İnkâr etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İnkâr etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Eylül 2023 Perşembe

Peygamberliği başladığı yerde bitirmek

Bediüzzaman, Mektubat’ta, İbn-i Arabî Hazretlerinin Fahrüddin-i Râzî Hazretlerine bir mektubunda dediği “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır!” cümlesini “Usulüddin imamları ve ulema-i ilm-i kelâmın akaide dair ve vücud-u Vâcibü'l-Vücud ve tevhid-i İlâhîye dair beyanatları Muhyiddin-i Arabî'nin nazarında kâfi gelmediği için, ilm-i kelâmın imamlarından Fahreddin Râzî'ye öyle demiş…” diyerek izah eder. Konuya dair başka okumalar da yaptığınızda şöyle bir manayı yakalarsınız. İbn-i Arabî Hazretlerinin dediği şuna yakın birşeydir: “Allah’ı bilmek varlığını bilmekle başlar.” Yani daha yolun başındasınızdır. Bilinmesi gereken daha çok şey vardır. Hatta bu iş yalnız akılla ilgili de değildir. Cenab-ı Hakkın ayetleri nefesler sayısınca olduğu gibi bilmenin yolları da birçoktur. Nitekim, yine Bediüzzaman, Şuaat isimli eserinde der ki: “Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan ‘İrade, zihin, his, Lâtife-i Rabbâniye’ herbirinin bir gâyâtü'l-gâyâtı vardır. İradenin ibadetullahtır. Zihnin mârifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Lâtifenin müşehadetullahtır. İbadet-i kâmile dördünü tazammun eder.”

Aynı durumun, bazen, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hakkında da geçerli olduğunu düşünüyorum. Onun da nübüvvetini bilmek ‘vahiy aldığını bilmek’le başlar. Fakat kesinlikle bundan ibaret değildir. Bundan ibaret olduğunu düşünmek bizi eksik bir peygamber tasavvuruna götürür. Bakara sûresinin 129. ayetinde, Hz. İbrahim aleyhisselamın duasıyla haber verilen “Rabbimiz, neslimizden bir elçi gönder de onlara Senin ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin, onları arındırsın!” beyanında buyrulduğu gibi, ‘ayetleri okumak’ sadece başlangıçtır, kitabın, hikmetin öğretilmesi ve mü’minlerin tezkiyesi ayrıca vazifeler olarak nübüvvetin manasında mündemiçtir.

Risale-i Nur’a müracaat ettiğimizdeyse nübüvvet pınarı daha da gözelenir. 19. Söz’ün başındaki tarif Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın birçok zenginliğini daha gözler önüne serer: “Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtüvesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.” Hatta kimi metinlerde bu hikmet okuyuşu mübarek duasına kadar iner: “İşte, şu zat, şu mevcudat Hâlıkının vahdâniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir burhan-ı nâtık, bir delil-i sadık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir burhan-ı katıı, bir delil-i sâtııdır. Belki, nasıl ki o zat, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür; öyle de, duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır.”

Belki, mürşidimin böylesi en güzel izahlarından birisi, Mesnevî-i Nuriye’de geçen ‘tavus kuşu’ i’lemindedir:

“Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (a.s.m.) çıkmıştır. Ve feyz-i İlâhi ile sulanmış ve fazl-ı Rabbâni ile tekâmül etmiştir. Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı. Maahaza, mebde-i hayatına şek ve şüpheyle bakan adam, herhalde masdarla mazhar, menba ile mâkes, zâtı ile tecellî aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şüpheye düşer…” İyi niyetliyse hatanın böyle olduğunu düşünebiliriz. Peki ya hepten kötü niyetliyse?

Malumunuz, bu sıralar, ismi ‘Kur’an müslümanlığı’ fakat hakikati ‘sünnet inkârcılığı’ olan bir kem hâdise var. Bunlar, güya Aleyhissalatuvesselam Efendimizi ilahlaştırmamak(!) hesabına, nübüvveti başladığı yerde bitirmek istiyorlar. Mesela diyorlar ki: Peygamberlik vahyi iletmekten ibarettir. Almıştır. İletmiştir. İşi bitmiştir. Yani aşağı-yukarı bir ‘postacılık’ mesabesine denk görüyorlar. Bunların şu yaptığı da Bediüzzaman’ın yukarıda teşhis ettiği ‘yumurta kabuğunda tavus kuşunun meziyetlerini aramak’ kabilinden değil midir? Zira, Cenab-ı Hak, içimizden gönderdiği bir peygamberde âlemin birçok sırrını düğümlemiştir. Ezelden sahibi olduğu hikmetlerin vücudunun bir ucunu Onun güzide varlığına bağlamıştır. Evet. O da bir bizim gibi bir insandır. Tamam. Lakin ‘bizim gibi’si sadece başlangıcı itibariyledir. Biz insaniyetimizin kabuğunda oyalanıyoruz. Ama Allah Onu miraca kadar kanatlandırmıştır. İnşasına vesile kıldığı şeriatı aktar-ı âlemin her köşesine yaymıştır. Adını her yerine yazmıştır. Bu bugün böyle olduğu gibi ta ezelde de böyle kayıtlıdır. Zamanüstü şekilde Aleyhissalatuvesselam merkezdedir. 

