Kulluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kulluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Kasım 2020 Pazartesi

Konu başkasıymış gibi yaşamayı bırakmalıyız

Geçenlerde yine A'râf sûresini okurken İblis'in kıssasına takıldım. Kulluk yolunda ayağı ilk takılanın 'takılma öyküsü' benim de kafama takıldı. Arkadaşım, insan dışında her neye takılırsa, aslında içinde bir yere takılıyor. Bir daha gördüm bunu. Anladım. İblis'in takıldığının da Âdem aleyhisselam değil 'kendi yanlış varlık algısı' olduğunu sezdim. Belki benim de bu kıssaya takılmamın sebebi başka bir takıntıydı. Çünkü benim de topraktan yaratıldığını düşünüp ateşimin üstünlüğünden(!) dolayı isyan ettiğim hiyerarşiler vardı. Göremediğim değerler vardı. Edemediğim secdeler vardı. Kuşatamadığım hikmetler vardı. Kovulduğum makamlar vardı. Kur'an'da her anlatılan bir parça da kendi hikâyem olduğunu yeniden hatırladım. Halbuki mürşidim bunu ta 20. Söz'ünde ders vermişti: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor."

Dünya varolalıberi düşen her nesnenin yerçekimi kanunundan bir hissesi vardır. Hiçbirisi kendileri hakkında söylenmiş 'düstur-u küllî' ve 'kanun-u umumî'lerin tesirinden hariçte değildir. Benim de imtihan edilen bir yaratılmış olmak hasebiyle hem Âdem aleyhisselamın hem de İblis'in yaşadıklarından almam gereken dersler var. Dönmem gereken düşüşler var. Teşhis etmem gereken hastalıklar var. Sarmam gereken yaralar var. Keşfetmem gereken kusurlarım var. Var, var, varoğlu var. Ancak Kur'an'la ve sünnetle böyle muhatap olmak için anlatılanların 'benim hikâyem de' olduğunu sezebilmeliyim. İşte, mürşidim, 20. Söz'ünde bunu öğretiyor. Ben de, eğer iyi bir talebeysem, aldığım bu dersi her menzilde tekrar etmeliyim.

A'râf sûresinin 12. ayetinin kısa bir mealinde deniliyor: "Allah buyurdu: 'Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir?' (İblis): 'Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın' dedi." Bunu diyen biraz da ben değil miyim? Nerede diyorum peki? Yaratılana razı olmadığım her yerde söylüyorum. Her hasedimin arkasında bu hüküm var. Dilimi "Maşaallah!" demekten alıkoyduğum her yerde bu iddiaya sığınıyorum. "Böyle olmamalıydı!" diyorum içimde bir yerlerde. "O koltuk benim hakkımdı. O ilgiyi ben görmeliydim. O yâr bana varmalıydı. Böyle olmamalıydı." O yüzden belki de "Allah ne güzel dilemiş!" diye içimi teskin etmediğim her yerde 'nazar etme tehlikesi' yaşatıyorum. Ve bu yüzden Aleyhissalatuvesselam Efendim, çok beğendiğim şeylerde, böyle bir hatırlatmayı kendime hemencecik yapmamı emrediyor. Onun öyle olmasını Allah diledi. Maşaallah. Ne güzel diledi O.

Her "Maşaallah!" attığın bir tokattır aynı zamanda. Kime? İçine. Kendi şeytanına. Semadan ta kalbime kadar uzanan recmü'l-şeyatîn kanununun bir ferdidir yaşadığın. Gökte melekler onları taşlar. Yerde mücahidler cihad eder. Kalbimde şeytanımla ben uğraşırım. Cihad her katmanda mütemadiyen sürer. Hatta gece "Aman uyuyayım!" dersen uykun neden tersine kaçar? Bunun cevabı da Bediüzzaman'a göre aynı kanunla alakalıdır: "Şu hâdisâtın sırrı şudur ki: Nasıl ki bir ekmeğin vücudu, tarla, harman, değirmen, fırına terettüp eder. Öyle de tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareket etmediği için, o tertipli eşyadaki mânevî basamakları müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz..." Maksada çıkamaz? Burası mühim. Çünkü şu düşüşün İblis'in düşüşüyle bir arkadaşlığı var. A'râf sûresi 13'ün kısa bir mealine bakıyoruz bu sefer: "Allah: Öyle ise, 'İn oradan! Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın!' buyurdu."

Hırsın, kıskançlığın, hasedin ve kibrin neticesi her zaman böyle değil midir? Olana rızasını yitirenin içinde büyüyen itiraz, eylemlerinden önce, psikolojisini etkiler. Ahlakını kemirir. Hased hâsidin amelinden önce içini yakar. Platonik âşıkların maşuklarının her iltifatını kendi üzerlerine alınması gibi hâdis de hased ettiğinin gördüğü her iltifatı kendine hakaret sayar. Dahası: Düşmanlarının sayısı kendi hiyerarşisine hakvermeyenler sayısınca büyür. Ateşi üstün görmeyen yanmalıdır. Fakat ne tuhaf. Yanan kendisi olur: "Hırs ile aculiyet sebeb-i haybettir. Zira mürettep basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden, harîs muvaffak olamaz. Olsa da, tertib-i câlisi bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan, ye'se düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır." Evet. İçindeki kötülük öyle büyümüştür ki ulaştığından da artık bir lezzet alamaz. Ancak haklılığını isbat etmek için mücadele etmeyi de bırakmaz.

