Evren etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Evren etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mart 2023 Çarşamba

Evrenin başı güneşini nasıl takip ediyor?

Bu da pek bir yazıya benzemeyecek. Ders notu kabilinden olacak. Yine de karalamalıyım. Saklamanın en iyi yolu dilegetirmektir çünkü: Bediüzzaman'ın 33. Söz'ün 9. Pencere'sinde 'ibadât-ı umumiye'yi delil olarak sevketmesi kafamı karıştırdı arkadaşım. Evet. Çünkü ibadet 'ortak bir bilgi alanı' gibi gelmiyordu bana. Mü'minseniz ibadet edersiniz. Tamam. Allah kabul etsin. Değilseniz zaten böyle bir zemini kabul etmiyorsunuz. O halde oradan delil getirmek nasıl olabilir? 

Yani, "Ey münkir, bak herşey ibadet ediyor, bu kadar ibadet varsa mutlaka Mâbudları da vardır!" desem, münkir de bana şöyle demez miydi: "Bence hepsi yanlış yapıyorlar. Bir rüyaya kapılmış gidiyorlar. Onların zaten katılmadığım bir davranışları ile beni cerhedemezsin." Sonra, elhamdülillah, metnin içerisindeki bir detaya uyandım. 'İbadet' kavramını biraz dar ele aldığımı düşünmeye başladım. Deniliyordu ki mesela orada: "(...) bilmüşahede bütün zîhayatların kemâl-i intizamla ubûdiyetkârâne vazifeler görmeleri ve bilmüşahede anâsır gibi bütün cemâdâtın kemâl-i itaatle ubûdiyetkârâne hizmetleri, bir Mâbud-u Bilhakkın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösterdiği gibi..." 

Tabii böyle metni alıntılayıp bırakınca olmayacak. İzahı da gerekecek. Tevfik Hüda'dan. Eh, evet, öncelikle soralım o zaman: İbadetle aslında ne yapmış oluyoruz? Düşünün. Düşünün. Düşünün. Evet. Süreniz doldu. Kağıtları gösterin. Zannediyorum 'şükür' diyeceksiniz, 'hamd' diyeceksiniz, 'tefekkür' diyeceksiniz, 'teslimiyet' diyeceksiniz. Daha nice güzel tarifi ekleyeceksiniz. Maşaallah. Diliniz  şeker yesin. Ve bunların hepsini de haklı olarak söyleyeceksiniz. İtiraz etmiyorum. Fakat bunlarla birlikte, ibadetle, birşeye daha muvaffak kılındığımızı düşünüyorum. Nedir? İhtimalleri teke düşürmektir. 

Peki 'ihtimalleri teke düşürmek' ne demek? 

İzah misalsiz olmaz. Namazımızı ele alalım. Size namazı 'sadece bir başlık' olarak verdiğimi düşünün mesela. İçeriğini kendiniz dolduracaksınız. (Yakında hadis inkârcıları da öyle şeyler yapacaklar gibi görünüyor.) Nasıl doldururdunuz? Beraberinde elinizde hiçbir dinî verinin bulunmadığı bir dünyayı da hayal etmenizi istiyorum. Hayy bin Yakzan gibisiniz. Beşeriyetle tanışıklığınız yok. Ne yapardınız? Takla mı atardınız? Yerde mi yuvarlanırdınız? Şınav mı çekerdiniz. Amuda mı kalkardınız? Allah'ı razı etmenin yolunu ne şekillerde arardınız? Hangi kelimelerle dilegetirirdiniz? Bireysel namaz tercihiniz nasıl olurdu

