Nazar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nazar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Nisan 2022 Salı

Allahsız aslında 'Bismillahsız'dır

“Allah’ın 99 ismi vardır. Yüzden bir eksik. Bu isimleri bir kimse ezberlerse Cennet’e girer. O tektir, teki sever.” (Buhârî, De’avât 68)

Mercek ki görmek içindir. Yanlışsa gözü kör eder. Yakını görmeye başkadır. Uzağı görmeye başkadır. Hipermetrop gözlüğüyle uzak bakılmaz. Miyop gözlüğüyle yakın gezilmez. Optiğin bu dersinin nurla ilgili her meselemize tuttuğu bir ışık var. Madem hidayet de bir nurdur. Yani: İrade duasından sonra el-Hâdî'nin kalbimizde yaktığı ziyadır. O halde onda da 'hangi merceğin takılı olduğuna' dikkat edilecek. Yanlışı olursa her manzara çaresiz kalır. Peki, maddiyatın mercekleri bellidir de, maneviyatın mercekleri nelerdir? İşte onları ben iki kısma ayırıyorum arkadaşım: 

Bu merceklerin bir kısmı insandadır-insandandır. Dürbünün şu ucu ta kalbimize sokulur. 'Ben'e dokunur. Neredeyse ondan yapılır. Yani: İçimizin ayarları bozulursa dış algımızı da bozar. Karamsar için dünya karanlıktan ibarettir. Ruhuna güneşin sızmasına izin vermez gözlükleri. Sadece bugünden değil geçmişten ve gelecekten de. Suizan da vardır her karamsarlığın içinde. Yaratılana karşı bir suizan. Yaradana karşı bir suizan. Yaratışına dair bir suizan. Zaten salt 'şimdinin kötülüğü' değildir karamsarı karamsar yapan. Bedbinliğin esas kuvveti mâziye-âtiye uzanan kollarıdır. Karamsar sırf şimdiyi kötü bulduğu için geçmişe-geleceğe iftira etmez. Geçmişe-geleceğe suizan beslediği için de şimdiye iftira eder. Suizan ettiği esasında Allah'tır.

Allahsız 'Allahsız' değil Allahlı 'Allah düşmanı'dır. Kendisine Allah olacak yer bırakmadığı için Allah'a husumet eden bir Allahlıdır Allahsız. Yani: Allah'ı anlaması için verilmiş 'ene'yi hakikatte Allah olmadığına ikna edemediğinden Allah'ın tek olmasını haksızlık sayar. Ona (hâşâ) bir gâsıp gözüyle bakar. Ben derim ki arkadaşım: Ene Risalesi'nde özetlendiği gibidir mesele. Bizdeki rububiyet 'mevhum'dur. Meridyenler gibi 'olmadığı halde var farzedilen'dir. Bu farzediş elbette bir ölçüm-kıyas kolaylığı sağlar. (Bilmek de zaten buradan doğar.) Hakikatteyse kainat iki sonsuzluğu birden kaldırmaz. Sonsuzluğun şanında tek olmak vardır. Sonsuzluğun  başka bir sonsuza sonlandırılması mantıksızdır. Birşey ya sonsuzdur yahut da sonlu.

'Benim, ben yaptım, benim gücüm...' gibi kullanımlarımız 'aslını tanıtması gereken taklitler'dir en özünde. Tanıtmadıkları anda aslın da hasmı olmaya başlarlar. Gökleri, yeri, dağları yüklenmekten korkutan budur. Bu ikinci ihtimaldir. Emaneti sahiplik sanmak tehlikesidir. Kılavuzun yolu kaybetmesidir. Hatta menzili bizzat kendisi sanmasıdır. Kervanını ekseninde döndürüp maksuddan etmesidir. Sana bu dozer yolu açman için verilmiştir. Keyfolsun diye yol yıkarsan kapatan sen olursun.

Dürbünü çevirmek fonksiyonunu da çeviriyor. Yakınlaştıracak uzaklaştırıyor. Allahsız da, eğer kendisini 'Allahsız' diye tarif ediyorsa, yokluğu değil 'uzaklığı' kastediyordur ancak. Hatta giderek uzaklaşmayı. Marifetini düşüncesinden-dünyasından itişini. ("Bundan böyle evsizler gibi yaşayacağım!" diyen adam evleri yokedebiliyor mu?) Bu âlemi artık Allahsız okumaya-yaşamaya-tanımaya çalışacağını anlatmak istiyordur. Yani bizim 'Bismillah' ile kastettiğimizin tersine niyet ediyordur. Evet. Demek Allahsız aslında 'Allahsız' değil de 'Bismillahsız'dır. Allah'ın güzel adıyla-marifetiyle bakmamaya niyet etmiştir. Allahsızlığı gözlüğü kılmıştır. Nazar seçmiştir. Gayesinden dolayı görüşünü öyle tarif eder. Hakikati değil 'arayış niyetini' açık eder.

"Gözlem kuram yüklüdür!" der bilim felsefecileri. Allahsızların da kurguladıkları karanlık gözlemlerine tesir etmeye başlar. Gayrı kendilerinin istediği gibi olmayan herşeyden bir (hâşâ) 'Allah hatası' çıkarılabilir. Madem ki rububiyet hakkı ellerinden alınmıştır. Şeker gösterilmiş ama verilmemiştir. Dedikleri gibi olmamaktadır işler madem. O halde onlar da şekeri sulfato sayarlar. Uzanamadıkları ciğere mındar derler. Kavuşamadıkları üzüme 'ekşi' diye kızarlar. Varlıkla münasebetleri bu şekilde olduğundan içlerinde biteviye bir düşmanlık büyür. Bu düşmanlık ta inkâra dayanır. Güzele küsen yüzüne kezzap atamazsa güzelliğini inkâr eder. Dokunulamayana düşmanlık inkârla olur çünkü. İnkâr kindarlığın savunma sanatıdır.

