Yazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Eylül 2016 Perşembe

Yazmak ama neden yazmak?

'Neden yazmak?' diye her sorulduğunda (koltuklarımızın altına birer büyük karpuz girmiş gibi) kasılmamıza gerek yok. Kimseyi esirgemiş, kimseye lutfetmiş, hazinemizden bağışta bulunmuş değiliz. Alan eliz, veren el değiliz. Asıl fakir biziz, esas zengin değiliz. Hiçbirimizin birden fazla yolu yoktu. Yazmak veya yazmamak diye iki seçeneği yoktu. Üzerine yaratıldığımız şey, aynı zamanda bir açlık olarak içimize bırakıldığından dolayı, buyurgan ve karşıkonulmaz tavrıyla bizi büktü. Mecburduk ve öyle yaptık. Öyle yapmak bize sevdirildi. Öyle yapmak karşıkonulmaz kılındı bizler için. Öyle yapmak kaçınılmazdı. Ve öyle yaptık.

Donan suyun demiri parçalaması kadar safça ve başkası olamazca işlenmişti bu fıtratımıza. Biz de şükür ki taraf tuttuk, iştiyakla ve hatta aşkla yaptık. Fussilet sûresinde kulağımıza fısıldanan birşeydi bu: "Bundan başka, duman halindeki göğe yöneldi ve hem ona, hem de yeryüzüne 'İsteseniz de, istemeseniz de gelin' buyurdu. İkisi de 'İsteyerek geldik' dedi!"

Şu kibre hiç gerek yok: Şıklar birden fazlaydı da birisini seçmiş değiliz. Sırf seçmekle olsun dünyaya bir bağışta bulunmuş değiliz. Çaresizdik. Başka şey beceremiyorduk. Başka herşey hayatımızda iğreti duruyordu. Ondan yazdık. Yazmaya kaçtık. Bunun için yaratılmışız gibi geliyordu. Çünkü ancak bunu yaparken rahattık. Yazarken iyiydik ve gerçek hayat yaşıtlarımıza göründüğü kadar cazibedar/güleryüzlü görünmüyordu bize. En gerçeği ve de samimisi: Beceremiyorduk. Daha fazla alınıyor ve daha çabuk güçten düşünüyorduk. Kollarımızın gücünü değil hayallerimizin öcünü sevdik bu yüzden. Yazarak öç aldık dünyadan. Dünyadan, yine çok sonraları uyandığımız bir nimet olarak, soğutulmuştuk.

O nedenle; mezkûr sorunun sorulduğu andan itibaren böbürlenip, sonra ağırca 'yazmak:...' deyip, sonuna benim koyduğum iki noktadan koyup, sonra derin derin izahata girişmenin anlamı yok. Yazmaya verdiğin anlamların hiçbirisi o iki noktanın ardında olmasaydı da sen yine yazacaktın. Hatta o iki noktanın ardından söylediklerinin çoğunu yazdıktan sonra farkettin. (Alınma ama, uydurdun hatta.) Önce felsefesini yapmış, sonra yazmış değilsin. Yazmanın kaderini senden başkası yazdı. Bu çok belli. Sen kaderinin bıraktığı ekmek kırıntılarını takip ettin meraklı bir güvercin gibi. O sebepten numarayı kesmemiz gerektiğini düşünüyorum. Tasannu ta buralarda bitmeli. Yazdıklarımız da daha fazla yapmacık olmadan.

Bu meseleye dair her ne yazsak veya söylesek başlangıcımız-sonumuz acz. Güçsüzdük, yazdık. İhtiyacımız vardı, yazdık. Açtık, yazdık. Muhtaçtık, yazdık. Herşey tastamam mürşidinin dediği gibi oldu: "Hem deme ki: 'Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi." Halimiz hep böyle. Fazlası değil. Fazlası yalan. Niye kendimizi daha fazlasıymış gibi yaparak sıkıyoruz ki? Olmadığın şey gibi görünmekten büyük çile var mı dünyada?