Öyleyse, hakkımız var ki, İbn-i Arabî Hazretlerinin itirazı gibi bir itirazı, değil Fahruddin-i Râzî Hazretleri gibi salih bir ulemaya, ayağının tozu bile olamayacak böylesi nâdânlara karşı dillendirebiliriz. Ve diyebiliriz: “Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın vahiy aldığını bilmek nübüvvetini bilmenin başlangıcıdır.” O nübüvvetin âlemde gördüğü daha çok hikmetler vardır. Daha çok sırlara sahiptir. Sizin meselenin sathında kalmanız, nazarınızın miyopluğundandır, yoksa kartal misali feraset sahibi ehl-i sünnet uleması daha nice yüceliğini beyan etmişlerdir. Cenab-ı Hak bizi de onların mübarek yollarında daim eylesin. Âmin. Âmin. Âmin. Ve bihürmeti Seyyidi’l-Mürselin.

5 Nisan 2022 Salı

Allahsız aslında 'Bismillahsız'dır

“Allah’ın 99 ismi vardır. Yüzden bir eksik. Bu isimleri bir kimse ezberlerse Cennet’e girer. O tektir, teki sever.” (Buhârî, De’avât 68)

Mercek ki görmek içindir. Yanlışsa gözü kör eder. Yakını görmeye başkadır. Uzağı görmeye başkadır. Hipermetrop gözlüğüyle uzak bakılmaz. Miyop gözlüğüyle yakın gezilmez. Optiğin bu dersinin nurla ilgili her meselemize tuttuğu bir ışık var. Madem hidayet de bir nurdur. Yani: İrade duasından sonra el-Hâdî'nin kalbimizde yaktığı ziyadır. O halde onda da 'hangi merceğin takılı olduğuna' dikkat edilecek. Yanlışı olursa her manzara çaresiz kalır. Peki, maddiyatın mercekleri bellidir de, maneviyatın mercekleri nelerdir? İşte onları ben iki kısma ayırıyorum arkadaşım: 

Bu merceklerin bir kısmı insandadır-insandandır. Dürbünün şu ucu ta kalbimize sokulur. 'Ben'e dokunur. Neredeyse ondan yapılır. Yani: İçimizin ayarları bozulursa dış algımızı da bozar. Karamsar için dünya karanlıktan ibarettir. Ruhuna güneşin sızmasına izin vermez gözlükleri. Sadece bugünden değil geçmişten ve gelecekten de. Suizan da vardır her karamsarlığın içinde. Yaratılana karşı bir suizan. Yaradana karşı bir suizan. Yaratışına dair bir suizan. Zaten salt 'şimdinin kötülüğü' değildir karamsarı karamsar yapan. Bedbinliğin esas kuvveti mâziye-âtiye uzanan kollarıdır. Karamsar sırf şimdiyi kötü bulduğu için geçmişe-geleceğe iftira etmez. Geçmişe-geleceğe suizan beslediği için de şimdiye iftira eder. Suizan ettiği esasında Allah'tır.

Allahsız 'Allahsız' değil Allahlı 'Allah düşmanı'dır. Kendisine Allah olacak yer bırakmadığı için Allah'a husumet eden bir Allahlıdır Allahsız. Yani: Allah'ı anlaması için verilmiş 'ene'yi hakikatte Allah olmadığına ikna edemediğinden Allah'ın tek olmasını haksızlık sayar. Ona (hâşâ) bir gâsıp gözüyle bakar. Ben derim ki arkadaşım: Ene Risalesi'nde özetlendiği gibidir mesele. Bizdeki rububiyet 'mevhum'dur. Meridyenler gibi 'olmadığı halde var farzedilen'dir. Bu farzediş elbette bir ölçüm-kıyas kolaylığı sağlar. (Bilmek de zaten buradan doğar.) Hakikatteyse kainat iki sonsuzluğu birden kaldırmaz. Sonsuzluğun şanında tek olmak vardır. Sonsuzluğun  başka bir sonsuza sonlandırılması mantıksızdır. Birşey ya sonsuzdur yahut da sonlu.

'Benim, ben yaptım, benim gücüm...' gibi kullanımlarımız 'aslını tanıtması gereken taklitler'dir en özünde. Tanıtmadıkları anda aslın da hasmı olmaya başlarlar. Gökleri, yeri, dağları yüklenmekten korkutan budur. Bu ikinci ihtimaldir. Emaneti sahiplik sanmak tehlikesidir. Kılavuzun yolu kaybetmesidir. Hatta menzili bizzat kendisi sanmasıdır. Kervanını ekseninde döndürüp maksuddan etmesidir. Sana bu dozer yolu açman için verilmiştir. Keyfolsun diye yol yıkarsan kapatan sen olursun.

Dürbünü çevirmek fonksiyonunu da çeviriyor. Yakınlaştıracak uzaklaştırıyor. Allahsız da, eğer kendisini 'Allahsız' diye tarif ediyorsa, yokluğu değil 'uzaklığı' kastediyordur ancak. Hatta giderek uzaklaşmayı. Marifetini düşüncesinden-dünyasından itişini. ("Bundan böyle evsizler gibi yaşayacağım!" diyen adam evleri yokedebiliyor mu?) Bu âlemi artık Allahsız okumaya-yaşamaya-tanımaya çalışacağını anlatmak istiyordur. Yani bizim 'Bismillah' ile kastettiğimizin tersine niyet ediyordur. Evet. Demek Allahsız aslında 'Allahsız' değil de 'Bismillahsız'dır. Allah'ın güzel adıyla-marifetiyle bakmamaya niyet etmiştir. Allahsızlığı gözlüğü kılmıştır. Nazar seçmiştir. Gayesinden dolayı görüşünü öyle tarif eder. Hakikati değil 'arayış niyetini' açık eder.