Hatta biraz daha geriye gidelim: 'İbadet' diye birşeyin başlık bilgisi kadarcık olsun bilgisi gelmemiş sayalım. Böyle bir cehaletten doğacak ihtimaller karşısında sizi ne/nasıl birliğe getirebilirdi? Acaba insan sayısı kadar din olmaz mıydı? İnsan sayısınca ahlak bulunmaz mıydı? Putların sayısı insan sayısını aşmaz mıydı? Doğru, insan sayısınca, hatta o insanların farklı şartlardaki doğru algılarıyla çoğalacak sayıda, artmaz mıydı? Demek, biz, sünnet-i seniyye ile somutlaşmış bir ibadet dünyasına kavuştuğumuzda, yüce bir birliğe de kavuşmuş oluyoruz. Muhtemellerin ekserini eleyerek teke dönüyoruz. Disipline ediliyoruz. (Ehl-i Sünnet dairesinde kaldıktan sonra mezhepler de meşrepler de meslekler de bizi disipline ediyorlar.)

Bakış açımızı genişletmek bu noktada başlıyor. İbadetin ilk tesirlerinden birisi bizde bu oluyorsa kainattaki disiplini/disiplinleri de bu zeminde kavramak mümkün olamaz mı? Yani, herbiri (tıpkı yukarıda 'namaz' misalinde olduğu gibi) farklı bir fizik, kimya, biyoloji ile amel edebilecek (hatta her anları farklı olabilecek) varlık dünyasını 'kanunlara bağlanmış bir şekilde' hareket ettiren de onların ibadetleri olabilir mi? Öyle ya. Biz namazda geçecek süreyi binlerce farklı şekilde geçirebilirdik. Çay içebilirdik. Yemek yiyebilirdik. Top oynayabilirdik. Televizyon izleyebilirdik. Ceptelefonumuzu kurcalayabilirdik. Ancak bir imama uyduk. Namaza durduk. O anda o imama iktida eden herkesin hareketleri tekleşti. Lisanları birleşti. Bir disiplinin kaydı altına girdiler. Muhtemellerin evreninden vazgeçtiler. Artık yalnız bir dünyaları var.

İşte 'anâsır gibi bütün cemâdâtın kemâl-i itaatle ubûdiyetkârâne hizmetleri' veya 'bütün zîhayatların kemâl-i intizamla ubûdiyetkârâne vazifeler görmeleri' ve bunlarla beraber musırrane zikredilen 'bilmüşahade'lik bizi "İbadetin 'ortak alanını' görmeye çağırıyor olabilir!" diye düşündüm. Herşeyin intizamı ibadeti olabilir. Çünkü, ibadet, ihtimalleri terkedip Allah'ın razı olduğu tekilliğe yönelmektir. Vahdetin bu şekilde umumen câri oluşu, yani herşeyin muhtemelleri terkle bire yönelmesi, biri arıyor oluşu, biri yapmaya adanması, bire tutunmak istemesi, birin etrafında dönmeye temayülü, bu karşı konulmaz evrensel yasa 'ibadât-ı umumiye' başlığını dolduruyor sayılabilir. Tabii bunca lafazanlığı 'Allahu a'lem' kaydını unutmadan yapıyoruz. Herşeyin en doğrusu Allah bilir. Dilimize dökülenler kırık aynamızda gözükenlerdir. Ama, siz de farketmişsinizdir, bu 'merkeziyet-ibadet' ilişkisinin mezkûr metni fehme yaklaştıran bir yanı var. 'Herşeyin ibadeti'ni kavramada bu yaklaşımın faydası dokunabilir.

Hepsini alsak uzun kaçardı. Metnin sonundan bir alıntıyla bitirelim: "(...) kâmil insanlardaki bütün makbul ibâdâtın ve o makbul ibâdâtın neticesinden hasıl olan füyuzat ve münacat, müşahedat ve keşfiyat, yine o Mevcud-u Lemyezel ve o Mâbud-u Lâyezâlin vücub-u vücudunu ve vahdetini ve kemâl-i rububiyetini gösterir." Evet. Gösterir. Eğer ışık aldıkları merkez tek olmasaydı ayçiçeklerinin başları bu kadar güneşi takip etmezdi. Arkadaşım, evrenin düzeni de, başının güneşini takip ediş şekli olmasın sakın?

29 Mart 2020 Pazar

Corona için dua edilmez mi?