Durun. Mercekle iş bitmiyor. Dürbünün iki ucu var. İçinizdeki düzelttiğinizde işin büyük kısmını halledersiniz. Maşaallah. Fakat yetinmemelisiniz. Bir de renkleri öğrenmeye ihtiyacınız var. Doğru ismin gölgesinde doğru tecelliye bakmak var. Mesela: Küçük şeylere bakarken cirmlerine takılmamalısınız. "Allah bunlarla neden uğraşsın ki!" deyip hataya sapmamalısınız. Çünkü o küçücük şeylerde de dönen büyük hikmetler var. Yani orada da Allah büyüklüğünü gösteriyor yine. Lakin üzerine hikmet elbisesini giydiriyor. el-Hakîm merceği olmayan göremez. Belki mahvolur.

Herşeyde Esmaü'l-Hüsna'nın hisseleri var. Kimisi öne çıkıyor. Kimisi arkada kalıyor. Öndekiler-arkadakiler arasında şaşkınlığa düşmemenin anahtarı 'bütün güzel isimlerin sahibi olan'ın yaratışı olduklarını unutmamak. Hemen gözüne çarpmayan isimlerin de müşterisi olmaya devam etmek. Savaşa baktığında mesela, el-Kahhar'ın tasarrufunu görüp, korkuyla ötekilerden baş çevirmemek. Evet. Böyle yaparsan Allahsızların düştüğü tuzağa sen de düşmüş olursun. Varlık hakkında suizan edersin. Halbuki kimbilir Rahman u Rahîm o sahnelerin arkasında-ilerisinde ne güzellikler yeşertiyor. Kendini-görüşünü tenzih etme. Bilakis Allah'ı suizannından tenzih et. Bu tenzihi başarabilmek için de Esmaü'l-Hüsna'nın öğreteceği 'acaba'lara muhtaçsın.

O acabaların birçoğunu Risale-i Nur'da "Nasıl müsaade eder?" diye aratarak bulabiliyorum arkadaşım: "Madem bu zelzele musibeti hataların neticesi ve keffâretü'z-zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Âdaletullah nasıl müsaade eder? (...) Şeytanların ve şerlerin halk ve icâdı, şer değil mi? Çirkin değil mi? Cemil-i Mutlak ve Rahim-i Alel-ıtlakın cemâl-i rahmeti nasıl müsaade etmiş? (...) Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitleri ve onların yüzünden çok insanlar küfre girip Cehenneme girmeleri, gayet müthiş ve çirkin görünüyor. Acaba Cemîl-i Alel'ıtlak ve Rahîm-i Mutlak ve Rahmân-ı Bilhakkın rahmet ve cemâli, bu hadsiz çirkinliğin ve dehşetli musibetin husulüne nasıl müsaade ediyor ve nasıl cevaz gösteriyor?" ve daha niceleri... 

Bu sualler Esma'dandır. Manzaranın bulanıklığını gidermek için merceğin ayarlanmasıdır. Hülasa: Dürbünün iki tarafı var arkadaşım. Bir tarafı içine konulmuş: Ene. Diğer tarafı da vahye serpiştirilmiş: Esma. Bu ikisini birden doğru şekilde ayarlayabilirsen cenneti dünyadayken görebilirsin. Hatta yaşarken cennete girmiş sayılabilirsin. Aleyhissalatuvesselam müjdeyi veriyor. Nail olmak gayretimize bağlı.

23 Kasım 2020 Pazartesi

Konu başkasıymış gibi yaşamayı bırakmalıyız

Geçenlerde yine A'râf sûresini okurken İblis'in kıssasına takıldım. Kulluk yolunda ayağı ilk takılanın 'takılma öyküsü' benim de kafama takıldı. Arkadaşım, insan dışında her neye takılırsa, aslında içinde bir yere takılıyor. Bir daha gördüm bunu. Anladım. İblis'in takıldığının da Âdem aleyhisselam değil 'kendi yanlış varlık algısı' olduğunu sezdim. Belki benim de bu kıssaya takılmamın sebebi başka bir takıntıydı. Çünkü benim de topraktan yaratıldığını düşünüp ateşimin üstünlüğünden(!) dolayı isyan ettiğim hiyerarşiler vardı. Göremediğim değerler vardı. Edemediğim secdeler vardı. Kuşatamadığım hikmetler vardı. Kovulduğum makamlar vardı. Kur'an'da her anlatılan bir parça da kendi hikâyem olduğunu yeniden hatırladım. Halbuki mürşidim bunu ta 20. Söz'ünde ders vermişti: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor."

Dünya varolalıberi düşen her nesnenin yerçekimi kanunundan bir hissesi vardır. Hiçbirisi kendileri hakkında söylenmiş 'düstur-u küllî' ve 'kanun-u umumî'lerin tesirinden hariçte değildir. Benim de imtihan edilen bir yaratılmış olmak hasebiyle hem Âdem aleyhisselamın hem de İblis'in yaşadıklarından almam gereken dersler var. Dönmem gereken düşüşler var. Teşhis etmem gereken hastalıklar var. Sarmam gereken yaralar var. Keşfetmem gereken kusurlarım var. Var, var, varoğlu var. Ancak Kur'an'la ve sünnetle böyle muhatap olmak için anlatılanların 'benim hikâyem de' olduğunu sezebilmeliyim. İşte, mürşidim, 20. Söz'ünde bunu öğretiyor. Ben de, eğer iyi bir talebeysem, aldığım bu dersi her menzilde tekrar etmeliyim.