"Gözlem kuram yüklüdür!" der bilim felsefecileri. Allahsızların da kurguladıkları karanlık gözlemlerine tesir etmeye başlar. Gayrı kendilerinin istediği gibi olmayan herşeyden bir (hâşâ) 'Allah hatası' çıkarılabilir. Madem ki rububiyet hakkı ellerinden alınmıştır. Şeker gösterilmiş ama verilmemiştir. Dedikleri gibi olmamaktadır işler madem. O halde onlar da şekeri sulfato sayarlar. Uzanamadıkları ciğere mındar derler. Kavuşamadıkları üzüme 'ekşi' diye kızarlar. Varlıkla münasebetleri bu şekilde olduğundan içlerinde biteviye bir düşmanlık büyür. Bu düşmanlık ta inkâra dayanır. Güzele küsen yüzüne kezzap atamazsa güzelliğini inkâr eder. Dokunulamayana düşmanlık inkârla olur çünkü. İnkâr kindarlığın savunma sanatıdır.

Durun. Mercekle iş bitmiyor. Dürbünün iki ucu var. İçinizdeki düzelttiğinizde işin büyük kısmını halledersiniz. Maşaallah. Fakat yetinmemelisiniz. Bir de renkleri öğrenmeye ihtiyacınız var. Doğru ismin gölgesinde doğru tecelliye bakmak var. Mesela: Küçük şeylere bakarken cirmlerine takılmamalısınız. "Allah bunlarla neden uğraşsın ki!" deyip hataya sapmamalısınız. Çünkü o küçücük şeylerde de dönen büyük hikmetler var. Yani orada da Allah büyüklüğünü gösteriyor yine. Lakin üzerine hikmet elbisesini giydiriyor. el-Hakîm merceği olmayan göremez. Belki mahvolur.

Herşeyde Esmaü'l-Hüsna'nın hisseleri var. Kimisi öne çıkıyor. Kimisi arkada kalıyor. Öndekiler-arkadakiler arasında şaşkınlığa düşmemenin anahtarı 'bütün güzel isimlerin sahibi olan'ın yaratışı olduklarını unutmamak. Hemen gözüne çarpmayan isimlerin de müşterisi olmaya devam etmek. Savaşa baktığında mesela, el-Kahhar'ın tasarrufunu görüp, korkuyla ötekilerden baş çevirmemek. Evet. Böyle yaparsan Allahsızların düştüğü tuzağa sen de düşmüş olursun. Varlık hakkında suizan edersin. Halbuki kimbilir Rahman u Rahîm o sahnelerin arkasında-ilerisinde ne güzellikler yeşertiyor. Kendini-görüşünü tenzih etme. Bilakis Allah'ı suizannından tenzih et. Bu tenzihi başarabilmek için de Esmaü'l-Hüsna'nın öğreteceği 'acaba'lara muhtaçsın.

O acabaların birçoğunu Risale-i Nur'da "Nasıl müsaade eder?" diye aratarak bulabiliyorum arkadaşım: "Madem bu zelzele musibeti hataların neticesi ve keffâretü'z-zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Âdaletullah nasıl müsaade eder? (...) Şeytanların ve şerlerin halk ve icâdı, şer değil mi? Çirkin değil mi? Cemil-i Mutlak ve Rahim-i Alel-ıtlakın cemâl-i rahmeti nasıl müsaade etmiş? (...) Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitleri ve onların yüzünden çok insanlar küfre girip Cehenneme girmeleri, gayet müthiş ve çirkin görünüyor. Acaba Cemîl-i Alel'ıtlak ve Rahîm-i Mutlak ve Rahmân-ı Bilhakkın rahmet ve cemâli, bu hadsiz çirkinliğin ve dehşetli musibetin husulüne nasıl müsaade ediyor ve nasıl cevaz gösteriyor?" ve daha niceleri... 

Bu sualler Esma'dandır. Manzaranın bulanıklığını gidermek için merceğin ayarlanmasıdır. Hülasa: Dürbünün iki tarafı var arkadaşım. Bir tarafı içine konulmuş: Ene. Diğer tarafı da vahye serpiştirilmiş: Esma. Bu ikisini birden doğru şekilde ayarlayabilirsen cenneti dünyadayken görebilirsin. Hatta yaşarken cennete girmiş sayılabilirsin. Aleyhissalatuvesselam müjdeyi veriyor. Nail olmak gayretimize bağlı.

17 Aralık 2018 Pazartesi

Kaderi inkâr eden Allah'a inanır mı?

"Allah'ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hatâ ediyorlar." 5. Şua'dan.

Tabiat Risalesi'nde Bediüzzaman'ın en çok dikkatimizi çektiği şeydir: İnkârcıların reddettiği 'yaratıcılık' değil 'Allah'tır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Onlar tüm güzel isimleriyle/sıfatlarıyla 'kemalde bir Allah'a inanmazlar. Yoksa daha eksik tasavvurlu versiyonlarıyla bir yaratıcının varlığından rahatsız değillerdir. Hatta varoluşu açıklamak için onlara ihtiyaç da duyarlar. Örneğin: Tesadüfler pekâlâ 'yaratıcı' olabilirler. Tabiat pekâlâ bir 'yaratıcı' olabilir. Sebepler pekâlâ birşeyleri 'yaratmış' olabilirler. Bu açıdan Bediüzzaman'a göre 'ateizm' diye birşey sözkonusu değildir. Ateizm aslında üstü örtülü bir 'politeizm'dir. Bir Allah'ın varlığını inkâr eden 'şeyler sayısınca Allah'ı kabul etmek zorunda kalır. Her 'şey'e bir Allah'lık payesi dağıtmak mecburiyetine düşer. Ancak, başta da belirttiğimiz gibi, bu ilah tasavvuru İslam'daki gibi kemalde değildir. Çeşitli eksiklerle yaralıdır.

