Kıskançlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kıskançlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Temmuz 2021 Cuma

Ferrari neden LPG taktırmaz?

Sosyalizm dünya kavgasını 'özel mülkiyet'i bitirmekle bitirebileceğini sanmış. Fena aldanmış. Çünkü sahipliği bitirdiği her sosyolojide sorumluluk hissini de köreltmiş. Yani ki insanlar sahibi olmadıkları şeylerin sorumlusu da olmak istememişler. "Mahsûl benim değilse tarlayı sürmek neyime!" diye dikelmişler. Buradan da tembellik çıkmış. Halbuki İslam öyle dememiş. Ya? İslam demiş ki: Mülk sorumluluk itibariyle senin. Daire-i muamelatta öyle kabul ederim. Ama Malik-i Hakiki olmak bahsinde yalnız emanetçisin. Daire-i itikadda öyle kabul ederim. Tarlanı ekip mahsûlünü alacaksın. Helal u hoş olsun. Lakin emanetçiliğinden yana hatırlatmaları da gözardı etmeyeceksin. Zekatın, sadakan, ibadetin de hoş olsun.

Arkadaşım, başka bütün ayetler bir kenarda dursa, yalnız 'sistemindeki bütünlük'ten dolayı İslam'ın hak din olduğuna iman ederdim. Mesela: "Mü'minler ancak kardeştirler!" buyuran din aynı zamanda 'hamdın da Allaha mahsus olduğunu' emrediyor. Ne mucize! Ne uyum! Ne sanat! Ne incelik! Evet. Bunlar bence 'evreni kuşatan bir kanun'un fertleridir. Aynı güzelin farklı sûretleridir. Yani ki birbirlerinin bütünleyicileridirler. Birisi olursa ancak diğerisi de olur. Birisi kuşanılırsa diğerinin kemaline erişilir. Öyledir: Hamdı topyekün olarak Allah'a verenler ancak aralarında kardeşliği tesis edebilirler. Hızlı mı gittim? Karıştırdım mı? Peki. O zaman bu büyük hakikate bakmanın daha kolay yollarını aramaya çalışalım. Bismillah:

Sualle başlayalım: Şunca nizâlar niye çıkıyor arkadaşım? Para, menfaat, güç, mülk sevgisi, şöhret tutkusu, bencillik, kibir, hased... vs. Dilediğince ekleyebilirsin. Kem duygular-nesneler sayısınca çarpabilirsin. Fakat bence hangisinin ardına düşsek ilânihaye varacağız: İnsanlar varlıkta asıl 'hamd'ı paylaşamıyorlar. Evet. 'Hamd'ı. Hamd nedir peki? Onu da şöyle tarif etmeyi deneyeyim: Eşyanın yaratıldığı kemal üzere işlemesinden birçok övülecek güzellik, meziyet, hüner, muvaffakiyet, sanat, uyum, düzen, kıymet vs. ortaya çıkıyor. Aynalığını ettiği Zât-ı Zülkemal'in kemali, güneş karşısında kabarcık misali, üzerinde pırıldıyor. Adam olan âdem bunları farketmeden yapamıyor. Herşey Ustasının medhine durmuş. Varlığını yudumlarken Esmaü'l-Hüsna'ya da şahit kılınmış. Dili durmuyor. Lisan-ı halleri kâllerinden ziyade söyleşiyor. Öyle ki: Her mükemmel makine mühendisine bülbüldür.

Daha da mı aşağı inelim. Peki. Bir de şu misale kulak ver o zaman: Bir Ferrari meraklısı aslında neyi satın almış oluyor? Sürüş keyfini mi sadece? Hayır. O aynı zamanda arabasına edilen iltifatın/övgünün de bir parçasını aldığını düşünüyor. Asıl sahiplikle arasındaki mesafeyi aştığını vehmediyor. 'Bunun mümkün olmadığını' söyleseniz de umursamıyor. Bir tür muğalata ile nefsini kandırıyor. 'Onunla olan'ı 'onun yarattığı' sanrılıyor. Eh, evet, nihayetinde sürerken o da beğenilecek. Belki alkışlanacak. Hem de övülecek. Yani bütün bunlardan ona da bir hisse düşecek(!). "Onun Ferrarisi var!" denilecek en azından. "Ferrarisi olan adam!" Çünkü kendisi gibi başkaları da 'satın almak' ile 'üretmek' arasındaki farkı karıştırıyorlar. Sanki o üretmiş gibi hazır alıcısını da övmeye başlıyorlar. Aldanıyorlar.