A'râf sûresi 14'te bu durum kısa bir mealiyle şöyle haber veriliyor: "İblis: Bana, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver, dedi." Mühletini de aldı. Sonrasında vaadettiği birçok şeyi de başardı. Ancak bu İblis'in asıl yanılgısını düzeltmedi. Mağlubiyetini zafere dönüştürmedi. Cenab-ı Hak ondan Âdem aleyhisselama secde etmesini istediğinde neslinden gelecek hiçkimsenin sapmayacağı yönünde bir vaadde bulunmamıştı. İblis konuyu yanlış anladı. Yahut da anlamak arzuladı. Secde edilen Âdem aleyhisselamın şahsı değildi sadece. Âdemiyetin potansiyeliydi. Ki bu da Âdem aleyhisselamın şahsî tecrübesinden ziyade hakikat-i Muhammediye aleyhissalatuvesselama bakıyordu. O hakikati yaratan Hakîm-i Mutlakın hikmetine dayanıyordu. Hak Teala âdemiyetin 'elmas olabilme ihtimalini' nazarlarımıza veriyordu. İblis 'kömür olabilme yollarına' dikkati çekiyordu. Kendisine verilen son dersi bu yüzden kavramadı: "Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!" Evet. Başkasını kömür etmekle kemale eremezsin. Başkalarını yanacak hale getirmek ancak yanıcılığını arttırır. Onlarla beraber sen de yanarsın.

Halbuki tevekkül de sabrın bir çeşididir: "Cenâb-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada, bir merdivenin basamakları gibi bir tertip vazetmiş. Sabırsız adam, teennî ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır, maksut damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir. Sabır ise müşkülâtın anahtarıdır. (...) Demek, Cenâb-ı Hakkın inâyet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir." İblis'in mahrumiyetinde bu sırrın da dersi vardır. Damından düşmüştür. Makamından kovulmuştur. Çünkü kesin hükme varmakta acele etmiştir. Çünkü basamakları atlamıştır. Çünkü öğrenmek istememiştir. İman ettiği kem hiyerarşinin haksızlığını görmeyi beklememiştir. Melekler gibi sırrın dersini alıncaya kadar merakla tevekkül edememiştir. Talip olmadığından talebe de olamamıştır. Kaybetmiştir.

"Bir zat, bir biçareyi bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. (...) hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp, şükretmeyerek, yukarıya bakar. 'Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım! Niçin o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil?' deyip şekvâya başlarsa, ne kadar bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır. Öyle de, bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp yüksek bir derece-i nimet kazandığı halde, bazı arızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû-i ihtiyarıyla veya sû-i istimaliyle elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekvâ etmek, sabırsızlık göstermek, 'Aman, ne yaptım, böyle başıma geldi?' diye rububiyet-i İlâhiyeyi tenkit etmek gibi bir hâlet, maddî hastalıktan daha musibetli, mânevî bir hastalıktır. Kırılmış elle döğüşmek gibi şikâyetiyle hastalığını ziyadeleştirir."

Bugün biz de böylesi kaybedişler yaşıyoruz. Rahman u Rahim'in fazlından bir ihsanı: Tevbemiz var. Âdem aleyhisselam gibi hatamızı itiraf edebiliyoruz. Bununla İblis'ten ayrılıyoruz. Yoksa düşüşümüz kıyamete kadar sürecekti. Kaderi değiştirmek elimizden gelmediği için, razı olmadığımız her hâdisede, göğsümüzde bir karanlık büyüyecekti. Devleşecekti. Belki yalnız bizi değil çevremizdekileri de yutacaktı. Evet. Kabil'in Habil'i niye katlettiğine dikkat et. Bugün de "Ya benimsin ya toprağın!" deyu cinayetler işlenmiyor mu? Yahu daha ne kadar kendi hikâyene bigane kalacaksın? Ne kadar anlatılanın 'sen' olduğundan kaçacaksın? Kur'an, bindörtyüz yıldır uyarıyor, konu başkasıymış gibi yaşamayı bırakmalıyız.

26 Mayıs 2018 Cumartesi

Ya evren de canlıysa?

Ünlü gökbilimci Carl Sagan'ın bir sözünü işittim (Bir Uzay Serüveni belgeselinde) bu yakınlarda. Demiş ki: "Biz evrenin kendisini tanıması için bir aracıyız." Bana çok etkileyici geldi. Neden? Çünkü ben de kimi yazılarımda böylesi bir eşik olduğumuzun altını çizmeye çalışmıştım. Hatta biraz da cüretle demiştim ki: İnsan bir karadeliktir. Şahit oldukları ondan geçerek başka bir âleme dönüşür. Kulluğumuzun Cenab-ı Hak katındaki kıymeti de buradan gelir. Biz âlemin anlamlandırıcılarıyız.

'Asıl hayata mazhar olanın ahiret olduğunu' hatırlatan ayet-i kerime de bir açıdan bunu söylüyor gibi geliyor bana. (Allahu'l-alem.) Yani bu dünya 'ahirete dönüşürken' insan eşiğini kullanıyor. Cenab-ı Hak böyle bir hikmetle varetmiş âdemoğullarını. Nasıl ki herşeyde türlü türlü berzahlar (eşik âlemler) yaratmış, sütü bile soğurken kaymaktan berzahla eşiklendirmiş; aynen öyle de; insanı da öteki âleme geçmeden önce kabir âleminde bekletiyor/bekletmiş.