'İlah' kavramını teklikten çokluğa çıkardığınız anda subhaniyetine/kusursuzluğuna yara açmaya başlarsınız. Çünkü sonsuzluk, tanımı gereği, sınır kaldırmaz. Hem varlığı hiçlikten çıkarmak için gereken mutlak sonsuzluk ihtiyacını 'ilah' kavramının içinde ifade edip, hem de o kavramı 'çok sayıda sonsuzluk' ile birbirini sınırlar hale getiremezsiniz. Zira o zaman 'sonsuzluğu bölüştürmek' zorunda kalırsınız. Bu bölüştürme başladığı anda, tanım gereği mutlak sonsuz olması gereken ilah, sınırlanmaya başlar. Etki alanı daralır. Dışında bir şeyler/yerler olur. Birşeyin hem 'sonsuz' hem 'sınırlı' olması cemm-i zıddeyn/zıtların birliği gibi bir mantık hatasını ifade ettiğinden tevhid bu noktada tek çıkar yol olarak kalır. Birşey sonsuzsa tektir.

Fakat yazımızın konusu bu değil. Bu sadece bir girizgâh. Kader konusunu konuşacağız aslında. Ve onun yukarıda zikrettiğimiz 'kemalde bir Allah' tasavvuruna kattıklarını anlamaya çalışacağız. Evet. Ben bunu iddia ediyorum: Eğer kadere iman etmiyorsanız Allah'a da kemalde iman etmiyorsunuz demektir. Çünkü iman ettiğiniz tanrının tasavvuru, kadere imanın eksik kalmasıyla, birçok yerinden yara alır. Eksik kalır. Subhaniyetinden eser kalmaz. Hatta neredeyse, her yaratışta şart olarak gördüğümüz, ilim-irade-kudret üçlüsünden ilk ikisini yok saymak anlamına gelir bu. İşte, becerebilirsem, sizinle mevzuun bu yanını konuşmaya çalışacağım.

Tabiat Risalesi'ne yüzümüzü dönelim yine. Bediüzzaman'ın orada daha metnin başından itibaren bize anlatmak istediği nedir? Verilen bütün misalleri önümüze koyarak düşünelim. Tesadüflere, tabiata veya sebeplere yaratıcılık isnad edenler 'kemalde yaratıcı tasavvurundan' önce nesini çalarlar? Benim okumalarım sonucunda vardığım sonuç şu oldu: Böyle şeylere 'yaratıcılık' atfedenlerin ilah tasavvurundan ilk eksilttikleri şey 'ilim'dir. Sonra 'irade'dir. Evet. Onlar yaratılış için salt 'kudret'in yeterli olduğunu düşünürler. Bu nedenle zahiren kuvvet sahibi olan ama kendilerinde ilmin/iradenin zerresi bulunmayan şeylerin yaratıcılığına inanırlar. Tesadüfen birşey varolabilir herhangi bir ateiste göre. Çünkü nedenin kuvveti sonucu yaratmaya yeterlidir.

Acaba yeterli midir? Eğer şeylerin bir sanatı, düzeni, zerafeti, güzelliği, uyumu, yardımlaşması, ölçüsü vs. olmasaydı biz de bu kanaate katılabilirdik. Fakat onlardaki bu ilim ve iradeden haber verir yanlar 'yaratış için kudretin tek başına yeterli olmadığını' sürekli yüzümüze haykırıyor. Evet. Balın yaratılışını arıya veremiyoruz. Çünkü beyninde, bizim bugün bile kimya ilmiyle başaramadığımız, o muhteşem simyanın zekası bulunmuyor.

Upuzak mesafelerden dahi yuvalarını bulabilme yeteneğini güvercinlere bağışlayamıyoruz. Çünkü hiçbir güvercinin zihni böyle bir GPS sistemini kaldırabilir durmuyor. Haydi, bırakalım böylesi daha görünür olanlarını, bir hava zerresinin, çevresinde meydana gelen her sesi, her radyo dalgasını, her ışığı, her ısıyı, hiçbirini karıştırmayarak, bütün kulaklara, radyolara, gözlere, tenlere iletmesini onun yeteneğine atfedemiyoruz. Zira, tüm zekasına rağmen insan bile bunu başaramıyor. İki kişi aynı anda konuşsa karıştırıyor.

Yani işin özünde gözümüze çarpan şu: Varoluş varsa, ki var, herşey ortada, o halde bu varoluşu gerçekleştirebilmek için ilim-irade-kudret de olmalı. Bu üçlü birbirinden ayrılmamalı. Kudret sahibi olanın ilmi olmazsa, ilim sahibi olanın iradesi olmazsa, irade sahibi olanın kudreti olmazsa (veya daha farklı versiyonlarıyla düşünün) bir yaratışın meydana gelmesi mümkün değil. Birşeyin vücuda gelebilmesi için öncesinde onun nasıl 'eyleneceğini' bilen bir ilim olmalı, ilimde varolan bu bilgiyi kudrete 'taşıyacak' bir irade bulunmalı, irade edilen bu şeyin 'yaratılışını sağlayacak' kudrete sahip olunmalıdır.

