Esma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Esma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Temmuz 2023 Çarşamba

Kıyamet de belki son ısırığımızdır

Arkadaşım, belki de mutsuzluğumuz, mutluluğu bu kadar umursadığımız için gözümüze batıyor. Ve umursadıkça da daha fazla batacak. Evet. Mutluluk parçaya bakar. Parçanın göresidir. Parçanın varlığıysa aslî değil. (Yani bütün parça için değil.) Parça detaydır. Parça dairdir. Parça gösterir. Yerine geçmez. Yerini doldurmaz. Yerinden etmez. Sadece tamamlar. Hakikaten mutlu olmak için bütünün göresini edinmeliyiz. Huzur diye zikrolunan makama erişmeliyiz. Dikenle gülü için barışılmalı. Güle dikeninden küsülmemeli. Kendimizi lazımınca detaylaştırabilseydik geriye sadece bütün kalacaktı. İntisabımız bizi ona dair kılacaktı. Bütünün Sahibini (Rabbü'l-Âlemîn denilir Ona) razı eden vücudîlik de tatmin için gayet yeterli olacaktı.

Konu ‘biz’ değildik çünkü. Hiçbir zaman olmadık. Dolayısıyla yalnız bize, parçalığımızla bize, dair olanlar da merkeziyeti teşkil etmedi. Aksine, biz, bütüne dair oldukça varlığın gündemini meşgul ettik. Melekler ayaklarımıza nurdan kanatlarını serdilerse bu yüzden serdiler. Felekler bekledilerse milyarlarca sene gelmemizi bu sebepten beklediler. Fakat, kabul, başka olduğumuzdan da haberdar kılındık bir kere. Vahdetin tahtından Ehadiyetin bahtına sıçradık. Manzara bizde özetlenerek yansıtıldı. Bizde özetleneni tanımak özetle bize de bahşedildi. Bu arada âlem de bizde özetlenmişti zaten. Biz de kendimizi özetledik. Üstelik özetle ‘başkaları’ da bildik. Varedilen aldığından kolay vazgeçemez. Zat-ı Kudretin 'Ol'una şahit olmak 'Ol'anların aklını başından alır. Tutunur. Tutkulanır. Tutuklanır. İşte hayvaniyetimiz varlığını böyle isbat eder. Parçalığımıza dair herşey hayvaniyetimize de bakıyor. Parçalayan hayvandır. Hayvanlar yalnız parçalar. Fakat, biz, parçasını aşması murad edilmiş parçayız. Yüzü bütünleştirmeye bakan da yalnız biziz.

O kadar güzeldir ki varedilmek. ‘Ol’la tanıştırılmak o kadar güzeldir ki… İlim kudrete âşık olur yaptığından. Kudret ilme hayret eder bildiğinden. Şarabı dahi sarhoş eder mestliği. İmtihansa mezkûr mestliğin keskin bir şuura dönüşmesi düzeyinde başladı. (Beşeriyet hayvaniyet sarhoşluğundan ayıldı.) İnsana kadar herşey mestti. Eylerdi ama eylediğini düşünmezdi. Pervaneydi. Yanardı da yanmak nedir sormazdı. Bilmeden yansıtırdı. Bilmeden severdi. Bilmeden överdi. Bildirirdi yine bilmeden. Gösterirdi yine görmeden. Sezdirirdi yine sezmeden. Lakin biz bin hikmetle ayıltıldık. “Yanmak nedir?” sormaya başladık. Kendimizde bir bütünlük vardı. Tamam. Bunu anlıyorduk. Ancak şunu da biliyorduk ardından hemen: Karşımızda başka bütünlükler de vardı. Tanıyorduk onları... Ki tanımlayabiliyorduk. Parçalıyorduk.

Âdem aleyhisselama öğretilmişti isimler. Sırr-ı Tâlim-i Esma. Eyvallah. Maşaallah. İsim bilen isim de verir. Ne demek isim vermek? İsmini bildiğin herşeyin bir bütünlüğü vardır demek. Onda bir bütünlük, dışından ayırabildiğin bir bütünlük, tanımlayabildiğin için isim verirsin. İsmiyle beraber o ayrı şey bilinir böylece. Parça ayrılabilir bütününden. Tanıyamasaydın veremezdin. Parçalayabiliyordun ki verebildin.

“Nefis ne zaman girecek olaya?” Acele etme. Oraya geliyoruz. Evet. Diğer bütünler olmasa bizim bütünlüğümüz de devam etmiyordu. Onlara muhtaçtık. Susuzluğumuz içmeden geçmiyordu. Açlığımız gıdasızlıkla başedemiyordu. Acizdik. Fakirdik. (Bunlar parçalığın kanıtlarıydı.) Ancak kendi bütünlüğümüz devam etmeyince de diğer bütünlüklerin anlamı kalmıyordu. (Biz olmazsak herşey hiçti.) Herşeyi ancak kendimizle bilebiliyorduk. Yani kendimize de epeyce muhtaçtık. (Bu da parça değil bütün olduğumuzu sanrılatıyordu.) Neticede bu girift ilişki nedeniyle 'vicdanımız' ile 'nefsimiz' arasına sıkıştık. Vicdan bize 'bir bütünün ancak parçası olduğumuzu' söyleyip duruyordu. Minnettarlık telkin ediyordu. ‘Uygun adım’ yürümeyi öneriyordu. Başkaları da önemsiyordu mecburen. Ben'imizi detaylaştırıyordu yani. Lakin nefsin mesaisi başkaydı. Başkalığın diğer uçta en şiddetli hissedildiği yerdi nefis. Varlığımızın has dairesini korumaya yatkınlaşmış yanımızdı. Yahut da biz onu böyle sanıyorduk. Onu hep bu tarafından besliyorduk.

Hangisini beslersen o galip gelir. Hak Teala, şeriatı emretti ki, başkalığımızı vicdanından besleyelim. Benliğimizi nefsimizden doyurmayalım. Bütüne dönük manalar doldursun her yanımızı. Parçanın rahatı bütündedir. “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur.” Hem parçalığımızı doyurdukça parçalayacağız. Hem de parçalanacağız. Çünkü biz de nihayetinde onun parçasıyız. Dişlediğimiz özbir etimizdir. Yani bütünü parçalamak kendimizi de parçalamaktır. “İman bir intisabdır!” diyen mürşidim ne kadar isabet ediyor. Zira imanını kaybeden şu çağ kadar parçalayıcı başkası yok. Bak hâlâ da dişleri kan kan. Kıyametini koparana kadar sürdürecek görünüyor dişlemeyi. Arkadaşım, ne dersin, belki kıyamet de son ısırığıdır ha!

24 Haziran 2023 Cumartesi

Parça bütünlüğünden vazgeçebilecek mi?

İnsan 'bütünlüğünden haberdar edilmiş' bir parçadır. Öyle ki, bilmesi, ağacını da geçmiş bir meyvedir. Toprak kendisini bu şiddette bilmez. Su kendisini bu şiddette tanımaz. Âdemoğluysa özünü en şiddetli şekillerde idrak eder. Hayatının temeli budur. Zaten hayat, zatını ayrı bir bütünlük görürse ancak, hayatta kalır. Menfaatini kollar. Zararlardan kaçınır. Has dairesini yabancısı dengelere sahip hariçten ayırır. Yani bu kollayış hayatın lazımıdır. 

Üstelik, dahilini tanıdığı gibi, haricindeki bütünlükleri de tanır hayat sahibi. Onlara isimler takar. Belki zaten fıtratlarına nakışlanmış aşinalığı bulur. Tutunur. Tutunduğunu tanımlar. Tanımlarına tutunur. Bilebildiğini bu yolla bildirir. ('Sarman!' diye seslenir mesela, kedisi de isimlendirilmesinden bilindiğini anlar, bilir, gelir.) Bilgi de ancak bu yolla doğar-gelişir. (Hatırlayalım ki, Hz. Âdem babamız, melek kardeşlere 'tâlim-i esma' sınavındaki muvaffakiyetiyle parmak ısırtmıştır.) Bütünlüğünün böylesi şuurunda bir parça, başka parçaları da, bütünlüğüne kıyaslayarak tanıyabilir. Yolcu yolunda isim takarak ilerler.

Fakat, işte düğüme geldik, imtihan da burada başlar arkadaşım. Kendisine dair böylesine yüksek bir bilince sahipken, hakikatin 'aslında parça olan bütünlüğüne' görünen eksik şekillerini terkedip, 'Bütünün Hakiki Sahibi'ne veya 'Hakiki Bütünün Sahibi'ne (ki 'Âlemler Rabbi'dir O) teslim olmayı becerebilecek midir insanoğlu? Vahyiyle kendisine ihsan ettiği 'Hakiki Bütünün Bilgisi'ne veya 'Bütünün Hakiki Bilgisi'ne râm olacak mıdır? Yoksa bir parçacık bütünlüğüyle, yani ona sığdırdığı kadarıyla, baştan mı çıkacaktır? O yalancı bütünlüğü hakiki bütünlüğün yerine, hatta en üstüne, koymayı mı deneyecektir? 

Ene Risalesi'nin çizdiği resim buna benziyor:

"Ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş'um nazarıyla mânâ-yı ismî cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır. (...) Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdahale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder."

Bir 'ben-sen' diyebilme yeteneği var ki bizde pek tehlikeli. Parça için hem hazine hem endişe kaynağı. Çünkü asabiyetle durulursa arkasında bütünden kopuşu ifade ediyor. 'Ben' diyorsun mesela. O 'ben'den hariç herşeyi 'sen' yerine koyuyorsun. Halbuki aldığın her nefeste kainatın hakkı var. Vücudundaki elementler ölen yıldızların tozları. Fiziğindeki tüm dengeler âlem hiçten çıkarken kurulmuş. Kimyası öyle. Biyolojisi öyle. Neler neler belki daha öyle. Şecere-i hilkatin bir ulu meyvesisin. Ezelden takdir edilmiş, nihayet zamandaki yerine asılmış, varolmuşsun. Ağaçla beraber ağaçsın. Yani bir 'Kün!/Ol!' emrinin içine herşeyle birlikte sığınmışsın. Ama ağacına dönüp tekebbürle "Ben ben, sense sen!" diyebiliyorsun. Bütünlüğünü kendine rakipleştiriyorsun. Hatta üzerinde hak iddia ediyorsun. Terbiyesiz tasavvurlara-tasarruflara girişiyorsun. Haddini o kadar aşıyorsun ki, herşeyi yoktan vareden Malik-i Hakiki'ye dahi, 'sen-ben' çekebiliyorsun. Halbuki güneşin tecellisi bir an olmasa yansıma kalır mı? Aynadaki sûret, hakikisine 'sen-ben' çekse, hakikatini küstürmez mi?

Parça yüzünü bütüne, Bütünün Sahibi'ne, dönerse dengesini bulur. Kendisindeki kayıtlılığın arızalarından bir parça kurtulur. Evet. Büyük resme yaklaşan hayra da yakınlaşır. Çünkü Muhakemat'ta denilmiştir: "Hayır küllî, şer cüz'îdir." Melekler, sayısı ne kadardır Allah bilir, Âdem aleyhisselama secde eder. Yalnız İblis bundan sakınır. Demek şer yalnızdır. Yalnızlara daha yakındır. Hele parçasında boğulanlara pek yakındır. (Kibir bu türden bir yalnızlık değil midir arkadaşım?) Kendisini, kendisinde tanımladığı bütünlüğü, Bütünün Sahibi'nin hakikat tarifine tercih edenler rahmetten hep kovulacaktır. 

Rahmet, parçasından başını kaldırıp, bütüne bakanları sever ancak. Bütündeki yerini kollayanları sever. Bu yüzden belki yine mürşidim der: "Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı." Kendisini geniş aynalarda sınayan, cüz'î bütünlüğüne emniyet etmeyen, başta yanlışta olsa bile, akıbette istikamete sevkolunur. Parçasını mutlaklaştıran, onu 'bütünler üstü bütün' gören, başta istikamette olsa bile, en nihayet hakikatle irtibatını kaybeder: "Bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor." Ahirzamanda, beşerin kendi konumunu bu derece merkeze almasıyla, çevresel felaketlerin atbaşı gitmesi, 'cidden uyandırıcı' bir niteliğe sahiptir. 

Kim buz parçasını eritmiyorsa tehlikede! Evet. Özümüzü kayırmak yok. Hadi bakalım. Ben kendime 'cemaatsiz nurcu' diyorum mesela. Eğer kastettiğim "Ben kendime yeterim!" ise tehlikedeyim. (Hem de ne tehlikedeyim.) Fakat yalnız ben tehlikede değilim arkadaşım. Bir cemaat "Bizim cemaat bize yeter!" diyorsa o da tehlikede. Bir kavim "Bizim kavim bize yeter!" diyorsa o da tehlikede! Bir devlet "Benim devletim bana yeter!" diyorsa o da tehlikede! Kim tehlikede değil peki? Ümmet tehlikede değil. Çünkü Aleyhissalatuvesselam Efendimiz buyurmuş: "Ümmetim dalalet üzerine birleşmez!" Fakat, bir saniye, acele etme. Teenni gerek. Ümmet dediğin de sadece bugünün müslümanlarından oluşmuyor. 14 asra yayılmış bir bütünlük var. O bütünlüğün içinde bir büyüklük var. Bir nuranî çizgi var. İşte onlar, bin maşaallah, Ehl-i Sünnet'tir. Parçalarımızı sınayacaksak sahabe mesleğinin esasları üzerine sınayacağız. Belki o zaman büyüklerimizin hizaya çekmesiyle tehlikeden kurtulacağız. Allah büyüktür. Umudumuz, kendimizden değil, Ondandır. Bizi istikametten ayırmasın. Âmin.