Hani bir Hoca Nasreddin fıkrası vardır. Önünden en şık haliyle geçen beyzade umduğu ilgiyi göremeyince sorar: "Hoca neden birşey söylemiyorsun?" Hoca cevap verir: "Ne söyleyeyim beyzadem?" Beyzade göğsünü şişirip anlatır: "Şu görkemli atıma baksana. Ne diyorsun onun için? İltifatın yok mudur?" Hoca der: "Yanlışlık olmasın? Bir küheylana iltifat seyisine gider. Siz at bakıcısına benzemiyorsunuz." Beyzade şaşırır. Lakin uyanmaz. Bu defa üstündekilere dikkatini çeker: "Hele şu kaftanımın kumaşına bir bak. Hele şu şalvarımın süslerine bir dikkat et. Hele şu papuçlarımın nakışını incele. Bunlara da mı iltifat etmeyeceksin?" Hocamız dersini sürdürür: "Bunların övgüsü de dikenlerine gider beyzadem. Siz terziye de benzemiyorsunuz." Hülasa: Beyzade nesinden bahsetse Hoca Nasreddin ustasını işaret eder. Son çare boyuna-posuna vurgu yapan beyzadeye de cevap hazırdır: "Beyzadem, bunları yaratan da siz değilsiniz ki, onların hamdı da Allah'ın hakkıdır."

Hocanın bu tedrisi aslında Kur'an'da geçen 'tahdis-i nimet' sırrının izahıdır arkadaşım. Aynı zamanda 'Elhamdülillah'ın da tam manasıdır. Fakat hamda geçmeden önce Bediüzzaman'ın da Mesnevî-i Nuriye'de tahdis-i nimet sırrını anlatışını hatırlayalım:

"Cenâb-ı Hakkın verdiği nimetleri söyleyip ilân ve tahdis-i nimet etmek, bazan gurura ve kibre incirar eder. Tevazu kastıyla da o nimetleri ketmetmek iyi değildir. Binaenaleyh ifrat ve tefritten kurtulmak için istikamet mizanına müracaat edilmeli. Şöyle ki: Herbir nimetin iki veçhi vardır. Bir veçhi insana aittir ki, insanı tezyin eder, medar-ı lezzeti olur. Halk içinde temayüze sebep olur. Mucib-i fahr olur, sarhoş olur. Mâlik-i Hakikîyi unutur. En nihayet kibir ve gurur kuyusuna düşürtür. İkinci veçhi ise in'am edene bakar ki, keremini izhar, derece-i rahmetini ilân, in'âmını ifşa, esmâsına şehadet eder. Binaenaleyh tevazu ancak birinci vecihte tevazu olabilir. Ve illâ küfranı tazammun etmiş olur. Tahdis-i nimet dahi ikinci vecihle mânevî bir şükür olmakla memduh olur. Yoksa kibir ve gururu tazammun ettiğinden mezmumdur. Tevazu ile tahdis-i nimet şöylece bir içtimâları var: Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyu giyen adama başka bir adam 'Ne kadar güzel oldun' dediğine karşı 'Güzellik paltonundur' dediği zaman tevazu ile tahdis-i nimeti cem etmiş olur."

Yazı uzuyor ama bir de Barla Lahikası'na gidelim istiyorum senle: "Bazan tevazu küfrân-ı nimeti istilzam ediyor; belki küfrân-ı nimet olur. Bazan da tahdis-i nimet iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi—ki ne küfrân-ı nimet çıksın ne de iftihar olsun—meziyet ve kemâlâtları ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, Mün'im-i Hakikînin eser-i in'âmı olarak göstermektir. Meselâ: Nasıl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese 'Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.' Eğer sen tevazukârâne desen 'Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?' O vakit küfrân-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir san'atkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirâne desen, 'Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz." O vakit mağrurâne bir fahirdir. İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: 'Evet. Ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir.'"