Zara'nın ortasından geçer. Bu nedenle yüzmeyi Kızılırmak'ta öğrendim. İddialı değilim. Kendimi kurtarmaya yetecek kadar ancak biliyorum. (Beni yüzerken görenler de aynı kanaattedir.) Bununla birlikte hayat kurtardığım da oldu. Evet. Yine Kızılırmak'ta bir çocuğun hayatını kurtardım. Herhalde çocuk değil de yaşıtım bir genç olsaydı ikimiz de boğulmuş olurduk. Zira boğulma anında her insan bir miktar kafayı yer. Ölüm korkusu varlığını öylesine sarar ki yanındaki en kurtarıcı/dost nesneyi bile basamağı/düşmanı gibi görür. Ya kendisiyle birlikte düştüğü boşluğun içine çeker yahut da kurtarıcısının boğulması pahasına kendisini kurtarır. O an kurbana söz anlatılamaz. Boğulanları kurtarmaya çalışmak bu açıdan epey risklidir.

Ben de çocuğa elimi uzattığımda bir anda ağırlığını sırtımda buldum. Omzuma çıktığı yetmiyormuş gibi boğazımı da sarıyordu. Allah'tan ağırlığı başedilmeyecek gibi değildi. Her neyse. Allah afiyetli ömür versin. Belki de şimdi kendi çocuklarını yüzmeye götürüyordur. Bir zamanlar Kızılırmak her baharda birkaç kurban alırdı. Hatta ismindeki 'kızıl'ın bu kanlı âdetten geldiği söylenirdi. Kurbanları da genelde yaza kadar sabredemeyenler olurdu. Haziran'ı görmeden yumuşamazdı bizimki o vakitler. Şimdi eski şevketi kalmamış diyorlar. Epeydir ben de gitmedim.

Asıl konumuza gelelim: Fizikçi olmamakla birlikte benim de kendime göre bir evren algım var. Özellikle 'tabiat yasaları' diye adlandırılan şeyleri duygularla açıklamayı seviyorum. Bu açıklayış "Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir!" sırrıyla daha kolay bağ kurmamı sağlıyor. Neden? Çünkü, kanaatimce, üzerimizdeki Esmaü'l-Hüsna tecellilerini daha çok duygularımızla içimize buyur ediyoruz. Yahut da şöyle demeli: Bir derece sabit olan ruhumuz, varlığımızın dalgalı yanında meydana gelen değişimleri, ancak duygular vasıtasıyla seziyor. Belki de yine o duygular sayesinde bu değişimlerin sonuçları üzerine kazınıyor. (Akıl bu noktada duyguların 'farkediş aracı' olmaktan fazlası değil.) Ne zaman büyük sarsıntılar yaşasak ruhumuza yeni yeni harfler işleniyor. Yazılımımız güncelleniyor. Bazı kötüleşiyoruz. Bazı güzelleşiyoruz. Ama kesinlikle değişiyoruz. Demek duygularımız bizi ta ruhumuza kadar değiştirme imkanına sahipler.

Müzemmil sûresinde 'çocukları ihtiyarlatan gün'den bahsedilir. Bediüzzaman I. Cihan Harbi'nin üzerindeki etkisini tefekkür ederken bu ayete müracaat eder. Evet. Hakikaten öyledir. Tecrübelerinizin yaşattığı duygu yoğunluğu şiddetlendikçe zaman algınızda kırılmalar yaşanır. Yaşadığı bir gün de olsa insana bir yıl gibi tesir eder. Tek gecede saçları ağaranlardan bahsedilir. Bu kadar hızlısını şahsen görmedim. Ama sıkıntılı bir yılında sakalları ağaranı gördüm. Bunun bendeki bir açıklaması, işte, duyguların nakış yeteneğidir. Yoğun duygular ruha daha yoğun nakışlar işler. Defteri daha hızlı doldurur. Yazılımında büyük güncellemeler yapar. Öyle ki, o şiddetli eşiği atladığınızda, kendinizi tamamen başka birisi olarak bulursunuz. Her tanıdığınız size "Ne kadar değişmişsin!" der. Zorlu taşınmaların mobilyalar üzerindeki etkisi gibidir bu.