2 Aralık 2022 Cuma

Yokluğunda bir varlık var

"Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani, kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, herşeyi bulur." Sözler Risalesi'nden.

Kibir avuçlarını kapamaktır. "Ben bana yeterim!" demektir dünyaya. Hatta "Ben hepinize yeterim!" Bu sadedde tekebbür ancak el-Mütekebbir olan Allah'ın hakkıdır. Çünkü es-Samed olan yalnız Odur. Herşey varlığa çıkmak (ve de varlıkta kalmak) için yaratışına muhtaçtır. Oysa hiçbirşeye muhtaç değildir. el-Kayyum Odur. Bir projektörün görüntüyü perdede tuttuğu gibi her ân bizleri varlıkta tutar. Allah büyüklendiğinde kendisini olmadığı birşeyle tavsif etmez arkadaşım. Bunu sakın yanlış anlama. Çünkü büyüklenmek 'fazlası görünmek' gibi anlaşılıyor bizde sadece. Doğru değildir. Allah büyüklendiğinde Zât-ı Kudsîsini hakkıyla tarif etmiş olur. Senasını ettirdiğinde hakettiği övgüyü işitmiş olur. Şükrümüz de zaten hakettiği teşekkürdür. Yani ki, arkadaşım, Hak Teala bizden her ne istese hakkı olanı ister. İhtiyacından istemez. Gereğinden ister. Adaleti öğretir. 'Mış gibi' sahası değildir orası. 

'Mış gibi'yi biz aramızda yaparız. Çünkü hakikatte sahibi olmadığımız şeylerin ticaretini yapıyoruz şu hayatta. Emanetçisi olduklarımızı al-satıyoruz. Emanetçi sahiplik iddia ettiğinde hakikatin gurbetine düşer. Kibri terkettiğimizde tevazu sılamız olur. O 'vazedildiğin gibi' olma halidir. 'Alçakgönüllülük' diyorlar ya karşılamıyor. Aslı şu: Alçalmak, alçaktaymış gibi yapmak, yok. Zaten alçaktasın. Ait olduğun yerden konuşmaktır tevazu. Yapmacıklık değildir. Tasannuyu kibirliyken yapan biziz. Cenab-ı Hakkın büyüklenmesi ise yapmacık değildir. Kemalini tarifidir.

"İnsan kendisini müstağni gördükçe azgınlaşır!" buyruluyor Alâk sûresinde. İşte Kur'an'ın kelamullah olduğuna bir delil. Sen bundan daha isabetlisini duydun mu? Kur'an'da sahiden Allah konuşuyor. Zira bu derece teşhis başkasının sözünde bulunamaz. Ancak Ustası eserini bu denli 'tastamam' tarif edebilir. Evet. Gerçekten de 'kendimizi ihtiyaçsız gördükçe' azgınlaşmaya başlıyoruz. Yoldan çıkışımız da biraz şuna benziyor: Bir fabrikanın herhangi bir çarkı, çevresiyle uyumlu şekilde görevini yürütmesi gerektiğini unuttukça, kendi başına buyruk şeyler yapmaya başladıkça, düzenin zararına işliyor. Kendimizi yeterli görmek bizi büyük resme ilgisizleştiriyor. Lekemizle uğraştırıyor. Uyumdan habersizleştiriyor. Hodbinlik, hodgamlık, hodendişlik... Yani ki 'ben merkezcilik' hükmü altına alıyor herşeyimizi. Ve bu odaklanma hatasıyla parçası olduğumuz bütüne zarar vermeye girişiyoruz artık. Halbuki, arkadaşım, konu biz değiliz. Konu hep beraber Allah'ın senasını edebilmek. Bir orkestrada konu davulcu değildir. Hizmetçisidir. Davulcu gümgümünü konunun ta kendisi sanrılarsa bütün ahengi altüst edebilir. İstiğnamız bizi böylesi bir yanlış tezahüre götürüyor. Harf kendisini kelimenin tamamı sandığında okunacakları okutmaz olur. Vurgu azı çoğa galip eder. Varlıkta elbette tuttuğumuz bir yer var. Ancak tutamadığımız yerler tuttuğumuzdan çok.

'Kanser' nedir bilir misin? Kanser sorunlu bir hücrenin bedenin yerine geçmeye çalışmasıdır. Amitoz bölünmeyle meczup çoğalarak içinde yaratıldığı âkilliği mahvetmesidir. En nihayet yıktığı uyumun enkazında kendisi de kalır. Öldürdüğü canlının vücudunda kendisi de ölür. Bindiği dalı kesen oduncu gibidir yani. Fakat bu ebleh halini sonu gelene kadar farketmez. İnsanın tekebbürü de onun kanserleşmesidir işte. Tevazusu şifasıdır. Bunu şuradan da anlayabilirsin ki: Tevazu gösterdikçe, varlık, yaptığının doğruluğuna işaret eder gibi seni ödüllendirir. Bir Kanser Hastasından Yakınları İçin 75 Faydalı Öneri isimli kitapta okumuştun. Sonra Vücudunuz Hayır Diyorsa: Duygusal Stresin Bedelleri eseri de öğrendiklerini desteklemişti. Ölümcül hastalıklara yakalananlar genelde hayatın yükünü tek başlarına kaldırmaya çalışanlar. Hastalık sürecinde ilk öğrendikleri şeyse 'insanlardan yardım istemeye alışmak'tır. Hatta, yazar Deborah Hutton'ın tecrübesiyle de altını çizdiği üzere, sanki kanser, acizliğini bilmeyen insanlara 'yardım istemeyi belletmek' için gönderilmiştir. Aslını idrak ettikçe bir nebze hafifler.

Aleyhissalatuvesselam Efendimiz "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremeyecektir!" buyuruyor. Onun bu inci-mercan beyanına şu açıdan da iman ediyorum: Evet. Öyle. Kibri yokedemeyen insan hayatından tasannuyu da çıkaramıyor. Tasannuyu yokedemeyense 'mış gibi' yapmaktan kurtulamıyor. 'Mış gibi' gemiye atabileceğimiz yükleri sırtımızda taşımamızın en büyük müsebbibi. Yani, her neyde kibir yapıyorsak, onun fazladan yükünü çekiyoruz. Bu fazla yük de 'mümkün cennet fırsatı'ndan uzaklaştıyor bizi. Çünkü, cennet, ona ihtiyacımızı bildikçe bizi tamamlıyor. Bizim tamamlanmamız cennetimiz oluyor. Eğer ihtiyaçlarımız olmazsa Allah'ı bilemezdik. Yaralarımız olmasaydı bedenimize ışık sızamazdı Mevlana Hazretlerinin tabiriyle. Eksik bırakıldık ki tamamlanalım. Avuçlarımız boş bırakıldı ki oraya bağışlarda bulunulsun. Rahmet dolsun. Sahibi bulunsun. İnkâr etmek yerine açmalıyız. Açtıkça zenginleşeceğiz. Açtıkça hayatımız bereketlenecek. Açtıkça cennete dönüşecek.

Hem yine denmiyor mu: "Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür. Yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür. Yani tekebbürdür."

Dua da bu anlamda bir 'kabullenme eğitimi' değil mi? Mürşidim bir başka yerde diyor ki: "Bir müslim ne derece dine mütemessik ise, o derece kibrinden, gururundan, hatta izzet-i rütebîden fedakârlık etmek gerektir." Çünkü sebeplere hallakiyet/yaratıcılık vermemenin (tevhidin) sonucu kendini detaylaştırmaktır. Hatta şunun arkasında, arkadaşım, 'yaralarınla barışmak' da vardır. Bediüzzaman'ın 'elyazısının kötülüğünü kabullenmekle-barışmakla' elde ettiği zenginliği düşünsene: "Eskiden beri diyordum: 'Ya Rabbi! Ben o kadar muhtaç iken ve nazmı severken, bu iki nimet bana verilmedi' diye, teşekkî değil, tefekkür ediyordum. Sonra bana kat'î tebeyyün etti ki: Şiir ve hat bana verilmemek de büyük bir ihsan imiş. Hem o hatta ihtiyacımı sizin gibi kalem karamanlarının muavenetleri temin ediyor. Hat bilseydim, hatta itimad edip, mesâil ruhta kararlayarak nakşedilmeyecekti. Eskiden, hangi ilme başladım, hattım olmadığı için ruhuma yazardım. Fevkalâde bir meleke ihsan edildi." 

Eksiklerimize "Bakalım nasıl tamamlanacağız?" diye baktıkça cennetimizin kapısı açılıyor. İstiğnaya kapıldıkça bizden küsüyor. Allah korusun. Cennetinden kopan cehennemine yuvarlanıyor. Sahi şu da enteresan değil mi: Cehennem sürekli yandırılmakla sanki bir 'eksiltilme' yeridir. Adem memleketidir. Yıkım cenderesidir. Cennetse nimetlenmekle sürekli 'arttırıldığımız' bir semttir. Vücud yurdudur. İnşa menzilidir. Eğer cehennemin müsebbebi içimizde barındırdığımız kibirse, yani ki o ateşi "Ben hepinize yeterim!" iddiası tutuşturuyorsa, "Bak bakalım yetiyor musun?" tarzı 'mütemadiyen eksiltilmeyle' cezalandırılması mâkul değil midir? Hem madem cennetlik olanlar mütevazı davranıyor. Eksikliğini biliyor. Onların da 'mütemadiyen çoğaltılması' manidar görünmez midir? Ben; hem bu dünyadaki hem ahiretteki tecellileriyle; kibir ile adem, tevazu ile vücud arasında bağlar görüyorum. Ama gösterebiliyor muyum? İşte ona da sen karar vereceksin arkadaşım. Yani onu da sen tamamlayacaksın. Ne de olsa yorum şahit olunanı tamamlar. Zenginleştirir. Ve şahit olunduğunun bir delilidir. 


4 Kasım 2022 Cuma

Ateistler de müşrik değil mi?

Bu da bir 'ders notu' gibi olacak arkadaşım. Eksiğime bakma. Yorgunum. Uykusuzum. Fakat parıltının kaybolmasından da korkuyorum. Ne kadarına yetişirse gücüm yazacağım. Tevfik Hüda'dan. 'Bismillah' ile başlayalım: 30. Lem'a'nın (yani ki Esma-i Sitte Risalesi'nin) İsm-i Kayyum bahsinin 5. Şua'ında bir cümleyle aniden mevzu değiştiriliyor: "İsm-i Âzamın altı ismi 'ziyadaki yedi renk gibi imtizaç ederek' teşkil ettikleri ziya-yı kudsiyeye bakmak için bir hülâsanın zikri münasiptir..." Yani metnin devamında öğreneceğiz ki: Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs esması arasında 'birbirini gösterir' pencereler var. Birbirlerini sarıyorlar. Hangisini tutsanız diğerleri peşinden sürükleniyor. Herbiri diğerine dayanıyor. Gerçi, Bediüzzaman'ın bu tefekkürü, yalnız şu metne/esmaya münhasır da değildir. Başka yerde daha açık bir şekilde der mesela: 

"Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı fakat 'birbirine bakar' şe'n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka fakat 'birbiri içinde görünür' isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı fakat 'birbirine benzer' tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka fakat 'birbirini ihsas eder' ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka fakat 'birbirini gösterir' mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit fakat 'birbirini ikmâl eder' tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnûatında çeşit çeşit fakat 'birbirini temâşâ eder' haşmetli rububiyeti vardır."

Doğrusu mezkûr hikmeti pek kıymetli bulurum. Zira 'çok tanrılılar'ın ayağını kaydıran zeminin de tam burası olduğunu düşünürüm. Evet. Mesela: Onlar da bizim gibi kainattaki eserleri okumaktadırlar. Hatta eserlere lazım gelen oluşlara-'kün'lere de uyanmaktadırlar. Dahası: Okudukları fiillerden fail arayışına da girmektedirler. Fakat, gelgelelim, faillerin 'birlenmesi' yani 'tevhid' noktasında problemleri vardır. Zira sahadaki eserler birbirlerine benzememektedir. Benzemeyenlerin ardındaki fiilerin-faillerin de tıpkı onlar gibi benzeşmeyeceğini zannederler. Yani: "Suyun hilkati ateşten başkadır. Havanın hilkati de toprağın yaratılışına benzemez. O halde bunları yaratanlar farklı farklıdır..." gibi bir yanlışın kapısını tıktıklarlar.

Halbuki daralmaları ilah tasavvurlarındaki arızadan kaynaklanmaktadır. Evet. Allah'a insan üzerinden bakılır. (Çünkü o da Cenab-ı Hakkın aynasıdır.) Fakat insan kayıtlarıyla bakılmaz. (Çünkü sadece aynadır.) Fail değiştiğinde fiilin değişmesi mahluka ait bir olgudur. Ona dair bir sınırdır. İnsanların imzaları, sanatları, ustalıkları elbette birbirini tutmaz. Ancak Allah olmanın sonsuzluğunda "Birden ancak bir sudur eder..." gibi kısıtlamalar yoktur. Olamaz. Çünkü kısıtlanan Allah olamaz. Allah olmak beşer sınırı kaldırmaz. Sonsuzda ikilikten bahsedilmez. Bu tasavvur yanlışına da dikkat çekmek için belki, mürşidim, 5. Şua'da şöyle söyler: "Kafirler Allah'ı inkâr etmiyorlar. Yalnız sıfatlarında hata ediyorlar." Doğrudur: Ateistler de aslında politeisttir. 'Müşrik' dediğimizde, biz, Allah'tan ilahlık hakkını kırpan her zümreden bahsederiz. 'İki' diyen de müşriktir, 'sebepler sayısınca' diyen de. Materyalist de müşriktir naturalist de. Kim ki Vahid-i Ehad'den başkasına yaratıcılıktan pay verir, ister zerre ister güneş, o müşriktir, namını ne koyarsa koysun. İster 'ateist' desin. İster başka tabir söylesin. Lansesi bizi bağlamaz. Adı lügatimizde bellidir. Kendisi tastamam müşriktir.