İşte, arkadaşım, mü'minlerin kardeşliği de böyle bir varlık algısına dayanıyor bence. Onlar birbirleriyle kardeş olabiliyorlar. Çünkü 'medih kavgası' yaşayacak bir hak iddiaları yok.  'Elhamdülillah' ile iman ediyorlar ki: "Bütün mevcudatta sebeb-i medih ve senâ olan kemâlât Onundur. Öyle ise hamd dahi Ona aittir. Ezelden ebede kadar her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü senâ Ona aittir. Çünkü sebeb-i medih olan nimet ve ihsan ve kemâl ve cemâl ve medar-ı hamd olan herşey Onundur. Ona aittir. Evet, âyât-ı Kur'âniyenin işârâtıyla, bütün mevcudattan daimî bir surette dergâh-ı İlâhiyeye giden bir ubûdiyettir, bir tesbihtir, bir secdedir, bir duadır ve bir hamd ü senâdır ki, daimî o dergâha gidiyor."

Bu anlamda bir 'Senin-benim' davaları kalmadığı için belki ayet-i kerime de buyuruyor: "Mü'minler ancak kardeştir." Mü'min olmayanların kardeş olamamalarına şaşırılmaz. Çünkü tevhid dışındaki bütün itikadlarda 'hisse iddiaları' vardır. Hissedar kavgasına müsait tevehhüm alanları bulunmaktadır. Ancak bir mü'min tevhid ile herşeyin yaratılışını Allah'a verdikten sonra alınan mahsûlden nasıl kavga fikri çıkarabilir? Sahadaki duruma bakmayın lütfen. Hayatiyyat kitabiyyata uymaz her zaman. Başta söylediğim gibi: Ben İslam'ın tutarlılığını anlatmaya çalışıyorum. Yani kitabiyyata bakıyorum. Evet, İslam bizi 'medihleri sahiplenmeme' noktasında öyle bir düzleme çıkarıyor ki, bunun sonucu ister-istemez kardeşlik oluyor. Kardeşlik olmuyorsa demek ki birileri beyzade gibi 'sahiplik' ile 'yaratıcılığı' karıştırıyor. Daha doğrusu 'emanetçilik' ile 'Malik-i Hakiki' olmayı birbirinden ayıramıyor.

Ferrariyi satın alan asıl sahibi midir? Yoksa emanetçisi midir? Her ne kadar kağıt üzerinde sahibi gibi algılansa da aslında emanetçiliktir. Üretici firmanın kullanım haklarını kısmen devretmesidir. Zira bir sorun oluştuğunda yine müdahaleyi üretici firma yapar. Onarımını-bakımını o üslenir. Parçasını o üretir. O değiştirir. Satın alansa sadece kullanım hakkı elde etmiştir. Hatta bazen yapacağı tasarruflara üretici firma izin vermez de elinden alır. (LPG taktırmak isteyen kişinin başına gelen gibi.) Evet. Daha derine inersek: 

Asıl sahiplik ancak yaratıcılıktır. Çünkü malik sahipliğinde acze düşmezse malikiyeti hakiki olur. Ki ancak herşeyi 'hiçkimseye muhtaç olmayacak şekilde' kendisi yapıyorsa mülkünde yoksunluğa düşmez. (Samediyet sırrının anlattığı budur. Samediyet Malik-i Hakikiliğin olmazsa olmazıdır.) Ferrari bile Allah'ın yarattığı âlem olmadan arabayı üretemez. Metalini, plastiğini, kimyasını yoktan çıkaramaz. Dolayısıyla hakiki sahiplik iddiasında asla bulunamaz. Onda hal böyleyken sanki kullanıcısı mı bunu başarabilecektir? Hülasa: Arkadaşım, mü'minler ancak kardeştir, çünkü ancak mü'minlerin 'elhamdülillah' düzeyinde böyle bir kardeşlik yaşanabilir. Medhi herkes asıl sahibi olan Allah'a bıraktığında, ki bu varlığın da fıtratına uygun olandır, Allah da o bırakanları kardeşlik sahibi yapar. İşte dinimiz böyle tutarlı bir dindir arkadaşım. Şu yazıda buna dokunmaya çalıştım. Yaklaştım-yaklaşamadım. Sürçmek bizden tevfik ise Hüda'dandır. Muvaffakiyeti Ondan dileriz.

