14 Ekim 2015 Çarşamba

Kadere iman, imanın kemalidir 5

İhsan Oktay Anar'ın Suskunlar kitabında geçiyordu sanırım şu cümle: "Kusur insanın imzasıdır..." O halde insan olduğumuzu bilmek de 'kusurlu olduğumuzu bilmekle' başlar. İtikadî anlamda, Allah'la ile kendi aramıza koyduğumuz en temel ayraclardan birisi budur: Biz kusurluyuz. Hep de öyle kalacağız. Fakat o Allah. O kusursuz. Bu, Vacibü'l-Vücud kavramlaştırmasıyla da ilgili biraz. Kusurluların kusurları içinde boğulmamak için umudu o. Vagonların ilerlemek için muhtaç olduğu lokomotif. Kusurluların ayakta kalmak için muhtaç olduğu Subhan. Onun her fiili subhaniyetin cilasıyla cilalandığındandır ki, fiillerimize benzemez. Şuunatı dahi '(...)-i mukaddese' ve '(...)-i münezzehe' ile ancak tabir edilir. Tenzih hakikati, sadece kusurlardan tenzihi değil, nitelik olarak 'eyleyişimiz' ve 'eyleyişi' arasındaki kıyaslanmazlığı da bize fısıldar.

En çok 'ihata' farkıdır bu. Biz kuşatamayız. O kuşatır. Her kusur bir sınırdan/kuşatamayıştan kaynaklanır. Sonsuz olan ilah için (tevhide iman sonsuzluğa imandır, şirk ise sınırlamaktır) ise kusursuzluk kemalin gereğidir. Tenzih, tevhidin getirisidir. Tevhid, tenzihin delilidir. "Zira, hulfü'l-vaad ya cehilden, ya aczden gelir." Allah'ın subhaniyetini her vurguladığımızda aslında demek istiyoruz ki: Sen bizim yaptığımız gibi yapmazsın. Çünkü kusur bizim imzamız olduğu gibi, kusursuzluk da senin imzandır. 'Kusurluluk' ve 'kusursuzluk' diye iki kutup-kavram olduğuna göre âlemde ve belirgin bir şekilde kusur bize aitse (ki hatalarımız bunun en büyük delilidir) o zaman kusursuzluk da sana aittir. Mütekelliminin hudus delili biraz da buna bakar. Yokun varlığından bahsedemeyiz. Yokun ancak yokluğundan bahsedilebilir. Tıpkı 'şirk' gibi.

Bu, 'bizim fiillerimiz' ve 'onun fiilleri' taksimi de sahici bir taksim değil. Sınırlarımızı tanıma aracımızdır bu taksim aslında. Çünkü 'fiilerimiz' derken sınırlılığımız içinde şahit olduklarımızdan hareketle konuşuyoruz. Yaratışın 'istemek' ve 'kazanmak' kadarına şahitiz. Bizle olanı, 'bizim yaptığımız' yerine koyarak isimlendiriyoruz. Sebepler âleminde bir kolaylık sağlıyor bu bize. Ancak şunu unutmamalı: Beraber yaratılmak yanındakini 'yaratmak' demek değildir. Yanında olması 'senin' demek değildir. Yaratmak (ve bu anlamda sahiplik) daha fazlasını ister. Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'da altını çok belirgin çizdiği sırr-ı iktiran bize bunu söyler.

Bizim 'benim' veya 'Ben yaptım' dememiz, işin/nesnenin bizimle mukaranetini/yakınlığını ifade eden bir mecazdır. Hakikatte her fiil kaderin 'takdir' ve kudretin 'halk' süzgecinden geçtiğinden ötürü onundur. Fiil yaratmak insanın harcı değildir. Çünkü, istemek omuzlarına göre, fakat o fiile lazım olan yükü taşımak omuzlarına göre değildir. Her fiil aynı zamanda kainatla beraber atılmış bir adımdır. (Onun bütün detaylarına hâkimmişçesine atılmış bir adımdır.) Bir uygun adımdır. "Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzî kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zât, hiçbir cüz'üne hakikî mâlik olamaz." Ve Kafka'nın dediği gibi: "İyiler hep uygun adım ilerler."