Bağları farkettiğimiz anda, Allah'ın lütf u keremiyle, bu tehlikeden kurtarılıyoruz işte. Madem ki; isimler birbirine bakıyor, birbiri içinde görünüyor, birbirine benziyor, birbirini ihsas ediyor, gösteriyor, ikmal ediyor, hem de temaşa ettiriyorlar; o zaman ayrılık-gayrılık; yüzeyi aşamayan algımıza bağlı bir eksikliktir. Bir sanrıdır. Kainat cihazının arkasındaki kablolar birbirine kavuşmaktadır. Hepsi, temsilde hata olmasın, aynı merkezden gelmektedir. Onları evvelemirde bağdaştıramamak sınırlarımızdan ötürüdür. Mahlukun görüşü sınırlıdır. Hakkın Zâtını kuşatmaya yetmez. İhata edip düşünemez. O yüzden isimlere bölerek bir derece kavramaya çalışır. Esma bu yönüyle Allah'ın 'anlaşılmak için' insana bir bahşıdır. Lakin bu lütfu musibete dönüştürmek de mümkün. O da ehl-i şirkin mesleğidir. Yoksa bütün güzel isimler Allah'ındır. 

Girişe geri dönelim. İsimlerin birbirlerine nasıl baktıklarını pratikte görelim. İşte geliyor: "Bütün kâinatın mevcudatını böyle durduran, bekà ve kıyam veren ism-i Kayyûmun bu cilve-i âzamının arkasından bak: İsm-i Hayyın cilve-i âzamı, o bütün mevcudat-ı zîhayatı cilvesiyle şulelendirmiş, kâinatı nurlandırmış, bütün zîhayat mevcudatı cilvesiyle yaldızlıyor." Hayat sahibi olunmadan Kayyum olunabilir mi arkadaşım?

Hayat sahibi olmak nedir? Mevlana Celaleddin Hazretlerinden nakledilen şu hikmet müşkülümüzü çözüyor: "Can, tecrübeyle de sabittir ki, haberdar olmaktan ibarettir. Kim ki daha fazla haberdardır, daha fazla canlıdır." İstersen gel biz bunu 'farkındalık' diye tesmiye edelim. Evet. Kayyumiyet farkındalık olmadan açıklanamaz. Kayyum olan hem devam ettirdiğini hem de kendisini bilmelidir. Hayatsa bu haberdarlığın ismidir. Hayat sahibi olan şey, isterse en düşük düzeyde olsun, kendisini-başkasını birbirinden ayırır. Mahlukat bu gölgesinin gölgesi tecelli sayesinde bilgi-bilinç sahibi olur. Bir tepsiyi elinde tutan kişi hem tepsinin ne olduğunu hem de kendilik bilincini ilminde bulundurmalıdır. Tepsinin dökmeden taşınabilmesi, bu düzeyde düşük bir devam ettiricilik dahi, farkındalığa bağlıdır. Peki hayatı olmayan farkında olabilir mi? Farkında olmayan farkında olanlara farkında olmadan farkındalık bahşedebilir mi? Hiç böyle garipliklere savrulmayalım arkadaşım. Aklın bizi götürdüğü yön bellidir: Hayatı olmayan farkında da olamaz. Farkında olmayan devam ettiremez. Devam ettiremeyen de elbette el-Kayyum değildir. Allah el-Hayyu'l-Kayyum'dur.

Arkadaşım, kusuruma bakma, devamını da yazacaktım. Lakin yoruldum. Yazdıklarımı da sildim. Beş ismi ayrı ayrı anlatacak gücüm kalmadı. Belki başka bir yazıda tekrar denerim. Şimdilik el-Kayyum ile el-Hayyın birbirini nasıl gösterdiğini tefekkür etmiş olduk. Cenab-ı Hakkın rahmeti geniştir. Yine, inşaallah, bir imkan-iştiyak lütfeyler. Ben de öğrendiklerimi sana arzederim. Mevlam görelim neyler. Neylerse güzel eyler.

29 Eylül 2022 Perşembe

Peygamberimiz hangi tarikattendi?

Damlaya geldiği deniz sorulur. Denize geldiği damla sorulmaz. Işığa kaynadığı güneş sorulur. Güneşe kaynadığı ışık sorulmaz. Kayaya koptuğu dağı sorarsın. Fakat dağa koptuğu kayayı soramazsın. Çünkü, arkadaşım, bütün parçadan daha azı olamaz. Bütünü parçadan az görmek bir mantık hatasıdır. O yüzden böylesi imâlarla edilen suallere karşı da dikkatli ol. Cevap vermekte acele etme. Üzerlerine kuruldukları mantığın sakatlığını ortaya koy önce. Sonra, eğer dilersen, yeniden kurgulayıp soruyu, bir yanıt verebilirsin. Bence en güzeli de budur. Aksi halde cevaplamak pusuya düşmek olur. Düşmanın mızrağını vücuduna saplayıp bedeninden çıkan ucuyla yine düşmana saldıramazsın. Öyle hücum edene cesur demezler.

"Peygamberimiz hangi tarikattendi?" veya "Aleyhissalatuvesselam Efendimiz hangi mezheptendi?" gibi sualler de böylesi tuzaklardır bana göre. Neden? İlk olarak Onun bütünlüğünü ıskalattığından. Nübüvveti parçalaştırdığından. Parçaya bütünü yutturacak bir cerbeze çevirdiğinden. Halbuki din nübüvvetin göğsünden kaynar. Sünnetiyle şekillenir. Hayatıyla hayatlanır. Hz. Aişe radyallahu anha annemizin tabiriyle Onun ahlakı Kur'andır. Hakikat bu iken nasıl ulu güneşe "Hangi pırıltıdan doğdun?" denilir. Nasıl okyanusun anneliği damlada aranır. Nasıl dağın cesameti çakıltaşlarıyla açıklanır. Kül cüzzün içine sığmaz ki. Aksine parçalar bütünde toplanır. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz bütünlüğümüzün ta kendisidir. Bizse, mü'minliğimiz miktarınca, Onun parça parça parçalarıyız. Mahşer günü sancağı altında toplanmayı ümit ettiğimiz gibi bugün de hidayeti altında toplanırız.

Öyleyse bu suallerin düzeltilmiş şekli şöyle olabilir: "Hangi tarikatler Tarikat-ı Muhammediye'dendir?" veya "Hangi mezhepler Mezheb-i Muhammediye'dendir?" Onun da cevabını Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in manası veriyor zaten. Ona rağmen yol arayanlar bid'adadır. Bidayeti olduğu caddenin içinde kalanlarsa Ondandır. Onun ta kendisi olamazlar. Onun kadar/gibi bütünlüğü ifade edemezler. Lakin ittibaları miktarınca yolun parçası olurlar. Yani ki: Bütünlükleri yolun etrafını çevirir. Parçalıklarıysa yolun içinden geçirir. Bu nedenle kat'iyyen horgörülemezler. Doğrudur: Parça bütünden küçüktür. Ama parça bütünden gayrısı da değildir. Madem damla denizdendir. Madem ışık güneştendir. Madem  kaya dağdandır. O zaman damlaya, ışığa, kayaya hakaret dolayısıyla denize, güneşe, dağa hakarettir. Cüze hakaret külle de hakarettir. Ehl-i Sünnet tarikatlere/mezheplere yapılan saldırılar da bu nevidendir arkadaşım. Hiç tereddüt etme. Adını tam koy. Hasmının şom niyetini tam kavra. Halılarını tutuşturana "Binayı yakmıyor ki canım!" hoşgörüsüyle bakma. Madem ki halı binanın içindedir. O halde parçasıdır. O halde binadandır. Ateşin kastına bina da dahildir.

İstersen sana bunu Esmaü'l-Hüsna üzerinden de izah edebilirim. (En azından denerim.) Şöyle ki:  Aleyhissalatuvesselam Efendimiz İsm-i Âzâma, her ismin âzâm mertebesine mazhardır, yüceliği öyle bir yüceliktir. Hatta bir yerde mürşidim der ki: "İsm-i Âzama mazhar olan Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlâhî belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir." Subhanallah! Sen, öyle bir güneşler güneşini ufkuna yerleştir, sonra da dönüp şu diğer hikmete bir bak: "İsm-i Âzam herkes için bir olmaz. Belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ: İmam-ı Ali radıyallahu anhın hakkında Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs, altı isimdir. Ve İmam-ı Âzamın İsm-i Âzamı Hakem, Adl, iki isimdir. Ve Gavs-ı Âzamın İsm-i Âzamı yâ Hayydır. Ve İmam-ı Rabbânînin İsm-i Âzamı Kayyûm, ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i Âzam görmüşlerdir..." 

Şimdi, 'her ismin âzâm mertebesine mazhar olmak' nerede, o 'isimlerden birkaçını İsm-i Âzâm tutmak' nerede... Mesafeyi birazcık kavradın mı arkadaşım? Benim gibi heyecanlandın mı? Evet. Salih büyüklerimiz o güneşin gölgesinde gezen parıltılardan ibarettir sadece. (Allah o parıltıları gecemizden eksik etmesin.) Parıltı güneştendir. Doğru. Fakat güneş parıltıdan değildir. 'Parıltı' dedim. O da seni aldatmasın. Mütekebbir burnun havaya dikilmesin. Onların parıltısı güneşe göre parıltıdır. Sana göreyse güneştir. Haddini bilerek konuş. Sen belki kibrit alevi dahi değilsin. Parladığın da şüphelidir. Sahi. Kuzum kendi karanlığına bakmıyor musun? Ateşböceği gibi pırpırını görmüyor musun? Nankörlüğün körlüğünü arttırır. Körlüğün nankörlüğünü ziyadeleştirir. Bakmayanların halini seçiyorsun. Güneş gibi büyüklere/yollara dil uzatıyorlar. Allah bizi dilleri kopasıcalardan eylemesin. Âmin.  

5 Nisan 2022 Salı

Allahsız aslında 'Bismillahsız'dır

“Allah’ın 99 ismi vardır. Yüzden bir eksik. Bu isimleri bir kimse ezberlerse Cennet’e girer. O tektir, teki sever.” (Buhârî, De’avât 68)

Mercek ki görmek içindir. Yanlışsa gözü kör eder. Yakını görmeye başkadır. Uzağı görmeye başkadır. Hipermetrop gözlüğüyle uzak bakılmaz. Miyop gözlüğüyle yakın gezilmez. Optiğin bu dersinin nurla ilgili her meselemize tuttuğu bir ışık var. Madem hidayet de bir nurdur. Yani: İrade duasından sonra el-Hâdî'nin kalbimizde yaktığı ziyadır. O halde onda da 'hangi merceğin takılı olduğuna' dikkat edilecek. Yanlışı olursa her manzara çaresiz kalır. Peki, maddiyatın mercekleri bellidir de, maneviyatın mercekleri nelerdir? İşte onları ben iki kısma ayırıyorum arkadaşım: 

Bu merceklerin bir kısmı insandadır-insandandır. Dürbünün şu ucu ta kalbimize sokulur. 'Ben'e dokunur. Neredeyse ondan yapılır. Yani: İçimizin ayarları bozulursa dış algımızı da bozar. Karamsar için dünya karanlıktan ibarettir. Ruhuna güneşin sızmasına izin vermez gözlükleri. Sadece bugünden değil geçmişten ve gelecekten de. Suizan da vardır her karamsarlığın içinde. Yaratılana karşı bir suizan. Yaradana karşı bir suizan. Yaratışına dair bir suizan. Zaten salt 'şimdinin kötülüğü' değildir karamsarı karamsar yapan. Bedbinliğin esas kuvveti mâziye-âtiye uzanan kollarıdır. Karamsar sırf şimdiyi kötü bulduğu için geçmişe-geleceğe iftira etmez. Geçmişe-geleceğe suizan beslediği için de şimdiye iftira eder. Suizan ettiği esasında Allah'tır.

Allahsız 'Allahsız' değil Allahlı 'Allah düşmanı'dır. Kendisine Allah olacak yer bırakmadığı için Allah'a husumet eden bir Allahlıdır Allahsız. Yani: Allah'ı anlaması için verilmiş 'ene'yi hakikatte Allah olmadığına ikna edemediğinden Allah'ın tek olmasını haksızlık sayar. Ona (hâşâ) bir gâsıp gözüyle bakar. Ben derim ki arkadaşım: Ene Risalesi'nde özetlendiği gibidir mesele. Bizdeki rububiyet 'mevhum'dur. Meridyenler gibi 'olmadığı halde var farzedilen'dir. Bu farzediş elbette bir ölçüm-kıyas kolaylığı sağlar. (Bilmek de zaten buradan doğar.) Hakikatteyse kainat iki sonsuzluğu birden kaldırmaz. Sonsuzluğun şanında tek olmak vardır. Sonsuzluğun  başka bir sonsuza sonlandırılması mantıksızdır. Birşey ya sonsuzdur yahut da sonlu.

'Benim, ben yaptım, benim gücüm...' gibi kullanımlarımız 'aslını tanıtması gereken taklitler'dir en özünde. Tanıtmadıkları anda aslın da hasmı olmaya başlarlar. Gökleri, yeri, dağları yüklenmekten korkutan budur. Bu ikinci ihtimaldir. Emaneti sahiplik sanmak tehlikesidir. Kılavuzun yolu kaybetmesidir. Hatta menzili bizzat kendisi sanmasıdır. Kervanını ekseninde döndürüp maksuddan etmesidir. Sana bu dozer yolu açman için verilmiştir. Keyfolsun diye yol yıkarsan kapatan sen olursun.