Uzatmayayım. Kütle çekim kanunu denilen şeyi de bu sıralar 'fanilik korkusu' ile açıklamayı deniyorum. Liseden aklımda kalanlara uğradığımda nesnelerin kütleleri arttıkça daha yoğun çekim kuvvetlerine sahip olduklarını hatırlıyorum. Misalen: Güneşin çekim kuvveti dünyanınkinden epeyce yüksektir. Çünkü güneşin kütlesi dünyanınkinden epeyce fazladır. Tabii burada akılda tutulması gereken ikinci birşey de şu: Kütle hacimle aynı şey değildir. Kütle madde yoğunluğudur. (Bunun bir de formülü vardı ama şimdi hatırıma getiremedim.) Bu nedenle, hacmi daha küçük olan birşey, kütlesindeki yoğunluk sebebiyle daha çekici olabilir. Karadeliklerin gücü böyledir mesela. Bazen olur bir karadelik bir sistemi yutar. Karnı da şişmez. Afiyet olsun.

el-Kayyum ism-i şerifi bize Cenab-ı Hakkın varlığı her an devam ettirdiğini söylüyor. Yani bizler bir kerede varolduktan sonra varlığının devamında müstakillik kazanmış şeyler değiliz. Yaratılıştan bağımsızlığımızı ilan edemiyoruz. Ya? Tıpkı bir aynadaki görüntü gibiyiz. Yahut da projeksiyon cihazından yansıtılan manzaralar şeklindeyiz. Varoluşumuzun arızîliği bizi cihazın devam ettirmesine mecbur kılıyor. Elimizde yaratış yok. Kendi varlığımızı yaratamıyoruz. Sadece seçimlerde bulunuyoruz. Bizim seçimlerimize göre de projeksiyon cihazından yansıtılmalar oluyor. Hata yaparsak sorumlusu biz oluyoruz. Çünkü projeksiyon cihazı buna zorlamadı. Hayır yaparsak da yaratılışını üstümüze alamıyoruz. Çünkü sadece istedik. Yansıtan yine cihaz oldu.

Mevzuun kader-sorumluluk ilişkisine bakan yanını hızlı geçip 'fena korkusu'na geri dönelim. Lakin öncesinde meseleyi açarken bize yardımcı olacak bir metne müracaat edelim: "Küremiz hayvana benziyor. Âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse bir nev'i hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre kadar büyüse ona benzemeyecek mi? Hayatı varsa ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki, bir cesetteki âzâ, eczâ, zerrat, izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i fert hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?"

Herşeyin hayattar olması ne demek? Bence birşeyin hayattar olması 'bir parça fenadan da anlamasını' zaruri kılıyor. Çünkü bir yaşayan hep yaşamayı istiyor. Canlılığı kesintiye uğramasın istiyor. Devam ettirebilmek için gayret ediyor. Mücadele ediyor. Uğraşıyor. Demek lezzet alıyor. Eğer birşeyden lezzet alıyorsanız yokluğundan da elem hissediyorsunuz demektir. Lezzet alınan birşeyin terki ister istemez bir elemi çağrıştırır. Bir boşluğa düşürür. Eksiklik hissettirir. Bitkilerin bile yüzünü güneşten başka tarafa çevirdiğinizde eksikliğini hissedip yeniden güneşe dönerler.