Yani insana da eşikler yaratmış. Ergenliğini 'gençliği' ile 'çocukluğu' arasına bir eşik kılmış. Şimdiyi 'öncesi' ve 'sonrası' arasına bir eşik tayin etmiş. Hem insanı da âleme bir şuurlu eşik olarak yaratmış. İçinden şahitlikler geçirmiş. Geçişin kapısını onunla açmış. Kişisel imtihanını vesilesi kılmış. Ve nihayetinde 'içinden geçirdiği âlemin cinsine göre' bir âlem bulacak ahirette. İyiyse iyi olacak. Kötüyse kötü. Eşik, en nihayet, yüzü diğer tarafa dönük olarak kapatılacak. Cebinde cennet götürenler orada onu görecekler. Cebinde cehennem taşıyanlar orada onu bulacaklar.

Mürşidim bir yerde diyor ki:

"İnkılâplar neticesinde her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki her iki âlem arasında gidiş-geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise inkılâp bir değildir. Pekçok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."

Diğer başka metinlerinde de Bediüzzaman'ın akıl, kalp veya vicdan gibi özelliklerimiz için 'berzah' ifadesini kullandığına şahit oluruz. İşte bir örnek: "Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur."

Yani birer 'eşik' olarak yaratılan bizler de içimizdeki 'geçişkenliği' böylesi yeteneklerimiz üzerinden sağlarız. Bilmeyiz belki yaşarken ne derece büyük bir iş eylediğimizi. Zamanı gösterdiği bilmeyen saat gibiyizdir çoğu zaman. Ancak burada şu nüans vardır: İnsan şuurlu bir varlıktır. Allah'ın varlığından ve kendi konumundan haberdar olanlar, buna iman edenler ve hakkını vermeye çalışarak yaşayanlar, kendileri üzerinden dönüşen âlemi nurlandırırlar.

Güzel isimler verirler. Güzel elbiseler giydirirler. Güzel anlamlara sarıp saklarlar. Güzel işler yaparlar. Güzel sözler söylerler. Bu güzel eşikliklerinden dolayı da Allah onları dönüşümünde pay sahibi oldukları âlemlerle ödüllendirir.

İşte, kanaatimce, kulluk böyle birşeydir. "Evrenin dönüşümünde eşik olmaktır." Bu ehemmiyeti nedeniyle insan vahiyle/nübüvvetle hakikatten haberdar edilir. Uymakla sorumlu tutulur. Kötü anlamlar vermesi (günah) yasaklanır. Güzel anlamlar vermesi (sevap) öğütlenir. Eşik, kendinden geçenleri dönüştürürken, dönüştürdüklerinin sıhhatinden mesuldür çünkü. Tıpkı bir havayolları şirketinin taşıdığı canlardan mesul olması gibi. Cehenneme giden her insan da yaşadıklarıyla, eyledikleriyle, söyledikleriyle, ettikleriyle bir cehennem yaratılmasından mesuldür.

Mürşidim, Cenab-ı Hakkın, 'kendisini inkâr edenleri' neden 'sonsuz bir cehennemle' cezalandırdığını ifade sadedinde diyor ki: "Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, onbeş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, 'halidîn'e hapseder."

Hepimizin elinde kan var! Buradan şuraya geçeceğim: Yukarıda insana nisbetle akıl, kalp ve vicdan gibi yeteneklerin bir tür 'geçiş âlemi' veya 'eşik âlem' olduğunu söylemiştik. Peki insanın kendisi için de içinde bulunduğu evrenin aklı, kalbi veya vicdanı olduğunu söyleyemez miyiz? Bu bana mümkün görünüyor. Nasıl ki, akıl bizde bir şube iken, maddi yeri belki o kadar küçük ki 'Şurasıdır!' deyip gösterilemiyor; aynen öyle de; insan da o kadar küçük ki evrende, evren 'kendi aklı nerede' bilemiyor, fakat akıllanıyor. İnsanla akıllanıyor. İnsanla kalpleniyor. İnsanla vicdanlanıyor. İnsanla anlamlanıyor. İnsanla duygulanıyor.

Carl Sagan'ın insana yüklediği 'aracılık' bu pencereden de anlaşılabilir. İnsanda akıl nasıl ki bir aracıdır, insan da evrende bir aracıdır, yani evrenin de aklı insandır. Bu büyük düzenin 'kuşatamadığımız bir canlının parçaları olduğunu' düşünürsek, ki Bediüzzaman da kimi metinlerinde böyle bir anlamı çağrıştırır şeyler söyler, biz o canlının aklıyız belki. (Melek kardeşler de diğer hücreleri.)

Kalbiyiz belki. Vicdanıyız belki. Kendini müstakil bir varlık sanan parçasıyız. Tıpkı kendi aklımız, kalbimiz veya vicdanımız gibi. (Belki hücrelerimizin içinde de kendisini böyle sanan mikro düzey canlılar var.) Öyle ya, arkadaşım, içimizdeki kentte yolculuk ederken onlar da kendilerini 'müstakil birer varlık' gibi dayatmazlar mı bize? "Benim dediğimi yap!" diye ayrı ayrı demezler mi?