23 Kasım 2020 Pazartesi

Konu başkasıymış gibi yaşamayı bırakmalıyız

Geçenlerde yine A'râf sûresini okurken İblis'in kıssasına takıldım. Kulluk yolunda ayağı ilk takılanın 'takılma öyküsü' benim de kafama takıldı. Arkadaşım, insan dışında her neye takılırsa, aslında içinde bir yere takılıyor. Bir daha gördüm bunu. Anladım. İblis'in takıldığının da Âdem aleyhisselam değil 'kendi yanlış varlık algısı' olduğunu sezdim. Belki benim de bu kıssaya takılmamın sebebi başka bir takıntıydı. Çünkü benim de topraktan yaratıldığını düşünüp ateşimin üstünlüğünden(!) dolayı isyan ettiğim hiyerarşiler vardı. Göremediğim değerler vardı. Edemediğim secdeler vardı. Kuşatamadığım hikmetler vardı. Kovulduğum makamlar vardı. Kur'an'da her anlatılan bir parça da kendi hikâyem olduğunu yeniden hatırladım. Halbuki mürşidim bunu ta 20. Söz'ünde ders vermişti: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor."

Dünya varolalıberi düşen her nesnenin yerçekimi kanunundan bir hissesi vardır. Hiçbirisi kendileri hakkında söylenmiş 'düstur-u küllî' ve 'kanun-u umumî'lerin tesirinden hariçte değildir. Benim de imtihan edilen bir yaratılmış olmak hasebiyle hem Âdem aleyhisselamın hem de İblis'in yaşadıklarından almam gereken dersler var. Dönmem gereken düşüşler var. Teşhis etmem gereken hastalıklar var. Sarmam gereken yaralar var. Keşfetmem gereken kusurlarım var. Var, var, varoğlu var. Ancak Kur'an'la ve sünnetle böyle muhatap olmak için anlatılanların 'benim hikâyem de' olduğunu sezebilmeliyim. İşte, mürşidim, 20. Söz'ünde bunu öğretiyor. Ben de, eğer iyi bir talebeysem, aldığım bu dersi her menzilde tekrar etmeliyim.

A'râf sûresinin 12. ayetinin kısa bir mealinde deniliyor: "Allah buyurdu: 'Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir?' (İblis): 'Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın' dedi." Bunu diyen biraz da ben değil miyim? Nerede diyorum peki? Yaratılana razı olmadığım her yerde söylüyorum. Her hasedimin arkasında bu hüküm var. Dilimi "Maşaallah!" demekten alıkoyduğum her yerde bu iddiaya sığınıyorum. "Böyle olmamalıydı!" diyorum içimde bir yerlerde. "O koltuk benim hakkımdı. O ilgiyi ben görmeliydim. O yâr bana varmalıydı. Böyle olmamalıydı." O yüzden belki de "Allah ne güzel dilemiş!" diye içimi teskin etmediğim her yerde 'nazar etme tehlikesi' yaşatıyorum. Ve bu yüzden Aleyhissalatuvesselam Efendim, çok beğendiğim şeylerde, böyle bir hatırlatmayı kendime hemencecik yapmamı emrediyor. Onun öyle olmasını Allah diledi. Maşaallah. Ne güzel diledi O.

Her "Maşaallah!" attığın bir tokattır aynı zamanda. Kime? İçine. Kendi şeytanına. Semadan ta kalbime kadar uzanan recmü'l-şeyatîn kanununun bir ferdidir yaşadığın. Gökte melekler onları taşlar. Yerde mücahidler cihad eder. Kalbimde şeytanımla ben uğraşırım. Cihad her katmanda mütemadiyen sürer. Hatta gece "Aman uyuyayım!" dersen uykun neden tersine kaçar? Bunun cevabı da Bediüzzaman'a göre aynı kanunla alakalıdır: "Şu hâdisâtın sırrı şudur ki: Nasıl ki bir ekmeğin vücudu, tarla, harman, değirmen, fırına terettüp eder. Öyle de tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareket etmediği için, o tertipli eşyadaki mânevî basamakları müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz..." Maksada çıkamaz? Burası mühim. Çünkü şu düşüşün İblis'in düşüşüyle bir arkadaşlığı var. A'râf sûresi 13'ün kısa bir mealine bakıyoruz bu sefer: "Allah: Öyle ise, 'İn oradan! Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın!' buyurdu."

