motivasyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
motivasyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Nisan 2015 Salı

Hz. Hatice annemizden daha delikanlımızı bulamazsın

Güzel görmek, eşyayı olmadığı bir hale sokmak, bunun için algımızı bükmek değil, olduğu hali görmektir. Yani zaten güzel olanı öyle görmektir. Evet. Varlık hayır üzere yaratılmıştır. Mü’minin imanı budur. Çünkü Allah Cemîl’dir, Hakîm’dir, Rahîm’dir. Bütün isimleri güzeldir. Kendisini hem Kur’an’ında, hem insandan hitabı nübüvvette, hem bizdeki nakşı vicdanımızda, hem de kainat kitabında böyle haber vermiştir. Her eserinde Esmaü’l-Hüsna’sının izleri bulunur. Varlıktaki güzellik kaçınılmazdır. 

Fakat, arkadaşım, zaten güzel olanı öyle görmek bile bir güzel nazar istiyor. Niyet istiyor. İman istiyor. Önceden hazırlanış istiyor. Biraz da büyük resmi kollamaya yatkın bakış istiyor. Yanlış anlaşılmasın. Burada ayıklamayı dilediğimiz şey baktıklarımızda değil. Sınırlarımızın kirleticiliğinden kurtulmayı diliyoruz biz. Eksik bilişimizin, hissedişimizin, görüşümüzün kusurlarından uzaklaşmaya çalışıyoruz. Güzel görmek mesaisi en azından bu. Çirkinlik sanrısının bizden kaynaklandığını anlamak. Ya bizzat yahut da neticeleri itibariyle güzel olanı farkedemeyenin biz olduğumuzu bilmek. Âlemi ‘kendimizde’ düzeltmek.

“Hayır küllî, şer cüz’îdir.” Mürşidim böyle söylüyor. Bizi parçalara bakarken yaşayacağımız yanılgılardan korumaya çalışıyor. Bütünün cüzlerinin toplamından fazlası olduğunu hatırlatıyor. Şunu da unutmamak gerekir ki arkadaşım: Vahyin küllî öğretisiyle yumuşatılmamış akıl tahripçidir. Hırpalayarak anlar. Yoğunlaştığını parçalar. Kopardığını geri vermez. Birşeyi sırf akılla anlamaya çalışmak varlıktan gasıbane ayırmaktır. Konsantrasyon dediğimiz aslında bir nevi körelme. İhtisas, alanının dışına kapanma. Evet. Gayrısına körleşme. Sadece o olma. Sadece onda olma. Sadece onun sende olması. Hatta bu tahripçiliğin her duyumuza sirayet etmiş olduğunu söyleyebiliriz. Demek sınırlı olanın fıtratında fethetmek istediğini de sınırlandırmak var. Hakkı olmasa bile. Emaneti aldığımız andan itibaren ‘çok zalim’ ve ‘çok cahiliz.’ Madem ki parçalamakla biliyoruz. İkisi de kaçınılmaz.

Dikkat etmemiz de parçalamaktır dikkat çekmemiz de. Vurgulamadan ele alamayız hiçbirşeyi. Avuçlarımız küçüktür. Vurgumuzsa parçayı bütüne hâkim kılmaktır. Veya en azından daha/ilk görünür kılmaktır. Zalimdir. Mahluk, madem ki mutlak olamaz, o halde her tasarrufu kayıtlarıyla yaralıdır. Sınırlarıyla berelidir. Cahildir. Bu halimizden korkmalıyız arkadaşım. Hem de çok korkmalıyız. Ârif şu karanlığını farkettiği için sezgisinden vahye kaçar. Kendisinden Allah’a sığınır. Keşfine mutlak şekilde güvenmez. “Allahu a’lem!” demeden zannını açmaz. Bir fikrin Kur’an’a ve sünnete uygunluğunu sınamak aynı zamanda bütüne uyumunu sınamaktır. Bütüne uymayan parça reddedilir. Hoşumuza gitse de gitmese de. Son minvalde hakikatin hükmü bütündedir.

“Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak ‘nazarında’ pek fena bir memlekete düşer. (...)Vicdanı azap içinde kalır.” Nazarında düşer fakat kendi parçası dahi bu parçalayışını onaylamaz. Çünkü şuurunda olmasa bile fıtratı/vicdanı bütününün farkındadır. Tecrübe dediğimiz şey de aslında biraz buna bakıyor. Evet. Tecrübe sahibi, olayları, ‘fiil’ değil ‘kanun’ olarak okumayı öğrenmiş demektir. “Bu böyle olduğunda mutlaka şöyle olur...” Tecrübe böylesi cümlelerinizin isabetine bakar. İşte ‘böyle olduğunda nihayetinde şöyle olduğu’ bilgisi biraz bütüne aşinalık istiyor. Bütüne aşinalığınız azaldıkça tecrübelerinizin güvenilirliği azalır. Gençlerin tecrübesizliğinden bahsedildiğinde kastedilen de budur.

Daha çok zamanda varolmanın daha çok şeyin farkında olmakla ve dolayısıyla daha çok an ve fiilin şahidi olmakla ilgisi var. Daha çok anın ve fiilin şahidi olmak ve bu daha çok an ve fiilin farkında olmak, onlar arasında kıyaslamalarda bulunup, kanunları keşfetmenizi sağlar. Yine mürşidim diyor ki mesela: “Kanun bir silsiledir; ef’âl onunla bağlıdır.” Demek, ne zaman fiilerin bağlı olduğu kanunu keşfettin, o zaman zamanın biraz daha ötesine uzanmış yargılarda bulunabilirsin. Çünkü bugün öyle olan muhtemelen yarın da öyle olacaktır. Bugün göğe attığın taşların düştüğünü görüp yarın atacaklarının da düşeceğini tahmin etmek kehanetten sayılmaz. Sen yalnızca bir âdetullahı yakalamışsın. Yani farketmişsin. Onu okuyorsun. Okuduğunu anlatıyorsun.

Peki kanun ne? Kanun Allah’ın tekrarlanan fiileri/emirleri. Onun, sıfat derecesinde hep öyle yaptığını, şuunat derecesinde hep öyle yapmayı sevdiğini farketmen. Sana açılmış bir fiilî dua yoluna uyanman. Tarlayı ekersen mahsûl bağışlanır. Allah’ın birşeyi hep öyle yapması, sana, duanın kabul olmaya yatkın olduğu yönü öğretiyor. “Hep öyle yapıyorsa öyle yapılmasını seviyordur!” diyebiliyorsun mesela. Tekrarını kastına yoruyorsun. Evet. Tekrar kastın delilidir. Bilişin, seçişin, iradenin işaretidir. Kastta bir muhabbet kokusu da var şüphesiz. Böylece fiillerden isimleri çıkardığın gibi kanunlardan da şuunatı okuyabiliyorsun.

“Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbinitemizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.”

Evet, eser fiili, fiil esma-i ilahiyeyi gösterir. Fakat kanunlar şuunat-ı ilahiyeye aynalık eder. Şuunat okuması mü’minin pahabiçilmez tecrübesidir. Biz bu nevi tecrübeye ‘marifet’ de diyoruz. Elhamdülillah. Eğer, Allah’tan kopuk bir şekilde kainattaki bir kısım kanunları keşfetmişse bir münkir, o da bir tecrübedir, ama eksiktir. Tevhide imanı olsaydı, kanunlardan sonra şuunata, yani Allah’a, oradan da Vahid olanın yarattığı herşeye dair çıkarımlarda bulunabilirdi. Evet. Biz de imtihan sürecimizde bunun yollarını arıyoruz. Mürşidim yine bir yerde diyor: “Görüyoruz ki, herbir fiil-i icadî, ekser mevcudatı ihata edecek derecede geniş ve zerreden şümusa kadar uzun birer kanun-u hallâkıyetin ucu olarak görünüyor.” Fiilden kanuna, kanundan şuunata...