Hadi bir misalle daha anlaşılır hale getirmeye çalışalım. Diyelim ki: Aman da aman! Pek de seversiniz. Anneniz size şahane bir üzümlü kek yaptı. (Ben muzlu severim.) Bu üzümlü kekin vücuda gelmesi için neler gerekiyor? 1) Malzemeler. 2) Araç-gereçler. 3) Usta. Bu kadar mı? Elbette değil. Bu kekin varolup size ulaşabilmesi için öncelikle annenizin "Üzümlü kek nasıl yapılır?" sorusunun cevabını bilmesi gerekiyor. Bu bilgi olmadan, istediğiniz kadar malzeme yığın önüne, size bir kek ulaşması mümkün değil.

Peki bu kadarı yeterli mi? Değil elbette. Annenizin kafasında birçok yemek formülü birden var. Anneniz bir kitap. Bir bilgi kaynağı. Fakat siz ondan üzümlü kek istediğinizde önünüze sahanda yumurta koymamasını ne sağlıyor? İşte iradeye ihtiyacımız burada başlıyor. İrade seçeneklerin sayısını azaltır. Bir tür vurguyla kudretin neyi yaratacağını tayin eder. Eğer bilgisi olsa, ama iradesi olmasa, anneniz seçenekler karşısında muhayyer kalır. Aynı malzeme ile yapılabilecek birçok yemek çeşidi bulunabilir. Hangisini seçecektir? Bir şıkkı seçebilme yeteneğiniz olmadıktan sonra tüm bilgiler zihinde yüktür. Sonuca götürmez. Çünkü ilim ile kudretin arası bağlanmaz.

Ve kudret. Sanıyorum materyalistlerin bile inkâr edemediği seçenek budur. Birşeyin vücuda gelmesi için kudretin varlığı kaçınılmazdır. Evet. Neden iter sonuç düşer. Neden atar sonuç tutar. Neden çeker sonuç gelir. Bu gerekenlerin en zâhiridir. Ancak Pirelli abimizin de dediği gibi: "Kontrolsüz güç 'güç' değildir." Ve yaratış için kuvvet tek başına yeterli olamaz. Zira yapmak kadar yıkmaya da yatkındır. Hangisini yapacağını kim fısıldayacaktır? Tesadüfler mi? Tabiat mı? Sebepler mi? Hangisinde bu ilim/irade vardır?

İşte, kader, en başta yaratılışın (veya varoluşun diyelim) ilim ve iradeye bakan tarafını bize açıklar. Anneniz size üzülmü kek yapabilmektedir. Çünkü öncesinde üzümlük kekin 'bilgisine' ve gereken ölçülerin 'seçilip' uygun kuvvetle 'karıştırılmasına' müsait bir yeteneği vardır. Peki, varoluşun böyle küçük parçalarından biraz yukarıya yükseldiğimizde, bir tür fikrî miraç yaptığımızda, tüm evrendeki eyleyişin 'öncesindeki' ilim ve irade nerededir?

Şeyler, tabir-i caizse, binlerce/milyonlarca yıldır düzenle, sanatla, itinayla, güzellikle, istekle devam ettirdikleri fiillerinin 'ilim/irade' boyutlarını nerede saklamaktadır? Onların tecelligâhı neresidir? Kader tam da bu noktada devreye girer. Yaratılışın sadece gördüğümüzden ibaret olmadığını, bir öncesinin (zamandan aşkın boyutuyla biz buna 'ezel' diyoruz) bulunduğunu, bu öncenin bilgisi/iradesi ile şu yaratılışın meydana geldiğini biz kadere imanımızla ifade ederiz. Yani arkadaşım diğerleri gibi yapmayız. Bir kere Allah'a inandık mı, aralarda kalmayız, nihayetsiz kemalde bir Allah'a inanırız.

Bu yazıda özellikle dikkat çekmek istediğim nokta şurası: Varoluşu tesadüflere veya tabiata veya sebeplere veya evrime veya bilmem hangi safsataya verenler ile kaderi inkâr edenler arasında kıl kadar bir ayrım var. Yahut da bunlar kaderi inkâr ettiklerinde neyi inkâr ettiklerini anlamıyorlar. Yukarıda da tekrar be tekrar söylemeye çalıştık: Kaderi inkâr eden aslında varlığın ilme-iradeye bakan yanlarını inkâr eder. Geleceğin bilgisini, hâşâ, Allah'tan çalarak onu 'ne yaptığını bilmeden yaratan' konumuna getirir. Halbuki Kur'an musırrane sormaktadır: "Yaratan bilmez olur mu hiç?"

Evet. Benim üzümlü kekin nasıl yapıldığını bilmem gerekmiyor. Çünkü keki ben yapmıyorum. Sadece yiyorum. Ama annemin üzümlü kekin nasıl yapıldığını bilmesi gerekiyor. Çünkü o yapıyor. Eğer varoluşun 'ne yapılacağını bilmeden/irade etmeden' mümkün olacağına iman ederseniz, bu sizi, annenizin 'üzümlü kek yapmayı bilmeden üzümlü kek yapabileceği' sonucuna götürür. Hatta daha da öncesi/ötesi: Anneniz yemek yapmayı bilmeden, üzüm nedir bilmeden, kek diye birşey duymadan, unun yenilecek birşey olduğunu tahmin bile etmeden, pişirmek denen şeyi duymadan size bir kek yapabilir. Siz buna iman etmiş oluyorsunuz. İlimsiz/takdirsiz yaratılışın mümkün olduğuna... Zira kader de en özünde bize bunu anlatıyor.