Varolan herşey 'her an varlıkta tutulmaya' muhtaçlarsa, ki ism-i Kayyum'um kapsamı bize böyle olduğunu hissettiriyor, o halde onların 'boşluğa düşmekten' kendilerine göre bir korkuları da vardır diyebiliriz. Tamam. Şimdiye kadar okuduğunuz fizik kitaplarının üstünden bakınca "Adamın ayakları iyicene yerden kesildi yahu!" noktasında duruyor olabilirim. Ben de Fen Lisesi mezunu olduğumdan az-çok okullarda fiziğin nasıl anlatıldığını biliyorum. (Reklamlar dinlediniz.) Fakat bilimkurgu dünyasının azıcık çakralarımızı açmış olması lazım. En azından bunu başarmalı. Yani bizler evren büyüklüğünde bir canlının içinde yaşayan küçüğün küçüğü canlılar olabiliriz. Ve o evrenin herbir parçası da bu hayattan hissedar olabilir. Varlığını sevdiği gibi yokluğundan da korkuyor olabilir. Tıpkı akyuvardan kaçan mikrop gibi bekasını istiyor olabilir. Bu da onu endişesi noktasında boğulmaktan kurtardığım çocuk gibi yapar. Çevresinde ne varsa kendisine çeker.

Tutunur. Tutunmaya çalışır. Yalnış bilmiyorsam Einstein'ın da çekim kanununa dair 'varlıkların kütlelerine göre yaptığı çökme' üzerinden bir izahı vardır. (Hatta Organize İşler'in ilk filminde Demet Akbağ bunu öğrencilerine izah ediyordu.) Bu düşme durumu başka bir boyutta fiziksel olarak vâki olabileceği gibi duygusal bağlamda düşme korkusu ile de açıklanabilir. Özetle arkadaşlar: Herşey varlığının arızîliğini içten içe sezdiği için boğulma korkusu çekiyor. Hayatı hayat kılan şey de biraz bu zaten. Vücudun tamamı kendi bütünlüğü içinde birbirine tutunuyor. Bazen de bu bütünlüğü devam ettirebilmek için çevresindekilere tutunuyor.

Bu bütün lafı gezdirmelerin ardından en nihayet duaya gelelim. Mürşidim dua hakkında diyor ki: "Duanın en güzel, en lâtîf, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerîm Zât var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyâcâtını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını def edebilir bir Zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek bir ferah, bir inşirah duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp 'Elhamdülillah' der."

Yani arkadaşlar bizim dilimizdeki duanın bütün evreni saran bu kanunla bir ilgisi var. Hepimiz farkındalığımız miktarınca varlığımızın varedilmeye bağımlı olduğunu biliyoruz. Müstakil olmadığını seziyoruz. Küçük küçük kıyametlerden büyük kıyameti öngörüyoruz. Yaşamın devamı bu farkındalıkla örülü zaten. Bu korku da ism-i Kayyum'u dünyamıza davet ediyor. Çünkü 'her an devam ettirilmeye muhtaç olan' ister istemez 'her an ayakta tutan'a delil oluyor. Nasıl ki karadeliklerin çöküntüsü bir tutunma arzusunu besliyor; içimizdeki boşluklar da, benzeri birer çöküntü olarak, evren-insan uyumunun bir delili olarak, bizi tutunmaya götürüyor.

8. Söz'de kuyuya düşen insan temsili esasında ism-i Kayyum karşısında bütün bir evrenin halini anlatır. İnsansa bu varlıklar içinde şuurla şu halini fotoğraflayandır. Bu fotoğrafın sahnelerinden birisi de duadır. Böyle bir evren algısına sahip olan ister istemez dua eder. Kaçınılmazdır. Bu nedenle, evet, biz müslümanlar sık sık dua ederiz. Bırakınız Corona gibi küresel bir felaket için dua etmeyi, ayağımıza taş değse, onun için bile dua ederiz. Duayı küçük görenleri ise 'asıl mevzuyu kavramamakla itham ederek' küçümseriz. Yahut da deriz ki: "O hiç boşlukla tanıştırılma nimetine erişmemiştir. Çünkü içinde olunca boşluktan daha ağır birşey yoktur. Eğer bu düşme hissini tatmış olsaydı tutunma arzusunun hiçbir parçasını küçümsemezdi."

26 Mayıs 2018 Cumartesi

Ya evren de canlıysa?