Şuunat bilgisi, yani Allah’ın hep öyle yapmayı sevdiğini öğrenme hali, mü’minin en büyük keşfidir. Statik esma bilgisinden dinamik bir şuunat düzeyine çıkıldığı zaman, Allah, rızası celbedilir bir Allah olur. Allah değişmez de senin kafandaki marifeti bir eşik atlamış olur. Sen değişirsin. Tıpkı Fatiha’da atlanılan eşik gibi. ‘Hesap gününün sahibi’ olduğunu gördüğün Allah’a kendini sevdirmenin de bir yolunu bulursun. “Hesap günü varsa, demek ki, hesaplanacak güzel şeyleri arttırmakta, kötü şeyleri azaltmakta fayda da var!” dersin. Bu da seni “Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz!” noktasına götürür.

Güzel görmek, işte, şuunatı böylesine yüce bilinen bir Allah’ın, suizannımızdaki gibi kötü şeyler eylemeyeceğini anlamaktır. Allah’tan (el-Emin’den) marifetiyle emin olmaktır. Cümlelerimin kusuruna bakmayın. Başka nasıl söylenir bilemiyorum. Kusurlu bir misal: Güzel görmek bahsinde kulun Allah’la olan hali, her görüştüğümüzde, “Bana ne hediye getirdin?” diye soran yeğenime benziyor. Elimdeki poşette hediye göremeyince ceplerimi karıştırıyor. Daha olmazsa tekrar tekrar soruyor. Hediye getirmenin huyum olduğunu biliyor çünkü. Bu bilgisinden dolayı hüsnüzannı üzerimden eksik olmuyor.

Kötülük yeğenimin hangi cebimde saklı olduğunu bilmediği hediyesini buluncaya kadar geçen zaman gibi. Güzel görmek de bana dair bir hüsnüzan. “Dayım böyle yapmaz. Kesinlikle bir hediye getirmiştir. Nerede acaba?” demek biraz. Hüsnüzan bütüne yöneliktir. Suizan parçada boğulmaktır. Kem bir sözü nakledildiğinde sevdiğinizin “O öyle şey demez!” demek, davet edildiğiniz yerde kapıyı kimse açmadıysa “Böyle yapmazlardı!” deyip sağa sola bakınmak, emin arkadaşınız beklettiğinde “Biraz daha bekleyeyim. Mutlaka gelir!” diyebilmek... Bu yaptıklarını Allah için de yaparsan, işte, o güzel görmek olur. Zaten el-Emin olan Allah’ın gölgesine sığınmak ‘güzel görmek’le olur. “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.”

Bu bahiste Bediüzzaman’dan önce mürşidim Hz. Hatice radyallahu anha annemdir. Ki o, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, nübüvvetin ilk müjdelerini aldığında cin çarpmasından endişelenince, kendisine şöyle demişti:

“Endişelenme! Yemin ederim ki Allah Teâlâ asla Seni mahcup etmez. Çünkü Sen akrabalık bağlarını gözetirsin, doğru konuşursun, zayıfların yükünü çekersin, yoksulların derdine derman olursun, misafirleri ağırlarsın, haksızlığa uğrayan kimselere yardım edersin.” Daha eşine nübüvvet gelmeden, devr-i cahiliye içinde böyle bir Allah marifeti olan, Onun şuunatı hakkında “O, Senin gibi iyi olana kötülük edecek bir Allah değildir, çünkü Allah öyle değildir!” tesbitinde bulunabilen bir anne, elbette, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın eşi olmaya bihakkın layıktır. Sana son birşey daha diyeyim mi arkadaşım: Mevzu Allah hakkında hüsnüzan, yarattığı hakkında güzel görmekse, Hz. Hatice annemizden daha delikanlımızı bulamazsın. Bunu da hatırında çıkarma.

