı? İmam Gazali ve İmam Zeynelabidin ehl-i sünnetin de imamları değil mi ki, Üstad, Cevşen'in dersini almakta şia kaynaklarına muhtaç olsun? Yine altını çiziyorum: Mesele, 'ehl-i sünnetçilik' gibi tarifi belirsiz bir modern zaman kavramlaştırmasıyla beni damgalamak ve ezberine inanmaya devam etmek değildir. Mesele, bir soruya cevap verirken 'önce soruyu sınamanız gerektiğini' unutmanızdır.

22 Mart 2013 Cuma

Biz tasavvufun nesi oluyoruz?

Kaçmaktan yorulduğum bir kavgayla yüzleşmem gerek. Yıllardır Nur mesleğinin tasavvuftan farklı olduğunu söylerim de, bu farkın ne olduğunu net bir şekilde ifade edemem. Demek ki, ezberden derim bunu. Gerçi benim bu halimde ikircikli tavırlarıyla abilerimin de suçu var. Ön tekerlek nereye giderse arka teker de oraya gidiyor en nihayet... Ve abilerim, mutasavvıfların yanına gidince “Hepimiz biriz” şarkısını söylüyor, aynılaştırıyor. Uzaklaşınca da has dairede “Farklıyız da farklıyız!” mesajını verip duruyor. Bu ayarsızlık bizim de dengemizi bozuyor. O zaman ne yapıyoruz? Her zaman yaptığımız gibi abileri aradan çıkarıyor ve doğrudan Risalelerden kendisini anlamaya gayret ediyoruz.

Şimdi, şunu kabul edelim: Bediüzzaman kendi mesleğiyle tasavvuf arasında nüanslar olduğunu tekrar be tekrar söylüyor. Bundan kaçamayız. “Tasavvuf değil hakikattir” gibi apaçık söylediği yerlerin dışında, işaret ettiği metinler de var. Yani bu noktada hiçbir Nur talebesi şunu diyebilecek bir konumda değil: “Biz de tasavvuf ehliyiz.” Diyememeleri lazım, çünkü arada belli ki, nüanslar var. Peki, o zaman, Bediüzzaman, başka bir yerde, mürşidi olanların bu dairede o mürşidi koruyabileceklerini nasıl söylüyor? Çünkü bu, bir nevi, kendi yolunu terketmeden dairenin içine girebilme izni gibi... O zaman demek ki, çok da farklı değiliz. Onları da içimizde barındırabiliriz. Peki, biz neyiz?

Dahası da var: Diyelim tasavvuftan farklıyız. Bunu da konuşurken tasavvufu küçümseyerek konuşmaya başlıyor ve onların meyvesiyle kendi meyvemizi karşılaştırıp bir nevi kendimizinkini daha fazla beğeniyoruz. Bu tabandayken çok da sıkıntı olmuyor. Çünkü en nihayet taban, kusurlarıyla taban. Tabandaki bir Nur talebesi Nur talebeliğinin bütün özelliklerini temsil edemeyeceği gibi, tabandaki bir sufî de sufîliğin tüm özelliklerini karşılayamıyor. Eleştirmek kolay. Peki ya yukarı çıkınca?

Orada da karışıklık var. Yukarı çıkınca da Bediüzzaman’ın bile üstadlarım deyip saygı gösterdiği zirve isimler var tasavvufta. Ki Bediüzzaman bile yetiştiği ortam itibariyle tasavvufun tüm etkilerinden kaçabilmiş değil, olamaz. İmam-ı Rabbanî, Abdülkadir-i Geylanî gibi isimlerden ne kadar etkilendiğine kendi metinleri şahit. Hatta Hz. Muhyiddin’in yolunu kimi yerlerde mizana vurmasına rağmen şahsına duyduğu saygı inkâr edilemeyecek kadar aşikâr. İltifatlarla anıyor onu.

Peki, Bediüzzaman, bu kadar etkilendiği, bu kadar sevdiği, bu kadar ilimlerinden faydalandığı bir ekolün çizgisinde neyi beğenmiyor? Öyle ya, birebirde düşünülünce Hz. Muhyiddin haricinde yöntemini eleştirdiği bir mutasavvıf görmek güç. (Belki İmam-ı Rabbanî’yi de Vahdetü’ş-Şuhud’u geride görmekle bir parantez içine alıyor.) Telvihat-ı Tis’a’da ise daha çok isim anmaksızın bazı kaymalara dikkat çekmeler var. Yani bütün Risale metinlerini tarasanız, Bediüzzaman’ın ekol ekol, tarikat tarikat tasavvufa iliştiği hiçbir yeri bulamazsınız. (İbn-i Arabî hariç...)