Sonuç olarak derim ki: Kaderi inkâr edenin ateist olması, normal bir müslümana göre, çok daha kolaydır. Çünkü zaten yolun epey bir kısmını almıştır. İlimsiz-iradesiz, yalnızca kuvvetle, yaratışın mümkün olduğunu düşünmektedir. Eh, ondan sonrası yalnızca bir adımdır, 'hop' diye hemencecik aşılır. Allah cümlemizi muhafaza eylesin. Ehl-i Sünnet istikametinden ayaklarımızı ayırmasın. Kalbimizi modern cerbezecilerin şerrinden korusun. Âmin. Allahümme âmin. Elfü elfi âmin.

14 Ekim 2015 Çarşamba

Kadere iman, imanın kemalidir 5

İhsan Oktay Anar'ın Suskunlar kitabında geçiyordu sanırım şu cümle: "Kusur insanın imzasıdır..." O halde insan olduğumuzu bilmek de 'kusurlu olduğumuzu bilmekle' başlar. İtikadî anlamda, Allah'la ile kendi aramıza koyduğumuz en temel ayraclardan birisi budur: Biz kusurluyuz. Hep de öyle kalacağız. Fakat o Allah. O kusursuz. Bu, Vacibü'l-Vücud kavramlaştırmasıyla da ilgili biraz. Kusurluların kusurları içinde boğulmamak için umudu o. Vagonların ilerlemek için muhtaç olduğu lokomotif. Kusurluların ayakta kalmak için muhtaç olduğu Subhan. Onun her fiili subhaniyetin cilasıyla cilalandığındandır ki, fiillerimize benzemez. Şuunatı dahi '(...)-i mukaddese' ve '(...)-i münezzehe' ile ancak tabir edilir. Tenzih hakikati, sadece kusurlardan tenzihi değil, nitelik olarak 'eyleyişimiz' ve 'eyleyişi' arasındaki kıyaslanmazlığı da bize fısıldar.

En çok 'ihata' farkıdır bu. Biz kuşatamayız. O kuşatır. Her kusur bir sınırdan/kuşatamayıştan kaynaklanır. Sonsuz olan ilah için (tevhide iman sonsuzluğa imandır, şirk ise sınırlamaktır) ise kusursuzluk kemalin gereğidir. Tenzih, tevhidin getirisidir. Tevhid, tenzihin delilidir. "Zira, hulfü'l-vaad ya cehilden, ya aczden gelir." Allah'ın subhaniyetini her vurguladığımızda aslında demek istiyoruz ki: Sen bizim yaptığımız gibi yapmazsın. Çünkü kusur bizim imzamız olduğu gibi, kusursuzluk da senin imzandır. 'Kusurluluk' ve 'kusursuzluk' diye iki kutup-kavram olduğuna göre âlemde ve belirgin bir şekilde kusur bize aitse (ki hatalarımız bunun en büyük delilidir) o zaman kusursuzluk da sana aittir. Mütekelliminin hudus delili biraz da buna bakar. Yokun varlığından bahsedemeyiz. Yokun ancak yokluğundan bahsedilebilir. Tıpkı 'şirk' gibi.

Bu, 'bizim fiillerimiz' ve 'onun fiilleri' taksimi de sahici bir taksim değil. Sınırlarımızı tanıma aracımızdır bu taksim aslında. Çünkü 'fiilerimiz' derken sınırlılığımız içinde şahit olduklarımızdan hareketle konuşuyoruz. Yaratışın 'istemek' ve 'kazanmak' kadarına şahitiz. Bizle olanı, 'bizim yaptığımız' yerine koyarak isimlendiriyoruz. Sebepler âleminde bir kolaylık sağlıyor bu bize. Ancak şunu unutmamalı: Beraber yaratılmak yanındakini 'yaratmak' demek değildir. Yanında olması 'senin' demek değildir. Yaratmak (ve bu anlamda sahiplik) daha fazlasını ister. Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'da altını çok belirgin çizdiği sırr-ı iktiran bize bunu söyler.

Bizim 'benim' veya 'Ben yaptım' dememiz, işin/nesnenin bizimle mukaranetini/yakınlığını ifade eden bir mecazdır. Hakikatte her fiil kaderin 'takdir' ve kudretin 'halk' süzgecinden geçtiğinden ötürü onundur. Fiil yaratmak insanın harcı değildir. Çünkü, istemek omuzlarına göre, fakat o fiile lazım olan yükü taşımak omuzlarına göre değildir. Her fiil aynı zamanda kainatla beraber atılmış bir adımdır. (Onun bütün detaylarına hâkimmişçesine atılmış bir adımdır.) Bir uygun adımdır. "Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzî kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zât, hiçbir cüz'üne hakikî mâlik olamaz." Ve Kafka'nın dediği gibi: "İyiler hep uygun adım ilerler."