13 Kasım 2014 Perşembe

Beğenilmesen de yazamaz mısın yani?

"İnsanlar onlara: 'Düşmanınız olan insanlar, size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun' dediler. Bu onların imanını artırdı da: 'Allah bize yeter. O ne güzel Vekil'dir' dediler." Âl-i İmran sûresi, 173.

Bu hafta daha önce çizdiğim şeylerin altını birazcık sileceğim. Belki fazla yalın ifade ettiğim şeyler oldu. Onları bir parça yumuşatmak lazım. Öncelikle: Genç yazarlara hiçkimsenin aldırmadığını söylemiştim. O kısmen yanlış. Fakat nasıl söylesem? Mümkünse ilk el aldığınız yerden başka bir yere yüzünüzü dönün farkedilmek için. Yahut da farkedilmeyi aramayın. İkinci söylediğim biraz daha zor geldiğinden ve yeni yazarlarda en az bulunan şey 'sabır' olduğundan birincisine geri dönelim: Yüzümüzü başka yere dönmek ne demek?

Bir yazar adayı genelde içinde yetiştiği ortam tarafından en son farkedilir. Önce farkedenler ise neredeyse herkestir. Sizi evveliyatınızla tanımayanlar, eğer varsa, yeteneğinizi daha kolay gözlemlerler. Bu bir açıdan şuna benzer: Ebeveyniniz sürecin her aşamasını görebildikleri için yıllar sonra tekrar uğrayan bir yabancı kadar boyunuza şaşırmazlar. Canlandıralım: Selami amcalar geliyor ve "Aaa! Vaaay! Bu çocuk kocaman olmuş!" deyiveriyor. On santim uzamışsınız belki. Ebeveynde ise tık yok: "Ayol ne büyümesi. Aynı çocuk işte. Abartma!" Bu neden mi böyle? Çünkü yakınlarınız yavaşça ısınan sudaki kurbağaya benzer. Pişene kadar piştiğini anlamaz. Yabancılarsa kaynar suya atılan kurbağalar gibidir. Hemen ısı farklılığını algılarlar. Misalimiz Fransız mutfağındandı.

Bir yakınınıza yazı gönderip "Beni okur musun?" demek darağacında sıranızı beklerken cellada "Şu tabureyi azıcık iter misin?” demeye benzer. Yazıyı gönderdiğiniz anda 'olmadığınızı' ilan edersiniz çünkü. Karşınızdaki de size ‘olmuş’ muamelesi yapmaz. Daha doğru olan, eğer yapılmadan durulamıyorsa, karşıdakinin takdirini bekleme dürtüsüyle değil, yazıdaki düşünceyi istişare etme niyetiyle göndermektir. Bu sırada yazı zaten muhatapça okunmuş olur.

Belki şu usûl denenebilir: "Böyle birşey karaladım, ama bir baksana sen de, yanlış söylediğim veyahut ilave etmem gereken birşey var mı?" Görüldüğü gibi burada karşı tarafa değerlendirmesi için sunulan şey 'yazarlığınız' değil, ıskaladığınız veya eksik kalan şeydir. Bu muhatabınıza şu mesajı verir: "Adamım, yazabildiğimi biliyorum, sakın yeteneğimi sorgulama. Birşeyler katabileceksen, onu bekliyorum, tamam mı?" Çünkü zaten yazar adayları yazamadıklarına inanmaya yatkın değildirler. Ancak bunu açıktan söylemezler. Kendilerini doğru şekilde ifade edememeleri nedeniyle de teşebbüsleri genelde kırgınlıkla neticelenir.