15 Ekim 2015 Perşembe

Hulusi abi beni yazmakla nasıl barıştırdı?

Barla Lahikası'nda iki mektup var. Birbirlerinden uzak sayılmazlar. Birisi, yani Hulusi abininki, 62. mektup; diğeri, yani Lütfi'nin arkadaşı diye imzalı olan, 83. mektup. Bu iki mektubu benim açımdan değerli kılansa, her iki mektupta da 'edebiyat eleştirisi' yapılıyor olması. Öyle uzun/derin eleştiriler değil bunlar. Belki 'bir ifadelik' dokundurmalar yapılıyor ikisinde de. Fakat Risale-i Nur külliyatı genelinde edebiyatın (tekrarlar da dahil) sadece 28 kez (Barla Lahikası'nda ise sadece bu iki mektupta) geçmesi dolayısıyla dikkate mucipler.

Her iki mektubu yanyana koyup okuduğunuzda, mezkûr metinlerin mucbir bir sebepten dolayı böyle bir içeriğe sahip olduğunu hissediyorsunuz. Doğaçlama değiller. Yani, sanki Risale-i Nur metinlerine edebiyat üzerinden (edebî olmadıkları noktasında) bir eleştiri yapılmış ve bu talebeler de Üstadlarının metinlerine yapılan eleştiriyi üzerlerine alınmışlar ve savunmuşlar gibi. (Bu, Bediüzzaman'ın talebelik hassalarından olarak saydığı 'Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın' perspektifinden anlaşılır bir tavırdır.) Bu nedeni merak etmekle birlikte, şu ana kadar ikna edici bir cevap da bulamadım. (Belki Ahmet Özkılınç abiye sormalıyım.) Her neyse...

Ben şimdi bu iki mektuptan birincisinin, yani Hulusi abiye ait olanın, bana sunduğu deva hakkında konuşmak istiyorum. Bu mektubu ilk okuyuşumun üzerinden on yıldan fazla bir zaman geçti. Bu tesiri ve devayı bana ilk okuyuşta mı sundu? Emin değilim. Fakat bu okuyuşlardan birisinde beni yazmakla barıştırdığını hatırlıyorum. Peki, edebiyat eleştirisi içeren bir metin insanı yazmakla nasıl barıştırır? Bu sorunun cevabını vermeden evvel, yazıyla haşir-neşir olan pekçoğunuzun da benzerini yaşadığını tahmin ettiğim bir halet-i ruhiyeden bahsedeceğim. O halet de şudur ki: İnsan, edebiyat ve belagat arasındaki nüansı anlamadığı sürece, metnin sanatı, metni yazmanın önündeki engel konumundan kurtulamıyor. Yani yazılanın sonu gelmeyen bir 'daha güzel' derinliğine sahip olması ve sizin bu 'daha güzel'in şehvetinten kurtulamayışınız, kaleminizi yazamaz hale getiriyor.

Bu, kendi içinizde yaşadığınız bir hırs ve hased aslında bir nevi. Ve hırs/hased, çıkması hiç bitmeyen bir merdiven gibidir. Neye ulaşsanız hep bir fazlası oluyor ve bu bir fazlası, bir eksiğini elde etmenizin de (onunla mutlu olabilmenizin de) katili oluyor. Mürşidim, bu bir fazlasının bir eksiğini katletmesi meselesine şöyle işaret eder: "Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır. Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen." Ulaşabildiğin hasen, elde edemediğin ahsenden ahsendir. Kavuştuğun güzel, kavuşamayacağın 'daha güzelden' daha güzeldir. Çünkü gerçektir. Gerçek, hayalle yaptığı maça, somut oluşu (veya ulaşılabilirlik) açısından bir sıfır önde başlar.