Hırsın, kıskançlığın, hasedin ve kibrin neticesi her zaman böyle değil midir? Olana rızasını yitirenin içinde büyüyen itiraz, eylemlerinden önce, psikolojisini etkiler. Ahlakını kemirir. Hased hâsidin amelinden önce içini yakar. Platonik âşıkların maşuklarının her iltifatını kendi üzerlerine alınması gibi hâdis de hased ettiğinin gördüğü her iltifatı kendine hakaret sayar. Dahası: Düşmanlarının sayısı kendi hiyerarşisine hakvermeyenler sayısınca büyür. Ateşi üstün görmeyen yanmalıdır. Fakat ne tuhaf. Yanan kendisi olur: "Hırs ile aculiyet sebeb-i haybettir. Zira mürettep basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden, harîs muvaffak olamaz. Olsa da, tertib-i câlisi bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan, ye'se düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır." Evet. İçindeki kötülük öyle büyümüştür ki ulaştığından da artık bir lezzet alamaz. Ancak haklılığını isbat etmek için mücadele etmeyi de bırakmaz.

A'râf sûresi 14'te bu durum kısa bir mealiyle şöyle haber veriliyor: "İblis: Bana, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver, dedi." Mühletini de aldı. Sonrasında vaadettiği birçok şeyi de başardı. Ancak bu İblis'in asıl yanılgısını düzeltmedi. Mağlubiyetini zafere dönüştürmedi. Cenab-ı Hak ondan Âdem aleyhisselama secde etmesini istediğinde neslinden gelecek hiçkimsenin sapmayacağı yönünde bir vaadde bulunmamıştı. İblis konuyu yanlış anladı. Yahut da anlamak arzuladı. Secde edilen Âdem aleyhisselamın şahsı değildi sadece. Âdemiyetin potansiyeliydi. Ki bu da Âdem aleyhisselamın şahsî tecrübesinden ziyade hakikat-i Muhammediye aleyhissalatuvesselama bakıyordu. O hakikati yaratan Hakîm-i Mutlakın hikmetine dayanıyordu. Hak Teala âdemiyetin 'elmas olabilme ihtimalini' nazarlarımıza veriyordu. İblis 'kömür olabilme yollarına' dikkati çekiyordu. Kendisine verilen son dersi bu yüzden kavramadı: "Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!" Evet. Başkasını kömür etmekle kemale eremezsin. Başkalarını yanacak hale getirmek ancak yanıcılığını arttırır. Onlarla beraber sen de yanarsın.

Halbuki tevekkül de sabrın bir çeşididir: "Cenâb-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada, bir merdivenin basamakları gibi bir tertip vazetmiş. Sabırsız adam, teennî ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır, maksut damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir. Sabır ise müşkülâtın anahtarıdır. (...) Demek, Cenâb-ı Hakkın inâyet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir." İblis'in mahrumiyetinde bu sırrın da dersi vardır. Damından düşmüştür. Makamından kovulmuştur. Çünkü kesin hükme varmakta acele etmiştir. Çünkü basamakları atlamıştır. Çünkü öğrenmek istememiştir. İman ettiği kem hiyerarşinin haksızlığını görmeyi beklememiştir. Melekler gibi sırrın dersini alıncaya kadar merakla tevekkül edememiştir. Talip olmadığından talebe de olamamıştır. Kaybetmiştir.

"Bir zat, bir biçareyi bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. (...) hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp, şükretmeyerek, yukarıya bakar. 'Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım! Niçin o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil?' deyip şekvâya başlarsa, ne kadar bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır. Öyle de, bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp yüksek bir derece-i nimet kazandığı halde, bazı arızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû-i ihtiyarıyla veya sû-i istimaliyle elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekvâ etmek, sabırsızlık göstermek, 'Aman, ne yaptım, böyle başıma geldi?' diye rububiyet-i İlâhiyeyi tenkit etmek gibi bir hâlet, maddî hastalıktan daha musibetli, mânevî bir hastalıktır. Kırılmış elle döğüşmek gibi şikâyetiyle hastalığını ziyadeleştirir."

Bugün biz de böylesi kaybedişler yaşıyoruz. Rahman u Rahim'in fazlından bir ihsanı: Tevbemiz var. Âdem aleyhisselam gibi hatamızı itiraf edebiliyoruz. Bununla İblis'ten ayrılıyoruz. Yoksa düşüşümüz kıyamete kadar sürecekti. Kaderi değiştirmek elimizden gelmediği için, razı olmadığımız her hâdisede, göğsümüzde bir karanlık büyüyecekti. Devleşecekti. Belki yalnız bizi değil çevremizdekileri de yutacaktı. Evet. Kabil'in Habil'i niye katlettiğine dikkat et. Bugün de "Ya benimsin ya toprağın!" deyu cinayetler işlenmiyor mu? Yahu daha ne kadar kendi hikâyene bigane kalacaksın? Ne kadar anlatılanın 'sen' olduğundan kaçacaksın? Kur'an, bindörtyüz yıldır uyarıyor, konu başkasıymış gibi yaşamayı bırakmalıyız.