O halde bu yazıyı da son paragrafın dayanağı olabilir bir yerle bitirelim: "Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nev'i hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre kadar büyüse, ona benzemeyecek mi? Hayatı varsa, ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki, bir cesetteki âzâ, eczâ, zerrat, izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i fert hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?"

30 Nisan 2018 Pazartesi

İnsan da bir su birikintisidir

Hatırlarsanız "Kendimizde boğulmaktan bizi kim kurtarır?" başlıklı yazımda 'eskiden astronomik gözlemlerin havuzlar sayesinde yapıldığından' bahsetmiş ve şöyle eklemiştim: "İnsanın yaratılış sürecini anlatan ayetlerde şöyle bir zenginlik nazarıma çarpıyor. Mesela: Nahl sûresinin 4. ayeti gibi bazıları diyor: 'O, insanı bir damla sudan yarattı.' En'âm sûresinin 2. ayeti gibi diğer bazıları diyor: 'Sizi bir çamurdan yaratan ve sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O'dur.' Sonra nazarınıza Rûm sûresinin 20. ayeti gibileri çarpıyor: 'Sizi topraktan yaratması Onun (varlığının) delillerindendir.' Bu 'su, çamur, toprak' ifadeleri bana her nedense yazının giriş kısmında bahsettiğim 'rasathane havuzlarını' hatırlatıyor. 'İnsan' ile 'birikintiler' arasında bir benzerlik bağı kurmamı sağlıyor."

Evet, aynalık yönünden 'toprak, su ve çamurdan olan insan' ile yine 'toprak, su ve çamurdan olan su birikintileri' arasında hâlâ bir benzerlik görüyorum. Hatta şöyle düşünüyorum: 'Hayat' aslında bu aynalığın giriftleşmiş halidir. Yani: 'toprak, su ve çamurdan olan havuz'dan 'toprak, su ve çamurdan olan insan'a gelindikçe aynalık değişmez, fakat şiddetlenir. Birikintilerin aynalığını yaptığı 'bir' manzara ise insanınki 'bin'lercedir. Üzülür, sevinir, kızar, neşelenir, sever, tiksinir, ağlar, gülümser... Bütün bu dalgalanmalar içinde kimbilir onda neler neler yansır. Anlarına ne yıldızlar sığar. Ne gökler göğsüne iner. Böylece insan 'toprak, su ve çamurdan gelen' aynalık fonksiyonunu (elbette kemalatı/gelişimi ölçüsünde) ileriye taşır.

Yalnız, tam bu noktada, diğer yazımda eksik bıraktığım birşeye de dikkat çekeceğim: Bu üç öğenin birlikteliğinden doğan aynada, 'yansıtıcı' olarak yalnızca yüzeydeki su görünse de, aslında herbir parçanın kendi yeteneğince bir aynalığı vardır. Onların aynalığı sayesinde suyun yüzeyinde bizim bildiğimiz aynalık fonksiyonu oluşur. Nasıl? Belki biraz şöyle: Toprak, güneş ışığını bildiğimiz şekilde 'resmini koruyarak' yansıtmaz, fakat toprağın kısmî tutuculuğu da aslında bir çeşit aynalıktır. Burada aynalığı ışıkla hemhal olan herşey için kullandığımı ifade etsem daha açık davranmış olurum. Evet, toprak da güneşin bir aynasıdır, ama bağrından çiçekler fışkırtan bir aynasıdır. Eğer toprak, güneşten gelenin birazını tutup birazını bırakmasaydı, ne göz ile onu görebilirdik, ne de bağrından çıkan şeyleri elde edebilirdik. Onun aynalığının 'tutması yüksek' yanıdır ki, rengini koyultur, ama bağrından doğacakları zenginleştirir.

Evet, çukurun dibindeki toprak da ışığı biraz tutuyor, biraz da bırakıyor. Onun bu kısmî aynalığı (suyla temas ettiği bölgede) çamura doğru evrilirken biraz daha azalıyor. Ve yüzeydeki su altındaki bu daha az bırakır aynalar sayesinde güzel bir yansıtıcıya dönüşüyor. Yani içiçe konmuş üç ayna sayesinde bizim bir gözlem âletimiz oluyor. Bu söylediklerim tuhaf geldiyse dibi bembeyaz taşlarla örülü havuzları hayal edin. Onların yüzeyindeki yansımaların gücü sizce ne kadardır? Bir havuzun zemininin rengi açıldıkça yansımalarının gücü de zayıflar.

Buradan şuraya geleceğim: Mürşidim metinlerinde tekrar be tekrar kendisini 'üç şahsiyete' ayırıyor. "Nedir bu 'üç şahsiyet' ayrımı hey efendi?" dersiniz diye evvela bir alıntı yapalım:

"İşte, bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar. Birincisi: Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ân'a ait bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır. İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim. Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor."

Başka bir yerde ise dünyanın 'üç yüz'ünden bahsediyor yine mürşidim: "Hem dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var: Biri, Cenâb-ı Hakkın esmâsının âyineleridir. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i İlâhî olmayan, ehl-i dalâletin dünyasıdır..." Yazıyı uzatmaktan korkmasam bir de "Hayatı ile, üç cihetle Zât-ı Hayy-ı Kayyûma ve şuûnâtına ve sıfât-ı muhitasına âyinedarlık etmektir..." diye başlayan bir bölümü alıntılayacaktım, ama gözüm kesmedi. Azıcığını alıp geçeceğim: " (Birincisi:) İnsan, kendi acz-i mutlakıyla Hâlıkının kudret-i mutlakasını ve derecâtını ve aczin dereceleriyle kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve zaafıyla Onun kuvvetini anlamaktır. Ve hâkezâ, noksan sıfatlarıyla Hâlıkının evsâf-ı kemâline mikyasvâri âyine olmak... Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarını göstermeye mükemmel bir âyine olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemâlât-ı İlâhiyeye âyinedarlık eder."