İnsanın, hassaten yazmaya başladığı ilk yıllarda, kalemle yaptığı en büyük kavgalardan birisi de 'yazıp yırtmalar' üzerinden yaşanıyor. Yazıyorsunuz, fakat aynı zamanda da yaşıyorsunuz. Yaşarken, olduğunuz yerden daha ileride bir yerde bitiriyorsunuz hayatı. Yaşamak 'ben'ler arası bir yolculuktur. Bu yolculuk hiç bitmiyor. Ve hiçbir yazınızı, işte tam da bu sebepten ötürü, aynı kişi olarak okumuyorsunuz ikinci seferinde. Her yazdığınızdan, son noktayı koyduğunuz andan itibaren, uzaklaşıyorsunuz.

Bu uzaklaşma, ikinci buluşmada oradaki bazı ifadeleri garipsemenize neden oluyor. "Böyle de olmaz ki canım!" diyerek tashihe girişiyorsunuz. Tashih yetmiyor. Baştan yazıyorsunuz. Eskisi 'artık iflah olmaz' gelince yırtılıp çöpkutusunu boyluyor. Yeni birşey başlıyor sıfırdan. Fakat o sıfırdan başlayış da sonsuzun karşısında bir hiç. İnsan, ayine-i bâki olması hasebiyle değişime doymuyor. Bir değiştiriyor. Yetmiyor. Bir daha değiştiriyor. Yine yetmiyor. Çünkü kendisi de sürekli değişiyor esmaü'l-hüsnanın tecellileri karşısında. Rabbülâlemin olan Allah'ı kendi küçük âlemimize sığdırmamız, Ârş-ı Âzâm sahibini kendi kalbî ve küçük arşımızda tastamam misafir etmemiz mümkün değil. Sınırlıyız. Bu sınırlar sayesinde 'daha güzeller' ortaya çıkıyor. Ve bu daha güzeller hiç bitmiyor. Eğer kusurlarınızla barışıp parça olmaya razı olmazsanız. Yani 'daha azı' kalmaya...

İktisat, kanaat, şükür gibi kavramlar, bir yönüyle de 'daha fazlasını isteme' güdümüzün bizi mecnun edeceğini farkedip 'istikametli bir haddini bilme' halini almamızı ifade ediyorlar. Tam bu noktada ahseni terkedip hasen olmayı kabul ediyoruz. Daha iyiye dair olmayı, daha iyi olmaya tercih ediyoruz. Sahip olmaktansa dahil olmayı seçiyoruz bu perspektifte. İhlas temalı yazılarımı okuyanlar hatırlarlar: Ben, ihlası da, sahip olmadan dahil olmaya geçiş olarak görüyorum. Yani bütünün sahibi/hâkimi olmayı terkedip onun içinde küçücük (bir an-ı seyyale kadarcık) olsun yer tutmayı yeterli görmek ihlasın başlangıcı ve sonucu. İhlaslı olan; öne çıkmak, ilk anılmak, hep anılmak, hep görünmek, önce görünmek istemiyor. İhlaslı olan vazife zamanı öne çıkmayı, ücret zamanı kendini geri çekmeyi seviyor. Ve yine ihlaslı olan, kendi adına varolmayı değil, Cenab-ı Hak adına varolmayı seviyor. Fenafillah dediğimiz sır, biraz da bu. Hakkın hatırını diğer bütün hatırlardan âli tutma. Buna kendin de dahil.

Yazmakla ilgisine geleyim: Belagat ve edebiyat arasındaki nüanstan bahsettim yazının giriş kısmında. Bunu ilk kez Kenan Demirtaş abiden dinlemiştim. Belagat, muhatabın ve mukteza-i halin de dikkate alındığı, daha doğrusu mektubun manasının zarfından/kağıdından daha kıymetli olduğu bir alana tekabül ediyor. Belagatta mesajın nakli, sanatına kıyasla daha bir odak noktasında. Fakat edebiyat, sözün sanatına konsantre olmuş durumda. Sözün sanatlı olmasını muhataba ulaşmasından daha ehemmiyetli buluyor. Zaten muhatabı da sözden sonra, ikincil derecede nazar-ı dikkate alıyor. Bu yüzden belagat, edebiyattan daha kapsamlı ve külli bir alana tekabül ediyor.