12 Haziran 2019 Çarşamba

Bencillik büyücülüğün başlangıcıdır

Derslerinden daima çok kıymetli şeyler öğrendiğim Ebubekir Sifil Hoca'nın bir keresinde 'tevekkül' bahsi içinde yeralan 'büyü' temalı bir hadis-i şerifi 'tevekkülsüzlük ve büyü arasındaki ilişki' ile anlamlandırdığını dinlemiştim. (Hocanın internette Riyazü's-Salihîn ve Mişkatü'l-Mesabih'ten başka hadis dersini takip etmediğime göre bu ikisinden birisinde olmalı o bahis.) O zamanlar tastamam kavrayamadığım bu meseleye daha sonraları kendimce bir miktar daha kafa yordum. En nihayet şöyle bir neticeye vardım: İnsan âlemin uyumunu ıskalarsa, daha doğrusu 'takdir edilen herşeyin tevhid uyumunun bir parçası olduğunu' göremezse, kendi parçası merkezinde evreni yeniden dizayn etmeye çalışıyor.

Bencilin çevresine verdiği zarar da buradan doğuyor. Bencil insan olanları 'kaderde takdir edildiği şekliyle' kabullenemiyor. Kendi menfaatlerinin odakta olduğu, unutulmadığı, eksik bırakılmadığı, hatta özellikle gözetildiği bir düzende herşeyin yeniden şekillenmesini arzu ediyor. Hatta aksinin vukû bulmasını haksızlık addediyor. Bu da eşiti olan diğer parçalara karşı zalimleşmesine sebebiyet veriyor. (Günümüz teknolojisinin tabiata verdiği zarar da böyle değerlendirilebilir mi?)

Tevekkül, işte tam bu noktada, bir parça da 'kainatın tevhidî uyumuna karşı duyulan güveni' ifade ediyor. Yani mütevekkil insan herşeyin muradına göre gerçekleşmesi gerekmediğini kabulleniyor. Varlığın merkezinden isteklerini çekip Allah'ın takdirini oraya koyuyor. Diğer bir ifadeyle: Zaten orada olanı oraya koyuyor. Evrende değil kendi içinde yapıyor düzenlemeyi. Değişmesi gerekeni kendisi olarak görüyor. Bu nedenle arzusu hilafına gerçekleşirse bazı şeyler onlarla savaşmıyor. "Allah'ın takdiri buymuş!" deyip kaderiyle barışıyor. Uyumun parçası oluyor. Uyumla yaşamayı seçiyor. Uymayı seçiyor. Varlığa içinde tevekkül tevekkül yeşerttiği bir hudabinlikle bakıyor. Çabalıyor ama çabalarının sonuçsuzluğuyla da bahtına küsmüyor.

Büyüde ise tam tersi bir durum var: Büyü yapan bencilliğinden kurtulmuş değil. Arzusunun evrenle uyumunu arıyor değil. Tevhidî bütünlüğün parçası olmayı kabullenebiliyor değil. Ya? Menfaati ekseninde herşeyin şekillenmesi arzusunda. "(…) gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm ediyor." Nasıl? Sevdiği adama/kıza meşru yollardan kavuşamıyor mesela. Doğru olan takdir-i Huda'yı kabullenip kadere tevekkül etmekken o başaramıyor. Teslim olmak yerine teslim almayı deniyor. Kendisi günaha girdiği gibi sevdiğine de zarar veriyor. Büyülediği ne kendisine ne de başkasına gönül huzuruyla yâr olabiliyor.