A'râf sûresinin 12. ayetinin kısa bir mealinde deniliyor: "Allah buyurdu: 'Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir?' (İblis): 'Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın' dedi." Bunu diyen biraz da ben değil miyim? Nerede diyorum peki? Yaratılana razı olmadığım her yerde söylüyorum. Her hasedimin arkasında bu hüküm var. Dilimi "Maşaallah!" demekten alıkoyduğum her yerde bu iddiaya sığınıyorum. "Böyle olmamalıydı!" diyorum içimde bir yerlerde. "O koltuk benim hakkımdı. O ilgiyi ben görmeliydim. O yâr bana varmalıydı. Böyle olmamalıydı." O yüzden belki de "Allah ne güzel dilemiş!" diye içimi teskin etmediğim her yerde 'nazar etme tehlikesi' yaşatıyorum. Ve bu yüzden Aleyhissalatuvesselam Efendim, çok beğendiğim şeylerde, böyle bir hatırlatmayı kendime hemencecik yapmamı emrediyor. Onun öyle olmasını Allah diledi. Maşaallah. Ne güzel diledi O.

Her "Maşaallah!" attığın bir tokattır aynı zamanda. Kime? İçine. Kendi şeytanına. Semadan ta kalbime kadar uzanan recmü'l-şeyatîn kanununun bir ferdidir yaşadığın. Gökte melekler onları taşlar. Yerde mücahidler cihad eder. Kalbimde şeytanımla ben uğraşırım. Cihad her katmanda mütemadiyen sürer. Hatta gece "Aman uyuyayım!" dersen uykun neden tersine kaçar? Bunun cevabı da Bediüzzaman'a göre aynı kanunla alakalıdır: "Şu hâdisâtın sırrı şudur ki: Nasıl ki bir ekmeğin vücudu, tarla, harman, değirmen, fırına terettüp eder. Öyle de tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareket etmediği için, o tertipli eşyadaki mânevî basamakları müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz..." Maksada çıkamaz? Burası mühim. Çünkü şu düşüşün İblis'in düşüşüyle bir arkadaşlığı var. A'râf sûresi 13'ün kısa bir mealine bakıyoruz bu sefer: "Allah: Öyle ise, 'İn oradan! Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın!' buyurdu."

Hırsın, kıskançlığın, hasedin ve kibrin neticesi her zaman böyle değil midir? Olana rızasını yitirenin içinde büyüyen itiraz, eylemlerinden önce, psikolojisini etkiler. Ahlakını kemirir. Hased hâsidin amelinden önce içini yakar. Platonik âşıkların maşuklarının her iltifatını kendi üzerlerine alınması gibi hâdis de hased ettiğinin gördüğü her iltifatı kendine hakaret sayar. Dahası: Düşmanlarının sayısı kendi hiyerarşisine hakvermeyenler sayısınca büyür. Ateşi üstün görmeyen yanmalıdır. Fakat ne tuhaf. Yanan kendisi olur: "Hırs ile aculiyet sebeb-i haybettir. Zira mürettep basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden, harîs muvaffak olamaz. Olsa da, tertib-i câlisi bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan, ye'se düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır." Evet. İçindeki kötülük öyle büyümüştür ki ulaştığından da artık bir lezzet alamaz. Ancak haklılığını isbat etmek için mücadele etmeyi de bırakmaz.

A'râf sûresi 14'te bu durum kısa bir mealiyle şöyle haber veriliyor: "İblis: Bana, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver, dedi." Mühletini de aldı. Sonrasında vaadettiği birçok şeyi de başardı. Ancak bu İblis'in asıl yanılgısını düzeltmedi. Mağlubiyetini zafere dönüştürmedi. Cenab-ı Hak ondan Âdem aleyhisselama secde etmesini istediğinde neslinden gelecek hiçkimsenin sapmayacağı yönünde bir vaadde bulunmamıştı. İblis konuyu yanlış anladı. Yahut da anlamak arzuladı. Secde edilen Âdem aleyhisselamın şahsı değildi sadece. Âdemiyetin potansiyeliydi. Ki bu da Âdem aleyhisselamın şahsî tecrübesinden ziyade hakikat-i Muhammediye aleyhissalatuvesselama bakıyordu. O hakikati yaratan Hakîm-i Mutlakın hikmetine dayanıyordu. Hak Teala âdemiyetin 'elmas olabilme ihtimalini' nazarlarımıza veriyordu. İblis 'kömür olabilme yollarına' dikkati çekiyordu. Kendisine verilen son dersi bu yüzden kavramadı: "Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!" Evet. Başkasını kömür etmekle kemale eremezsin. Başkalarını yanacak hale getirmek ancak yanıcılığını arttırır. Onlarla beraber sen de yanarsın.