Dürbünü çevirmek fonksiyonunu da çeviriyor. Yakınlaştıracak uzaklaştırıyor. Allahsız da, eğer kendisini 'Allahsız' diye tarif ediyorsa, yokluğu değil 'uzaklığı' kastediyordur ancak. Hatta giderek uzaklaşmayı. Marifetini düşüncesinden-dünyasından itişini. ("Bundan böyle evsizler gibi yaşayacağım!" diyen adam evleri yokedebiliyor mu?) Bu âlemi artık Allahsız okumaya-yaşamaya-tanımaya çalışacağını anlatmak istiyordur. Yani bizim 'Bismillah' ile kastettiğimizin tersine niyet ediyordur. Evet. Demek Allahsız aslında 'Allahsız' değil de 'Bismillahsız'dır. Allah'ın güzel adıyla-marifetiyle bakmamaya niyet etmiştir. Allahsızlığı gözlüğü kılmıştır. Nazar seçmiştir. Gayesinden dolayı görüşünü öyle tarif eder. Hakikati değil 'arayış niyetini' açık eder.

"Gözlem kuram yüklüdür!" der bilim felsefecileri. Allahsızların da kurguladıkları karanlık gözlemlerine tesir etmeye başlar. Gayrı kendilerinin istediği gibi olmayan herşeyden bir (hâşâ) 'Allah hatası' çıkarılabilir. Madem ki rububiyet hakkı ellerinden alınmıştır. Şeker gösterilmiş ama verilmemiştir. Dedikleri gibi olmamaktadır işler madem. O halde onlar da şekeri sulfato sayarlar. Uzanamadıkları ciğere mındar derler. Kavuşamadıkları üzüme 'ekşi' diye kızarlar. Varlıkla münasebetleri bu şekilde olduğundan içlerinde biteviye bir düşmanlık büyür. Bu düşmanlık ta inkâra dayanır. Güzele küsen yüzüne kezzap atamazsa güzelliğini inkâr eder. Dokunulamayana düşmanlık inkârla olur çünkü. İnkâr kindarlığın savunma sanatıdır.

Durun. Mercekle iş bitmiyor. Dürbünün iki ucu var. İçinizdeki düzelttiğinizde işin büyük kısmını halledersiniz. Maşaallah. Fakat yetinmemelisiniz. Bir de renkleri öğrenmeye ihtiyacınız var. Doğru ismin gölgesinde doğru tecelliye bakmak var. Mesela: Küçük şeylere bakarken cirmlerine takılmamalısınız. "Allah bunlarla neden uğraşsın ki!" deyip hataya sapmamalısınız. Çünkü o küçücük şeylerde de dönen büyük hikmetler var. Yani orada da Allah büyüklüğünü gösteriyor yine. Lakin üzerine hikmet elbisesini giydiriyor. el-Hakîm merceği olmayan göremez. Belki mahvolur.

Herşeyde Esmaü'l-Hüsna'nın hisseleri var. Kimisi öne çıkıyor. Kimisi arkada kalıyor. Öndekiler-arkadakiler arasında şaşkınlığa düşmemenin anahtarı 'bütün güzel isimlerin sahibi olan'ın yaratışı olduklarını unutmamak. Hemen gözüne çarpmayan isimlerin de müşterisi olmaya devam etmek. Savaşa baktığında mesela, el-Kahhar'ın tasarrufunu görüp, korkuyla ötekilerden baş çevirmemek. Evet. Böyle yaparsan Allahsızların düştüğü tuzağa sen de düşmüş olursun. Varlık hakkında suizan edersin. Halbuki kimbilir Rahman u Rahîm o sahnelerin arkasında-ilerisinde ne güzellikler yeşertiyor. Kendini-görüşünü tenzih etme. Bilakis Allah'ı suizannından tenzih et. Bu tenzihi başarabilmek için de Esmaü'l-Hüsna'nın öğreteceği 'acaba'lara muhtaçsın.

O acabaların birçoğunu Risale-i Nur'da "Nasıl müsaade eder?" diye aratarak bulabiliyorum arkadaşım: "Madem bu zelzele musibeti hataların neticesi ve keffâretü'z-zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Âdaletullah nasıl müsaade eder? (...) Şeytanların ve şerlerin halk ve icâdı, şer değil mi? Çirkin değil mi? Cemil-i Mutlak ve Rahim-i Alel-ıtlakın cemâl-i rahmeti nasıl müsaade etmiş? (...) Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitleri ve onların yüzünden çok insanlar küfre girip Cehenneme girmeleri, gayet müthiş ve çirkin görünüyor. Acaba Cemîl-i Alel'ıtlak ve Rahîm-i Mutlak ve Rahmân-ı Bilhakkın rahmet ve cemâli, bu hadsiz çirkinliğin ve dehşetli musibetin husulüne nasıl müsaade ediyor ve nasıl cevaz gösteriyor?" ve daha niceleri... 

Bu sualler Esma'dandır. Manzaranın bulanıklığını gidermek için merceğin ayarlanmasıdır. Hülasa: Dürbünün iki tarafı var arkadaşım. Bir tarafı içine konulmuş: Ene. Diğer tarafı da vahye serpiştirilmiş: Esma. Bu ikisini birden doğru şekilde ayarlayabilirsen cenneti dünyadayken görebilirsin. Hatta yaşarken cennete girmiş sayılabilirsin. Aleyhissalatuvesselam müjdeyi veriyor. Nail olmak gayretimize bağlı.

8 Şubat 2021 Pazartesi

Lut'un (a.s.) hanımı acaba nasıl geride kaldı?

Mürşidim Lem'alar'ında tesettürün hikmetini izah ederken sünnete dair de güzel bir tarifte bulunuyor arkadaşım: "Sünnet-i Seniyyedeki edep o Sâni-i Zülcelâlin esmâlarının hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınmaktır." Fakat izahı doğuran suali de alıntılamazsam mevzu eksik kalacak. O da şudur: "Allâmü'l-Guyûba karşı edep nasıl olur? Sebeb-i hacâlet olan hâletler Ondan gizlenemez. Edebin bir nev'i tesettürdür. Mucib-i istikrah hâlâtı setretmektir. Allâmü'l-Guyûba karşı tesettür olamaz." Kendi cümlelerimle bir parça araya girersem şunları söyleyebilirim: İtirazın özünü şekillendiren şey şu gibi duruyor: "Herşeyi bilen Allah neden birşeyleri ondan gizleyebiliyormuşuz gibi yapmamızı istiyor?" Bediüzzaman'ın cevabı ise şöylesi bir zeminde şekilleniyor: "Onun herşeyi bilmesi herşeyin açığa vurulmasını istediği anlamına gelmez." Yani? Yanisini yine onun beyanından alalım:

"Evvelâ: Sâni-i Zülcelâl nasıl ki kemâl-i ehemmiyetle san'atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle, nazar-ı dikkati celb ediyor. Öyle de mahlûkatını ve ibâdını sair zîşuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri Cemîl ve Müzeyyin ve Lâtîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilâf-ı edep oluyor. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki edep, o Sâni-i Zülcelâlin esmâlarının hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınmaktır."

Yukarıda 'sünnetin tarifi' dedim amma az söyledim. Yapılan aslında şeriatın da tarifidir. Çünkü Ehl-i Sünnetin mizanında 'sünnet' ile 'şeriat' neredeyse birbirinin aynıdır. Zaten o şeriatta her ne varsa sünnete bakan bir tarafı vardır. Emri oradan buyrulmuştur. Dersi orada okutulmuştur. Tâlimi orasıyla yapılmıştır. Bu nedenle 'esmaların hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınma'yı doğrudan götürüp şeriat-ı İslamiyeye de bağlayabiliriz. (Allahu'l-a'lem.) "Dinle öğrendiğimiz budur!" diyebiliriz yani. Hata olmaz. İnşaallah. Bu nedenle kimi müzakere meclislerinde dost nazarları şuraya çekmeye çalışırım: "Esmaü'l-Hüsna tefekkürü fikrimizin bal u şekeridir. Fakat Esma hakkında spekülasyon yapılarak da şeriatla oynanamaz. O güzel isimlerin birbiriyle hukukları ancak şeriatın çerçevesinde anlaşılabilir. Bu nedenle şer'i şerife teslim olmayan Esma tefekküründe sapıtabilir." Nitekim Fâtır sûresinin 5. ayeti de bu hususta tam bir muhtıradır bizlere. 'Allah ile aldatılmaya' karşı uyarır çünkü. 

Ne demektir bu peki? Açalım: İblisler Rabbimizin muazzez marifetini dahi cerbeze malzemesi kılabilirler. Üzerinden operasyon yapabilirler. Bütünü parçaya boğdurabilirler. Vurgularıyla azı çoğa galip edebilirler. Çünkü insan nefsi itibariyle 'acele menfaatçi' manipülasyonlara açıktır. İbn-i Abbas radyallahu anhın tefsiri sadedinde "Allah çok bağışlayıcıdır, en büyük günahları bile affeder, bu kadarcık günahtan birşey çıkmaz..." gibi telkinlerle şeytanın bunu yapmaya çalışacağını söylemesi manidardır. Yani bu algı mühendisliğinin şeytanlar için en kullanışlı zemini o Rahman'ın rahmetidir. İblisler o engin rahmete güvendirerek ellerimizi takva kulplarından gevşetmeye çalışırlar. (Allah saklasın.)

Bu vartada bütünü hatırlatacak olan şeriattır. Fıkıhtır. Akidedir. Seleften gelen bilgidir. Bir insan bunlarla gelen emirlere tam teslim olmazsa Esma tefekkürü yaptığını sanarak da yoldan çıkabilir. Zira onların hudutlarında gözetmesi gereken dengeyi kestiremez. Birinin iklimiyle diğerinin bölgesine girer. Birinin hükmüyle diğerini cerhe çalışır. Birinin mihengiyle diğerinin mizanına sataşır. İstifade için girdiği yolda, Allah muhafaza, şeytanların eğlencesi olur. Aman, aman, aman! Evet. Hem İmam-ı Malik rahmetullahi aleyhe hem de İmam-ı Rabbanî kuddisesirruha atfen işittiğim "Kim ki fakih olur da mutasavvıf olmazsa fasık olur. Kim ki mutasavvıf olur da fakih olmazsa zındık olur. Kim de her ikisini birleştirirse muhakkik olur..." sözünün hikmeti de buradan parlar. Elhamdülillah. Yani ki her türlü marifetin hudutları şeriattadır. Şeriatın emirlerini hudut tanımayan tefekkürden korkulur.

Bidayetteki mevzudan uzaklaştık. Geri dönmemiz zor olacak. Hiç denemeyeceğim. İlgilenenler metnin tamamını internetten bulup okuyabilirler. Şu kadar ilave konuşup bitireceğim: Bediüzzaman'ın cevapladığı sualde nasıl ki Allah'ın es-Settar ism-i şerifinin tezahürleri el-Alîm isminin gereklerine-marifetine boğdurulmak isteniyor; aynen öyle de; günümüzde de Batı mürekkebi yalamış bazı dudaklar, benzer demagojilerle, aynı şeye teşebbüs ediyorlar. Şeriatın ayarlarıyla oynamak arzuluyorlar. Hepsi İslam'ın bir cüzü olan, ama ahirzamanın hastalıklı bünyesi kaldırmayan, haramları/helalleri (n)isyan çukurlarına gömmek arzuluyorlar. Hatta bazısı işi öyle azdırdı ki: LGBT ile canım-cicim hallerinden dolayı neredeyse nonoşluğu İslamlaştırıyorlar. Meşrulaştırıyorlar. Dinin içine monte ediyorlar. 

Fesubhanallah! İnsan cehennemi "Gel! Gel!" diye çağırır mı? Sağken şahidi olduk. Lut aleyhisselamın geride kalan hanımı Kur'an'da boşuna anılmamış. Sahi. Onu da gördük. Şimdi mütesettir hanımları bırakıyoruz arkalarda. Böylelerin Esma-Allah tefekkürlerine elbette güvenilmez arkadaşım. Zira Allah'ın Esma'sı ile şeriatının dışına çıkılmaz. Çıkılamaz. Esma'yı bu yolda istimal eden şeytandır. Fâtır sûresinin ihtarı herdem kulaklarımıza küpe, inşaallah.

14 Kasım 2020 Cumartesi

Onu unutmak unutkanlığı nasıl arttırır?

Ben de bu mevzuya Mehmet Fatih Kaya Hoca'nın Hadis Usûlünde İhtilat isimli eserini okumakla vâkıf oldum. 'İhtilat' ne demek, merak ettiyseniz, altbaşlığı okuma zamanınız geldi: Râvinin Akıl ve Hâfıza Fonksiyonlarının Zarar Görmesi ve Bunun Rivayetlerine Etkisi. Kitapta ilerledikçe hayretler içinde kaldım. Gıptayla damağımı şaklattım. Hadis ilminin ne denli geniş bir vüsate sahip olduğunu sahiden bilmiyoruz. Bilginin doğru aktarımında gözetilmesi gereken hiçbir detayı ıskalamamış didik didik bir hassasiyet var karşımızda. Üstelik bu hassasiyet kişilerde kalmamış. Usûllere de bağlanmış. Yani sistemleştirilmiş, nizamlaşmış, kaideleri oluşturulmuş. Üzerine kitap telif edilen 'ihtilat'sa bu detaylardan sadece birisi. Ancak yazı 'ihtilat' konusuna dair olmadığından burayı hızlı geçeceğim.