Yine mesela Kur'an'ın belagatinden sözedilir. Ama Kur'an'ın edebiyatından sözedilmez. Çünkü kelamullah tenezzül-ü ilahîdir. Allah, kullarının seviyesine göre konuşmuştur onda. Tenezzül-ü ilahî bu açıdan da bize büyük bir ders veriyor. Kudreti herşeye yeten Allah, bizimle, 'bize göre' değil de azametine göre konuşsaydı nasıl onu anlayabilirdik? Hz. Musa'nın (a.s.) yaşadığı kıssadan da ders alıyoruz ki, tahammülü mümkün olmayan ve 'bütün lisanların gücüne sahip' bir beyandır onunkisi.

Hulusi abinin mektubuna geri dönelim. Orada şöyle söylüyor Hulusi abi Risale metinlerine dair: "Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünkü edebiyat satılmıyor, Kur'ân'dan nurlar gösteriliyor. Bu fakir kardeşiniz bu Sözler'i okuduğum zaman Üstadımı temsil eder bir hal alıyorum. Tâbiratınızla, şivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif edemem."

Burada Hulusi abinin Risale-i Nur'u edebiyattan öte görmesi, bir yönüyle edebî olanın ihlasa muvafık düşmeyen kusurlarından da bir tenzih içeriyor. "Edebiyat satılmıyor..." derken söylemek istediği bu. Bediüzzaman, elbette kelam ederken tedris ettiği ilimler çerçevesinde mesajının sıhhatine dikkat ediyor, fakat ondan ötede lafızların ve ibarelerin sanatlı oluşuna, hele çok sonraları öğrendiği bir lisan olan Türkçede eser yazarken, daha edebî ifadeler kullanmaya dikkat etmiyordu. Süsle değil, hakikati olduğu gibi beyan etmeyle işi vardı onun. Yani aradığı belagatti. Muhatabına ve mukteza-i hale uygun söz söylemekti. Bu, onu metnin sahibi değil, mesajın parçası kılıyordu. Ve bu metne özensizlik değildi, aslonanın bu metin olmadığını farkedişle asla gösterilen bir özendi.

Bana gelelim. Bu metin beni yazmakla nasıl barıştırdı? Ben bu mektubu okuyana kadar yazdıklarını çok yırtıp atan, çok silip yeniden başlayan biriydim. Bu mektubu mezkûr perspektifle farkettikten sonradır ki, aslolanın ben veya metnim olmadığını anladım. 'Edebiyat satmayı' bıraktım.

Ondan sonra kalemimden çıkanlara karşı tavrım şöyle oldu: Yazdığım yazıya bakıyorum. Genel olarak vermek istediğim mesajı taşıyorsa, üzerine artık düşmüyorum, silip silip tekrar yazmıyorum. Onu resmin kendisi gibi değil, işaret ettiği şeyin parçası olarak tahayyül ediyorum. Bunu başardığı sürece de işini yapmış sayılır. Kusurlu olmaktan sahibi kurtulmamış ki, metni de kurtulsun! Kolay anlaşılmak. Açık olmak. Aynanın hüneri budur. Bütünü gösterebildiği ve bütüne uyduğu sürece parça başarılıdır. Neden yazdıklarımızı yırtıp yırtıp yeniden yazıyoruz? Çünkü kendimizi ve metnimizi mesajın aslı sanıyoruz. Hayır, biz mesajın ancak parçasıyız. Kalıcı değiliz. Bir an-ı seyyale gölgesinde varolsak yeter. İşaret etsek yeter. Allah şahit olsa, yeter. İnsanın herşeyde olduğu gibi yazmakta da işini zorlaştıran kendini kendinden büyük birşeyin yerine koyması. Ve taşıyamaması.