Ancak, bir kardeşiniz olarak ben, hiçkimseye yazılarınızı göndermemeniz taraftarıyım. Şahsen ben gönderdiklerimden fayda görmedim. Emeğimize bağlı şeylerin yardımla hızlı aşılacağını düşünmek yanlış. Ne güzel. Teknoloji ilerlemiş. Blog kurabiliyor, sosyalmecralardan yazılarınızı çok daha fazla kişiye, üstelik isimlerine mail atmadan ulaştırabiliyorsunuz. O halde ümit maskesi takmış bir açgözlülükle daha fazlasına zorlamamak lazım. “İkincil niyetler birincil niyetleri öldürür!” demiştim serinin bir önceki yazısında. Bunu şimdi Bediüzzaman'ın 9. Mektup'taki bir izahıyla da detaylandırmak istiyorum. Diyor ki mürşidim:

"Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir. Bakar ki, muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî câh olan merâtib-i mâneviyeye ve derecât-ı kurbiyeye ve zâd-ı âhirete ve hakikî mal olan a'mâl-i salihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âli bir haslet olan hırs-ı hakikîye inkılâp eder."

Evet, birincil niyetiniz eğer dünya olursa, kaçınılmaz bir şekilde 'tiksintiyi' üzerinize çekiyorsunuz. Uğraştığınız da bu yüzden elinize daha zor geçiyor veya hiç geçmiyor. Fakat birincil niyetinizi fıtrî gelişim sürecine, yani bir açıdan ‘kimseye el açmadan farkedilme sürecine’ bıraktığınızda, hırsınız da doğru yere kanalize olduğundan sizi yarı yolda bırakmıyor. Çalışmaya devam ediyorsunuz.

Misal: Yazmanın gerek şartının güzel/faydalı şeyler yazmayı istemek, yeter şartının da bunları yazabilmek olduğunu düşünürseniz, bu düşünce sizi bir ömür verimli kılabilir. Seçiminiz kısa vadede maddi bir fayda getirmeyecek ancak uzun vadede 'yazmış olmayı başarmak'tan dolayı sizi iç huzura kavuşturabilecek birşeydir. Ve burada hırsınız 'kendi istidadınızı/yeteneğinizi isbat' olduğundan alacağınız lezzet de lezzet-i ruhaniyeye yaklaşır. Lezzet-i ruhaniye ile nefsî lezzetlerin birbirinden ayrıldığı yer: Ruhanî lezzetin tadı damaktan gitmez. Nefsî lezzet tattığın anda senden ayrılır, terkeder, geriye özlemi/sancısı kalır.

Bir fakire sadaka vermek anımsadığınız her anda size lezzet-i ruhaniye verir. Tadı hep damakta kalır. Ancak herhangi bir harama ayırdığınız, onunla ilgili his tatmin olduktan/doyduktan sonra, sancımaya başlar. Edilen masraf hatırlanır, harcanan vakit yüreği sıkar, elde kalanın hiçliği canı darlandırır, pişmanlığı vicdana baskı yapar, ruhunuz inim inim inler. Nefsî lezzetlerin ömrü helal dairesinde bile olsalar kısadır. Ama lezzet-i ruhaniye dediğimiz şeyin saadeti ruh gibi bakidir.

İşte, yazmanın hedefi olarak lezzet-i ruhaniyeye daha yakın birşey seçerseniz, onun gücü sayesinde daha devamlı çalışırsınız. Misal: Yazmanın amacı olarak rıza-yı İlahî'yi ararsanız elbette bu arayış sizi daha çok yazar kılar ve onay almak zorunda da bırakmaz. Çünkü Onun rızası amelin kalitesinden ziyade niyetteki ihlasa bakar. Varmayanı da yola çıktı diye kabul etme ihtimali vardır.

Bu semaya çıkması zor. Kabul. Fakat bari ‘fıtratınızın hakkını vermeyi’ merkezinize alsanız. Mesela: Sırf Yaradanınızın size yazmayı sevdirmesinden ötürü yazsanız. Başkalarından birşey aramadan, "Siz olmasanız da ben yazacaktım, evet, çünkü buna yaratılmışım!" diyebilseniz, o vakit bu da sizi verimli kılar. Hüzne de uğratmaz. Hadi, buna da çıkamadınız, keşke inatçı olsanız. Size: "Sen yazmayı beceremiyorsun!" diyenlerin inadına kalemi kovalamaya devam etseniz. Bu sefer de inat ile yazsanız. İnat da güzel yazdırır çünkü:

"Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni umurlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen bir şeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şeye inat namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata inkılâp eder."