Bu noktada kötülüğü/günahı bu uygun adım yürüyüşü bozan şımarık tavırlar olarak tarif edebiliriz. Şeriatı da 'uygun adım yürüme kılavuzu' olarak. Fakat bu şımarık tavırlar bile kainatın nizamını bozamaz. Çünkü onlar da Ezelî bir bilişle bilinmiş, kaderde yazılmış, kudretle yaratılmıştır. İşte bu sebeple Kelebek Etkisi filminin de giriş cümlesi olan 'kaos teorisi' bir sanrıya dönüşür. Günahkâr bir kelebeğin kanat çırpışı kainatta bir kaos yaratamaz. Çünkü kanat çırpışını yaratan kelebek değildir. Kainat, birbirinden habersiz parçaların fiileriyle gelişigüzel şekilleniyor değildir. Bütünün sahibi, bütüne göre yaratmaktadır her bir parçayı. Arzumuz, kader kalıplarını yıkamaz. Kader kalıpları içinde kendine akacak bir yer bulur. Bu noktada 'uyum delili' kaderin de en büyük delili haline gelir. Nasıl? Şöyle: Dün-bugün-yarın birbirine uyuyorsa/uyumluysa, bu uyumu açıklamak için, dünü-bugünü-yarını birden bilen bir ilaha ihtiyaç var.

Kader inkârcılarının en çok takıldığı noktalardan birisinin de bu olduğu görünüyor. Onlar imtihanın hikmetli(!) olması için Allah'ın malumu olmayan bir alan açmayı gerekli görüyorlar. İmtihanı emirle değil ilimle ilgili sanıyorlar. Çünkü imtihan tanımını bu dünyada kullandıkları mecaz karşılıkla dolduruyorlar. Allah'ı insan yerine koyuyorlar. (Öğretmen, öğrenciyi 'durumunu öğrenmek için' imtihan ediyor.) Hatta bir adım ötesinde diyorlar ki: "Sadece ilmiyle değil, kudretiyle de dahil olmadığı; ondan bağımsız yaratılmış birşeyler olmalı ki, imtihan hikmetli olsun. Allah da sınadığının sonucunu öğrensin."

Halbuki öğrenmek bir aczdir. Öğrenenin öğrendiği şeyi daha önce bilmediğine, dolayısıyla cehaletine hükmederiz biz. Bu da, en başta altını kalınca çizmeye çalıştığımız, tenzih hakikatine zarar verir. Hatta, daha da yukarısında, Allah'la kul arasına niteliksel anlamda koymamız gereken ilk ayıracın ihmal edildiğini gösterir. Neden böyle söylüyorum? Zira tenzih, eksiklik kaldırmaz. O zaman kader inkârcılarının inandığı Allah kusurlu bir Allah'tır. Kusur noktasında da insan gibidir.

Peki, biz ne ile imtihan oluyoruz? Biz Allah'ın (hâşâ) ilminin dışına çıkmakla veya çıkmamakla değil, emrinin dışına çıkmakla veya çıkmamakla imtihan oluyoruz. İmtihanı anlamlı kılan budur. Kulun, Allah'ın ilminin dışına çıkmak veya çıkmamak arasında mütehayyir kalması diye birşey sözkonusu değildir. Zira böyle bir (yarattığını sonradan öğrenen) ilahın yaratması da mümkün değildir. Yaratış için ilim-irade-kudret üçlüsünün üçü de lazımdır, yalnızca kudret değil.

Fakat şu vardır: İnsan sonradan öğrenir. Ve insanın bu sonradan öğrenme kusurundan dolayı imtihan sürecinin şahidi olması elzemdir. Rahman, kullarını, süreçlerinin şahidi olmakla da mükafatlandırmıştır. Yaratılışın esma-i ilahiye bakan binbir hikmetinden başka, bu hikmetin altını mutlaka çizmeliyiz. Sınırlı olan öğrenir. Öğrenen de şahit olmak zorundadır. Biz de dünya imtihanında 'kalubela' sözümüzün şahidi oluruz. İlmelyakin bildiğimizi hakkalyakin öğreniriz. Ve gün gelip hakettiğimiz yere gittiğimizde Cenab-ı Hakka karşı uyduracağımız bahane kalmaz. İsrâ sûresi bize bu sırrı şöyle fısıldar: "Biz bir peygamber göndermedikçe azap da etmeyiz." Sen de emrin dışına çıkıp kendi sürecinin şahidi olmadıkça Allah Ezelî ilmiyle cezalandırmaz seni.

27 Şubat 2014 Perşembe

Ve takva, vicdanın ahlakıdır

Shutter Island (Zindan Adası) filmini hatırlarsınız. Leonardo DiCaprio, Mark Ruffalo, Ben Kingsley gibi pek çok ünlü oyuncuyu kadrosunda barındırıyordu. Dennis Lehane’nin romanından sinemaya uyarlanan filmde dedektif Teddy Daniels’ı canlandıran DiCaprio, akıl hastalarının tedavi gördüğü adaya, bir kayıp soruşturması için geliyordu.

Akıl karıştıran birçok olayın ardından en nihayet öğreniyordunuz ki; Teddy Daniels, aslında en tehlikeli hastalardan biridir. Tekrarla geçmişi unutmakta ve kurgu kimliklerle çevresine zarar vermektedir. Adada çevrilen dolaplar da, beyin ameliyatından önce, geçmişini hatırlaması için kendisine verilen son şanstır.