Yazıya lazım olan kısmıyla şu: Bazen, hafıza kuvvetiyle meşhur insanlar dahi, yaşadıkları kimi hâdiseler nedeniyle yeteneklerinde körelebiliyorlar. Sözgelimi: Yaşadıkları acı bir kayıpla, bir kazayla veya bunama gibi rahatsızlıklarla ister istemez nakillerinde hatalar yapabiliyorlar. Hadis âlimleriyse bu insanî durumu görmezden gelmiyorlar. Râvilerini bu yönleriyle de sık sık sınıyorlar. Yani bir kişiden ne duysalar alıp sonrasında onu kendi haline bırakmıyorlar. Ara ara tekrar ziyaret edip daha önce rivayet ettiği hadisleri tekrar rivayet etmesini istiyorlar. Bazen de başkasından duymuş gibi yaparak kendisine haber veriyorlar. Eğer râvi bu hadisleri hatırlayamaz yahut tekrar aktarırken hata yaparsa âlimler onun isminin yanına durumunu anlatır notlar düşüyorlar. Ve bu notları birbirlerine haber vererek yayıyorlar: "(...) tarihe kadar hafızası kuvvetliydi. Fakat bir kaza geçirdi. Ondan sonra rivayet ettiği hadislere güven olmaz..." kabilinden bir güvenlik önlemi alıyorlar. Böylece rivayet ilminin istikametini de layıkınca korumuş bulunuyorlar. Elhamdülillah. Allah herbirine amellerinin ecrini kat kat versin. Âmin. Âmin.

Hafızanın 'yaşanan acı hâdiselerle veya 'büyük korkularla' veyahut 'zorlu süreçlerle' zarar görebildiğine dair yakın tarihimizden de bazı misaller biliyorum. Örneğin: İmam Zahid el-Kevserî Hazretlerinin bir deniz yolculuğu sırasında boğulma tehlikesi geçirdiğini, bu dehşetli tecrübenin ardından "Unutmak nedir bilmiyorum!" dediği hafızasına nisyan arız olmaya başladığını, hayatıyla ilgili eserlerden okuyoruz. Ve Bediüzzaman Hazretlerinin de aynı derecede meşhur belleği hakkında şöyle ifadeler kullandığını biliyoruz: "Hem kuvve-i hafızam musibetler neticesi olarak sönmüştü." 

Psikiyatri uzmanları depresyon dönemlerinde de unutkanlığın arttığını söylüyorlar. Hatta buna 'yalancı bunama' adını veriyorlar. Bense kendimce şöyle bir ilgi kuruyorum: İnsanın unutmak istediklerinin sayısı arttıkça hafızası da zayıflıyor. Arzusu dua yerine geçiyor. Sanki kalbinin bir köşesinden kendine şöyle vird u telkinde bulunuyor: "Unut! Unut! Unut!" Depresyon dönemleri de işte biraz böylesi dönemlerdir. Depresyon geçirenler gündelik yaşamlarında kaldıramadıkları her ne varsa bunları dışarılarında bırakmaya çalışırlar. Etkisizleştirmeye gayret ederler. Bu 'dışarıda bırakma'nın yollarından birisi de unutmaktır. Unutmak bir korunma yoludur. Tecrübeyi bir tür gafletle örterek sessizleştirir. Büyük şoklar yaşayan insanlar da bazen olanları hatırlamazlar. Mürşidim yine bu sadedde bizlere der: "Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir. Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir. Müterâkim olmuş âlâmı unutturur." 

Yine Bediüzzaman Hazretlerinin 'ahirzamanda artan unutkanlık' ile 'harama nazar' arasında (İmam Şafiî rahmetullahi aleyhten nakille) kurduğu bir bağ vardır. Hatta mevzuyu götürüp ahirzamanla ilgili bir hadis-i şerifin ihbar-ı gaybîsiyle de ilişkilendirir. Devamını yerinden okuyalım: "İşte, bu umumî hastalığın tezayüdüyle, hadis-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor: 'Âhir zamanda, hafızların göğsünden Kur'ân nez'ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.' Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur'ân'a bu sû-i nazarla bazılarda set çekilecek, o hadisin tevilini gösterecek." 

Arkadaşım, ben, yukarıda söylediğime benzer bir okumayı burada da yaparım: "Harama nazar etmek de insanda unutmak istediği şeyleri çoğaltır!" derim. Dediğime de şunu eklerim: İnsanın baktığı her güzelliğe karşı içinde 'sahip olma' isteği uyanır. Ancak bu sahiplik elbette hep mümkün değildir. İmkânsızlığın ateşinden bir kıskançlık, hased ve garet dumanı tüter. O şey artık bir yoksunluktur. Bir küçük isyandır. Bir haksızlıktır. Ve insan bunları biriktirerek yaşamak istemez. Fakirliğini çoğaltarak yürümek istemez. Ya ne yapar peki? Unutur. Yahut da unutmayı diler. İster. Arzular. Bunu kendisi farketmese de içine söyler. Tıpkı şok yaşayanların olayın hemen ardından bu unutkanlığa muvaffak olabildikleri gibi o da gıdım gıdım sarsıntılarla bu muvaffakiyet emelini Sahib-i Hakiki'sine bildirir. Cenab-ı Hak da hikmetine binaen bazen tekerrür eden bu duayı kabul eder. Sahibini unutkanlaştırır. Belki depresyonun kaynağı da böylesi bir dua birikimidir. Yani 'müterâkim olmuş âlâm'la ilgilidir.

Buradan da şu ayetin semasına bir merdiven dayayalım istiyorum: Haşir sûresinde kısa bir mealiyle buyruluyor ki: "O kimseler gibi olmayın ki, onlar Allah'ı unutunca, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur. Onlar hep yoldan çıkmış kimselerdir." Ben bu mananın da yukarıdaki konuştuklarımızla alakalı olduğunu düşünmekteyim. Hatırlayalım: Bediüzzaman nisyanın nimet olduğu yer hakkında ne demişti: "Ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir." Sözgelimi: Bir insan ahlaksızlığıyla 'sahip olamadığı şahitlikleri' çoğaltıyorsa, Cenab-ı Hakkın bu insana unutkanlık vermesi, bir yönüyle nimet değil midir? (Allahu'l-a'lem.) Yahut da en azından bu çoğaltımın sonucunda gönlünde biriken sıklet Allah'tan kendisine bir unutkanlık gelmesi için ettiği dua değil midir? Çünkü bu yük ancak unutkanlıkla hafifler. Müterakim olmuş elemler ancak unutularak azaltılır. Gâfil unutkanlığı diler. Fakat biz de unutmayalım ki: Bu nisyan ancak bir devekuşu saadeti sağlar. Evet. Başını sokacak kum kalmadığında gaflet de biter. Sarhoş ayılır. Bu açıdan mezkûr ayetin cümle uykuların açılacağı, gafillerin ayılacağı, kumların dağıtılacağı 'haşir'le müsemma sûrede geçmesi ne kadar düşünülesidir!

Tevbenin gafletten farkı da burada bize gözkırpıyor. Tevbe hafızayı gerekli kılar. Günahını hatırlayan insan tevbeye yatkınlaşır. Pişmanlık hafızasız olamaz. Üstelik bu hatırlamanın mesaisi bir de Allah'la ilgili olmalıdır. Onun marifeti, isimleri, sıfatları, şuunatı akılda-kalpte diri tutulmalıdır. Bu diri tutma sağlanırsa ardından tevbe gelir. Yani, yine ayetin semasına uzanırsak, Allah'ı unutmayanın kendisini unutmaya ihtiyacı kalmaz. Hayatındaki hâdiseleri Onun kemaliyle, kemaldeki isimleriyle, marifetiyle bağlayacağı için koyulması gereken yere bırakacaktır. Ahirete inandığı için, mesela, sevdiklerinin kaybıyla büyük şoklar yaşamayacaktır. Unutuşa ihtiyacı azalacaktır. Hadisin ifadesiyle: Allah'ın ahlakıyla ahlaklanılacaktır. Böylece ahlaksızlığın muhtaç olduğu nisyana gerek kalmayacaktır. 

Şunun da altını çizerek bitirelim: Burada Allah'ın ahlakıyla kastedilen yaratışta gözettiği nizamdır, rahmettir, hikmettir. İnsan, Zülcelali ve'l-İkram'ın yaratışta gözettiği güzelliği kavrarsa, zaten makam-ı huzurda 'huzur'u yaşar. Herşeye doğru anlamları verir. Boşluğun eleminden kurtulur. Böylesi bir makamda unutulması gereken birşey kalmaz ki, âdem, kendisini unutmaya versin! Yine de, arkadaşım, âdemiyetin her şubesi hepimizin zaman zaman uğradığı yerlerdir. İmtihansız kulluk olmaz. O Rahman u Rahim'den bize her imtihanında huzurundan bahşetmesini, gafletinin yalnızlığından uzakta tutmasını, marifetinin ahlakıyla donatmasını dileriz, isteriz, dileniriz. Âmin. Âmin. Âmin.

29 Nisan 2019 Pazartesi

Bu özgürlüktür Bayan Merrett!

İman bir mü'mini nasıl özgürleştirir? Yok, bir saniye, çok ileriden başladık. Şuradan gelelim: Okuma-yazma bilmek bir çocuğa neler katar? Ian Mcewan Zamanın İzlerinde'de buna dair diyor ki: "Okuma-yazma bilen çocuk birşey okuduğunda kafasının içinde bir ses duyar. Çabucak gerçekleşen birşeydir bu. Çocuğu ona kitap okumaya vakit bulabilen ya da bulamayan yetişkinlerin kaprislerinden kurtarır." Buna benzer birşeyi, ama biraz daha büyüklere dair olanını, The Professor and The Madman (Deli ve Dahi) filminde duydum. Orada, akılhastanesine kendisini ziyarete gelen Bayan Merrett'in (Natalie Dormer) okuma-yazma bilmediğini öğrendiğinde, diyordu ki Dr. W.C. Minor (Sean Penn): "Size öğretebilirim. Çocuklarınıza öğretebilirsiniz. Bu özgürlüktür Bayan Merret. Buradan sadece kitapların sırtında çıkıp gidebilirim. Kitapların kanatlarında dünyanın sonuna kadar gidebilirim."

Okuma-yazma bilmek bütün bunları yapar mı sahiden arkadaşım? Bence yapabilir. Okuduğunuz zaman bir parça şu dünyanın esaretinden kurtulduğunuzu hissedersiniz. Şekillerin ardındaki manaya indiğinizde o şekillerin gıl u gışından müteşekkil 'fırtınalı deniz yüzü' de arkanızda kalır. Diplerde dalgalar yoktur. Diplerde kavgalar yoktur. Dingin bir okyanus vardır. Bu okyanusun içine dalarak seyr u keyf edersiniz. Başka renklere bulanırsınız. Başka dünyalar misafir edersiniz. Biraz 'o' olursunuz bu okumaları yaparken. Biraz da 'orada' kalırsınız. Metinlerdeki insanlar kadar insanlarla tanışırsınız. Mekanlar kadar mekanlar görürsünüz. Uzaya çıkarsınız. Güneşten makas alırsınız. Ay da hop atlarsınız. Sonra, eğer dilerseniz, saliseler içinde tekrar kitabın başındaki adama/kadına, yani başlangıç noktanıza dönersiniz. Böyle bir yetenek size bağışlanmış epeyce bir özgürlük değil midir? Yahut da şöyle söylemeli: Uzaklaşmak da özgürlükten değil midir?

Fakat neden hürriyeti yalnız bu tarz okuma-yazmalar ile sınırlamalı arkadaşım? Neden onu insanî harflere hapsetmeli? Bence okuma-yazmanın her türü insanı bir tür esaretten kurtarır. Yusuf aleyhisselamın özgürlüğü 'rüya tabiri'dir. Süleyman aleyhisselamın hürriyeti 'kuşlarla mukalemesi'dir. Davud aleyhisselamın ferahı 'dağların tesbihi'dir. Hızır aleyhisselamın cenneti 'ilm-i ledün' bilgisidir. Her peygamber kendisine bağışlanmış 'mucizevî okumalar' sayesinde bir farkındalığa erer. Bu farkındalık sayesinde kavmi içinde yaşarken dahi kavminden daha üst bir boyutta yaşar. Hem ümmetini de yaşatır. Misal: Rüya tabirindeki harikalığı, Yusuf aleyhisselamı, daha zindandayken özgürlüğe kavuşturmamış mıdır? Yani, tabir ettiği rüyalar sayesinde, hem kendisi hem hapisteki diğer mahkûmlar, bir tür hürriyet duygusu tatmamışlar mıdır? Yalnız düşleri kadarcık olsun duvarlarının dışına uzanmamışlar mıdır? Kanaatimce böyle bir yetenek de bir tür bugünden uzaklaşmadır.

Süleyman aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Davud aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Hızır aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Hepsinden ötede/zirvede Allah Resulü aleyhissalatuvvesselamın mucizeleri de öyledir. Hatta ona gelen ilk vahyin 'İkra/Oku' emriyle başlaması, Cebrail aleyhisselamın ona verdiği sıkıntıdan (yani bir tür sarılıp sıkmadan) "Ben okuma bilmem!" demekle değil, ancak "Neyi okuyayım?" demekle kurtulması, Kur'an eşliğinde kainatı okumaya başlamanın, onun için ve hem de ümmeti için, bir büyük kurtuluş olacağının müjdesi değil midir? Evet. Elhamdülillah. Zaman da bunun şahitliğini içermiştir. Cenab-ı Hakkın hidayeti bu ümmeti en çok Kur'an ve sünnet eşliğinde geliştirdiği kainat tefekkürleriyle feraha kavuşturmuştur. Yüzeyin ardındaki anlama bakmak veya kollamak ahirzaman kullarını 'fırtınalı deniz yüzünün' kem tesirlerinden korumuştur. Yani, bir diğer tabirle, Yusuf aleyhisselamın ümmeti için 'rüya tabiri' ne ise bizim için 'kainat tefekkürleri' de odur. Biz de ancak ölünce uyanacağımız bu dünya uykusundan Kur'an'ın tabirleriyle ayılırız.