Halbuki tevekkül de sabrın bir çeşididir: "Cenâb-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada, bir merdivenin basamakları gibi bir tertip vazetmiş. Sabırsız adam, teennî ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır, maksut damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir. Sabır ise müşkülâtın anahtarıdır. (...) Demek, Cenâb-ı Hakkın inâyet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir." İblis'in mahrumiyetinde bu sırrın da dersi vardır. Damından düşmüştür. Makamından kovulmuştur. Çünkü kesin hükme varmakta acele etmiştir. Çünkü basamakları atlamıştır. Çünkü öğrenmek istememiştir. İman ettiği kem hiyerarşinin haksızlığını görmeyi beklememiştir. Melekler gibi sırrın dersini alıncaya kadar merakla tevekkül edememiştir. Talip olmadığından talebe de olamamıştır. Kaybetmiştir.

"Bir zat, bir biçareyi bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. (...) hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp, şükretmeyerek, yukarıya bakar. 'Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım! Niçin o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil?' deyip şekvâya başlarsa, ne kadar bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır. Öyle de, bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp yüksek bir derece-i nimet kazandığı halde, bazı arızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû-i ihtiyarıyla veya sû-i istimaliyle elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekvâ etmek, sabırsızlık göstermek, 'Aman, ne yaptım, böyle başıma geldi?' diye rububiyet-i İlâhiyeyi tenkit etmek gibi bir hâlet, maddî hastalıktan daha musibetli, mânevî bir hastalıktır. Kırılmış elle döğüşmek gibi şikâyetiyle hastalığını ziyadeleştirir."

Bugün biz de böylesi kaybedişler yaşıyoruz. Rahman u Rahim'in fazlından bir ihsanı: Tevbemiz var. Âdem aleyhisselam gibi hatamızı itiraf edebiliyoruz. Bununla İblis'ten ayrılıyoruz. Yoksa düşüşümüz kıyamete kadar sürecekti. Kaderi değiştirmek elimizden gelmediği için, razı olmadığımız her hâdisede, göğsümüzde bir karanlık büyüyecekti. Devleşecekti. Belki yalnız bizi değil çevremizdekileri de yutacaktı. Evet. Kabil'in Habil'i niye katlettiğine dikkat et. Bugün de "Ya benimsin ya toprağın!" deyu cinayetler işlenmiyor mu? Yahu daha ne kadar kendi hikâyene bigane kalacaksın? Ne kadar anlatılanın 'sen' olduğundan kaçacaksın? Kur'an, bindörtyüz yıldır uyarıyor, konu başkasıymış gibi yaşamayı bırakmalıyız.

12 Haziran 2019 Çarşamba

Bencillik büyücülüğün başlangıcıdır

Derslerinden daima çok kıymetli şeyler öğrendiğim Ebubekir Sifil Hoca'nın bir keresinde 'tevekkül' bahsi içinde yeralan 'büyü' temalı bir hadis-i şerifi 'tevekkülsüzlük ve büyü arasındaki ilişki' ile anlamlandırdığını dinlemiştim. (Hocanın internette Riyazü's-Salihîn ve Mişkatü'l-Mesabih'ten başka hadis dersini takip etmediğime göre bu ikisinden birisinde olmalı o bahis.) O zamanlar tastamam kavrayamadığım bu meseleye daha sonraları kendimce bir miktar daha kafa yordum. En nihayet şöyle bir neticeye vardım: İnsan âlemin uyumunu ıskalarsa, daha doğrusu 'takdir edilen herşeyin tevhid uyumunun bir parçası olduğunu' göremezse, kendi parçası merkezinde evreni yeniden dizayn etmeye çalışıyor.

Bencilin çevresine verdiği zarar da buradan doğuyor. Bencil insan olanları 'kaderde takdir edildiği şekliyle' kabullenemiyor. Kendi menfaatlerinin odakta olduğu, unutulmadığı, eksik bırakılmadığı, hatta özellikle gözetildiği bir düzende herşeyin yeniden şekillenmesini arzu ediyor. Hatta aksinin vukû bulmasını haksızlık addediyor. Bu da eşiti olan diğer parçalara karşı zalimleşmesine sebebiyet veriyor. (Günümüz teknolojisinin tabiata verdiği zarar da böyle değerlendirilebilir mi?)

Tevekkül, işte tam bu noktada, bir parça da 'kainatın tevhidî uyumuna karşı duyulan güveni' ifade ediyor. Yani mütevekkil insan herşeyin muradına göre gerçekleşmesi gerekmediğini kabulleniyor. Varlığın merkezinden isteklerini çekip Allah'ın takdirini oraya koyuyor. Diğer bir ifadeyle: Zaten orada olanı oraya koyuyor. Evrende değil kendi içinde yapıyor düzenlemeyi. Değişmesi gerekeni kendisi olarak görüyor. Bu nedenle arzusu hilafına gerçekleşirse bazı şeyler onlarla savaşmıyor. "Allah'ın takdiri buymuş!" deyip kaderiyle barışıyor. Uyumun parçası oluyor. Uyumla yaşamayı seçiyor. Uymayı seçiyor. Varlığa içinde tevekkül tevekkül yeşerttiği bir hudabinlikle bakıyor. Çabalıyor ama çabalarının sonuçsuzluğuyla da bahtına küsmüyor.

Büyüde ise tam tersi bir durum var: Büyü yapan bencilliğinden kurtulmuş değil. Arzusunun evrenle uyumunu arıyor değil. Tevhidî bütünlüğün parçası olmayı kabullenebiliyor değil. Ya? Menfaati ekseninde herşeyin şekillenmesi arzusunda. "(…) gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm ediyor." Nasıl? Sevdiği adama/kıza meşru yollardan kavuşamıyor mesela. Doğru olan takdir-i Huda'yı kabullenip kadere tevekkül etmekken o başaramıyor. Teslim olmak yerine teslim almayı deniyor. Kendisi günaha girdiği gibi sevdiğine de zarar veriyor. Büyülediği ne kendisine ne de başkasına gönül huzuruyla yâr olabiliyor.

