Lahikalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Lahikalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ağustos 2013 Perşembe

Lahikalar neden önemli?

"Muhterem Üstadım, rahmet-i İlâhiyeyle bir hakikati daha yakînen anladım. O da şudur ki: İlk şeref-i mülâki olduğum zamanda verdiğiniz ders, bütün risale ve mektuplarda vücudunu hissettirmektedir. Fark yalnız o dersteki mücmel hakaikin diğer derslerle tafsil, tavzih ve izharından ibarettir." (Hulusi Yahyagil, Barla Lahikası'ndan.)

Bediüzzaman’ın zamana yayılmış fikir haritasını (belki bir yönüyle fikrî tarihçesini) takip ederken dikkatimi en çok çeken şeylerden birisi; onun, daha yirmili yaşlarda zihninde yerleşmiş hakikatleri, ilerleyen dönemlerde farklı yöntemlerle tekrar be tekrar anlatmaya çalışmasıdır. Bazen Lemaat’ta olduğu gibi şiirimsi bir tarzla yapmaya çalışmıştır bunu; bazen de Mesnevi-i Nuriye’de olduğu gibi kısa notlarla.

Fakat yine de anlatmayı düşündüğü şeyler bellidir. Nelere vurgu yapması gerektiğini biliyordur adeta. Ancak onları nasıl bir uslûb içinde sunması gerektiğine dair kendi içinde arayışı vardır. Küçük küçük dokunuşları da olmuştur belki yeni teliflerinde (Mesnevi’de kitap, kainat, peygamber ve vicdan olarak zikrettiği dörtlü muallimleri daha sonraki Risalelerde üçlü olarak zikretmesi, vicdanı zikretmemesi gibi) ancak bu dokunuşlar hep ufak şeylerdir. Bu yüzden Risale ormanındaki çoğu ağacın fidanını, danesini Mesnevi’de, Lemaat’ta, Muhakemat’ta, Sünuhat’ta görebilirsiniz. Bu yönüyle Risale-i Nur’un anlatımı hem bir aynılık, hem bir başkalık içerir. Mesela İşaratü’l-İ’caz’da Hüseyin-i Cisrî’den atıfla kısaca anlatılan bir temsil, daha sonra külliyat içinde genişler ve bir hikaye-yi temsiliye olur. Hepsini birden kuşatamayanlar, aralarındaki bağı göremezler.

Buna benzer bir bağıntıyı da bugünlerde lahika okuması yaparken farkettim. Bediüzzaman’ın, bir doktora (diğer mektuplardan anlıyoruz ki, bu doktorun ismi Yusuf Kemal’dir) hitaben yazdığı çok tatlı bir mektup içinde verdiği bir ders, beni alıp ta Sünuhat’ın içindeki bir metine götürdü.

“Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor...” hitabıyla başlayan bu mektup, sonlarına doğru müellifin, bu yeni ve heyecanlı okuruna şöyle bir öğüdüyle bitiyordu: “Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç.”

İşte burayı okumuş ve burada anlatılan “Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe nasıl olur?” diye kendime sorarken Sünuhat’taki o metni hatırladım birden. Kur’an’ın hakikatlerini anlatmak için yazılan eserlerin, nasıl bir süre sonra—nazardaki hata dolayısıyla—Kur’an’a perde olma riski taşıdığını ve bunu gidermek için neler yapılması gerektiğini öğütlediği yerde, Bediüzzaman, şöyle nasihat veriyordu okurlara:

“Yahut, tedricî bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir sûretine çevirip, içinde Kur’ân’ı göstermektir: Selef-i Müçtehidînin kitapları gibi; Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil.”

Yani Bediüzzaman, yıllar önce bir eserinde genele verdiği bir dersi, burada, bir mektupta, birkaç satır içinde okuduğu eserlerden aldığı iştiyakla şahsına karşı çok muhabbet beslediğini farkettiği bir okuruna da söylüyordu. Daha evvel, başkasının eserleri okunurken takınılması gereken bir tavır olarak tavsiye ettiği birşeyi, “Nefsini ıslah edemeyen, başkasını ıslah edemez” sırrınca kendi okurlarına da öğütlüyordu. Kendisinin de eserlerine bakılırken ‘eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçete’ suretiyle bakılması, şahsının perde edilmemesi üzerine vurgu yapıyordu. Bu usûlde okumanın tarifi de belliydi: ‘Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe...’

Ben böyle, lahikalar içinde, zahiren ehemmiyetsiz(!) görünen pekçok mektupta, kısa şeylerde, küçük notlarda, Bediüzzaman’ın daha evvel sisteme dair yaptığı derslere, sezdirmeden değindiğini gördüm. Bu yönüyle lahikalar, daha evvel verilmiş derslerin, artık birebirde, pratikte, kişisel uygulamalarda yapılmış bir sınanması gibiydi. Bediüzzaman, bir yandan öğrencilerinden metinler toplarken, bir yandan da bu metinlere göre yeni metinler üreterek metot dairesinden pratik dairesine müdahil oluyordu. Demek ki; Risale-i Nur’un nasıl yaşandığını görmek, bir yönüyle de lahikalara bakmaktı. Ve lahikalar bu sebepten dolayı da kıymetliydi.