Bediüzzaman'ın talebesi Refet abiye mana-i harfî ile mana-i ismînin farkını anlattığı bir yer var. Yazıyı uzatmak pahasına alıntılamak istiyorum: "Senin ikinci sualin olan, mânâ-yı ismî ile mânâ-yı harfînin bahsi ise, ilm-i nahvin umum kitapları başlarında o mesele izah edildiği gibi ilm-i hakikatın Sözler ve Mektuplar namındaki risalelerinde temsilâtla kâfi beyânat vardır. Senin gibi zekî ve müdakkik bir zâta karşı fazla izahat fazla oluyor. Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."

Her okumada bu sır vardır aslında. Okumak bakılanın mana-i harfî kılınmasıdır. Bakılanın mana-i harfî kılınmasıysa aynı zamanda esaretinden bir parça kurtulmaktır. Çünkü ondan aşkınlaşmaktır. Ardına uzanmaktır. Üstüne çıkmaktır. Derinine inmektir. Yani her neyin içinde/üstünde bir fazla boyut açsak o şeyin 'yalnızca o şey olmaktan' kaynaklanan esaretini deleriz. Ondan bir parça hürriyete kavuşuruz. Onu aşarız. Bu yönüyle Kur'an-ı Hakîm'in bize sunduğu imkan, getirdiği bilgi, özellikle Esmaü'l-Hüsna'ya dair olan bağışı, kuşanabildiğimiz miktarda bizi herşeyden özgür kılar. Misal: Cenab-ı Hakkın 'Hakîm' ismini bilen bir insan varlıkta da bu ismin izlerini, tecellilerini ve tesellilerini arar. Başına gelen kötü şeylerde "Vardır bir hikmeti!" diyerek esaretinden kurtulur. Bu kurtuluşu psikolojik olarak da hisseder. Yine Allah'ın 'Kerîm' ismini bilen birisi de olabileceklere karşı özgürleşmiştir. Her ne ihtimal ile korkutulsa "Mevlam Kerîm'dir!" der, inşaallah, dalgaları aşar gider.

Bu açıdan ben 'okumalarımıza-yazmalarımıza' daha bir dikkatle bakabileceğimizi umuyorum. Okumak 'kapıyı açmak'sa yazmak 'kapıyı açık bırakmak'tır. Bizim de açtığımız kapıları başka ihtiyaç duyacaklar için 'açık bırakmak' sorumluluğumuz var. Mürşidlerimiz de asırlardır eserleriyle bize bunu yapıyorlar. En başta imanımız kalbimizde bu işi yapıyor. Ve yine evde-işte-okulda-sokakta, kısaca hayatın her yerinde, üzerimize üzerimize gelen duvarlara karşı 'okuma eşiğini' atlamaya ihtiyacımız var. Esaretinden sıkıldığımız herşeyin ötesini okumalarımızla bulabiliriz. Ben 'buldum' diyemiyorum. Almam gereken çok yol olduğunu da seziyorum. Ancak yolun varlığına imanım tam. İsimlerin akisleri orada duruyor. Fakat şeylere bakarken onları aşmakta zorlanıyorum. Bence psikoloji ilminin özü de bu tarz okumaları geliştirmeye dayanıyor. Hasılı, arkadaşım, okumak bizi yalnız büyüklerin değil varlığın kaprislerinden de kurtarabilir.

18 Nisan 2018 Çarşamba

Bazı yaralar hep kanasınlar diye verilmiştir

Abarttığımı düşüneceksiniz ama söylemekten çekinmeyeceğim: Ben edebiyatı 'fiziksel olanın kırıldığı' bir alan gibi görürüm. 'İçim' ile 'dışım' arasında bir berzah bulurum onda. Tekdüzeliğimi kırarım. En sevdiğim yanı ise şudur: Bana kelimelerin 'anlatacakları bitmeyecek' şeyler olduğunu öğretir. "Herşeyde Allah'a gidecek yollar vardır!" diyen mısraı yeni bir gözle okutur. Kelimelerde de sonsuzluğa giden yollar vardır.

Evet. Öyle. Onunla meşgul olurken hiçbir kelimeyi arkamda bırakamadığımı görüyorum. Çünkü bitiremiyorum. "Artık kullanılmaz!" sandığım terkipler tekrar karşıma çıkıyor bazen. Yeniden (tıpkı ilk kez karşılaşmışız gibi) bir tat alıyorum. Veya eskidiğini sandığım bir kelimeyle yeni bir cümle içinde buluşuyorum. Sanki birbirimizi arıyormuşuz gibi bundan memnun oluyorum. Yani edebiyat, bir açıdan, kelimelerimi bilim olmaktan kurtarıyor. Arkada bırakılmalarını engelliyor.

Bilim hayreti isimlerle öldürür. Edebiyatın hayreti isimlerle başlar. Şaşırma sözlerime. İsimler yol da açar yol da tıkar. 'Adı konulmamış şeyler' yaşamamız gönlümüzü caddeleştirir. Birçok tuhaflık geçmeye başlar kaldırımlarından. Yeni çakralar açılır. Yaşanır. Yazdırılır. Yazılır. Eğer onları teşhis edebilseydik muhtemelen böyle olmayacaktı. Çünkü ismi konulanlar bilinir.

İnsanoğlu çoğu zaman isim koymayı 'arkada bırakma'nın aracı olarak kullanır. Tıpkı basit bir raf sistemi gibi. Ürünün ne olduğu anla. Etiketini yapıştır. Doğru yeri bul. Ve koy. Sonra? Sonra tekrar ihtiyaç duyduğunda çağırırsın. Geliverir. Fakat dondurduğun kadarıyla geliverir. Veyahut da sen gidersin rafına. Bulursun. Fakat dondurduğun kadarıyla bulursun.

İşte her isim koyuş böyle değildir. Bazı isimler vardır ki onlar sadece kapıdır. Tekrar yürünmek istenen (hep yürünmek istenen) yolların ilk adımıdır. Edebiyat isimlere böyle bakar. Anıldıklarında caddeyi hatırlatırlar. Caddenin sonunu ifade etmezler. Birinci Söz'de denildiği gibi: 'Her hayrın başıdır' ve 'ona başlanır.' Bir saniye. Kalbimdeki size çok uzak kaldı. Yakınlaştıracak bir misalle anlatmaya çalışalım. Mesela: Bazı tanıdıklar vardır. Sevilmezler. Varlıkları/yoklukları birdir. Onların isimlerini anmak caddelerinin sonuna gelmektir. Yargılar kesinleşmiştir. Bilinmesi gerekenler öğrenilmiştir. Yeni birşeye merak yoktur. Tanı/teşhis konulmuştur. İşte böylesi isimlerdir yolu öldürenler. Hatta belki 'isim' bile denilmez onlara. Onlar isim görünümlü yargılardır. Yeni birşey öğretmezler. Yol tıkarlar.

Ancak bir de hep sevileceklerin isimleri vardır. Merak edilenlerin. Unutulamayanların. Sonuna gelinemeyenlerin. Hep hatırlananların. Örneğin: Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, bir zamanlar âşık olduğu kişinin ismini duymak, insanın göğsündeki caddeyi yeniden trafiğe açar. Yol yeniden adımlanır. Daha önce basılmamış kaldırımlar düşünceye yayılır. Şimdi ne yapıyordur? Nasıldır? Neler hissetmektedir? Neleri hatırlamaktadır? İşte böylesi isimleri andığımızda dalıp gitmemiz onların 'yol açıcı' olmasındandır. Hatta bazen böylesi isimlerden sonra dostlarınız uyarır: "... dedik daldın gittin?"

Ben 'bilimin isim koyuş tarzı'yla 'dinin isim veriş tarzı' arasında da böyle bir nüans hissediyorum. Bilim daha fazla tanımak için değil 'tanı koymak' için isimlendiriyor. Onun yapmak istediği 'şeyleri rafa dizmek.' Yolu kesmek. Arkasında bırakıp yenisine geçmek. Fakat insanın içi hep böyle çalışmıyor.

Bazı başlıklar var, tıpkı Esmaü'l-Hüsna gibi, biz onların asla sonuna gelemeyiz. Çünkü gelmek istemeyiz. Enfüsî tefekkürün özü de zaten bu 'sonuna gelemeyişler'e dayanır. İnsan sonsuzluğa buralarından inanır. Bu bahçedeki çiçekler aslında sonsuzluğa doğru yapılan çağrılardır. Tekrar cennete gireriz. Tekrar düşünmeye başlarız. Tekrar dalından bir meyve koparırız. Ve meyve, sanki biz hiç koparmamışız gibi, yerine gelir. Âdemoğlu/kızı cennete dair anlatılan 'sonsuzluk kıssalarına' böylesi tefekkürler eşliğinde iman eder. Çünkü bu isimler ne kadar anılırsa anılsınlar yeni şeyler getirirler.

Kur'an ayetlerini, hadis-i şerifleri, hatta mübarek insanların hikmetli sözlerini düşünün mesela. Hangisindeki bilginin sonuna gelmeyi başardık? Hangisinden ders almayı bitirdik veya bıraktık? Kur'an-ı Kerim üzerine yazılmış binlerce kitap var fakat hiçbirisi onun sonuna gelememiş. Kur'an bir o kadarını daha dallarından meyve verse büyümesi bitmeyecek bir cennet ağacı gibi. Dipdiri. Taptaze. Dünyada bir sonsuzluk. Bir cennet. Bir de sonuna gelinmiş şeyler var. Anmasıyla yeni bir lezzete varılamayan. Bilgisi eskiyen. Yeni birşey öğrenilmeyen. Yeni bir fikir edinilmeyen. Bilim bize sürekli böyle isimler üretiyor. Yollarımızı tıkıyor. Her hayreti bir an sürüyor. Sonra geçiliyor.

İçimizde bir dalgalanma yaşıyoruz mesela. Oradan, o dalgalanmadan, Allah'a giden bir yol bulmaya niyet etmişken (yani onu sonsuzlaştıracakken) araya bilim giriyor. Bizi teşhis ediyor. Bizi öldürüyor: "Depresyondur o."

Böylesi bir isimlendirmenin arkasında yürümeyi cesaretlendirir bir yanı var mı? Bu bir tanı. Yolun sonuna geldiğini söyler birşey. Bilindi. Bitti. Fakat İslam bize, özellikle iç meselelerimize, arkasından yürünecek isimlerle bakmayı öğütlüyor. Manevî depremlerimizden de Allah'ı bulduruyor. Yüreği daralanımız Allah'ı Esmaü'l-Hüsna'sıyla çağırıyor. Sıkıntısını tefekkür ediyor. Hayatına/geçmişine bakan izdüşümlerini düşünüyor. Ve, inşaallah, daralmasından çıktığı ferahla sonsuzlaşmış bir marifete de ulaşıyor.

Mürşidim 14. Söz'de diyor ki: "İşte, gel, belâhet ve hamâkatin nihayetsiz derecelerine bak ki, yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-i meçhuleye bir nam takar; malûm bir şey gibi, 'Bu budur' der. Meselâ, 'Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır.' Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i nev'iyenin ünvanları bulunan ve 'âdetullah' namıyla yad edilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hadise-i Rububiyeti ircâ eder. O ircâ ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariyeden keser; sonra tutar, tesadüfe, tabiata havale eder, Ebu Cehil'den ziyade muzaaf bir echeliyet gösterir."

Hatamız şu arkadaşım: Bazı yaralar kanaması için verilmiştir. Kurutulması için değil. İsim verişimiz de bununla ilgilidir. Ahirzaman isimleri öldürmek için kullanıyor. Ad koyup arkada bırakmayı öğütlüyor. Çünkü bu düzende yalnız yeni olan makbul. Her yeninin efendiliği ise sadece bir anlık. Sonra o da ölüyor. Yerine yenisi geliyor. Sonra gelen önce gelene 'anlık sultanlık' ediyor. (Kur'an ise besmeleden itibaren isimleri 'başlamanın' eşiği yapıyor.) Bazen soruyorum kendime: Böyle bir bıçakla budanan gençlerden zikrullahı anlamasını nasıl bekleyebiliriz ki? Nihayetinde bindörtyüz yıllık isimleri/kelimeleri tekrar tekrar anmaya dayanan birşey zikrullah. Bitmeyeceğine inandıramazsınız ki. Belki edebiyat, kelimelere dair öğütlediği derinlikle, şu hastalığa bir deva olabilir. Kur'an'ın kitap olarak gelmesinde ne çok hikmet var.

25 Ocak 2018 Perşembe

Fırtınayı arkamızda bırakmak için

Bu da Risale okurken farkettiğim birşey oldu arkadaşım. İnşaallah doğru farketmişimdir. Farkındalığımın özetiyse şudur: İsim, failin 'fiilin küllünde' görünen yanıdır. Sıfat, failin 'fiilin künhünde' görünen yanıdır. Şuunat, failin 'fiilin devamlılığında' görünen yanıdır. Ne demek bunlar? Elimden geldiğince izah etmeye çalışayım. 'Elimden geldiğince' diyorum. Çünkü zor. Tevfik ise Allah'tandır.