Bu noktada kötülüğü/günahı bu uygun adım yürüyüşü bozan şımarık tavırlar olarak tarif edebiliriz. Şeriatı da 'uygun adım yürüme kılavuzu' olarak. Fakat bu şımarık tavırlar bile kainatın nizamını bozamaz. Çünkü onlar da Ezelî bir bilişle bilinmiş, kaderde yazılmış, kudretle yaratılmıştır. İşte bu sebeple Kelebek Etkisi filminin de giriş cümlesi olan 'kaos teorisi' bir sanrıya dönüşür. Günahkâr bir kelebeğin kanat çırpışı kainatta bir kaos yaratamaz. Çünkü kanat çırpışını yaratan kelebek değildir. Kainat, birbirinden habersiz parçaların fiileriyle gelişigüzel şekilleniyor değildir. Bütünün sahibi, bütüne göre yaratmaktadır her bir parçayı. Arzumuz, kader kalıplarını yıkamaz. Kader kalıpları içinde kendine akacak bir yer bulur. Bu noktada 'uyum delili' kaderin de en büyük delili haline gelir. Nasıl? Şöyle: Dün-bugün-yarın birbirine uyuyorsa/uyumluysa, bu uyumu açıklamak için, dünü-bugünü-yarını birden bilen bir ilaha ihtiyaç var.

Kader inkârcılarının en çok takıldığı noktalardan birisinin de bu olduğu görünüyor. Onlar imtihanın hikmetli(!) olması için Allah'ın malumu olmayan bir alan açmayı gerekli görüyorlar. İmtihanı emirle değil ilimle ilgili sanıyorlar. Çünkü imtihan tanımını bu dünyada kullandıkları mecaz karşılıkla dolduruyorlar. Allah'ı insan yerine koyuyorlar. (Öğretmen, öğrenciyi 'durumunu öğrenmek için' imtihan ediyor.) Hatta bir adım ötesinde diyorlar ki: "Sadece ilmiyle değil, kudretiyle de dahil olmadığı; ondan bağımsız yaratılmış birşeyler olmalı ki, imtihan hikmetli olsun. Allah da sınadığının sonucunu öğrensin."

Halbuki öğrenmek bir aczdir. Öğrenenin öğrendiği şeyi daha önce bilmediğine, dolayısıyla cehaletine hükmederiz biz. Bu da, en başta altını kalınca çizmeye çalıştığımız, tenzih hakikatine zarar verir. Hatta, daha da yukarısında, Allah'la kul arasına niteliksel anlamda koymamız gereken ilk ayıracın ihmal edildiğini gösterir. Neden böyle söylüyorum? Zira tenzih, eksiklik kaldırmaz. O zaman kader inkârcılarının inandığı Allah kusurlu bir Allah'tır. Kusur noktasında da insan gibidir.

Peki, biz ne ile imtihan oluyoruz? Biz Allah'ın (hâşâ) ilminin dışına çıkmakla veya çıkmamakla değil, emrinin dışına çıkmakla veya çıkmamakla imtihan oluyoruz. İmtihanı anlamlı kılan budur. Kulun, Allah'ın ilminin dışına çıkmak veya çıkmamak arasında mütehayyir kalması diye birşey sözkonusu değildir. Zira böyle bir (yarattığını sonradan öğrenen) ilahın yaratması da mümkün değildir. Yaratış için ilim-irade-kudret üçlüsünün üçü de lazımdır, yalnızca kudret değil.

Fakat şu vardır: İnsan sonradan öğrenir. Ve insanın bu sonradan öğrenme kusurundan dolayı imtihan sürecinin şahidi olması elzemdir. Rahman, kullarını, süreçlerinin şahidi olmakla da mükafatlandırmıştır. Yaratılışın esma-i ilahiye bakan binbir hikmetinden başka, bu hikmetin altını mutlaka çizmeliyiz. Sınırlı olan öğrenir. Öğrenen de şahit olmak zorundadır. Biz de dünya imtihanında 'kalubela' sözümüzün şahidi oluruz. İlmelyakin bildiğimizi hakkalyakin öğreniriz. Ve gün gelip hakettiğimiz yere gittiğimizde Cenab-ı Hakka karşı uyduracağımız bahane kalmaz. İsrâ sûresi bize bu sırrı şöyle fısıldar: "Biz bir peygamber göndermedikçe azap da etmeyiz." Sen de emrin dışına çıkıp kendi sürecinin şahidi olmadıkça Allah Ezelî ilmiyle cezalandırmaz seni.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...