Esma-i Sitte Risalesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Esma-i Sitte Risalesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mayıs 2019 Çarşamba

Sen hergün bin karadelikten geçiyorsun

Bilim kurgu filmlerini sen de çok izlemişsindir arkadaşım. Hani şu boyutlar arası geçişler yapılanları. Bir karadeliğe girip, bir kapı açıp veya bir eşikten geçip âlemden âleme seyredişleri. Uzun mesafeleri bir anda alışları. Uzun zamanları bir anda geçişleri. Bana öyle geliyor ki: Aslında insanın içinde böylesi pekçok karadelik, kapı ve eşik vardır. Onlara uğradığı zaman herşey bir anda değişir. Bu bazen bu bir müjdedir (ki keder âleminden neşe âlemine ışınlar), bazen bir musibettir (ki neşe âleminden keder âlemine gönderir), bazen de çok etkilenilen birtek kelimedir (bunun yapacağı tesirler muhteliftir). Nihayetinde hepsinde olan şey bir tür berzahiyettir. Ayağı-aklı-kalbi berzaha alışan geçişlerde zenginleşir. Pratik kazanır. Ferahlar. Kuvvetlenir. Yanında sevdiğinin ismi anılınca içinde oynayan taşlar da böyledir.

İsimler nasıl birer berzaha dönüşürler? Şimdilerde biraz buna kafa yoruyorum arkadaşım. Çünkü Esma-i Sitte Risalesi namı ile meşhur 30. Lem'a'yı her okuyuşumda şunu farkediyorum: Mürşidim de onları birer 'berzah' olarak kullanıyor. Berzah nedir? Sözlükler 'kıstak' diye bir karşılık veriyorlar ya ona daha da yabancıyız. İzahlarına izah gerek. Deneyelim:

Berzah en temelde 'iki şey arasındaki engel' anlamına geliyor. Ve bir yan anlam olarak da 'geçiş bölgeleri' manasında kullanılıyor. 'Kıstak' da zaten buna yakın birşey. Nasıl? Sözgelimi: Bir kara parçası var. Bu kara parçasının bir kısmı iki deniz arasında epeyce inceliyor. Yani sanki iki kara birbirine buradan, bu geçiş bölgesinden, boğumdan bağlanıyor. İşte ona da 'berzah' deniyor.

Bir de 'berzah âlemi' olarak ifade edilen 'kabir âlemi' var. Ölülerimizin gittiği yer. Peki ona neden 'berzah' deniyor? Çünkü o da bir ara âlem. Ahiret ile dünya arasında bir geçiş. Bir koridor. Bir köprü. Bir geçicilik. Mürşidimse Mesnevî-i Nuriye'sinde berzah kavramını şöyle genişletiyor:

"İ'lem eyyühe'l-aziz! İnkılâplar neticesinde her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise inkılâp bir değildir. Pekçok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."

Bediüzzaman'ın 'berzah' ile isimlendirdiği çok şey var. Mesela: Bir yerde tarikatlara berzah diyor. Bir yerde ölüler âlemine berzah diyor. Bir yerde akla berzah diyor. Bir yerde kalbe berzah diyor. Bir yerde vicdanı berzah olarak anıyor. Hepsini topladığınızda vardığınız sonuç yukarıdakinin aynısı: Birşey başka şeyler arasında geçişi sağlıyorlarsa onlara 'berzah' denilebilir.

İşte, arkadaşım, Ahmed kardeşin de buradan cür'et bulup isimlere 'berzah' diyebilir veya ileride diyecektir. Çünkü mürşidi ona farkettirmiştir: Esma tefekkürü sayesinde insanlar da bir yerden başka yerlere, bir bakıştan başka bakışlara, bir okumadan başka okumalara geçerler veya geçebilirler. Onların 'birbirine bakar' marifetlerinden faydalanabilirler. İsimlerde bu sır vardır. İçlerinde şu potansiyel vardır. Peki şu sözümün delili nedir?

Başta dedim ya: Esma-i Sitte Risalesi buna güzel bir örnek. Bediüzzaman orada Cenab-ı Hakkın isimleri ile şuunatı arasında, şuunatı ile kainat arasında, kainat ile isimler arasında, isimleri ile amellerimiz arasında, amellerimiz ile yine şuunat arasında, şuunatı ile rububiyeti arasında birçok köprü kuruyor. Ve bütün bunları aynı el-Esmaü'l-Hüsna berzahıyla yapıyor.