10 Kasım 2014 Pazartesi

Yazmanın motivasyonları 1: Sana iltifat eden, seni esir almak ister

"Genelde olduğu gibi, bir kişinin kararlılığı, gücünü kalabalıktan alanların cesaretini kırmaya yetmişti." Christopher Hitchens, Genç Felsefeciye Mektuplar

Yazmanın onlarca motivasyon kaynağı içinde yalnız 'beğenilmeye' güvenmek, 'teveccüh-i nas'a müptela olmak, mantıksız iş. Elbette bu mantıksızlığın 'mantıksızlık' olduğunu anlamak için biraz törpülenmeniz gerekiyor. Görmezden gelinmeniz, bekletilmeniz, hatta birkaç kez; "Herkes de yazar oldu arkadaş!" hitabına maruz kalmanız hoş oluyor. Alaya alınmak bile faydalı olabilir bu noktada.

Her nedense, her yazan, ilk yazmaya başladığı günlerde enerji kaynağı olarak 'beğenilme ve farkedilme' arzusunu kullanıyor. Halbuki en marazlısı o. İnsanı kullanılmaya en müsait kılan; hakikati değil, teveccüh edileni söylemeye mecbur eden teveccüh-i nastır. Bediüzzaman'ın teveccüh-i nas ile arasına koyduğu mesafe, yani ondan kaçınmanın gerektiğine dair söyledikleri, sadece kibirden kaçınma merkezinde değil bence. Teveccüh, aynı zamanda yazının (ve öncesinde fikrin) kalitesini de mahveden birşey.

Şöyle ifade edeyim: Bir yazar, birşeyler karalıyorsa ve bu karaladıklarına özeniyorsa, bu, hakikate duyduğu saygıdan dolayı olmalıdır. Kalite veya sanat bu yüzden aranır. "Allah güzeldir, güzeli sever" sırrınca yaptığını güzel yapmak zaten 'yapmanın' omzuna yüklediği birşeydir. Sen bu birincil niyetin ardına ikincil bir niyet (ne bileyim 'insanların beğenisini' mesela) eklediğinde birincil niyetin gümleyip gidiyor. Her yazının bir merkezi oluyor çünkü. Etrafında dönebileceğin yalnız bir eksen var. Merkezine kimi alırsan, sözlerini o şekillendirir. Ya hakikatin kendisi yahut da teveccühün kendisi.

"Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünkü, bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok câ-yı dikkattir. Elhasıl, israf, kanaatsizliği intaç eder. Kanaatsizlik ise, çalışmanın şevkini kırar, tembelliğe atar, hayatından şekvâ kapısını açar, mütemadiyen şekvâ ettirir. Hem ihlâsı kırar, riyâ kapısını açar. Hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir."

İnsanların teveccühünün ayrıca bir esir alıcı, bir de tembelleştirici yanı vardır. Size düzenli iltifat eden bir okurunuzu düşünün mesela. Ondan aldığınız her iltifatta sevindirik oluyor, bulutların üstüne uçuyorsanız, büyük problem; zira tattıra tattıra bağımlısı yaptığı şeyi çekip ücret talep etmesi yakındır. Para olarak düşünmeyin, ilk isteyeceği şey; söylediğinizi, onun doğru bildiği ile çelişmeyecek bir şekilde ifade etmeniz. Yani bükülmeniz. Dilenciliğe hazır olun.

Tamam, bu ilk evrede, sizden birebir düşündüğü gibi şeyler yazmanızı istemez, ama yazdıklarınızın düşünceleriyle çelişmesini de istemez. (Açıkça çelişmesin en azından.) Bu noktada sizi biraz evriltir kendine doğru. Bağımlılığın ilk alameti; hakkın hatırı dışında başka hatırların da 'âli' olmaya başlamasıdır. Onu kırmak istemezsiniz. Bazı cümleleri olması gerektiğinden, belki ilk yazdığınız halinden daha yumuşak söylemeye başlarsınız. Halbuki ilk dersi kaçırmışsınızdır: Hz. Musa'ya 'kavl-i leyyin'le söylettiren Allah'tır, Firavun'un iltifatı değildir. Ve Hz. Musa, kavl-i leyyin'i bükülmek değil; hakikati, hakikatten soğutacak bir damara basma ile söylememek olarak anlamıştır.