"En doğrusunu Allah bilir!" kaydıyla söyleyeyim: Bence Bediüzzaman'ın metinlerinde kullandığı bütün bu üçlü sistemlerin Kur'an'daki mezkûr üçlü sistemle bir ilgisi var. Herbir şahsiyetinin 'su, çamur, toprak' üçlemesinde bir yeri var. Mesela: Kendisinin 'karanlık' bulduğu üçüncü şahsiyeti ne çok toprak seviyesindeki 'az yansıtıcılığa' benzer. Ubudiyet vaktinde büründüğü ikinci şahsiyetinin ise su ve toprağın etkileşiminden oluşan çamur seviyesine ne çok benzerliği vardır. Çünkü ubudiyet de insanın üzerinden yansıyan Esmaü'l-Hüsna ile etkileşim içerisine girmesinden doğar. Allah'ın isimlerinin tecellilerini farkeden insan o tecellilerin rengine göre renkten renge girerek bir ubudiyet sergiler. Tıpkı üzerinde güneşin yansıdığı suyun toprakla etkileşime girmesi ve onu çamurlaştırması gibi. İnsan da ubudiyet vaktinde yumuşar. Çamurlaşır. Değişir. Veya işlenmeye müsait bir hal alır.

Birinci makamdaki dellallık ise tam bir yansıtma makamıdır. Orada mürşid ancak yansıtandır. Allah'ın kendisine bağışladığı marifetullaha dair ilmi/ahlakı talebeleriyle paylaşır. Tıpkı bir su birikintisinin, üzerinde yansıyan manzarayı, o manzaradan hiçbirşeyi kendisine ait kılmadan seyircilerin gözüyle paylaşması gibi. Evet. Göl güneşten haber verir. Ama göle güneş sığmaz. Göl bunu iddia etmez. Cam parçası yıldızları gösterir. Ama cam parçasına yıldız sığmaz. Cam parçası bunu iddia etmez. İnsan da öğrettiklerinin, taşıdıklarının, haber verdiklerinin tastamam içine sığdığı bir ayine değildir. Makam-ı irşadda muvaffak olduğu aslında sadece güzel bir ayineliktir.

Meselenin 'dünyanın üç yüzüne' bakan tarafını da ele almak istiyordum, ancak yazı uzadı gitti. Sizi de bıktırmak olmaz. Zaten lafı dolaştıra dolaştıra konuşmamdan yoruldunuz. O zaman o ciheti de sizin keskin fehimlerinize havale ederek Risale-i Nur'da sıkça karşımıza çıkan böylesi üçlemelere şöyle bir dikkat çekmiş olalım. Ve unutmayalım: Bir yanımızın tastamam yansıtıcı olabilmesi için diğer bir yanımızın da karanlıkta kalması gerekiyor. İnsanda bunu 'aczi ve fakrı' sağlıyor. Dünyada bunu 'ademe ve fenaya bakan yüzü' besliyor. Bediüzzaman'da ise aynı fonksiyonu gören 'üçüncü şahsiyet' var. Her şekilde aynalar sırlanıyor. Sırsız ayna olmaz. Çünkü sonsuzu yansıtıyorlar. Sonsuzu yansıtan, evren iki sonsuzluk birden kaldırmadığından, sınırlanmak/sırlanmak zorundadır. Kusurlarımız da sınırlarımız/sırlarımızdır bizim.

1 Mart 2017 Çarşamba

Bir acemilik tedavisi olarak namaz

"Onun nesim-i zikrine beden ol ki, hayattar olasın."
Mesnevî-i Nuriye'den.

Belki bu yazı, dolu dolu bir yazı gibi gelmeyecek size, ancak sadece sizin için yazmıyorum. Unutmamak için yazdığım da oluyor. "Bir hikayeyi canlandırmak onu gerçek kılabilecek şekilde yaşamaktır!" der Daniel Quinn İsmail'de. Birşeyleri anlatmak/yazmak da onları akılda (ve belki hayatta) tutmanın güzel bir yoludur. Dile gelmeyen, yani sesten veya harften olsun bir vücuda girmeyen şeyler, varlık sahnesinden çekilmeye meyyal oluyorlar. Zaten bir vücut giymemiş olanın varlık sahasını terketmesi de kolay. Tutmak biraz da bu demek. Tutmak biraz da tutunmak demek.

Daha üst bir vücut sahasından size 'ona tutunasınız diye' bahşedileni kendi vücut sahanızda tutmaya çalışıyorsunuz yazarak. 'Batıp gitmekle' ve 'batıp gidenleri sevmemekle' yaralısınız. Tutunmaya ihtiyacınız var. Ben de tam bu nedenle, aklıma gelen, bence değerli şeyleri not alıyorum. Birazı sizin içinse birazı da benim için. İnsan yazdığına önce kendisi muhtaç değil midir? Yaptığınız hâzâ cömertlik bile olsa, vermekten, verdiğinizden önce siz faydalanmaz mısınız? İyilik yapmak, izi ruhunuzu hiç terketmeyen, bir lezzete sahip olmak sayılmaz mı? (Alan el de veren ele 'veren el' olmayı hediye etmez mi yani?)

