15 Ekim 2015 Perşembe

Hulusi abi beni yazmakla nasıl barıştırdı?

Barla Lahikası'nda iki mektup var. Birbirlerinden uzak sayılmazlar. Birisi, yani Hulusi abininki, 62. mektup; diğeri, yani Lütfi'nin arkadaşı diye imzalı olan, 83. mektup. Bu iki mektubu benim açımdan değerli kılansa, her iki mektupta da 'edebiyat eleştirisi' yapılıyor olması. Öyle uzun/derin eleştiriler değil bunlar. Belki 'bir ifadelik' dokundurmalar yapılıyor ikisinde de. Fakat Risale-i Nur külliyatı genelinde edebiyatın (tekrarlar da dahil) sadece 28 kez (Barla Lahikası'nda ise sadece bu iki mektupta) geçmesi dolayısıyla dikkate mucipler.

Her iki mektubu yanyana koyup okuduğunuzda, mezkûr metinlerin mucbir bir sebepten dolayı böyle bir içeriğe sahip olduğunu hissediyorsunuz. Doğaçlama değiller. Yani, sanki Risale-i Nur metinlerine edebiyat üzerinden (edebî olmadıkları noktasında) bir eleştiri yapılmış ve bu talebeler de Üstadlarının metinlerine yapılan eleştiriyi üzerlerine alınmışlar ve savunmuşlar gibi. (Bu, Bediüzzaman'ın talebelik hassalarından olarak saydığı 'Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın' perspektifinden anlaşılır bir tavırdır.) Bu nedeni merak etmekle birlikte, şu ana kadar ikna edici bir cevap da bulamadım. (Belki Ahmet Özkılınç abiye sormalıyım.) Her neyse...

Ben şimdi bu iki mektuptan birincisinin, yani Hulusi abiye ait olanın, bana sunduğu deva hakkında konuşmak istiyorum. Bu mektubu ilk okuyuşumun üzerinden on yıldan fazla bir zaman geçti. Bu tesiri ve devayı bana ilk okuyuşta mı sundu? Emin değilim. Fakat bu okuyuşlardan birisinde beni yazmakla barıştırdığını hatırlıyorum. Peki, edebiyat eleştirisi içeren bir metin insanı yazmakla nasıl barıştırır? Bu sorunun cevabını vermeden evvel, yazıyla haşir-neşir olan pekçoğunuzun da benzerini yaşadığını tahmin ettiğim bir halet-i ruhiyeden bahsedeceğim. O halet de şudur ki: İnsan, edebiyat ve belagat arasındaki nüansı anlamadığı sürece, metnin sanatı, metni yazmanın önündeki engel konumundan kurtulamıyor. Yani yazılanın sonu gelmeyen bir 'daha güzel' derinliğine sahip olması ve sizin bu 'daha güzel'in şehvetinten kurtulamayışınız, kaleminizi yazamaz hale getiriyor.

Bu, kendi içinizde yaşadığınız bir hırs ve hased aslında bir nevi. Ve hırs/hased, çıkması hiç bitmeyen bir merdiven gibidir. Neye ulaşsanız hep bir fazlası oluyor ve bu bir fazlası, bir eksiğini elde etmenizin de (onunla mutlu olabilmenizin de) katili oluyor. Mürşidim, bu bir fazlasının bir eksiğini katletmesi meselesine şöyle işaret eder: "Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır. Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen." Ulaşabildiğin hasen, elde edemediğin ahsenden ahsendir. Kavuştuğun güzel, kavuşamayacağın 'daha güzelden' daha güzeldir. Çünkü gerçektir. Gerçek, hayalle yaptığı maça, somut oluşu (veya ulaşılabilirlik) açısından bir sıfır önde başlar.