Nazara karşı "Maşaallah!" dememizde de böyle bir mananın izleri var sanki. Maşaallah ne demek arkadaşım? Ben şöyle biliyorum: "Allah dilemiş!" veya "Allah ne güzel dilemiş!" demek. Yani orada kendine birşey hatırlatıyorsun. Onun öyle olmasının Allah'ın takdiri olduğunu anımsatıyorsun. "Dur!" diyorsun tabir-i caizse kendine. "Dur bakalım! Çok beğendin. Hatta kıskandın. Başkasında olmasına içinden hüzünlendin. Hased ettin. Tamam. Ancak hatırla! Bu güzelliğin şurada olmasını takdir edeni hatırla. Onun öyle olmasını Allah diledi. Allah'ın dilediği elbet de en uygun olandır. Onun hikmetinden, rahmetinden, ilminden ve takdirinden razı ol. Rızasını ara. Düşün. Düşün ki, o neyi dilemişse, nasıl dilemişse, en uygunu odur." Evet. Kendi nazarımıza karşı dahi böyle bir tedbir alıyoruz. Tevekkül çağrılıyoruz.

Asıl söylemek istediklerime geleyim hızlıca. Bugün Kur'an okurken iki ayet arasındaki ilgi dikkatimi çekti. Yunus sûresi 2. ve 3. ayetler. Kısa bir mealiyle bize şöyle buyururlar kendileri: (2): "İnsanları (eğri yolun sonundan) korkut, inananlara Rableri nezdindeki yüksek makamları müjdele, diye içlerinden bir adama vahyimizi göndermemiz onlara tuhaf mı geldi? Kâfirler: 'Hiç şüphesiz bu besbelli bir sihirbaz!' dediler." (3): "Rabbiniz o Allah’dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arş üzerine istiva etti (hükmü altına aldı), işi tedbir eyliyor. İzni olmaksızın hiçkimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Ona ibadet ediniz! Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?"

İşte burada da Ebubekir Sifil Hoca'nın öğrettiği 'tevekkülsüzlük-büyü' ilişkisinin izlerini gördüm ben kendimce. "Allahu'l-a'lem" kaydıyla diyelim. İzahına girişelim. Öncelikle şuradan başlayalım: 3. ayette kâfirlerin 2. ayetteki tuhaf buluşlarına Cenab-ı Hakkın eserlerinden isimlerine-sıfatlarına-şuunatına çıkan bir bakışla cevap var. Deniliyor ki âdeta 3. ayette: Gökleri ve yeri altı günde yaratan, arşı hükmü altına alan, bunca varlığın tedbirle işini gören, izni olmaksızın şefaat edilemeyen böyle bir Rab, böyle bir Allah, böyle bir Subhan, mümkün müdür ki sizin işlerinizi başıboş bıraksın. Nübüvvet eliyle onlara karşı da tedbirler söylemesin. Vahyiyle bizzat ikazlarda bulunmasın. Kainata böylesine anlarına/zerrelerine sirayet eder bir ilgi göstersin de sizin gibi pek kıymetli sanat eserlerini ilgisiz bıraksın. Bunu tuhaf bulmanız normal mi? Aslında sizin bunu tuhaf bulmanızı tuhaf bulmak lazım. Demek ki siz Rabbiniz olan Allah'ı hakkıyla tanıyamamışsınız. Marifetinizdeki eksikten dolayı böylesi herzeler yumurtluyorsunuz. Utanmadan 'büyü' diyorsunuz.

'Büyü' ne demek? Yani siz bu olanı, size içinizden peygamber gönderilmesini ve onun da size vahyi iletmesini, kainat algınızla uyumsuz gördünüz. Evrenin sizce devam edegelen düzenine bir arsız müdahale tevehhüm ettiniz. Arıza sandınız. Halbuki bu dediğiniz yalandır. Kainatın her neresine bakılsa nübüvveti ve vahyi gerekli kılacak, şahidi olacak, isbat edecek bir tedbir, bir düzen, bir ilgi görünür. Yani esasında bakış açınızdır tuhaf bulunması gereken. Çünkü âlemin her parçasını büyük bir uyumla idare eden, tedbirini gören, hükmü altına alan elbette insanı görmezden gelmez. Cenab-ı Hak böyle bir eksiklikten sonsuz derece yücedir.

Evet. Arkadaşım. Bu yazı da böylece hitama erdi. Umarım hisseni aldın. Alamadınsa bir de mürşidimin şu sözlerine kulak ver. Vaktiyle bana iyi gelmişlerdir. Sana da tesir ederler: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır. İmam-ı Rabbânî'nin (r.a.) dediği gibi: Melikin atiyelerini ancak matiyyeleri taşıyabilir."

21 Nisan 2015 Salı

Hz. Hatice annemizden daha delikanlımızı bulamazsın

Güzel görmek, eşyayı olmadığı bir hale sokmak, bunun için algımızı bükmek değil, olduğu hali görmektir. Yani zaten güzel olanı öyle görmektir. Evet. Varlık hayır üzere yaratılmıştır. Mü’minin imanı budur. Çünkü Allah Cemîl’dir, Hakîm’dir, Rahîm’dir. Bütün isimleri güzeldir. Kendisini hem Kur’an’ında, hem insandan hitabı nübüvvette, hem bizdeki nakşı vicdanımızda, hem de kainat kitabında böyle haber vermiştir. Her eserinde Esmaü’l-Hüsna’sının izleri bulunur. Varlıktaki güzellik kaçınılmazdır. 