Nazara karşı "Maşaallah!" dememizde de böyle bir mananın izleri var sanki. Maşaallah ne demek arkadaşım? Ben şöyle biliyorum: "Allah dilemiş!" veya "Allah ne güzel dilemiş!" demek. Yani orada kendine birşey hatırlatıyorsun. Onun öyle olmasının Allah'ın takdiri olduğunu anımsatıyorsun. "Dur!" diyorsun tabir-i caizse kendine. "Dur bakalım! Çok beğendin. Hatta kıskandın. Başkasında olmasına içinden hüzünlendin. Hased ettin. Tamam. Ancak hatırla! Bu güzelliğin şurada olmasını takdir edeni hatırla. Onun öyle olmasını Allah diledi. Allah'ın dilediği elbet de en uygun olandır. Onun hikmetinden, rahmetinden, ilminden ve takdirinden razı ol. Rızasını ara. Düşün. Düşün ki, o neyi dilemişse, nasıl dilemişse, en uygunu odur." Evet. Kendi nazarımıza karşı dahi böyle bir tedbir alıyoruz. Tevekkül çağrılıyoruz.

Asıl söylemek istediklerime geleyim hızlıca. Bugün Kur'an okurken iki ayet arasındaki ilgi dikkatimi çekti. Yunus sûresi 2. ve 3. ayetler. Kısa bir mealiyle bize şöyle buyururlar kendileri: (2): "İnsanları (eğri yolun sonundan) korkut, inananlara Rableri nezdindeki yüksek makamları müjdele, diye içlerinden bir adama vahyimizi göndermemiz onlara tuhaf mı geldi? Kâfirler: 'Hiç şüphesiz bu besbelli bir sihirbaz!' dediler." (3): "Rabbiniz o Allah’dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arş üzerine istiva etti (hükmü altına aldı), işi tedbir eyliyor. İzni olmaksızın hiçkimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Ona ibadet ediniz! Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?"

İşte burada da Ebubekir Sifil Hoca'nın öğrettiği 'tevekkülsüzlük-büyü' ilişkisinin izlerini gördüm ben kendimce. "Allahu'l-a'lem" kaydıyla diyelim. İzahına girişelim. Öncelikle şuradan başlayalım: 3. ayette kâfirlerin 2. ayetteki tuhaf buluşlarına Cenab-ı Hakkın eserlerinden isimlerine-sıfatlarına-şuunatına çıkan bir bakışla cevap var. Deniliyor ki âdeta 3. ayette: Gökleri ve yeri altı günde yaratan, arşı hükmü altına alan, bunca varlığın tedbirle işini gören, izni olmaksızın şefaat edilemeyen böyle bir Rab, böyle bir Allah, böyle bir Subhan, mümkün müdür ki sizin işlerinizi başıboş bıraksın. Nübüvvet eliyle onlara karşı da tedbirler söylemesin. Vahyiyle bizzat ikazlarda bulunmasın. Kainata böylesine anlarına/zerrelerine sirayet eder bir ilgi göstersin de sizin gibi pek kıymetli sanat eserlerini ilgisiz bıraksın. Bunu tuhaf bulmanız normal mi? Aslında sizin bunu tuhaf bulmanızı tuhaf bulmak lazım. Demek ki siz Rabbiniz olan Allah'ı hakkıyla tanıyamamışsınız. Marifetinizdeki eksikten dolayı böylesi herzeler yumurtluyorsunuz. Utanmadan 'büyü' diyorsunuz.

'Büyü' ne demek? Yani siz bu olanı, size içinizden peygamber gönderilmesini ve onun da size vahyi iletmesini, kainat algınızla uyumsuz gördünüz. Evrenin sizce devam edegelen düzenine bir arsız müdahale tevehhüm ettiniz. Arıza sandınız. Halbuki bu dediğiniz yalandır. Kainatın her neresine bakılsa nübüvveti ve vahyi gerekli kılacak, şahidi olacak, isbat edecek bir tedbir, bir düzen, bir ilgi görünür. Yani esasında bakış açınızdır tuhaf bulunması gereken. Çünkü âlemin her parçasını büyük bir uyumla idare eden, tedbirini gören, hükmü altına alan elbette insanı görmezden gelmez. Cenab-ı Hak böyle bir eksiklikten sonsuz derece yücedir.

Evet. Arkadaşım. Bu yazı da böylece hitama erdi. Umarım hisseni aldın. Alamadınsa bir de mürşidimin şu sözlerine kulak ver. Vaktiyle bana iyi gelmişlerdir. Sana da tesir ederler: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır. İmam-ı Rabbânî'nin (r.a.) dediği gibi: Melikin atiyelerini ancak matiyyeleri taşıyabilir."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...