Ünlü gökbilimci Carl Sagan'ın bir sözünü işittim (Bir Uzay Serüveni belgeselinde) bu yakınlarda. Demiş ki: "Biz evrenin kendisini tanıması için bir aracıyız." Bana çok etkileyici geldi. Neden? Çünkü ben de kimi yazılarımda böylesi bir eşik olduğumuzun altını çizmeye çalışmıştım. Hatta biraz da cüretle demiştim ki: İnsan bir karadeliktir. Şahit oldukları ondan geçerek başka bir âleme dönüşür. Kulluğumuzun Cenab-ı Hak katındaki kıymeti de buradan gelir. Biz âlemin anlamlandırıcılarıyız.

'Asıl hayata mazhar olanın ahiret olduğunu' hatırlatan ayet-i kerime de bir açıdan bunu söylüyor gibi geliyor bana. (Allahu'l-alem.) Yani bu dünya 'ahirete dönüşürken' insan eşiğini kullanıyor. Cenab-ı Hak böyle bir hikmetle varetmiş âdemoğullarını. Nasıl ki herşeyde türlü türlü berzahlar (eşik âlemler) yaratmış, sütü bile soğurken kaymaktan berzahla eşiklendirmiş; aynen öyle de; insanı da öteki âleme geçmeden önce kabir âleminde bekletiyor/bekletmiş.

Yani insana da eşikler yaratmış. Ergenliğini 'gençliği' ile 'çocukluğu' arasına bir eşik kılmış. Şimdiyi 'öncesi' ve 'sonrası' arasına bir eşik tayin etmiş. Hem insanı da âleme bir şuurlu eşik olarak yaratmış. İçinden şahitlikler geçirmiş. Geçişin kapısını onunla açmış. Kişisel imtihanını vesilesi kılmış. Ve nihayetinde 'içinden geçirdiği âlemin cinsine göre' bir âlem bulacak ahirette. İyiyse iyi olacak. Kötüyse kötü. Eşik, en nihayet, yüzü diğer tarafa dönük olarak kapatılacak. Cebinde cennet götürenler orada onu görecekler. Cebinde cehennem taşıyanlar orada onu bulacaklar.

Mürşidim bir yerde diyor ki:

"İnkılâplar neticesinde her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki her iki âlem arasında gidiş-geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise inkılâp bir değildir. Pekçok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."

Diğer başka metinlerinde de Bediüzzaman'ın akıl, kalp veya vicdan gibi özelliklerimiz için 'berzah' ifadesini kullandığına şahit oluruz. İşte bir örnek: "Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur."

Yani birer 'eşik' olarak yaratılan bizler de içimizdeki 'geçişkenliği' böylesi yeteneklerimiz üzerinden sağlarız. Bilmeyiz belki yaşarken ne derece büyük bir iş eylediğimizi. Zamanı gösterdiği bilmeyen saat gibiyizdir çoğu zaman. Ancak burada şu nüans vardır: İnsan şuurlu bir varlıktır. Allah'ın varlığından ve kendi konumundan haberdar olanlar, buna iman edenler ve hakkını vermeye çalışarak yaşayanlar, kendileri üzerinden dönüşen âlemi nurlandırırlar.

Güzel isimler verirler. Güzel elbiseler giydirirler. Güzel anlamlara sarıp saklarlar. Güzel işler yaparlar. Güzel sözler söylerler. Bu güzel eşikliklerinden dolayı da Allah onları dönüşümünde pay sahibi oldukları âlemlerle ödüllendirir.

İşte, kanaatimce, kulluk böyle birşeydir. "Evrenin dönüşümünde eşik olmaktır." Bu ehemmiyeti nedeniyle insan vahiyle/nübüvvetle hakikatten haberdar edilir. Uymakla sorumlu tutulur. Kötü anlamlar vermesi (günah) yasaklanır. Güzel anlamlar vermesi (sevap) öğütlenir. Eşik, kendinden geçenleri dönüştürürken, dönüştürdüklerinin sıhhatinden mesuldür çünkü. Tıpkı bir havayolları şirketinin taşıdığı canlardan mesul olması gibi. Cehenneme giden her insan da yaşadıklarıyla, eyledikleriyle, söyledikleriyle, ettikleriyle bir cehennem yaratılmasından mesuldür.