Demek iyilik (iyilikten muradımız amel-i salihtir) yapmak da kalbe geleni cisme büründürmektir. Allah'ın gönlünüze 'hissediş' veya aklınıza 'biliş' olarak bağışladığı güzellikleri iyiliklerle/fiillerle cisme büründürürsünüz. Kalbinize şefkat bağışlanır. Yavrunuzu kucağınıza alırsınız. Kalbinize aşk bağışlanır. Onunla bir çift göze tutunursunuz. O zaman tutarsınız işte. Hem melekler defterlerinde tutarlar. O iyilik sizi bırakmaz. O tadış sizi bırakmaz. O bir çift göz sizi ölünceye kadar bırakmaz. Tıpkı kurbanın bir omuzundan başka herşeyinin fakirlere dağıtıldığını duyan Efendimiz aleyhissalatuvesselamın Aişe annemize (r.anha) dediği gibi: "Desene omuzundan gayrısı bize kaldı."

Evet, iyilik olan kaldı, olamayan gitti. Peki biz neye 'iyilik' diyoruz? Bence iyilik demekle kastettiğimiz daha çok 'bizden ötesinin varlığına yarayan' şeyler. Yolda gördüğünüz bir dilenciye para vermekle duyduğunuz ferahlık, aslında, parçanın bütüne ettiği hizmetle duyduğu ferahlıktır. Yardıma muhtaç insanlara ulaştıkça, benliğiniz, sadece kendisi için varolmadığını sezdiği için ferahlar. Tatmin olur. Kalpler ancak bütünlüğün anlamını zikrederek tatmin olur.

Tevhidî bütünlük, üzerine yaratılmış olduğumuz ve vicdanımızda bu 'üzerineliğin' sorumluluğunu hissettiğimiz bir bütünlüktür. Biz müstakil yaratılmışlıklar/parçalar değiliz. Bir büyük 'Ol'un içindeki küçük 'ol'larız. Bütün varlığı yokluktan çağıran 'kün' emrinin içindeki 'kün'cükleriz. Vahidiyetin gölgesinde halkedilmiş olmamız, parçamızı, bütünden haberdar kılıyor. Fıtratımız ve fıtrat-ı zişuur olan vicdanımız bizi uyuma çağırıyor.

Yalnız uyuma mı? Bütünün varlığına katkıda bulunmaya da çağırıyor. Anne çocuğunun hayatını korumak için neden çabalıyorsa, bir çevreci de, tabiatın üzerine yaratılmış olduğu düzeni korumaya o yüzden çabalıyor. O bütünün kendisiyle irtibatlı ve kendisinin o bütünlükten sorumlu olduğunu hissediyor. İşte ben de tam bu noktada size 5. Söz'deki şu paragrafı hatırlatmak istiyorum:

"Seferberlikte, bir taburda, biri muallem, vazifeperver, diğeri acemî, nefisperver iki asker beraber bulunuyordu. Vazifeperver nefer talime ve cihada dikkat eder, erzak ve tayınatını hiç düşünmezdi. Çünkü, anlamış ki, onu beslemek ve cihazatını vermek, hasta olsa tedavi etmek, hatta indelhâce lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi talim ve cihaddır. Fakat bazı erzak ve cihazat işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir. Ona sorulsa, 'Ne yapıyorsun?' 'Devletin angaryasını çekiyorum' der. Demiyor, 'Nafakam için çalışıyorum.' Diğer şikemperver ve acemi nefer ise, talime ve harbe dikkat etmezdi. 'O devlet işidir, bana ne?' derdi. Daim nafakasını düşünüp onun peşinde dolaşır, taburu terk eder, çarşıya gider, alışveriş ederdi. Birgün, muallem arkadaşı ona dedi: 'Birader, asıl vazifen talim ve muharebedir. Sen onun için buraya getirilmişsin. Padişaha itimad et; o seni aç bırakmaz. O onun vazifesidir. Hem sen âciz ve fakirsin; her yerde kendini beslettiremezsin. Hem mücahede ve seferberlik zamanıdır. Hem sana âsidir der, ceza verirler. Evet, iki vazife peşimizde görünüyor. Biri padişahın vazifesidir; bazan biz onun angaryasını çekeriz ki, bizi beslemektir. Diğeri bizim vazifemizdir; padişah bize teshilât ile yardım eder ki, talim ve harptir.'"

Seferberlik nedir? Acemilik nedir? Angarya nedir? Talim ve harp nedir? Hepsini tek tek konuşmaya bu yazı yetmez. Fakat şu kadarcık dokunmak istiyorum kendimce: Seferberlik bütünün anlamıdır. Ve bu sözde de onu temsil eder. Kainattaki şu koplike düzen, sürekli faaliyet, hiç durmayan çalışma ve dönüşüm tıpkı bir seferberlik gibidir. Kainat bir amaç uğruna çalışan bir fabrika gibidir. Fakat onun içindeki bazı parçaların, mesela bizim, ayrıca bütün (parçasının bütünlüğü) olduklarına dair bir şuurları vardır.