İnsanın, hassaten yazmaya başladığı ilk yıllarda, kalemle yaptığı en büyük kavgalardan birisi de 'yazıp yırtmalar' üzerinden yaşanıyor. Yazıyorsunuz, fakat aynı zamanda da yaşıyorsunuz. Yaşarken, olduğunuz yerden daha ileride bir yerde bitiriyorsunuz hayatı. Yaşamak 'ben'ler arası bir yolculuktur. Bu yolculuk hiç bitmiyor. Ve hiçbir yazınızı, işte tam da bu sebepten ötürü, aynı kişi olarak okumuyorsunuz ikinci seferinde. Her yazdığınızdan, son noktayı koyduğunuz andan itibaren, uzaklaşıyorsunuz.

Bu uzaklaşma, ikinci buluşmada oradaki bazı ifadeleri garipsemenize neden oluyor. "Böyle de olmaz ki canım!" diyerek tashihe girişiyorsunuz. Tashih yetmiyor. Baştan yazıyorsunuz. Eskisi 'artık iflah olmaz' gelince yırtılıp çöpkutusunu boyluyor. Yeni birşey başlıyor sıfırdan. Fakat o sıfırdan başlayış da sonsuzun karşısında bir hiç. İnsan, ayine-i bâki olması hasebiyle değişime doymuyor. Bir değiştiriyor. Yetmiyor. Bir daha değiştiriyor. Yine yetmiyor. Çünkü kendisi de sürekli değişiyor esmaü'l-hüsnanın tecellileri karşısında. Rabbülâlemin olan Allah'ı kendi küçük âlemimize sığdırmamız, Ârş-ı Âzâm sahibini kendi kalbî ve küçük arşımızda tastamam misafir etmemiz mümkün değil. Sınırlıyız. Bu sınırlar sayesinde 'daha güzeller' ortaya çıkıyor. Ve bu daha güzeller hiç bitmiyor. Eğer kusurlarınızla barışıp parça olmaya razı olmazsanız. Yani 'daha azı' kalmaya...

İktisat, kanaat, şükür gibi kavramlar, bir yönüyle de 'daha fazlasını isteme' güdümüzün bizi mecnun edeceğini farkedip 'istikametli bir haddini bilme' halini almamızı ifade ediyorlar. Tam bu noktada ahseni terkedip hasen olmayı kabul ediyoruz. Daha iyiye dair olmayı, daha iyi olmaya tercih ediyoruz. Sahip olmaktansa dahil olmayı seçiyoruz bu perspektifte. İhlas temalı yazılarımı okuyanlar hatırlarlar: Ben, ihlası da, sahip olmadan dahil olmaya geçiş olarak görüyorum. Yani bütünün sahibi/hâkimi olmayı terkedip onun içinde küçücük (bir an-ı seyyale kadarcık) olsun yer tutmayı yeterli görmek ihlasın başlangıcı ve sonucu. İhlaslı olan; öne çıkmak, ilk anılmak, hep anılmak, hep görünmek, önce görünmek istemiyor. İhlaslı olan vazife zamanı öne çıkmayı, ücret zamanı kendini geri çekmeyi seviyor. Ve yine ihlaslı olan, kendi adına varolmayı değil, Cenab-ı Hak adına varolmayı seviyor. Fenafillah dediğimiz sır, biraz da bu. Hakkın hatırını diğer bütün hatırlardan âli tutma. Buna kendin de dahil.

Yazmakla ilgisine geleyim: Belagat ve edebiyat arasındaki nüanstan bahsettim yazının giriş kısmında. Bunu ilk kez Kenan Demirtaş abiden dinlemiştim. Belagat, muhatabın ve mukteza-i halin de dikkate alındığı, daha doğrusu mektubun manasının zarfından/kağıdından daha kıymetli olduğu bir alana tekabül ediyor. Belagatta mesajın nakli, sanatına kıyasla daha bir odak noktasında. Fakat edebiyat, sözün sanatına konsantre olmuş durumda. Sözün sanatlı olmasını muhataba ulaşmasından daha ehemmiyetli buluyor. Zaten muhatabı da sözden sonra, ikincil derecede nazar-ı dikkate alıyor. Bu yüzden belagat, edebiyattan daha kapsamlı ve külli bir alana tekabül ediyor.