Bir örnek üzerinden somutlaştırmayı deneyelim: Odanızdaki masa 'yalnız varlığına yöneltilmiş bir dikkatle' size bir 'eser' olduğunu söyler. Çünkü vardır. Biraz daha üzerine odaklandığınızda 'yalnız bütünlüğüne yöneltilmiş bir dikkatle' size bir 'faili' olduğunu söyler. Çünkü her eser bir fiil/fiiler sonucudur. Yapıttır. Yapılmıştır.

Oradan 'isme' gidilen bir yol bulunur. İsimler fiilerin faillerini 'teşhis etmek' veya 'hatırlamak' veya 'tanımlamak' için üzerlerine bıraktığımız işaretler gibidir. Yapıtı yapan Yapan'dır. Masayı yapan Marangoz'dur. Duvarı yapan Duvarcı'dır. Sonra siz 'bütüne gösterdiğiniz dikkatin üzerinde bir dikkatle' eserdeki detayları okumaya girişirsiniz. Eserin 'tek bir fiilin' değil 'birbiriyle ilgili birçok fiilin' sonucu olduğunu farkedersiniz. Fiiler ziyadeleşir. Fiilerin ziyadeleşmesi faili de isimlerden aşkın şekilde tarif etmeyi tetikler.

Her nesnede 'varolması varoluşun zaruriyatından olmayan' ama 'varoluşuyla eserin varlığı daha da muhteşemleştiren' 'hikmetli artılar' nazarınıza çarpmaya başlar. Mesela: Örnekteki masa 'varoluşu onu buna mecbur etmediği halde' süslenmiştir, renklendirilmiştir ve/veya şekillendirilmiştir. Bütün bu artıları ustasının/failinin 'sadece bir fail olmaktan öte' meziyetlere de sahip olduğunu gösterir. Çünkü eserde varolmaktan fazlası vardır. Bir özen vardır. Bir sanat vardır. Bir güzellik vardır. İnceliklerin böylesi bir derinlikle okunmasından isimlerin üstünde ('üstünde' demekten kastım 'bütün isimler için geçerli olmak'tır) bir sıfatların farkındalığı/bilgisi ortaya çıkar.

Demek ki o usta 'sadece bir Yapan' değildir. Fazlasıdır. Marifetinin (tabir-i caizse) detayları eserinin küllünde görülen fiilden de aşkındır. O sanatkâr usta, yaratışında, farklı seviyede veya türden incelikleri de gözeten bir ustadır. Sanatı lahana yaprağı gibi içiçe sarılmış, birbirine dolanmış, hatta birbirine dokunmuş, güzelliklere sahiptir. Örneğin: Yaptığını güzel yapmayı seven bir ustadır. Gözün neyi beğeneceğini bilen bir ustadır. İnsanın neyi seveceğini bilen bir ustadır. Eylemekten öte estetik bir murada da sahiptir.

Bu okuma, masanın sadece bütününe değil, detaylarına da gösterilmiş bir dikkatin sonucudur. Detaylar, işte böylece, ustanın fail olmaktan öte yanlarını bize fısıldar. Ancak iş burada da bitmez. Bu kez bakışınız detaylardan çıkar, masanın bütününden yükselir, aynı ustanın yaptığı bütün masaları bir anda kuşatır. (Onlardaki detayları da bir anda kuşatır.) Artık burada görülen eserdeki 'bütünlük' değil eserler dizisindeki 'tekrar'dır. Yani tekrarlanan fiilerin bütünüdür.

Kanundur. Daha doğrusu: Fiilerdeki devamlılıktır. Bu usta yaptığı bütün masalarda aynı hassasiyeti gözetmekte midir? Eğer gözetmiyorsa belki de denk geldiğimiz şu masa bir istisnadır? Ve biz bir istisnadan ustanın ahlakına dair çıkarımlar yapamayız. Çünkü istisnalar kaideyi bozmaz. Fakat özenli bir tekrar ancak kasıtla olur.

Ahlak ise kaide okumalarından çıkar. İşte, bu noktada, fiilerin devamlılığı üzerinden yaptığımız okumaların bilgisine ihtiyaç duyarız. Bakarız ki mesela: Bu usta yaptığı tüm masalarda aynı inceliği gözetiyor. Aynı detayları kotarıyor. Aynı hassasiyetleri koruyor. O zaman sıfatların üstünde bir bilişle 'şuunatın marifetine' ulaşırız. O ustanın bu sanatları yapmaktaki devamlılığının kendi zatındaki bir kemalden ve o kemale işaret eden bir şuunattan kaynaklandığını, varlığın 'zorunda bırakması' veya 'öyle icap ettirmesi' işi olmadığını görürüz. Bu bizi, elhamdülillah, artık eşyadan bağımsız bir bilişe ulaştırır. Varlıktaki değişimlerin sıkletinden kurtuluruz. Kalbimizdeki imanı da, inşaallah, kurtarırız.

Tıpkı fırtınalı bir deniz yüzeyinin altındaki derinliklerde fırtınadan eser olmaması gibi, bize de öyle gelir ki, artık dünyanın üzerinde ne olursa olsun varlığa bakışımızı değiştirmez. Büyüklerimize "Mevlam görelim neyler. Neylerse güzel eyler!" veya "Kahrın da hoş. Lütfun da hoş!" dedirten sır budur. Ustayı şuunat düzeyinde bilmek, aynı zamanda, eşya ile bağlı okumalardan bağımsız olarak onu bilmektir. Daha doğrusu: Aşmış olarak bilmektir. Böyle bir bilgi elbette varlıkta yaşanan karmaşadan etkilenmez.

Nüanslarını şöyle bir örnekle anlatabilirim sanırım: Yeni yeni tanıdığınız bir insanın ahlakını fiillerinden okumaya çalışırsınız. Kadim dostunuzun fiilerini ise ona dair marifetinizle yorumlarsınız. Yabancınız size selam vermeden mi geçmiştir? Bunun tekrarı elbette onun ahlakında bir kemliğe işaret edebilir. Ancak dostunuzun birkaç kez selamsız yanınızdan geçmesi sizi telaşlandırır. Küsmüş müdür? Bir endişesi mi vardır? Kafasını meşgul eden ve çevresine dikkatini azaltan bir derde mi sahiptir? Olabilir. Hepsi olabilir.

Toparlarsam: Şuunat okuması eşyadaki değişimlerin zatın kemali üzerinden okunduğunu/anlamlandırıldığı bir düzeydir. İsim okuması ise eşya üzerinden zatın anlaşılmaya çalışıldığı bir düzeydir. İkisi de mübarektir. İkisinin de yeri vardır. İkisi de çok kıymetlidir. Ancak ikinciye erişince elde edilen huzur bir başkadır.

Ah arkadaşım, sözü çok uzattım, bütün bu söylediklerim mürşidimin şu metnini okurken lütfedildi kalbime işte:

"Nasıl ki, mükemmel, muhteşem, münakkâş, müzeyyen bir saray mükemmel bir ustalık, bir dülgerliğe bilbedâhe delâlet eder. Ve mükemmel fiil olan o dülgerlik, o nakkâşlık, bizzarure, mükemmel bir fâile, bir ustaya, bir mühendise ve 'nakkâş' ve 'musavvir' gibi ünvan ve isimleriyle beraber delâlet eder. Ve mükemmel o isimler dahi, şüphesiz, o ustanın mükemmel, san'atkârâne sıfatına delâlet eder. Ve o kemâl-i san'at ve sıfat, bilbedâhe, o ustanın kemâl-i istidadına ve kabiliyetine delâlet eder. Ve o kemâl-i istidat ve kabiliyet, bizzarure, o ustanın kemâl-i zâtına ve ulviyet-i mahiyetine delâlet eder. Aynen öyle de..."

20 Temmuz 2017 Perşembe

Azap da bir ilgidir

Bir önceki yazıda Âl-i İmran sûresinin 3 ve 4. ayetleri üzerine birşeyler söylemeye çalışmıştım. Ağırlıklı olarak 2. ayetteki Hayy ve Kayyum isimlerinin 3. ve 4. ayetlerdeki hakikatlere bakan yüzlerini görmeye, okumaya, anlamaya ve anlatmaya gayret etmiştim. İlerlemeyeceğiz. Bu yazımda yine o ayetler hakkında tefekkür etmek istiyorum. İlerleyeceğiz. Çünkü bu defa aynı ayetleri farklı bağlamda ele almak arzu ediyorum. Bu yazının perspektifini ise mezkûr ayetlerde 'vahiy' ve 'ceza' arasında kurulan ilişki teşkil edecek. Fakat her zaman olduğu gibi yazıya başlamadan önce kısa bir meallerini alıntılayalım:

"(Resûlüm!) O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş, daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Bilinmeli ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir." İşte, ben, bu ayetlerde buyrulan ve hatırlatılan 'tekrar tekrar gelen vahiy' ile 'ahirette verilecek ceza' arasında, ism-i Kayyum gölgesinde, bir zaruret ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Peki bunu nasıl düşünüyorum? İzah edeyim:

Bir önceki yazımda da dokunmaya çalıştığım: Allah'ın varlıkla hiçbir zaman kesilmeyen tasarruf ilişkisi (her an ve her an devam eden yaratışı, her an ve her an devam eden işitişi, her an ve her an devam eden ilham edişi, her an ve her an devam eden daha nice sonsuz şey...) ism-i Hayy ve Kayyum'un bize anlattığı mübarek o sır, tekrar be tekrar gelen vahiyle de kendisini gösteriyor.

Anların birbirinin aynısı, tekrarı veya kopyası olduğunu söylememizi imkansız kılacak olan nüansları, yani varlıktaki hiçbir anın diğerini tutmayışı, aynı nehirde iki kez yıkanmayı imkansız hale getiren o komplike değişim ve dönüşüm, o anlardan herbirisinin ayrı bir yönelişle (kelimelerin kiyafet etmediği bir alanda ancak bunu bulup kullanabildim) yaratıldığını gösterir.

Yani biz bir saat değiliz. Kurulup bırakılmış değiliz. Ustamız bizi arkasında bırakmadı. İlgisini kesmedi. Çünkü hareketlerimiz bir tekdüzelik içermiyor. Ömrü olsa, bin yıllar boyunca aynı işleyişi sergileyecek ve bundan başka birşey olmak konusunda asla ve asla bir arpa boyu yol gideyemeyecek olan bir saatle, insanın her an başka başka başkalıklar ortaya koyan hali arasındaki fark, onun kurulup bırakılmadığını, her an yeniden Ustasının ilim, irade ve kudret elinde işlendiğini gösteriyor. Öyle ya! Bir saat kendi halinde tıkırdarken ustasından bağımsız olabilir. Ancak bir saat yapılırken (malzemesi kendisinden daha üst birşeye dönüşürken) ustasının tasarrufundan uzakta kalamaz. Dikkat edelim. Biz tıkırdamıyoruz. Yapılıyoruz. Her an her an yeniden yeniden yapılıyoruz. Her an yeniden ve yeniden başka bir insana dönüşüyoruz. Değişiyoruz.

Bu 'her anın ilişkisi' veya 'Ehadî yöneliş' ism-i Kayyum'un gölgesine sokuyor bizi. Vahyin beşerle olan ilgisi de böylesi bir 'yapılış ilgisi' zaten. Vahiy de bizi inşa ediyor. Eğer Cenab-ı Hak bizi yaratmış ve (hâşâ) arkasında bırakmış olsaydı, o zaman vahiyle inşamız sürmezdi. Bize peygamberler gönderilmezdi. Cennete (inşaallah) hazırlanmazdık. Kayyum isminin muktezası nasıl her anımızın ayakta tutuluşunu kapsıyor, aynen öyle de, vahiyle insaniyetimizin veya kulluğumuzun veya imanımızın ayakta tutuluşunu da kapsıyor. Bunun bir adım ilerisinde ise ilhamı görebiliriz. İlham da Cenab-ı Hakkın kesilmeyen ilgisinin delilidir. Yaratarak varlığını bildirdiği gibi konuşarak da varlığını bildirmesidir.

Ve azap da, evet, azap da 'kesilmeyen bir ilginin' delilidir. İnsanla yaratış ilişkisini bir ancık olsun kesmeyen bir Hallak-ı Mutlak, elbette, onun toprak altına girmesiyle de bu ilişkiyi kesmez. Hâşâ! Ona arkasını dönmez. Ölüm de bu kuvvetli bağı koparamaz. Toprak olmak isteyenlerin arzusu boşunadır. Ancak şu vardır: Bu ilgi şeklini/tecellisini bir açıdan değiştirir. İmtihan biter. Onunla ilgili isimler gölgelenir. Yaşadığı dönem boyunca beşeri bir murad ile ayakta tutan ve bu murad doğrultusunda tekrar be tekrar vahiyle/nebilerle uyaran Allah, bu ilginin kıymetini bilmeyenlerle (veya bilenlerle) ilişkisini 'hiçbirşey olmamış gibi' kesecek değildir. Bu ilişki sürecektir. Değişerek sürecektir. Bu dünyada imtihanla kurulan ilgi ahirette 'mükafat' veya 'mücazat' renkleriyle devam edecektir.

Hatta kabir azabı bile bu ayet-i kerime üzerinden isbatlanır hale gelir. Bu dünyada (imtihan sırrınca bir derece perdeli dahi olsa) kötülüğü ve kötüleri cezalandıran Allah, biz nass-ı Kur'an ve hadisle biliyoruz ki, onlara asıl cezayı ahirette verecektir. İmansızlık daha bu dünyada, mürşidimin ifadesiyle, kalpte bir zakkum-u cehennem tohumu olabiliyorsa, sıkıntı verebiliyorsa ve ahirette bu zakkum yeşerip sahibi için asıl cehennemi boy verecekse, nasıl bu ikisinin arasında o Hayy u Kayyum, küfrün veya kafirin varlığına kayıtsız kalır? Hâşâ!