Mesela: İsm-i Kuddüs bahsinde, kainatı sürekli temizlenen bir oda gibi görmeyi öğrettikten sonra, ister istemez bizi "Bir temizleyen olmalı!" demeye götürüyor. Buradan bir isme varıyoruz: Temizleyen. Temizleyen ismi ise sahibinin pâklığına götürüyor bizi. Çünkü kirli olanın temizleyiciliği yoktur. Pis suyla tabak yıkanmaz. Kötü ahlaklıdan toplumu düzeltmesi beklenemez. Demek o nihayetsiz temizleyici her türlü kirden-kusurdan da nihayetsiz münezzehtir. Kuddüs'tür. Kendisinin subhaniyetidir ki varlığa 'sürekli bir temizlenme ihtiyacı' içinde yansımıştır. Varlık 'onun yaratığı olmaya layık olmak' için çalışmaktadır.

Bu yansımayı farkettik de iş bitti mi? Bitmedi. Temizleyiciliğin nihayetsizliği bize Kuddüs isminin sahibinin şuunatına dair de birşeyler söylüyor. Cenab-ı Hak, kainatı böylesine sürekli bir temizlik faaliyeti içinde tutuyorsa, nezahete karşı bir tür muhabbet-i münezzehe duyuyor demektir. Kainatın öyle olmasını istediği gibi kullarının da öyle olmasını istiyor demektir. O zaman diyebiliriz ki: Kuddüs isminin bir gereği olarak nübüvvet mutlaka varolmalıdır. Herşeyin kirini türüne yakışır görevlilerle temizleyen Allah, elbette, insanlığın da kirini de bu sûretle temizlemektedir. Temizlemelidir. Şuunatı böyle iktiza eder çünkü.

Bakınız isim bir berzah oldu. Önce bizi kainata bağladı. Sonra yine kendisinden geçirip şuunat-ı İlahîyeye dair konuşturdu. Sonra yine üzerinden geçirip akaide götürdü. Sonra yine üzerinden aşırıp amellere bağladı. Nasıl? Dedik ya: Kainatı temizleyen Allah elbette kullarını da temizlemek ister. Peki sırr-ı imtihan gereğince bu nasıl olacak? Elbette nübüvvet eliyle yapılacak. Nebiler insanlara yaşamın tüm kirlerine rağmen temiz kalmanın yollarını öğretecekler. Mezkûr eserde alıntılanan "Temizlik imanın yarısıdır!" gibi hadis-i şerifler de zaten bunu bize öğütlerler. Hatta 'La ilahe' dahi bir temizliktir ki 'illallah'ı çağırır. Kalpten putların süprüntüleri kovulmadan tevhidin pir u pâk sancağı oraya dikilemez.

Mürşidimin ism-i Adl'in ahirinde 'ölçüde-tardıda doğru davranmayı' öğütleyen ayet-i kerimeye yaptığı atfı da böyle okuyabiliriz. Ve diyebiliriz: Amellerimizin mantığı içimizde bu yolla inşa oluyor. Açmak için soralım: Neden âdil olacağız? el-Cevap: Çünkü kainat adalet üzerine kurulmuş. Çünkü onu yaratan Allah adaletin fiilerini işliyor. Adaletle işliyor. Bu kadar tekrar ettiğine göre aynı şeyi, koruduğuna göre aynı hassasiyeti, seçtiğine göre aynı eyleyişi demek Rabbimiz adaleti seviyor. Seviyor ki eyliyor.

Bütün kainatı böyle bir adalet üzerine kuran bizi ondan ayırır mı? Demek dürüst olmak aynı zamanda 'kainatla uyumlu olmak'tır. Fıtratımızla uyumlu olmaktır. Onları yaratan Allah'la uyumlu olmaktır. Böyle bakılması bir kere öğrenildiği zaman hiçbir amel insan için 'taklidî/dogmatik' kalamaz. Dinin kendisine emrettiği herşeyin izlerini varlıkta görür. Kardeşlik bağlarını tanır. Tefekkürüyle isimleri berzaha dönüştürür. İçlerinden geçip kendine de ulaşır.

Size de önerim bunu kendi dünyanızda bir deneyimleyin. Tecrübe edin. Elimizde bize vahiyle/sünnetle gelmiş müthiş bir Esma bilgisi var. O isimlerin herbirini, tıpkı Bediüzzaman'ın 30. Lem'a'da yaptığı gibi, tefekkür edin. Kainatta izlerini arayın. Bu izleri bulduktan sonra farkedeceksiniz ki: Böyle okumaları arttırdıkça onlar sizde itikada da dönüşüyorlar. Yani artık Allah'ı o sıfatlarıyla birlikte hatırlamaya başlıyorsunuz. Tecellilerinin sıklığını ise şuunatına yoruyorsunuz. Sonra bu durum elbette içinizdeki telleri titretiyor. Yani dedirtiyor: "Ben de onlardan biri değil miyim? Bana nasıl tecelli eder bu isim? Ben nasıl o tecelliye karşı duyulan muhabbetin gölgesi altına girerim?" Bu soruların cevaplarını kolluyorsunuz. Uyum huzurdur çünkü.