Yine mesela Kur'an'ın belagatinden sözedilir. Ama Kur'an'ın edebiyatından sözedilmez. Çünkü kelamullah tenezzül-ü ilahîdir. Allah, kullarının seviyesine göre konuşmuştur onda. Tenezzül-ü ilahî bu açıdan da bize büyük bir ders veriyor. Kudreti herşeye yeten Allah, bizimle, 'bize göre' değil de azametine göre konuşsaydı nasıl onu anlayabilirdik? Hz. Musa'nın (a.s.) yaşadığı kıssadan da ders alıyoruz ki, tahammülü mümkün olmayan ve 'bütün lisanların gücüne sahip' bir beyandır onunkisi.

Hulusi abinin mektubuna geri dönelim. Orada şöyle söylüyor Hulusi abi Risale metinlerine dair: "Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünkü edebiyat satılmıyor, Kur'ân'dan nurlar gösteriliyor. Bu fakir kardeşiniz bu Sözler'i okuduğum zaman Üstadımı temsil eder bir hal alıyorum. Tâbiratınızla, şivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif edemem."

Burada Hulusi abinin Risale-i Nur'u edebiyattan öte görmesi, bir yönüyle edebî olanın ihlasa muvafık düşmeyen kusurlarından da bir tenzih içeriyor. "Edebiyat satılmıyor..." derken söylemek istediği bu. Bediüzzaman, elbette kelam ederken tedris ettiği ilimler çerçevesinde mesajının sıhhatine dikkat ediyor, fakat ondan ötede lafızların ve ibarelerin sanatlı oluşuna, hele çok sonraları öğrendiği bir lisan olan Türkçede eser yazarken, daha edebî ifadeler kullanmaya dikkat etmiyordu. Süsle değil, hakikati olduğu gibi beyan etmeyle işi vardı onun. Yani aradığı belagatti. Muhatabına ve mukteza-i hale uygun söz söylemekti. Bu, onu metnin sahibi değil, mesajın parçası kılıyordu. Ve bu metne özensizlik değildi, aslonanın bu metin olmadığını farkedişle asla gösterilen bir özendi.

Bana gelelim. Bu metin beni yazmakla nasıl barıştırdı? Ben bu mektubu okuyana kadar yazdıklarını çok yırtıp atan, çok silip yeniden başlayan biriydim. Bu mektubu mezkûr perspektifle farkettikten sonradır ki, aslolanın ben veya metnim olmadığını anladım. 'Edebiyat satmayı' bıraktım.

Ondan sonra kalemimden çıkanlara karşı tavrım şöyle oldu: Yazdığım yazıya bakıyorum. Genel olarak vermek istediğim mesajı taşıyorsa, üzerine artık düşmüyorum, silip silip tekrar yazmıyorum. Onu resmin kendisi gibi değil, işaret ettiği şeyin parçası olarak tahayyül ediyorum. Bunu başardığı sürece de işini yapmış sayılır. Kusurlu olmaktan sahibi kurtulmamış ki, metni de kurtulsun! Kolay anlaşılmak. Açık olmak. Aynanın hüneri budur. Bütünü gösterebildiği ve bütüne uyduğu sürece parça başarılıdır. Neden yazdıklarımızı yırtıp yırtıp yeniden yazıyoruz? Çünkü kendimizi ve metnimizi mesajın aslı sanıyoruz. Hayır, biz mesajın ancak parçasıyız. Kalıcı değiliz. Bir an-ı seyyale gölgesinde varolsak yeter. İşaret etsek yeter. Allah şahit olsa, yeter. İnsanın herşeyde olduğu gibi yazmakta da işini zorlaştıran kendini kendinden büyük birşeyin yerine koyması. Ve taşıyamaması.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...