Yani yazmanın çok farklı motivasyonları da var. İnat, öfke, ihtiyaç, intikam, kendini gerçekleştirmek, işe yaramak, birşeyler üretmek, ihlas vs. Neden ‘beğenilmek’ veya ‘çok satmak’ isteyesiniz ki? (Tamam, para da tatlıdır, haklısınız.) Onların motivasyonu sizi bir yere kadar götürür. Doyumunda ise amaçsız bırakır. Hem yazarların bin tanesinden ancak bir tanesi gördüğü ilgi ile tatmin olur. Gerisi açıkta kalır. Dürüst olalım arkadaşım. Yazı piyasası öyle geçim sağlanacak bir yer değildir. Tutması ihtimali milli piyango bileti kadar uzaklarda bir hülya için çabalamaktansa, inadınızı kızıştırıp, farkedilmemenin intikamını bahtınızdan alsanıza! İnanın bana, intikam, ilham perilerinden daha çok yazdırır.

10 Kasım 2014 Pazartesi

Yazmanın motivasyonları 1: Sana iltifat eden, seni esir almak ister

"Genelde olduğu gibi, bir kişinin kararlılığı, gücünü kalabalıktan alanların cesaretini kırmaya yetmişti." Christopher Hitchens, Genç Felsefeciye Mektuplar

Yazmanın onlarca motivasyon kaynağı içinde yalnız 'beğenilmeye' güvenmek, 'teveccüh-i nas'a müptela olmak, mantıksız iş. Elbette bu mantıksızlığın 'mantıksızlık' olduğunu anlamak için biraz törpülenmeniz gerekiyor. Görmezden gelinmeniz, bekletilmeniz, hatta birkaç kez; "Herkes de yazar oldu arkadaş!" hitabına maruz kalmanız hoş oluyor. Alaya alınmak bile faydalı olabilir bu noktada.

Her nedense, her yazan, ilk yazmaya başladığı günlerde enerji kaynağı olarak 'beğenilme ve farkedilme' arzusunu kullanıyor. Halbuki en marazlısı o. İnsanı kullanılmaya en müsait kılan; hakikati değil, teveccüh edileni söylemeye mecbur eden teveccüh-i nastır. Bediüzzaman'ın teveccüh-i nas ile arasına koyduğu mesafe, yani ondan kaçınmanın gerektiğine dair söyledikleri, sadece kibirden kaçınma merkezinde değil bence. Teveccüh, aynı zamanda yazının (ve öncesinde fikrin) kalitesini de mahveden birşey.

Şöyle ifade edeyim: Bir yazar, birşeyler karalıyorsa ve bu karaladıklarına özeniyorsa, bu, hakikate duyduğu saygıdan dolayı olmalıdır. Kalite veya sanat bu yüzden aranır. "Allah güzeldir, güzeli sever" sırrınca yaptığını güzel yapmak zaten 'yapmanın' omzuna yüklediği birşeydir. Sen bu birincil niyetin ardına ikincil bir niyet (ne bileyim 'insanların beğenisini' mesela) eklediğinde birincil niyetin gümleyip gidiyor. Her yazının bir merkezi oluyor çünkü. Etrafında dönebileceğin yalnız bir eksen var. Merkezine kimi alırsan, sözlerini o şekillendirir. Ya hakikatin kendisi yahut da teveccühün kendisi.

"Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünkü, bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok câ-yı dikkattir. Elhasıl, israf, kanaatsizliği intaç eder. Kanaatsizlik ise, çalışmanın şevkini kırar, tembelliğe atar, hayatından şekvâ kapısını açar, mütemadiyen şekvâ ettirir. Hem ihlâsı kırar, riyâ kapısını açar. Hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir."