Fakat, arkadaşım, zaten güzel olanı öyle görmek bile bir güzel nazar istiyor. Niyet istiyor. İman istiyor. Önceden hazırlanış istiyor. Biraz da büyük resmi kollamaya yatkın bakış istiyor. Yanlış anlaşılmasın. Burada ayıklamayı dilediğimiz şey baktıklarımızda değil. Sınırlarımızın kirleticiliğinden kurtulmayı diliyoruz biz. Eksik bilişimizin, hissedişimizin, görüşümüzün kusurlarından uzaklaşmaya çalışıyoruz. Güzel görmek mesaisi en azından bu. Çirkinlik sanrısının bizden kaynaklandığını anlamak. Ya bizzat yahut da neticeleri itibariyle güzel olanı farkedemeyenin biz olduğumuzu bilmek. Âlemi ‘kendimizde’ düzeltmek.

“Hayır küllî, şer cüz’îdir.” Mürşidim böyle söylüyor. Bizi parçalara bakarken yaşayacağımız yanılgılardan korumaya çalışıyor. Bütünün cüzlerinin toplamından fazlası olduğunu hatırlatıyor. Şunu da unutmamak gerekir ki arkadaşım: Vahyin küllî öğretisiyle yumuşatılmamış akıl tahripçidir. Hırpalayarak anlar. Yoğunlaştığını parçalar. Kopardığını geri vermez. Birşeyi sırf akılla anlamaya çalışmak varlıktan gasıbane ayırmaktır. Konsantrasyon dediğimiz aslında bir nevi körelme. İhtisas, alanının dışına kapanma. Evet. Gayrısına körleşme. Sadece o olma. Sadece onda olma. Sadece onun sende olması. Hatta bu tahripçiliğin her duyumuza sirayet etmiş olduğunu söyleyebiliriz. Demek sınırlı olanın fıtratında fethetmek istediğini de sınırlandırmak var. Hakkı olmasa bile. Emaneti aldığımız andan itibaren ‘çok zalim’ ve ‘çok cahiliz.’ Madem ki parçalamakla biliyoruz. İkisi de kaçınılmaz.

Dikkat etmemiz de parçalamaktır dikkat çekmemiz de. Vurgulamadan ele alamayız hiçbirşeyi. Avuçlarımız küçüktür. Vurgumuzsa parçayı bütüne hâkim kılmaktır. Veya en azından daha/ilk görünür kılmaktır. Zalimdir. Mahluk, madem ki mutlak olamaz, o halde her tasarrufu kayıtlarıyla yaralıdır. Sınırlarıyla berelidir. Cahildir. Bu halimizden korkmalıyız arkadaşım. Hem de çok korkmalıyız. Ârif şu karanlığını farkettiği için sezgisinden vahye kaçar. Kendisinden Allah’a sığınır. Keşfine mutlak şekilde güvenmez. “Allahu a’lem!” demeden zannını açmaz. Bir fikrin Kur’an’a ve sünnete uygunluğunu sınamak aynı zamanda bütüne uyumunu sınamaktır. Bütüne uymayan parça reddedilir. Hoşumuza gitse de gitmese de. Son minvalde hakikatin hükmü bütündedir.

“Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak ‘nazarında’ pek fena bir memlekete düşer. (...)Vicdanı azap içinde kalır.” Nazarında düşer fakat kendi parçası dahi bu parçalayışını onaylamaz. Çünkü şuurunda olmasa bile fıtratı/vicdanı bütününün farkındadır. Tecrübe dediğimiz şey de aslında biraz buna bakıyor. Evet. Tecrübe sahibi, olayları, ‘fiil’ değil ‘kanun’ olarak okumayı öğrenmiş demektir. “Bu böyle olduğunda mutlaka şöyle olur...” Tecrübe böylesi cümlelerinizin isabetine bakar. İşte ‘böyle olduğunda nihayetinde şöyle olduğu’ bilgisi biraz bütüne aşinalık istiyor. Bütüne aşinalığınız azaldıkça tecrübelerinizin güvenilirliği azalır. Gençlerin tecrübesizliğinden bahsedildiğinde kastedilen de budur.

Daha çok zamanda varolmanın daha çok şeyin farkında olmakla ve dolayısıyla daha çok an ve fiilin şahidi olmakla ilgisi var. Daha çok anın ve fiilin şahidi olmak ve bu daha çok an ve fiilin farkında olmak, onlar arasında kıyaslamalarda bulunup, kanunları keşfetmenizi sağlar. Yine mürşidim diyor ki mesela: “Kanun bir silsiledir; ef’âl onunla bağlıdır.” Demek, ne zaman fiilerin bağlı olduğu kanunu keşfettin, o zaman zamanın biraz daha ötesine uzanmış yargılarda bulunabilirsin. Çünkü bugün öyle olan muhtemelen yarın da öyle olacaktır. Bugün göğe attığın taşların düştüğünü görüp yarın atacaklarının da düşeceğini tahmin etmek kehanetten sayılmaz. Sen yalnızca bir âdetullahı yakalamışsın. Yani farketmişsin. Onu okuyorsun. Okuduğunu anlatıyorsun.