İşte buradan da insan ister-istemez takvaya ve salih amellere bağlanıyor. Kainatta okuduğunu kendi hayatına buralardan sokuyor. Artık amelleri 'zorakî/taklidî' olmuyor. Evrenle uygun adım yürümek oluyor. Evet. Arkadaşım bana öyle geliyor ki: Bütün bu geçişler isimler sayesinde. Benden sana geçmek nasıl ki ismini anmakla oluyor. Yani ben seni anınca senin varlığın ortaya çıkmaya çağrılıyor. Ben gizleniyor. Ben denizi bitip sen denizi başlıyor. Öyle de Allah'ın el-Esmaü'l-Hüsnası kuşanıldıkça nazara çağrılan binler âlem var. Şu ayeti de unutma: "Bütün güzel isimler Allah'ındır." O halde isminden geçilmeden varılan yerde güzellik yoktur. Güzelliğe varılmışsa bil ki bir isimden geçilmiştir.

14 Şubat 2017 Salı

Hayy ve Kayyum neden kardeştir?

"İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?"
(Kıyame sûresi, 36)

'Esma-i Sitte Risalesi' olarak da bilinen 30. Lem'a'da, Bediüzzaman Hazretleri, İmam Ali'den (r.a.) ism-i âzâm sadedinde rivayet olunan altı ismi (sırasıyla Kuddûs, Adl, Hakem, Ferd, Hayy ve Kayyum isimlerini) anlatır. İlginçtir, ilk dört isimde 'bir İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan bir nuru' ifadesini kullanırken, ism-i Hayy'a geldiğinde bu kullanımı değiştirir: 'İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru...' İslamî metinlere aşina olanlar için Hayy ve Kayyum isimlerinin 'altı nur' içinde ayrıca 'iki ziya' olması yadırganacak birşey değildir. Çünkü gerek Kur'an'da, gerek sünnette ve gerekse İslam büyüklerinin metinlerinde sıkça zikredilen şu iki ismin özel bir kardeşliği vardır. Ayete'l-Kürsî'den tutun Büyük Cevşen'de yeralan dualara kadar pekçok yerde bu özel hukukun izlerine rastlarsınız.

Peki bu 'özel hukuk'un mahiyeti nedir? Bana şöyle geliyor: Hayat, varlık mertebeleri içinde öyle bir mertebedir ki, sair hiçbir mertebe ism-i Kayyum'a ayna ve aç olmakta onun yerini tutamaz. Peki bu ne demektir? Kayyum isminin manasına değinmeden şunu izah edebilmem mümkün değil: "Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâli Kayyûmdur, yani, bizatihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya Onunla kaimdir, devam eder ve vücutta kalır, bekà bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyûmiyet kesilse, kâinat mahvolur."

Biz, Kayyum isminden bahsettiğimiz zaman, sadece Allah'ın 'varetmesinden' değil, 'varettiklerinin varlığı devam ettirmesinden' de bahsetmiş oluyoruz. Yani; bizim varlığımız, saatçisi tarafından bir kere kurulmuş, sonra da kendi halinde tıkırdamaya bırakılmış bir saatin varlığı gibi değildir. Ya nasıldır? Bizim varlığımız 'her an tıkırdaması ancak Ustasının her an yaratışlarıyla mümkün' bir varlıktır. Arızî bir varlıktır. Yaratılışa bağımlı bir varlıktır.

Bizim yaratılışla ilişkimiz saatçi ve saat örneğinde olduğu gibi değil, tabir-i caizse, projeksiyon cihazıyla perdedeki görüntü arasındaki ilişki gibi bir ilişkimiz var yaratılışla. Varlığımızın asıl kaynağıyla bağımız kesilecek olsa anında hiçliğe düşeriz. Yani; Vacibü'l-Vücud olan Allah'tır anlarımızı her an yeniden yaratıp bize yeniden varlık lütfeden. Odur, yeni tecellilerle ve yepyeni farkındalıklarla, herbir anımızı diğer anlarımızın hem benzeri hem gayrısı kılan.