Mürşidim, Cenab-ı Hakkın, 'kendisini inkâr edenleri' neden 'sonsuz bir cehennemle' cezalandırdığını ifade sadedinde diyor ki: "Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, onbeş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, 'halidîn'e hapseder."

Hepimizin elinde kan var! Buradan şuraya geçeceğim: Yukarıda insana nisbetle akıl, kalp ve vicdan gibi yeteneklerin bir tür 'geçiş âlemi' veya 'eşik âlem' olduğunu söylemiştik. Peki insanın kendisi için de içinde bulunduğu evrenin aklı, kalbi veya vicdanı olduğunu söyleyemez miyiz? Bu bana mümkün görünüyor. Nasıl ki, akıl bizde bir şube iken, maddi yeri belki o kadar küçük ki 'Şurasıdır!' deyip gösterilemiyor; aynen öyle de; insan da o kadar küçük ki evrende, evren 'kendi aklı nerede' bilemiyor, fakat akıllanıyor. İnsanla akıllanıyor. İnsanla kalpleniyor. İnsanla vicdanlanıyor. İnsanla anlamlanıyor. İnsanla duygulanıyor.

Carl Sagan'ın insana yüklediği 'aracılık' bu pencereden de anlaşılabilir. İnsanda akıl nasıl ki bir aracıdır, insan da evrende bir aracıdır, yani evrenin de aklı insandır. Bu büyük düzenin 'kuşatamadığımız bir canlının parçaları olduğunu' düşünürsek, ki Bediüzzaman da kimi metinlerinde böyle bir anlamı çağrıştırır şeyler söyler, biz o canlının aklıyız belki. (Melek kardeşler de diğer hücreleri.)

Kalbiyiz belki. Vicdanıyız belki. Kendini müstakil bir varlık sanan parçasıyız. Tıpkı kendi aklımız, kalbimiz veya vicdanımız gibi. (Belki hücrelerimizin içinde de kendisini böyle sanan mikro düzey canlılar var.) Öyle ya, arkadaşım, içimizdeki kentte yolculuk ederken onlar da kendilerini 'müstakil birer varlık' gibi dayatmazlar mı bize? "Benim dediğimi yap!" diye ayrı ayrı demezler mi?

O halde bu yazıyı da son paragrafın dayanağı olabilir bir yerle bitirelim: "Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nev'i hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre kadar büyüse, ona benzemeyecek mi? Hayatı varsa, ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki, bir cesetteki âzâ, eczâ, zerrat, izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i fert hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?"

2 Mayıs 2018 Çarşamba

Evren tek boyuttan mı oluşuyor?

Bu yazımda bana ilginç gelen (daha doğrusu 'hikmetli' gelen) bir sıralamayı sizinle konuşmak/paylaşmak istiyorum. Peki 'sıralama' nerede? Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de. Neresinde? Finalinde. Sikke-i Tasdik-i Gaybî'yi okuyanlar bilirler ki, kitap, Bediüzzaman'ın üç metniyle son buluyor. 1) Hüve Nüktesi. 2) Beşinci Risale Olan Beşinci Kısım. 3) Na'büdü Nüktesi... Aslında, zâhirci bir nazarla, bu metinlerin Sikke-i Tasdik-i Gaybî'nin temasıyla bir ilgisi yok gibi görünüyor. Çünkü mezkûr metinler ne gaybî bir sırdan haber veriyor ne de Risale-i Nur'a dair istihraçlar içeriyor.