Peki kanun ne? Kanun Allah’ın tekrarlanan fiileri/emirleri. Onun, sıfat derecesinde hep öyle yaptığını, şuunat derecesinde hep öyle yapmayı sevdiğini farketmen. Sana açılmış bir fiilî dua yoluna uyanman. Tarlayı ekersen mahsûl bağışlanır. Allah’ın birşeyi hep öyle yapması, sana, duanın kabul olmaya yatkın olduğu yönü öğretiyor. “Hep öyle yapıyorsa öyle yapılmasını seviyordur!” diyebiliyorsun mesela. Tekrarını kastına yoruyorsun. Evet. Tekrar kastın delilidir. Bilişin, seçişin, iradenin işaretidir. Kastta bir muhabbet kokusu da var şüphesiz. Böylece fiillerden isimleri çıkardığın gibi kanunlardan da şuunatı okuyabiliyorsun.

“Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbinitemizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.”

Evet, eser fiili, fiil esma-i ilahiyeyi gösterir. Fakat kanunlar şuunat-ı ilahiyeye aynalık eder. Şuunat okuması mü’minin pahabiçilmez tecrübesidir. Biz bu nevi tecrübeye ‘marifet’ de diyoruz. Elhamdülillah. Eğer, Allah’tan kopuk bir şekilde kainattaki bir kısım kanunları keşfetmişse bir münkir, o da bir tecrübedir, ama eksiktir. Tevhide imanı olsaydı, kanunlardan sonra şuunata, yani Allah’a, oradan da Vahid olanın yarattığı herşeye dair çıkarımlarda bulunabilirdi. Evet. Biz de imtihan sürecimizde bunun yollarını arıyoruz. Mürşidim yine bir yerde diyor: “Görüyoruz ki, herbir fiil-i icadî, ekser mevcudatı ihata edecek derecede geniş ve zerreden şümusa kadar uzun birer kanun-u hallâkıyetin ucu olarak görünüyor.” Fiilden kanuna, kanundan şuunata...

Şuunat bilgisi, yani Allah’ın hep öyle yapmayı sevdiğini öğrenme hali, mü’minin en büyük keşfidir. Statik esma bilgisinden dinamik bir şuunat düzeyine çıkıldığı zaman, Allah, rızası celbedilir bir Allah olur. Allah değişmez de senin kafandaki marifeti bir eşik atlamış olur. Sen değişirsin. Tıpkı Fatiha’da atlanılan eşik gibi. ‘Hesap gününün sahibi’ olduğunu gördüğün Allah’a kendini sevdirmenin de bir yolunu bulursun. “Hesap günü varsa, demek ki, hesaplanacak güzel şeyleri arttırmakta, kötü şeyleri azaltmakta fayda da var!” dersin. Bu da seni “Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz!” noktasına götürür.

Güzel görmek, işte, şuunatı böylesine yüce bilinen bir Allah’ın, suizannımızdaki gibi kötü şeyler eylemeyeceğini anlamaktır. Allah’tan (el-Emin’den) marifetiyle emin olmaktır. Cümlelerimin kusuruna bakmayın. Başka nasıl söylenir bilemiyorum. Kusurlu bir misal: Güzel görmek bahsinde kulun Allah’la olan hali, her görüştüğümüzde, “Bana ne hediye getirdin?” diye soran yeğenime benziyor. Elimdeki poşette hediye göremeyince ceplerimi karıştırıyor. Daha olmazsa tekrar tekrar soruyor. Hediye getirmenin huyum olduğunu biliyor çünkü. Bu bilgisinden dolayı hüsnüzannı üzerimden eksik olmuyor.

Kötülük yeğenimin hangi cebimde saklı olduğunu bilmediği hediyesini buluncaya kadar geçen zaman gibi. Güzel görmek de bana dair bir hüsnüzan. “Dayım böyle yapmaz. Kesinlikle bir hediye getirmiştir. Nerede acaba?” demek biraz. Hüsnüzan bütüne yöneliktir. Suizan parçada boğulmaktır. Kem bir sözü nakledildiğinde sevdiğinizin “O öyle şey demez!” demek, davet edildiğiniz yerde kapıyı kimse açmadıysa “Böyle yapmazlardı!” deyip sağa sola bakınmak, emin arkadaşınız beklettiğinde “Biraz daha bekleyeyim. Mutlaka gelir!” diyebilmek... Bu yaptıklarını Allah için de yaparsan, işte, o güzel görmek olur. Zaten el-Emin olan Allah’ın gölgesine sığınmak ‘güzel görmek’le olur. “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.”

Bu bahiste Bediüzzaman’dan önce mürşidim Hz. Hatice radyallahu anha annemdir. Ki o, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, nübüvvetin ilk müjdelerini aldığında cin çarpmasından endişelenince, kendisine şöyle demişti:

“Endişelenme! Yemin ederim ki Allah Teâlâ asla Seni mahcup etmez. Çünkü Sen akrabalık bağlarını gözetirsin, doğru konuşursun, zayıfların yükünü çekersin, yoksulların derdine derman olursun, misafirleri ağırlarsın, haksızlığa uğrayan kimselere yardım edersin.” Daha eşine nübüvvet gelmeden, devr-i cahiliye içinde böyle bir Allah marifeti olan, Onun şuunatı hakkında “O, Senin gibi iyi olana kötülük edecek bir Allah değildir, çünkü Allah öyle değildir!” tesbitinde bulunabilen bir anne, elbette, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın eşi olmaya bihakkın layıktır. Sana son birşey daha diyeyim mi arkadaşım: Mevzu Allah hakkında hüsnüzan, yarattığı hakkında güzel görmekse, Hz. Hatice annemizden daha delikanlımızı bulamazsın. Bunu da hatırında çıkarma.