İltifatları neden seviyoruz? Eğer yaptığımız şeyin zaten gerçekten 'becerdiğimiz' birşey olduğunu düşünüyorsak, iltifatın varlığı veya yokluğu neyi değiştirir? Sanıyorum iltifat tâbi olma öncelikle yazarın özgüven eksikliğinin bir neticesi. Yani muhtaçsın, yaptığının iyi olduğunu bilmek için bir ikinci kişinin onayını arıyorsun. Zayıfsın. Yoksa yazdığının iyi mi, kötü mü olduğunu bilmiyorsun, o kadar başındasın bu işin. Acaba? Eğer buysa yalnız, böyleleri işte en çabuk yazmayı bırakanlar olur. Çünkü kendileri de kendilerine inanmazlar zaten. Kısa bir ilgisizlik onları bitirmeye yeter.

Yeni yazarların tamamı böyle değil. Bir kategori daha açalım. Zira, ilginç olarak, yazma yolculuğunun en başındaki diğer bir grup insanlar, yani bizler, birileri yazılarımızı beğenmediğinde onlara dil çıkarmaktan ve "Seni kim beğenmiş?" demekten geri kalmıyoruz. (Okusun diye gönderdiğimiz halde.) Demek ki, aslında yazdıklarımızın güzel olduğuna inanıyoruz. Eh, zaten inanıyoruz ki yazıyoruz. Peki, bu gösterme merakı nedir? En açık ifadesiyle: Zaaftır. Hamlıktır. İnsanlar beni sevsin, beni övsün, ben harikayım, ben muhteşemim şeysidir bu. Maskeye gerek yok. Yazılarını sağa sola gönderdikçe; "Öff, yapıştı bu da iyice. Her yazısını gönderiyor!" deyip insanların ardından güldüğü; haydi, gülmese bile sıkıldığı genç yazarlar böyle ortaya çıkar. Çünkü beğenilmeye niyet, beğenilmeyi öldürür.

"Hayrat ve hasenatın hayatı niyetledir. Fesadı da ucb, riya ve gösterişledir. Ve fıtri olarak vicdanda şuurla bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyetle inkıta bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyetledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtri ahvalinölümüdür. Mesela, tevazua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izale eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hakeza, kıyas et."

Ben, bunun yerine, genç yazarlara farklı bir motivasyon kaynağı öneriyorum. Ve altın değerinde bir öneri olduğunu düşünüyorum bunun: Beğenilmek değil; rahatsız etmek, kızdırmak. Bunun beğenilmekten daha güçlü ve daha yazdırır bir güç olduğunu düşünüyorum. Birincisi; ezberbozan her düşünceniz, bir ezbere iliştiğinden dolayı zaten ister istemez 'okunulur' oluyor. Örneğin: Ezberi bozulmasın isteyen, size cevap verebilmek için, okuyor. Ezberinin bozulmasına açık olan ise; "Nihayet ezberimi bozacak malzeme ortaya konmuş!" diyerek sizi takip ediyor. Nasıl ama?

İnsanların aslında o kadar da ehemmiyeti ve samimiyeti olmayan kuru tasdikini almaktansa, 'insanları sarsmaya' ne dersiniz? Okur-yazar ilişkisi anlamında değişen rolleri ise şöyle ifade edebilirim: Onlar sizin sırtınızı sıvazlamasın, siz onları omuzlarından itin. Sarsılsınlar. Dünyanın kafalarının içindekinden ibaret olmadığını hissetsinler. Bu daha çılgınca ve yazdırır bir motivasyon kaynağı değil mi?

Teveccüh müptelası olursanız, insanlar tarafından beğenilmek istedikçe beğenilmeyecek ve soğuk düşeceksiniz. Yazınıza iltifat edenler bile muhtemelen hiç okumadan, hatta biraz sorgulasanız yazınızın başlığını bile hatırlamadan "Kalemin güzel!" diyecekler. Açık söyleyeyim: Aldatılıyorsunuz. İdare ediliyorsunuz.