Bu yetenek onlara bir hikmete binaen verilmiştir. Ve parça acemi olduğunda telaşlanır. Bir yerin acemisini, bütünün içinde, kendi menfaatini sürekli kollamasından, hem kendi adına cidden korkmasından, hem kendisini fazla kaptırmasından anlarsınız. Bir işyerine yeni başlayan elemanlar tecrübelilere göre işe daha farklı bir vurguyla sarılırlar. Tecrübelilerin (muallem ve vazifeperverlerin) aldırmadıkları şeylere dahi büyük dikkat gösterirler. Daha fazla şeyden korkar, daha fazla şey için endişelenir, daha fazla şey için gerilirler. İşyerinin, maaşları veya öğle yemeklerini düzenli verdiğini bilen bir işçi, bir dahaki ay için (veya o günün öğle yemeği için) acemi kadar telaşlanmaz. Ama o telaşlanır. Çünkü bütünle uyumunu tamamlamamıştır. Henüz sisteme adapte olamamıştır. Tecrübesi arttıkça vurgusu değişir.

Hepimiz yaşadığımız iş maceralarından bunu biliriz. Eskiden, beraber çalıştığım birisinin, kolilerin üzerine yazdığımız firma isimlerini adeta elyazısı güzelliğinde yazmaya gayret ettiğini hatırlıyorum. Ona bu işi uzattığı ve paketlemeyi geciktirdiği için kızardık. Elyazısının güzelliği içinse takdir edenimiz yoktu. (Müşterilerin de takdir mesajı yazdığını hatırlamıyorum.) Zira işimiz kolilerin müşterilere sevkedilmesiydi. Vurgumuz bunaydı. Firma isimlerinin güzel yazılmasına ihtiyaç veya rağbet yoktu. Hatta, değil isimlerin tamamı, sadece başharfleri bile olsa yetiyordu.

İşte, 5. Söz'de mürşidimin altını isabetle çizdiği gibi, insan da bu dünyanın acemisi olduğunda kendi parçasına ve parçasına önemli/hikmetli gelen şeylere titizleniyor. Varlık amacının kendisi olduğunu sanıyor. Bütüne/bütünün amacına farkındalığı az oluyor. Namazı anlatan bir sözde şu hikayeciğin bize aktarılması elbette tesadüf değil. Namaz bütünün anlamı içindir. Rızık endişesi ise parçanın varlığını devam ettirmesi için. Parça, bütünün önemini görmez olduğunda, topyekûn bir seferberlikte olduklarını unuttuğunda, kendi önem hiyerarşisine ve vurgusuna göre amel etmeye başlar. Hatta kendisinden başka 'ben'lerle savaşmaya, onları kıskanmaya, rakibi gibi görmeye koyulur.

Ancak tevhide imandır bize bütünlüğü öğreten. Namazdır, unuttuğumuz her günde, beş vakit tekrar ile bütünlüğü ve amaçlarını hatırlatan. Bize tutunmamız için bizden aşkın bir anlamı bağışlayan. Namaz kılmayan insan bu hayatın acemisidir. Çünkü bütünün ne için varolduğunu unutmaya başlar. Öyle ya, mürşidim demez mi yine, "Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder." Evet, bütünün amacını unuttukça, parçanın menfaati için onlara zulmedersin. Bencillik de budur zaten.

18 Eylül 2015 Cuma

Pişmanlığı diri tutmak...

Tevbeyi, günahın terkiyle kuyruğu birbirine çok bağlı birşey gibi düşünüyordum eskiden. Yani günahı terket(e)miyorsanız, tevbe etmeniz de boş gibi geliyordu. Kapağını bile açmamak lazımdı, dürüstlük adına. Çünkü bazı tevbeler, günahkâr hayatlarınızla altından kalkamayacağınız iddiaları da içinde barındırıyordu. Bile bile yalan söylemek gibi oluyordu. (Çünkü ne kadar tevbe etseniz de bırakamıyordunuz.) Sürekli sözümden döneceksem, Allah'a tekrar be tekrar söz vermenin ne anlamı vardı? Hem ayıp değil miydi?

Evet, sözüne kıymet verdiğim insanlar 'yine de tevbe etmek gerektiğini' söylüyorlardı. Evet, ben de bu nasihatlerin haklı olduğunun (en azından bir seziş mesabesinde) farkındaydım. Neticede Rahman'ın kapısından başka gidilecek kapı mı vardı? Elbette yüzüm Onda kalmalıydı. Elim kulpta durmalıydı. Fakat, ne yalan söyleyeyim, yine de tesirini göremedim bu tavsiyelerin.

Biz, tevbeyi, bir terkin taahhüdü ve bu ahdin dil ile ilanı/iddiası gibi düşünüyoruz sadece. Fakat tevbe aynı zamanda kötünün kötülüğünün de ilanıdır/şahitliğidir. Yani insan, tevbe ettiği herşeyde aslında o şeyin kötülüğünü diri tutmuş olur. Bu ne demek? Aslında şu demek: Eğer tevbelerimiz olmazsa, kötü 'kötülüğünü' (bizce) yitirir. Nötrleşir bizim için. Sıradanlaşır. Meşrulaşır. İşte tevbenin hoş zatıdır ki, kötünün 'kötü' oluşunu hem hatırlayıp hem de ilan/itiraf edişimizle içimizde ona karşı buğzu diri tutar. Yerinden oynayan taşları yerine bırakır. Tevbeyle, dilimizle olsun o kötüye 'kötü' diyerek, yaşam alanımızın algı alanımızı bozmasına izin vermemiş oluruz.