22 Ağustos 2013 Perşembe

Lahikalar neden önemli?

"Muhterem Üstadım, rahmet-i İlâhiyeyle bir hakikati daha yakînen anladım. O da şudur ki: İlk şeref-i mülâki olduğum zamanda verdiğiniz ders, bütün risale ve mektuplarda vücudunu hissettirmektedir. Fark yalnız o dersteki mücmel hakaikin diğer derslerle tafsil, tavzih ve izharından ibarettir." (Hulusi Yahyagil, Barla Lahikası'ndan.)

Bediüzzaman’ın zamana yayılmış fikir haritasını (belki bir yönüyle fikrî tarihçesini) takip ederken dikkatimi en çok çeken şeylerden birisi; onun, daha yirmili yaşlarda zihninde yerleşmiş hakikatleri, ilerleyen dönemlerde farklı yöntemlerle tekrar be tekrar anlatmaya çalışmasıdır. Bazen Lemaat’ta olduğu gibi şiirimsi bir tarzla yapmaya çalışmıştır bunu; bazen de Mesnevi-i Nuriye’de olduğu gibi kısa notlarla.

Fakat yine de anlatmayı düşündüğü şeyler bellidir. Nelere vurgu yapması gerektiğini biliyordur adeta. Ancak onları nasıl bir uslûb içinde sunması gerektiğine dair kendi içinde arayışı vardır. Küçük küçük dokunuşları da olmuştur belki yeni teliflerinde (Mesnevi’de kitap, kainat, peygamber ve vicdan olarak zikrettiği dörtlü muallimleri daha sonraki Risalelerde üçlü olarak zikretmesi, vicdanı zikretmemesi gibi) ancak bu dokunuşlar hep ufak şeylerdir. Bu yüzden Risale ormanındaki çoğu ağacın fidanını, danesini Mesnevi’de, Lemaat’ta, Muhakemat’ta, Sünuhat’ta görebilirsiniz. Bu yönüyle Risale-i Nur’un anlatımı hem bir aynılık, hem bir başkalık içerir. Mesela İşaratü’l-İ’caz’da Hüseyin-i Cisrî’den atıfla kısaca anlatılan bir temsil, daha sonra külliyat içinde genişler ve bir hikaye-yi temsiliye olur. Hepsini birden kuşatamayanlar, aralarındaki bağı göremezler.

Buna benzer bir bağıntıyı da bugünlerde lahika okuması yaparken farkettim. Bediüzzaman’ın, bir doktora (diğer mektuplardan anlıyoruz ki, bu doktorun ismi Yusuf Kemal’dir) hitaben yazdığı çok tatlı bir mektup içinde verdiği bir ders, beni alıp ta Sünuhat’ın içindeki bir metine götürdü.

“Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor...” hitabıyla başlayan bu mektup, sonlarına doğru müellifin, bu yeni ve heyecanlı okuruna şöyle bir öğüdüyle bitiyordu: “Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç.”

İşte burayı okumuş ve burada anlatılan “Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe nasıl olur?” diye kendime sorarken Sünuhat’taki o metni hatırladım birden. Kur’an’ın hakikatlerini anlatmak için yazılan eserlerin, nasıl bir süre sonra—nazardaki hata dolayısıyla—Kur’an’a perde olma riski taşıdığını ve bunu gidermek için neler yapılması gerektiğini öğütlediği yerde, Bediüzzaman, şöyle nasihat veriyordu okurlara:

“Yahut, tedricî bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir sûretine çevirip, içinde Kur’ân’ı göstermektir: Selef-i Müçtehidînin kitapları gibi; Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil.”

Yani Bediüzzaman, yıllar önce bir eserinde genele verdiği bir dersi, burada, bir mektupta, birkaç satır içinde okuduğu eserlerden aldığı iştiyakla şahsına karşı çok muhabbet beslediğini farkettiği bir okuruna da söylüyordu. Daha evvel, başkasının eserleri okunurken takınılması gereken bir tavır olarak tavsiye ettiği birşeyi, “Nefsini ıslah edemeyen, başkasını ıslah edemez” sırrınca kendi okurlarına da öğütlüyordu. Kendisinin de eserlerine bakılırken ‘eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçete’ suretiyle bakılması, şahsının perde edilmemesi üzerine vurgu yapıyordu. Bu usûlde okumanın tarifi de belliydi: ‘Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe...’

Ben böyle, lahikalar içinde, zahiren ehemmiyetsiz(!) görünen pekçok mektupta, kısa şeylerde, küçük notlarda, Bediüzzaman’ın daha evvel sisteme dair yaptığı derslere, sezdirmeden değindiğini gördüm. Bu yönüyle lahikalar, daha evvel verilmiş derslerin, artık birebirde, pratikte, kişisel uygulamalarda yapılmış bir sınanması gibiydi. Bediüzzaman, bir yandan öğrencilerinden metinler toplarken, bir yandan da bu metinlere göre yeni metinler üreterek metot dairesinden pratik dairesine müdahil oluyordu. Demek ki; Risale-i Nur’un nasıl yaşandığını görmek, bir yönüyle de lahikalara bakmaktı. Ve lahikalar bu sebepten dolayı da kıymetliydi.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...