İnsanların teveccühünün ayrıca bir esir alıcı, bir de tembelleştirici yanı vardır. Size düzenli iltifat eden bir okurunuzu düşünün mesela. Ondan aldığınız her iltifatta sevindirik oluyor, bulutların üstüne uçuyorsanız, büyük problem; zira tattıra tattıra bağımlısı yaptığı şeyi çekip ücret talep etmesi yakındır. Para olarak düşünmeyin, ilk isteyeceği şey; söylediğinizi, onun doğru bildiği ile çelişmeyecek bir şekilde ifade etmeniz. Yani bükülmeniz. Dilenciliğe hazır olun.

Tamam, bu ilk evrede, sizden birebir düşündüğü gibi şeyler yazmanızı istemez, ama yazdıklarınızın düşünceleriyle çelişmesini de istemez. (Açıkça çelişmesin en azından.) Bu noktada sizi biraz evriltir kendine doğru. Bağımlılığın ilk alameti; hakkın hatırı dışında başka hatırların da 'âli' olmaya başlamasıdır. Onu kırmak istemezsiniz. Bazı cümleleri olması gerektiğinden, belki ilk yazdığınız halinden daha yumuşak söylemeye başlarsınız. Halbuki ilk dersi kaçırmışsınızdır: Hz. Musa'ya 'kavl-i leyyin'le söylettiren Allah'tır, Firavun'un iltifatı değildir. Ve Hz. Musa, kavl-i leyyin'i bükülmek değil; hakikati, hakikatten soğutacak bir damara basma ile söylememek olarak anlamıştır.

İltifatları neden seviyoruz? Eğer yaptığımız şeyin zaten gerçekten 'becerdiğimiz' birşey olduğunu düşünüyorsak, iltifatın varlığı veya yokluğu neyi değiştirir? Sanıyorum iltifat tâbi olma öncelikle yazarın özgüven eksikliğinin bir neticesi. Yani muhtaçsın, yaptığının iyi olduğunu bilmek için bir ikinci kişinin onayını arıyorsun. Zayıfsın. Yoksa yazdığının iyi mi, kötü mü olduğunu bilmiyorsun, o kadar başındasın bu işin. Acaba? Eğer buysa yalnız, böyleleri işte en çabuk yazmayı bırakanlar olur. Çünkü kendileri de kendilerine inanmazlar zaten. Kısa bir ilgisizlik onları bitirmeye yeter.

Yeni yazarların tamamı böyle değil. Bir kategori daha açalım. Zira, ilginç olarak, yazma yolculuğunun en başındaki diğer bir grup insanlar, yani bizler, birileri yazılarımızı beğenmediğinde onlara dil çıkarmaktan ve "Seni kim beğenmiş?" demekten geri kalmıyoruz. (Okusun diye gönderdiğimiz halde.) Demek ki, aslında yazdıklarımızın güzel olduğuna inanıyoruz. Eh, zaten inanıyoruz ki yazıyoruz. Peki, bu gösterme merakı nedir? En açık ifadesiyle: Zaaftır. Hamlıktır. İnsanlar beni sevsin, beni övsün, ben harikayım, ben muhteşemim şeysidir bu. Maskeye gerek yok. Yazılarını sağa sola gönderdikçe; "Öff, yapıştı bu da iyice. Her yazısını gönderiyor!" deyip insanların ardından güldüğü; haydi, gülmese bile sıkıldığı genç yazarlar böyle ortaya çıkar. Çünkü beğenilmeye niyet, beğenilmeyi öldürür.

"Hayrat ve hasenatın hayatı niyetledir. Fesadı da ucb, riya ve gösterişledir. Ve fıtri olarak vicdanda şuurla bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyetle inkıta bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyetledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtri ahvalinölümüdür. Mesela, tevazua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izale eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hakeza, kıyas et."