Öyle ya! Varlığı sürüyorsa varediş ilişkisi de sürüyor demektir. "Ölenle ilgisini keser!" denilemez. Çünkü ölüm yokluk değildir. Bazı vefatlara, Kur'an'ın şehitler hakkında buyurduğu gibi, 'ölü' bile denilmez. O varetmese herşey yokluğa düşer. Demek o âlemde de bir çeşit mükafat ve mücazat olacaktır. Allah'ın yaratış ilgisi kulundan kesilmediğine göre bu ilişkinin tecellilerinden kul dahi kaçınamayacaktır. Öyleyse deriz ki: Dünyada çektiği imansızlığın kalbî azabı, ahirette çekeceği cehennemin acı azabı, ikisinin arasında başına gelecek ise kabir azabıdır. Allahu'l-A'lem. İşte bu ayetten aldığım bir ders de bu oldu benim. Cenab-ı Hak cümlemizi azaplarının her çeşidinden muhafaza eylesin.

19 Temmuz 2017 Çarşamba

Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (7): Neden tekrar tekrar vahiy geliyor?

Âl-i İmran sûresinin üçüncü ve dördüncü ayetlerinin kısa bir meali şöyle: "(Resûlüm!) O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş, daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Bilinmeli ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir."

Bu ayetlerin kendilerinden bir önceki ayet-i celilede zikredilen 'Hayy' ve 'Kayyum' isimleriyle yakın bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Yani bu ayetlerde birbirlerine bakar pencereler olduğunu görüyorum. Nasıl? Belki biraz şöyle: Vahyin tedriciliği de bir açıdan Hayy ve Kayyum isimlerinin tecellisi. Ve bir açıdan delili. Veya Hayy ve Kayyum isimlerinin işaret ettiği/dayandığı şuunat-ı ilahî her ne ise 'vahyin tedriciliği' arkasında da aynı şuunat-ı ilahîyenin sırrı var.

Öyle ya! Bizler, bir saat ustasının yapıp, çalıştırıp, kendi haline bıraktığı saatler gibi değiliz. Değişiyoruz. Çarklarımız her an yepyeni hareketler yapmak zorunda kalıyor. Gelişiyoruz. Hayat dediğimiz şey zaten bu yüksek değişkenlik içindeki devamlılıkta tezahür ediyor. Değişken devamlılık hayat oluyor. Ahmed otuz yıldır Ahmed'dir ama her an başka bir Ahmed'dir. Bunu kendisi de bilir. Bir saat bilmiyor. Bir saat büyümüyor. Ama bir canlı büyüyor. Bir saat üremiyor. Ama bir canlı ürüyor. Bir saat hareket edemiyor. Ama bir canlı ediyor.

Böylesi detayların her biri saati her an yeniden saat ustasının elinde olmaya zorluyor. Saat her an yaratılmalı. Saat her an kollanmalı. Saat her an değişen şartlara uydurulmalı. Hem duvara, hem masaya, hem kola, hem daha sonsuz sayıda yere yakışmalı. Uyum sağlamalı. İşe yaramalı. Çalışmalı. Ustamız bizi kurup bırakmış olamaz. Bizimle ilgisi sürüyor. Aynı saatin girdiği farklı haller. Aynı saatin yaşadığı farklı değişimler. Bu anı anına uymayan tezahürler! Düşünüşler, hissedişler, yönelişler, keşfedişler, vazgeçişler... Mürşidimin tabiriyle zerrenin girdiği her yerde sanki bütün sistemi biliyormuş gibi kolaylıkla işlemesi. Bize, Ustamızın ilgisinin hiç kesilmediğini, her an bizi eylemekte ve bizde eylemekte olduğunu, onun elini çektiği bir anın yokluğa düşeceğini hatırlatıyor.

"Herbir zerrede, Vâcibü'l-Vücudun vücuduna ve vahdetine iki şahid-i sadık vardır. Evet, zerre, acz ve cumuduyla beraber, şuurkârâne büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcibü'l-Vücudun vücuduna kat'î şehadet ettiği gibi; harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip, her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü'l-Vücudun vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan Zâtın ehadiyetine şehadet eder. Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur."

Nasıl ki, canlılığımız, bir kerede canlı olarak yaratılmamıza ve sonra kendi halimize bırakılmamıza bakmıyor. Onu ayakta tutan hassas dengeler her anımızı ve her değişimi kuşatır bir şekilde korunuyor. Vücudumuzda bu dengenin korunması için her an büyük bir mücadele yaşanıyor. Büyük bir yardımlaşma görülüyor. Büyük bir hikmet işliyor. Büyük bir kudret çalışıyor... Aynen öyle de, insanın dünyaya gönderilişi, zamanı kuşatan varlığının devam ettirilişi ve küfrün ölümüyle ölmeyip vahyin nefesiyle hayatta tutuluşu da bir 'devamlı gözetişi' içeriyor. Sen, nasıl nefes alıyorsan, bu nefes seni nasıl canlı tutuyorsa, insanlık da vahyin nefesiyle canlı tutuluyor.

Vahyin bildirdiği hakikat de 'her zaman devam eden bu ilgiyle' ayakta tutuluyor. Seni, nefes nefes canlı ve yaratış yaratış var kılan Hayy ve Kayyum'dur ki, yine bu isimlerinin muktezası ve şanıyla, zamana yayılmış bir düzlemde, vahiy vahiy beşerin kalbini hayatta tutuyor, peygamber peygamber İslam'ın varlığını devam ettiriyor. Hem Kur'an'ı da ayet ayet, parça parça, kısım kısım indiriyor. Hem insanlığı da nesil nesil yaratıyor. Hem bir bebeği dokuz ayda dünyaya hazır hale getiriyor. Hem bir çocuğu onbeş yılda bülûğa erdiriyor. Hem... Hem... Hem...

Bu Hem hem'ler sayısınca Hayy ve Kayyum isimlerinin tecellilerini âleme yağdırıyor. Elhamdülillah. Biz de görüyoruz. Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarıyla ilgimizin asla kesilmediğini, asla kesilmeyeceğini, asla başıboş bırakılmayacağımızı, asla kör noktaya düşmeyeceğimizi, asla unutulmayacağımızı, asla tam bağımsız olamayacağımızı, hep abdullah kalacağımızı bu değişimlerden ders alıyoruz. Sabit birşeyin yapılıp bırakılması kesilen bir ilginin delili olabilirdi belki. Ama sürekli değişen birşeyin kırılgan tekdüzeliği, her an yeniden yaratılmaya duyduğu ihtiyaç, her an ona yeni yeni güncellemeler yapılması, her an yeni yeni aksesuarlar eklenmesi, her an yeni yeni özellikler, bilgiler, yetenekler kazandırılması, her gün yeni şiirler yazması...

Bütün bunlar şefkatli Ustasının ona ilgisini kesmediğine delildir. Sonsuz bir rahmet kesilmeyen bir ilgiyi iktiza eder. Kelamıyla kalbine her an ilhamlar yağdırdığı gibi, Semi ismiyle de her an duyar, Basir ismiyle de her an görür, Rezzak ismiyle her an başka başka şekillerde doyurur.

Zaten Hayy ve Kayyum isimlerinin bu kesintisiz ilgiyle olan ilgisini anlamakta en güzel bir örnek de annelerin çocuklarının her anını kuşatmaya çalışan şefkatleri değil midir? En nihayet yine yüzümü ayete dönerek bitiririm: "(Resûlüm!) O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş, daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Bilinmeli ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir." Evet, sonsuz delilerle sana ilgisinin asla kesilmediğini isbat eden o Allahtır ki, zaten haberdar olduğu hatalara karşı kayıtsız kalmayacaktır. Günahlarımızın hakettiğinden o Rahman'ın lütfuna sığınırız. Âmin.

18 Temmuz 2017 Salı

Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (6): Kendi başınalık bir sanrıdır

Âl-i İmran sûresinin 2. ayetinin bir kısacık meali şu: "Hayy ve Kayyûm olan Allah'tan başka ilâh yoktur." Kelime-i tevhidin 'Hayy' ve 'Kayyum' pencerelerinden seyredilmesi emri. Tevhidin bu iki perspektiften görülen delilleri. Ben bu derse şöyle başlarım: Allah'ın aşkınlığını idrak ettikçe kendi başınalıklarını kaybedersin. 'Ben ettim'ler, 'Ben yaptım'lar, 'Ben başardım'lar, 'Benim sayemde'ler eriyip gitmeye başlar. Neden böyle olur? Çünkü sonsuzluk 'dışındakileri mülkü kılarak' genişler.

Bir saniye. Yanlış dedim. Düzelteyim: Sonsuzluk genişlemez aslında. Sonsuzluğu anlayarak biz genişleriz. Bizim göğsümüz genişler. Dünyaya bakışımız genişler. Mürşidimin 'hurma çekirdeğinden koca bir hurma ağacına kadar' mertebeleri olduğunu söylediği imanın genişlemesidir sinemizdeki ferahlık. Peki rahatlığın en nihayet noktası ne? İşte Hayy ve Kayyum isimleri bize bunları da söylüyor.

Bir 'kendi başınalık sanrısı' olarak hayatı ve yine bir 'kendi başınalık sanrısı' olarak varoluşu Allah'a terkettiğinde, yani fail olarak kendini azledip (çok şükür) onu layık olduğu mevkiie koyduğunda (pek maşaallah) senin kalbindeki iman genişliği gider çeperlerine yaslanır. Öyle ya! Allah'ı 'en başta herşeyi yaratan' olarak bilmekle 'herşeyi her an devam ettiren' olarak bilmekte fark vardır.

Birisinde Allah'la kurduğun ilişki 'bir meçhul öncenin' ilişkisidir. Gidemezsin. Göremezsin. Kuşatamazsın. İkincisinde Allah'la kurduğun ilişki 'her anın' ilişkisidir. Gitmene gerek olmaz. O gelir. Görürsün. Tadarsın. Bilirsin. Seni en başta yaratan bir Allah'a duyduğun şey ancak bir 'vefa' veya 'minnet' olabilir. Araya çok sebep girer. Çok zaman karışır. Bunlar bağın kuvvetini azaltır. Ama her an seni yaratıyor olduğunu bildiğin bir Allah'a duyduğun şeyin adı ancak ve ancak şiddetli bir ihtiyaçtır. Her an yeniden özlenilen bir vuslattır. Arkada bırakılamaz. Araya birşeyler konulamaz. Unutulamaz. 'En başta iten'den 'her an tutan'a dönüşür Allah gönlünde.

Uyanışın başı burasıdır: Seni en başta hayata ve varlığa iten değildir Allah sadece. O, Hayy u Kayyum, seni her an hayatta tutan ve her an yeniden yeniden varedendir. Bir an bu isimlerin tecellisi üzerinden çekilse yokluğa düşersin. 'Kendi başınalık' veya 'başıboş bırakılmışlık' sandığın şeylerin ipleri o kadar incedir.

Hastalık-şifa, darlık-bolluk, mutluluk-hüzün, huzur-endişe... Bütün bu ikilemler, zıtlıklar, gelgitler sana sendekinin her an yeniden yaratıldığını hatırlatıyor. Yokluk-varlık, yokluk-varlık, yokluk-varlık. Her an oluyor bütün bunlar. Bunlar bir kere yaratılmış, sende bırakılmış, mülkün kılınmış olsaydı onlarla böyle gelgitler yaşamazdın. İnsan hakikaten 'kendi başına' olsa eksik bulmaz kendini. Bu ateş her an yeniden yakılıyor ki tecellilerde değişimler oluyor. Bir öyle bir böyle oluyorsun. Bir öyle bir böyle hissediyorsun. Bir öyle bir böyle yaşıyorsun. Allah'ın yaratışının seninle her an ilgili olduğunu sendeki bu değişimler gösteriyor. Hatta her an ihtar ediyor yoklukları: "Varımız yaratılmasa sen mahvolursun!" Cenab-ı Hak hatırlatıyor sana seni halden hale çevirmekle: "Her an itmesem bir an bile gidemezsin." Hayatta bir arpa boyu yol alamadığın vakitler seni uyarıyor.

'La ilahe illallah'ı en ciğerden söyleyişin Hayy ve Kayyum isimlerini andığın, anladığın ve ifade ettikleri manayla ilişkini kavradığın vakitler. Nasıl? Belki biraz şöyle... Bir de bakıyorsun ki: Yaşamının ve varlığının devamını sağladığını sandığın herşey batıp gidiyor. Her gün yeni şeyler yiyorsun, yeni şeyler görüyorsun ve yeni şeyler yaşıyorsun ama sendeki 'sen' değişmiyor. Bir aslın var. Bir asıl var. Bu aslın şunca değişim içinde sabitliğini koruyabilmesi, herşeye rağmen insanın kendisi olarak kalabilmesi, üzerinden kudret ve hikmet elini hiç çekmemiş bir yaratıcıyla mümkün.

Katip kalemini kaldırmıyor ki hat değişmiyor. Yazar değişmiyor ki roman kendi içinde çelişkiye düşmüyor. Öncesi ve sonrası birbirini unutmuyor. Bağ kopmuyor. Cümle kesilmiyor. Anlam bölünmüyor. İşte, başta alıntıladığım, Âl-i İmran sûresinin 2. ayeti de böyle bir ders veriyor bana: "Allah'ın Hayy ve Kayyum olması gerektiğini anladıktan sonra, anlarsın ki, Hayy ve Kayyum olabilenden başka ilah yoktur."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...