Sonunda ne mi olur? İzlemeyenler için filmin tadını kaçırmak pahasına onu da söylüyorum: Teddy Daniels, geçmişi hatırlar. Ama hatırladığı şey o kadar acı vericidir ki, unutmayı tercih eder. (Final, muğlak bırakılır. Ya sahiden unutmuştur. Yahut da unutmuş gibi yaparak ameliyatı tek seçenek haline getirmek istemektedir.) Ameliyata götürülürken Mark Ruffalo’ya söylediği o anlamlı sorgulamayla da film biter: “Merak ediyorum da, sence hangisi daha kötü olurdu? Canavar olarak yaşamak mı? İyi bir insan olarak ölmek mi?”

Şimdi, kendinizi Teddy Daniels’ın yerine koyun. Bu soruya sizin vereceğiniz cevap ne olurdu?

Herhalde hepimiz bir canavar olarak yaşamaktansa, iyi bir insan olarak ölmeyi tercih ederdik. Çünkü vicdanımız var. Vicdan, eğer bozulmamışsa, sızılarıyla doğruları gösteren bir pusula hükmünde. Bediüzzaman’ın, Mesnevi-i Nuriye’de, hakikati gösterir dört burhan-ı küllî içinde (Kainat, Kur’an, Hz. Resulullah ve vicdan) onu da sayması boşuna değil: “Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki alemden birbirine gelen seyyaratın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zişuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuasını neşrederler.”

Hakikaten vicdan, bir ucu gaybda olan (sonuçları akıl ve duyularla kestirilemeyen) meselelerde bile, şıklardan hangisinin doğru olduğunu gösterebilme gücüne sahip. Sızlamasıyla veya huzuruyla doğruyu/yanlışı ayırabiliyorsunuz. Penceresinden görebiliyorsunuz.

Bir önceki yazıda (Aşk tesadüfleri değil, tevafukları sever) altını çizdiğimiz ‘uyum kanunu’ açısından düşünürsek, ‘yaratılmışlıktan’ kaynaklanan statik şuurun veya fıtratın kainatla uyumlu olmasından kaynaklanan ahengin, dinamik akla çağrısı bu. (Jack London’ın Vahşetin Çağrısı kitabını okuyanlar, bahsettiğim çağrı öyle birşey değil, ama benzer birşey.) Ne zaman yanlış bir adım atmaya yaklaşsan, aynı Allah’ın yaratmasıyla kardeşin olan kainata uyumun bozuluyor. Vicdanın da kırılmayı sana ihtar ediyor.

Bir ikincisi; vicdan ile nefs arasında şöyle bir kıyaslamam var: Sanıyorum nefs daha çok kısa vadeli/çabuk ulaşılır menfaatleri elde etmemizi sağlamak için bize verilmiş. Mesela; yemek, içmek, hayatta kalmak için muhtaç olduğumuz şeylerin peşinde koşmak vs… Yani nefs aceleci, çabuk ulaşılacak zevke güdümlü.

Fakat vicdan onun zıttı. O da uzun vadede doğru ve dolayısıyla menfaatli olanın peşinde koşuyor. Hatta bu uzun vadeye ahireti de katıyor. Diyelim: Yaptığın şey dünyada menfaatli, ama ahirette sana zararı olacak. Onun için bile sızlıyor vicdan. Diyor ki: “Yanlış yaptın. Bu iş ileride aleyhine.” İşte şeriat da bu kısa vadeli zevkperest ile uzun vadeli hakikatperestin dengesini korumamızı sağlıyor. İkisi arasındaki salınımlarda dengeyi tutturuyoruz böylece.

Nerelerden nerelere geldim. Ben aslında bugün sana Bakara sûresinin altıncı ayetinden söz edecektim. Hani var ya; “Gerçek şu ki, kâfir olanları korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler…” mealinde olanı. Filmdeki inkâr/örtme psikolojisiyle bu ayette aktarılan kâfir psikolojisinin ilgili olduğunu düşünüyorum.

Bilirsin belki: Kâfir, aslında ‘örten’ demektir. Küfür de örtmek. Ama Kurtubî gibi âlimler diyorlar ki: “Şer’î lisanda her nerede küfür vaki oldu ise, bu, İslâm dininde şer’an zarurî olan malum bir şeyin inkârıdır. Nitekim, şeriatta küfür, ni’metlerin inkârı, mü’minin şükrünü terk ve Onun hakkını yerine getirme işini ihmal manalarında gelmiştir.”

İşte bence küfre girenin de hali, örtemezse çekeceği acıdan ötürü, inkâr şeklinde. Kaldıramıyor yani, hem yaptığını günah/inkâr bilip hem de yapmayı. Bu nedenle örtüyor. Bu nedenle hatırlamak istemiyor. Canavar olarak yaşamak kolay değil. Canavar olduğunu inkâr edemezsen, canavar gibi yaşamayazsın. Markar Esayan’ın İyi Şeyler kitabında dediği gibi: “(…) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı.” Yahut Bediüzzaman’ın dediği gibi:

"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

İşte bence bu yüzden ayet şöyle diyor: “(…) korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler.” Çünkü onlar ehl-i küfürler. Örtmekten besleniyor fikirleri. Bilmemekten değil. Bildiğini bir bilimsel açıklama(!) ile nefisleri ekseninde şerh etmekte bütün güçleri. Bu izah, onlara vicdanlarını yatıştırmak için kuvvet veriyor. Çünkü vicdan, ancak nefsin tarafını tutmayanlarda çalışır. Ve takva, vicdanın ahlakıdır.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...