Ben, bunun yerine, genç yazarlara farklı bir motivasyon kaynağı öneriyorum. Ve altın değerinde bir öneri olduğunu düşünüyorum bunun: Beğenilmek değil; rahatsız etmek, kızdırmak. Bunun beğenilmekten daha güçlü ve daha yazdırır bir güç olduğunu düşünüyorum. Birincisi; ezberbozan her düşünceniz, bir ezbere iliştiğinden dolayı zaten ister istemez 'okunulur' oluyor. Örneğin: Ezberi bozulmasın isteyen, size cevap verebilmek için, okuyor. Ezberinin bozulmasına açık olan ise; "Nihayet ezberimi bozacak malzeme ortaya konmuş!" diyerek sizi takip ediyor. Nasıl ama?

İnsanların aslında o kadar da ehemmiyeti ve samimiyeti olmayan kuru tasdikini almaktansa, 'insanları sarsmaya' ne dersiniz? Okur-yazar ilişkisi anlamında değişen rolleri ise şöyle ifade edebilirim: Onlar sizin sırtınızı sıvazlamasın, siz onları omuzlarından itin. Sarsılsınlar. Dünyanın kafalarının içindekinden ibaret olmadığını hissetsinler. Bu daha çılgınca ve yazdırır bir motivasyon kaynağı değil mi?

Teveccüh müptelası olursanız, insanlar tarafından beğenilmek istedikçe beğenilmeyecek ve soğuk düşeceksiniz. Yazınıza iltifat edenler bile muhtemelen hiç okumadan, hatta biraz sorgulasanız yazınızın başlığını bile hatırlamadan "Kalemin güzel!" diyecekler. Açık söyleyeyim: Aldatılıyorsunuz. İdare ediliyorsunuz.

Okurlar, özellikle kendileri de yazar olan okurlar, onları sarsacak ve tahrik edecek şeyler yazmadığınız sürece size dikkat etmezler. Size ihtiyaç duymazlar ki okusunlar! Zaten kendileri yeterince güzel şeyler yazıyorlar. Bir gencin daha yetişmesi falan. Peh! İnanın bana kimsenin umurunda değilsiniz. Her taraf kum gibi yazar kaynıyor ve bu kazandaki hiçbir dane diğerinin umurunda değil. (Piyasadaki tecrübelerimden bunu söylüyorum.) Ta ki, can yakana kadar. Can yaktığınız zaman "Ne diyor bu salak?" diye okumaya başlıyorlar. Önce sizi değiştirmeye çalışıyorlar. Değiştiremezlerse, anlamaya başlıyorlar. Ama o bile umurunuzda olmuyor. Çünkü artık aradığınız o değil.

Bu yazıyı yazmamın sebebi bana yazılarını gönderen genç arkadaşlardır. Bu arkadaşları anlayamıyorum. Belki ben de onlar gibiydim, bilmiyorum, serüvenimi bu yönüyle çok hatırlamam. Bana yazılarını göndermelerinden sonra, eğer yazdıklarında hata bulursam veya "Şunun altı boş kalıyor" gibi şeyler söylediğimde çok alınıyorlar. Sanki yapmam gereken sadece iltifat etmek. Ve ben bunu farketmiyormuşum gibi oluyor. "Ne yaptın sen? Rezil!"

İnanın bana, bir sonraki maillerinde üşenmeyip benim yazılarımdaki hataları bana yazanlar bile oldu. İyi de ben zaten ne mal olduğumu biliyorum. Bunu senin bana söylemene gerek yok ki. Yazılarını sana gönderen ben değilim, bana gönderen sensin. Ben birşey olduğumun iddiasıyla yazmıyorum o yazıları. Sadece kuyuya bir taş atmak istiyorum, yüz akıllı o taşı çıkarmaya çalışırken bilgi üretsin diye. Bu kadarcık olsa, bana yeter. Kuyuya taş atanla, kuyudan taş çıkarmaya çalışanın motivasyonları aynı değildir. Deli, iltifatın nasıl esir alıcı birşey olduğunu zaten bilir.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...