Bu, 'yaşadığımız gibi inanmak' ve 'inandığımız gibi yaşamak' arasında çokça sürçtüğümüz ahirzamanda ayrıca kıymetli birşey. İnandığımız gibi yaşayamasak da (Allah cümlemize yaşamayı nasip eylesin) en azından yaşadığımız gibi inanmaya da 'dur' diyoruz böylece. Her tevbe şöyle bir cümleyi söylemek gibi yani: "Ben yapıyorum, ama doğrusu bunun yapılmamasıdır!" Veya Kenan Demirtaş abinin ifade ettiği gibi: "Allahım, biliyorum ve kabul ediyorum ki bu kötüdür."

Yani yaptığının kötülüğüne, onu yapmış olmana rağmen, yeniden iman ediyorsun. Yahut da onu yaparken bozulan dengelerine yeniden itikadî bir ayar çekiyorsun. Hani hadiste vardır: "Zina eden kimse, zina ederken mümin olarak zina etmez. Hırsızlık yapan kimse, hırsızlık yaparken mümin olarak hırsızlık yapmaz. İçki içen kimse de, içki içerken mümin olarak içmez. Fakat tevbe (kapısı) açıktır."[1] Bu mana seni Müsned'de geçen şu hadise de yaklaştıracak belki: "İmanın kulplarının en sağlamı; Allah için sevmen ve Allah için buğzetmendir."[2]

İtikat dediğimiz şeyin özü bundan başka nedir ki? 'Emredildiğin gibi dosdoğru olma hali' Kur'anî ifadesiyle. Allah'ın helal/haram, hayır/şer, iyi/kötü dairesinin Onun emrettiği gibi olduğunun tasdiki, ancak insanın duası/ubudiyeti ve tevbesi/takvasıyla kendisini ortaya koyabilen birşeydir: Duayla hayırlı olanı isteriz. Tevbeyle şer olandan Allah'a sığınırız. Kötüye kötü ve iyiye iyi demeye devam ederiz böylece. Yaşadığımız/kaçınamadığımız yanlışın itikadımıza tesir etmesine engel oluruz.

Dua ve tevbe arasında 'kabul edilmek' mevzuunda da bir benzerlik var. Nasıl ki, dua için 'kabul edilmedi' demektense 'vakti kaza olmadı' demek daha doğrudur; 'terkedişi yerine getirilememiş' tevbelerde de 'vaktinin kaza olmadığına' inanmak daha doğrudur: "Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def' olunmazsa, denilmeyecek ki, 'Dua kabul olmadı.' Belki denilecek ki, 'Duanın vakti kaza olmadı.' Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle belâyı ref etse, nurun alâ nur, o vakit dua vakti biter, kaza olur. Demek, dua bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı."

Bu meselenin birinci boyutu. İkinci boyutu ise, tevbenin pişmanlığı diri tutması. İnsan tevbe ettiği sürece o günahı terketmeye dair bir kapı açık bulunur. Kötü ancak 'insanın yapmaktan pişman olduğu'dur. Yine bir hadis-i şerifte buyrulduğu gibi "Pişmanlık tevbedir." Bu noktada tevbe araçsallaşıyor. Asıl diri tutulması gerekenin pişmanlık olduğu anlaşılıyor. Kötüye kötü demeye devam etmek de bu pişmanlığın canlı kalması açısından kıymetli. Günahları normalleştirmek belki de önce tevbelerde yaptığımız fireyle ortaya çıkan birşey. İkinci Lem'a'da yer alan 'herbir günah içinde küfre gidecek bir yol' uyarısı, tam da böylesi sakat bir normalleştirme/meşrulaştırma arayışını ifade ediyor:

"Günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

Tevvab isminin 'tekrar be tekrar affeden' manasına gelmesi bu açıdan ne kadar da anlamlı. Hak Teala zaten bizim tekrar be tekrar çukurlara düşesi bir canlı olduğumuzu biliyor. Bizden, birinci derecede onların terkini, fakat ikinci derecede de belki salt şunu itiraf edebilmemizi istiyor: "Allahım, bu çukurdu. Düştüm. Sen beni kurtarmazsan buradan nasıl çıkabilirim?" Bu noktada Hz. Yunus'un (a.s.) münacaatı ne kadar manidardır: "Allahım, senden başka ilah yoktur. Seni kusurlardan tenzih ederim. Ben kendine zulmedenlerden oldum!"[3]

O dua içinde Allah'ın 'subhaniyetini' ayrıca vurgulaması, bize tevbenin bir diğer özelliğini de haber veriyor: Tevbe, olandaki kusuru/kiri üzerimize almaktır. Onu normalleştirerek/meşrulaştırarak kusuru Allah'a da (hâşâ) bulaştırmaktan sakınmaktır. Zaten dikkat ediniz, itikadında tuhaflıklar oluşmaya başlamış insanların 'itirafa temayül gösteremedikleri' hataları olur. Kendilerini tenzih etmek pahasına itikadlarına ve (kendilerince) Allah'a bulaştırırlar o çamuru. Hasılı: Tevbenin bu yönüyle bize vereceği çok dersler var. Ve tekrarı, günahları terkedemesek bile, durduğumuz yerin ilanı açısından kıymetli.



[1] Tirmizî, İmân 11 (2627)
[2] Ahmed b. Hanbel, 30/488
[3] Enbiya sûresi, 87

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...