Sanıyorum bizim bu eksen ve nüans belirleme işinde yaptığımız en büyük hata; tasavvufla, mutasavvıfı birbirinden ayıramama hatası. Şunu kabul etmeliyiz: Bir Nur talebesinin her meziyeti, ideal Nur talebesini karşılamadığı gibi bir mutasavvıfın da her yönü, ideal tasavvufu karşılamıyor. Yahut bütün varlığı tasavvuf dairesinde yer almıyor. Mesela İmam-ı Rabbanî ve Abdülkadir Geylanî gibi insanlar var ki, isimleri mutasavvıf olarak geçse de varlık alanlarının büyük kısmı bence hakikat dairesinin içinde. Yani kendileri, kendi varlıklarıyla hakikat mesleğinde yer alıyorlar. Fakat öğretilerinin bütünü hakikat mesleğinin içinde yer almıyor. Zira bulundukları dönemde bilgi üretim sistemi farklı...

Şimdi başlangıç noktamıza; “Tasavvuf değil, hakikattir” cümlesinin de yer aldığı mektuba dönelim. Orada Bediüzzaman kendi mesleğinin birçok özelliğini peşpeşe saydıktan sonra neye dikkat çekiyor? Geçmişle bugünün zihinsel farklılığına. Bilgi üretim ve algı sistemindeki değişime. Mesela neler değişiyor bugüne gelindikçe? Teslimiyet güç kaybediyor. Daha daha? Teferruatın üzerine bina edildiği esasat-ı imaniyeye dair bilgi yeniden üretilmek zorunda, çünkü ona ilişilmeye başlamış. O güne kadar bunun sınavı verilmediğinden bir hazırlık da mevcut değil. Üzerinde birkaç kişinin dışında bilgi üretilmiş de değil. Hatta koca ilm-i kelamın Allah’ın varlığını ispatı hudus ve imkân gibi iki delile dayanıyor. Daha fazlasına gerek duyulmamış çünkü hakim medeniyetin genelgeçerleri her yerde genelgeçer gibidir. Tıpkı bir dönem Darwinizmin genelgeçer muamelesi görmesi gibi.

O zaman bu metne göre Risale metinleri ne yapıyor? Geriye dönüyor bence. Geriye dönüyor. Yeni bir bilgi inşa süreci başlatıyor. Ayakları yere basan ve fenni hücumda bile ayakta kalabilecek bir bilgi üretiyor. Ve bu bilgi, tasavvur, teslim, taklit, iltizam istemiyor. Hedefi; tasdik, iman, tahkik, iz’an. Delilsiz, kaziye-yi makbule üzerine inşa edilmiş bilgi üretmiyor.

Tasavvuf derken de kastettiği bu aslında. Bizim kafamızdan geçen Nakşibendilik, Kadirilik, Şazelilik, Cerrahilik falan değil. Hepsinin içinde ve özünde (varsa eğer) tasavvur, teslim, taklit kadar tutarsız ve iltizam kadar baskıcı bir bilgi üretim tarzı varsa, Risale-i Nur onu arzu etmiyor.

Ha, öyle üretenlere karşı mı? Değil. Hatta daire içine katılmak isterlerse kendi bilgi üretim sistemini öğretmek açısından hepsine açık. Fakat kendi bilgi üretim sistemi bir kez öğrenildikten sonra, onu terkedip yine tasavvur, teslim, taklit eksenine dönülmesini hoş bulmuyor.

Bizim aramızda nüans belirlemeye çalıştığımız şey isim isim tarikatler, cisim cisim mutasavvıflar değil kardeşlerim; bir bilgi üretim şekli. Yani hepsinden öte ve içre (eğer varsa) böylesi ayakları yere basmayan bir bilgi üretim tarzı. Ve varsa eğer, Bediüzzaman, kendi talebelerinin içindeki bu bilgi üretim tarzına da eleştiri de bulunuyor. Risale-i Nur dairesine girdikten sonra Kur’an dışında kendine mürşid arayan varsa, onlar kendilerini sigaya çeksinler, bunu onlara da söylüyor. Mürşid seçtikleri içeriden birisi bile olsa; tasavvur, teslim ve taklit üçlüsü bir daha dönüp gelmemeli diyor adeta daireye. Geliyorsa, Nur talebelerinde de bir sorun var. Çünkü demek ki, Nur mesleği onlara da yeterli gelmemiş, başka yollara girmişler.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...