Okurlar, özellikle kendileri de yazar olan okurlar, onları sarsacak ve tahrik edecek şeyler yazmadığınız sürece size dikkat etmezler. Size ihtiyaç duymazlar ki okusunlar! Zaten kendileri yeterince güzel şeyler yazıyorlar. Bir gencin daha yetişmesi falan. Peh! İnanın bana kimsenin umurunda değilsiniz. Her taraf kum gibi yazar kaynıyor ve bu kazandaki hiçbir dane diğerinin umurunda değil. (Piyasadaki tecrübelerimden bunu söylüyorum.) Ta ki, can yakana kadar. Can yaktığınız zaman "Ne diyor bu salak?" diye okumaya başlıyorlar. Önce sizi değiştirmeye çalışıyorlar. Değiştiremezlerse, anlamaya başlıyorlar. Ama o bile umurunuzda olmuyor. Çünkü artık aradığınız o değil.

Bu yazıyı yazmamın sebebi bana yazılarını gönderen genç arkadaşlardır. Bu arkadaşları anlayamıyorum. Belki ben de onlar gibiydim, bilmiyorum, serüvenimi bu yönüyle çok hatırlamam. Bana yazılarını göndermelerinden sonra, eğer yazdıklarında hata bulursam veya "Şunun altı boş kalıyor" gibi şeyler söylediğimde çok alınıyorlar. Sanki yapmam gereken sadece iltifat etmek. Ve ben bunu farketmiyormuşum gibi oluyor. "Ne yaptın sen? Rezil!"

İnanın bana, bir sonraki maillerinde üşenmeyip benim yazılarımdaki hataları bana yazanlar bile oldu. İyi de ben zaten ne mal olduğumu biliyorum. Bunu senin bana söylemene gerek yok ki. Yazılarını sana gönderen ben değilim, bana gönderen sensin. Ben birşey olduğumun iddiasıyla yazmıyorum o yazıları. Sadece kuyuya bir taş atmak istiyorum, yüz akıllı o taşı çıkarmaya çalışırken bilgi üretsin diye. Bu kadarcık olsa, bana yeter. Kuyuya taş atanla, kuyudan taş çıkarmaya çalışanın motivasyonları aynı değildir. Deli, iltifatın nasıl esir alıcı birşey olduğunu zaten bilir.

5 Eylül 2014 Cuma

İçindeki insana dokunmak

"Kendi nefsime hitaben demiştim: Ey gafil Said! Bil ki, şu âlemin fenâsından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden mufarakat eden bir şeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir." 17. Lem'a'dan.

Bana öyle geliyor ki; nübüvvetin ihlası onun yalnız 'vazife' olmasından değil, seçilen zatın kendisine bildirilen hakikatleri başka insanlarla da paylaşabilme arzusuna (ama çoşkun bir arzu bu) sahip olmasındandır. Hz. Musa ve Nuh misali peygamberler, Hz. İsa ve İbrahim gibi peygamberlere nazaran daha farklı tabiatlı/fıtratlı olabilir. (Bu yüzden Allah Resülü; Hz. Ömer'i bazısına, Hz. Ebu Bekir'i diğer bazısına benzetmiştir bir hadisinde.) Ama bir tane bile cimri peygamber bulamazsınız. Peygamberlerin tamamının meziyetidir cömertlik. İrşadın bir vechi de paylaşmaktır çünkü. Cimriden mürşid olmaz. Nübüvvet, bazı fıtrat nüanslarını kaldırsa da cimriliği kaldıramaz. (Sen istersen sadakaya, zekata ve onlara dair iştiyak eken rivayetlere bu gözle bak. Neyi, neyle talim ettiğini öğren.)