30 Nisan 2013 Salı

Risale-i Nur: Bitiş mi, başlangıç mı?

Yine aynı mektupta takılıyım. Bediüzzaman’ın, talebeleri; Sabri ve Hulusî ağabeylerin mektuplarını neden Risale-i Nur külliyatına kattığına dair izahlarda bulunduğu, Mukaddeme isimli, o mektupta. Geçmek istiyorum, geçemiyorum. Bırakmıyor sanki. O zaman farkediyorum: Barla Lahikası’ndaki bu mektubun kendisinden birkaç sayfa önce yer alan ‘Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’ ile bir irtibatı var. Belki küçük birşey, ama kıymetli birşey. İlgili bölümün ikinci işaretine gidiyorum. Orada da Bediüzzaman yine bu iki talebesinin ismini anıyor ve onların nezdinde inayet ve keramet arasındaki mühim bir farkı öğretiyor bizlere:

“Cenâb-ı Hak, benim gibi kalemsiz, yarım ümmî, diyar-ı gurbette kimsesiz, ihtilâttan men edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılıç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti” diyor mesela orada. Ve birkaç cümle sonra şöyle devam ediyor:

“O mübarek cemaat ise, Hulûsi’nin tabiriyle telsiz telgrafın âhizeleri hükmünde ve Sabri’nin tabiriyle Nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymettar muhtelif hâsiyetleriyle beraber, yine Sabri’nin tabiriyle bir tevafukat-ı gaybiye nev’inden olarak, şevk ve sa’y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette, esrar-ı Kur’âniyeyi ve envâr-ı imaniyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve şu zamanda (yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envâr-ı imaniyeye muhtaç olduğu bir zamanda) ve fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab varken, bunların fütursuz, kemâl-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’âniye ve zâhir bir inâyet-i İlâhiyedir.”

Yedinci Risale olan Yedinci Meseleye dair yazdıklarımızı hatırlayanlar, bu noktada aldığımız dersi de hatırlayacaklardır. Üstad Hazretleri orada ‘Benim Rabbim’ bilgisinden kendi adına bir keramet keşfi yapmak yerine, bunu öteliyor ve ‘Âlemlerin Rabbi’ bilgisine yönelerek tabloya daha geniş bakılmasını öğütlüyordu. İşaretler boyunca yaptığı vurgu buydu. Ve küçük daireye bakıldığında görülen kerametken, geniş daireye bakıldığında görülen inayet oluyordu. Bediüzzaman tekrar tekrar bu nüansı zikrederek mezkûr meseleyi bitiriyordu. Yunus sûresinin 58. ayetini böyle tefsir ediyordu.

Şimdi, bu kısmı hatırladıktan sonra, tekrar Hulusi ve Sabri ağabeylerin mektuplarına neden külliyatın içinde yer verildiğini anlatan metne dönüyorum. Burada da Üstad sanki önceki metinde ilk işaretini verdiği meselenin şerhini yaparak izahını inayet eksenine oturtuyordu. Burada saydığı beş sebepten birincisi (ki; “Hulûsi ise, âhirdeki Sözler’in ve ekser Mektubat’ın yazılmasına onun gayreti ve ciddiyeti en mühim sebep olması. Ve Sabri’nin dahi On Dokuzuncu Mektup gibi bir sülüs-ü Mektubat’ın yazılmasına sebep, onun samimî ve ciddî iştiyakı olmasıdır” cümlelerinden oluşmaktadır) yine önceki meseleyle irtibatlı olarak külliyatın yalnızca Bediüzzaman’ın telifi değil, kollektif bir şuurun ve vicdanın talebi ile ortaya çıktığının delili oluyordu. Yani Bediüzzaman, eserlerini tek başına yazdığını düşünmüyordu. Bu nedenle de kerameti olarak kabul etmiyordu. Onlar, geniş çerçevede, bir inayet-i ilâhiye olarak kitlelerin katılımı ve duası sonucu Allah’ın lütfu olarak ortaya çıkmışlardı.

Ve belki lahikaların külliyatın içinde yer almasıyla bize verilen ders de buydu. Risale-i Nur tek müellifinin dar-ı ahirete göçmesiyle bitmiş değildi. Risale-i Nur, onun ekseninde bilgi üretilmeye, yazılmaya, çalışılmaya devam ettikçe kendisini geliştirecek bir Kur’an tefsir metoduydu. Yeter ki; talebelerinin (Hulusi ve Sabri ağabeyler gibi) beş sebepte belirtilen hasletleri olsun. Bu beş sebebin emanetçiliğini yapanlar; yeni nefesler, şerhler, izahlar katarak Kur’an’ın bostanından terütaze meyveler koparabilirdi. Risale-i Nur, bu yönüyle bitmiş bir kitap değil; başlamış bir ekolün ilk emeğiydi. Hiç bitmeyecek bir külliyatın adıydı. Ve hepsinden önemlisi: Risale-i Nur kitap değil, ekoldü. Lahikalar, talebelerin mektuplarını bağırlarına basmalarıyla bize bu sırdan da haber veriyorlardı.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...