Biz saat gibi değiliz. Hayatımızın hiçbir detayı bir diğerinin aynısı değildir ki Ustamızın bizi bir defada kurup kendi haline bıraktığına hükmedelim. Biz bir kısırdöngüyü veya tekrarı yaşamıyoruz. Her yeni an bir öncekiyle bağının neredeyse zâhirde kaldığı muhteşem nüanslar taşıyor. Hassaten kalpte ve akılda. Duygulanışta ve fikredişte bir anımız hiçbir anımızı tutmuyor. "Aynı nehirde iki kez yıkanamazsınız!" sözünün böyle bir hakikat vechi de var. Ne nehir aynı kalır ne biz ne de eylemimiz. Oradan çok sular akar ve senden çok 'sen'ler geçer. Varlık kendini tekrar etmez. Bugün doğan güneşle yarın doğacak güneş zâhiren aynıdır. Hakikatte ise farklıdır. Onun (c.c.) esmasının tecellisi kesildiği anda yokluk aynasında yansıyan arızî nakışlarımız hiçliğe düşer.

İşte, tam da bu bağlamda, hayatın Kayyumiyetin en güçlü aynası olduğunu düşünüyorum. Çünkü mürşidim de Esma-i Sitte Risalesi'nde hayat hakkında diyor: "Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden burhanların en parlağı, en kat'îsi ve en mükemmeli..." Ve orada saydığı 'hayatın 29 hassesi' ile bu aynalığın birçok yönüne dikkat çekiyor. Hepsinden elde ettiğim netice şu: Birşeyin varlığı 'hayat mertebesi'ne ulaştığında varlığını devam ettirmede Allah'a muhtaçlığı 'Kayyumiyet mertebesi'nde ortaya çıkar. (Burada 'Kayyumiyet mertebesi' ifadesini 'Halıkıyet mertebesi' ile arasındaki biliş farkını ortaya koymak için kullandım. Bu biliş kula aittir. Yaratışa ait değildir. Kul, hayatı tatmak ve bilmekle Allah'ı Kayyum mertebesinde bilir veya bilebilir.) Ve evet, birşeyde hayat şiddetlendikçe, bunun bedeli ve ikramı olarak, o şeyin aczi ve fakrı da şiddetlenir.

Kenan Demirtaş Hoca'nın o meşhur örneğiyle ifade etmem gerekirse: Bir taş bir ağaçtan daha az şeye ihtiyaç duyar, ama ağaç taştan daha hayatlıdır. Bir ağaç bir hayvandan daha az şeye ihtiyaç duyar, ama hayvan ağaçtan daha hayatlıdır. Bir hayvan bir insandan daha az şeye ihtiyaç duyar, ama insan hayvandan daha hayatlıdır. Hayat mertebelerinde yükseldikçe varlığımız ism-i Kayyuma olan açlığımız da artar. Muhtaçlığımız şiddet peyda eder. Çünkü Allah bize hayat bahşetmiştir, ama Kayyum olan sadece kendisidir. Kayyumiyeti olmayan hayat ister istemez acze ve fakra düşer.

Biz mahluklar ne 'yaratışa' ne de 'devam ettirişe' sahibiz. Ancak hayat ve şuur sahibi olmakla varlığın yaratılıp devam ettirilmesi için bir Kayyum'a muhtaç olduğunu farkediyoruz. Kulluk da belki buradan ortaya çıkıyor. (Acz ve fakr dediğimiz bilinçler/bilişler de, aslında, hayy olup kayyum olmayışın bir neticesidir.) Hayat belki de bu noktada kainat ağacının meyvesi oluyor. Çünkü kainatta neler olup bittiğini mahluklar içinde varlığı en şiddet peyda edenler (yani hayatı şuur derecesine çıkanlar) anlıyor: "Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en sâfi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlâhî ve hilkat-i âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı âzamdır."

Belki ben güzelce ifade edemedim, fakat Esma-i Sitte Risalesi'nin ism-i Hayy bahsini şu gözle okusanız, daha kemalde anlarsınız. Özetlersem: Hayy ve Kayyum isimlerinin beraber anılışı, onların arasındaki bu özel hukuk, aynı zamanda mahluk-Halık, abd-Mabud, merzuk-Rezzak gibi terkiplerdeki en öz manayı da ifade ediyor. (Bu terkiplerden daha fazlasını okumak için Veysel Karanî Hazretleri'nin münacaatına bakmalısınız.) Yani; varlığın mahlukattaki en şiddetli hali, aynı zamanda ism-i Kayyum'un da en çok farkında hali, olabilir hali, 'ol'maya muhtaç hali... Birisi diğerisinin en Ehadî aynası. Diğeri ötekinin olmazsa olmazı. Kardeşlikleri oradan. Allah Hayy u Kayyum'dur. Çünkü; hayat gibi zamana yayılmış en girift, değişken ve bütüncül nakışı yaratan, ancak teker teker anları yaratan bir Kayyum olabilir. Bir kerede yaratılıp bırakılsaydık herbir anımız bir öncekinin tekrarı olabilirdi sadece.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...