Büyük sandığımız şeyler var. İçimizde duramayacak, sadece bizim olamayacak kadar büyük! Anlatamazsak yüreğimizi çatlatacak, deli edecek kadar büyük! Bu büyük şeyleri anlatmak için yazıyoruz. Büyük şeyler anlatabileceğimizi sanarak yazıyoruz. Fakat nihayetinde vardığımız yer, karşımızdaki insanın gitmek istediği (veya gitmeye müsait olduğu) yer oluyor. Her yazarın gücü bu kadardır. Yani karşısındaki insanın değişmek istediği kadardır. Bir gücü daha var bunun arkasında: Kendi samimiyeti. (Onun da gücü, ardındaki Allah inayeti.) Samimiyetiyle içindeki insana dokunduğunda bir yazar; yani başkasına nasihat eder gibi değil, kendisiyle konuşur gibi, içini döker gibi yazdığında bir müellif; o zaman sözlerinin tesiri daha farklı oluyor. İçinizdeki insana dokunduğunuzda, dışınızdaki insanların da içine dokunmuş oluyorsunuz bir şekilde. Pervaneler gibi etrafınızda toplanıyorlar.

Dıştan dışa değil, içten içe bir yolculuk bu. Bu dokunuşlar, dokunmalar, dokundurmalar, hepsi kalbî oyunlar. Hiç akılla, aklın hileleriyle, Firavun sarayının sihirleriyle işi olmadı bunların. İpi, yılan göstermek; cerbeze etmek, demagoji yapmak hüner değildi. Metinlerin samimiyeti aldı götürdü onları başka hayatlara. Hz. Musa'nın dili peltek olmuş, olmamış ne önemi var? Yüreği peltek değildi ki! Yere attığında asâsını hakiki bir yılan sahibi oluyordu. Düzmece değil. "Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali..." Musa aleyhisselamın hakikat yılanı da bütün sahte yılanları yutuyordu.

Ses hava ile naklolduğu gibi, sözler de samimiyetle, ihlasla nakloldu. Yoksa hiçbirimizin bir diğerimize sözünü geçirmeye, tesir etmeye gücü yoktu. Allah muhabbetten, hüsnüzandan, güvenden ve samimiyetten bir nakil aracı icad etti. Uzayda esir, denizde su, atmosferde hava gibi. Suya taş attığında dalgalar nasıl yayılır? Güneşin ısısı ve ışığı bize kadar nasıl ulaşır? Sesimiz, seslerimiz havada nasıl seyran eder? Bizim fikrimiz de onun/samimiyetin üstünden yayıldı.

Güzel insanların samimi sözlerinin nasıl bu kadar hızlı yayıldığını, nasıl kalplerine mukabil kalpleri böylesine çabuk bulduklarını merak etmiyor muydun sen? İşte cevabını buradan ara. Belki kalplerin iletişime geçtiği bir deniz daha var. İsmi de hava/su/esir değil, samimiyet. O yüzden belki de: "Nefsini ıslah edemeyen, başkasını ıslah edemez." Ve yine o yüzden En'am 36 böyle: "Ancak (samimiyetle) dinleyenler daveti kabul eder."

O nedenle tasannu edip, kurguya sapıp, onunla baklavana fıstık aramaktan vazgeç arkadaşım. Aşçının ve aşının samimiyetiyle yetinmeyi öğren. Allah, İbrahim aleyhisselama çölün ortasında: "İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen argın develer üzerinde sana gelsinler..." emrettiyse; sesine, sesinin kuvvetine, desibeline güvenerek etmedi. İhlas denizinin iletkenliğini ve İbrahim'in vericisinin kuvvetini biliyordu.

Buradan bir kapı da bulabilirsin Risale-i Nur'a giden. Bediüzzaman gibi bir müfessir, İhtiyarlar Risalesi gibi tefsirlerinde neden kendi hatıralarını da anlatıyor? Neden Kur'an tefsiri dediği eserlerinde kendisiyle ve kendisinden konuşuyor? Hangi başka tefsirde gördün bunu? Bence bunun da samimiyetle ve 'önce içindeki insana dokunmak'la bir ilgisi var. Belki bir gün onu da konuşuruz. İçimizdeki insana dokunmaya hazır olduğumuzda. Ben, 17. Lem'a'yı okurken, refleks gibi "Ey gafil Ahmed!" dediğimde. Yani Said derken bile Said ben olduğumda. Gerçekten said olduğumda.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...