Ya? Oraya geleyim: Ben bu metinlerin Sikke-i Tasdik-i Gaybî'ye konmasını farklı bir şekilde anlamlı buluyorum. Onların öğrettikleri bakış açısının Sikke-i Tasdik-i Gaybî'nin anakonusunu oluşturan istihraçlara büyük bir desteği var gibime geliyor. Hatta şöyle bile söylenebilir: Bu metinlerin bakış açısını kuşanmış insanlar ancak 'istihraç' konusuna selametle bakabilirler. Neden? İşte şimdi, elimden geldiğince, şu sırrı izah etmeye çalışacağım. Peki nereden başlayalım? Bence Hüve Nüktesi'nden başlayalım.

Hüve Nüktesi bize neyi anlatıyor? Hüve Nüktesi, okuyanların hemen tahattur edeceği üzere, bir hava zerresinde saklı mucizeleri anlatıyor. Nasıl mucizeler bunlar? Kısaltılmış bir alıntıyla aktarmış olalım:

"Meselâ bir nokta beyaz kâğıtta iki üç nokta konulsa karıştığı; ve bir adam, muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasıyla şaşıracağı; ve bir küçük zîhayata çok yükler yüklenmesiyle altında ezildiği; ve bir lisan ve bir kulak, aynı anda müteaddit kelimelerin beraber çıkması ve girmesi, intizamını bozup karışacağı halde, aynelyakîn gördüm ki, 'Hüve'nin anahtarıyla ve pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda, herbir parçası, hattâ herbir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya konulabileceği halde karışmadığını ve intizamını bozmadığını; hem ayrı ayrı pek çok vazifeler yaptığı halde hiç şaşırmadan yapıldığını; ve o parçaya ve zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde hiç zaaf göstermeyerek, geri kalmayarak intizamla taşıdığını; hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, mânâda o küçücük kulak ve lisanlara kemâl-i intizamla gelip, çıkıp, hiç karışmayarak, bozulmayarak o küçücük kulaklara girip o gayet incecik lisanlardan çıktığı; ve o her zerre ve her parçacık, bu acip vazifeleri görmekle beraber, (...) fırtınaların ve şimşek ve berk ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde intizamını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor ve bir iş diğer bir işe mâni olmuyor; ben aynelyakîn müşahede ettim."

Yani: Bir hava zerresi, birtek zerre olduğu halde, üzerinden geçen her sesi, her ışığı, her ısıyı, her radyo dalgasını, her kokuyu, belki daha nice şeyi şaşırmadan taşıyabiliyor. İnsan, aynı anda konuşan iki arkadaşını birden anlayamazken, hava zerresi sayısız sesleri doğru anlayıp akranlarına iletme konusunda hiçbir arıza yaşamıyor. İşte, zerrede saklanan mucizelerin bu farkındalığı ki, sizi, varlığın 'bir'ken 'çok' olabilme sırrına doğru taşıyor. Alıştırıyor. Birlerin çoklaşması artık sizi şaşırtmıyor.

Tamam. Bunu az-çok anladık. Özet de olsa bir tarif elde ettik. Beşinci Risale Olan Beşinci Kısım'a gelelim. Bu metin bize neyi anlatıyor? Bu defa alıntısız aktarayım. (Çünkü özetleyecek bir yer bulamadım.) Bu metin, bize, Nur sûresindeki 'zulmet üstünde zulmet' ve 'nur üstüne nur' ifadelerini tefsir ederek, âlemin aslında yaprakları içiçe gül goncası gibi bir yapıya sahip olduğunu, tek bir âlemi yaşıyoruz sansak da 'çok katmanlı' bir âlemle muhatap olduğumuzu anlatıyor.

Hemen girişinde rastlıyoruz zaten şu cümleye: "Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi, şu âlem binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Herbir perde açıldıkça diğer bir âlemi görüyordum." Finale yakın ise şu ifadelerle karşılaşıyoruz: "Elhasıl: Bin bir ism-i İlâhînin, kâinata müteveccih olan o esmâdan herbiri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eder bir güneş hükmünde ve sırr-ı ehadiyet cihetiyle, herbir ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu."

Yani, bu bölümün de bize verdiği ders, yaşadığımız âlem tek boyutlu değil. Birbiri içinde çok âlemler var. Esmaü'l-Hüsna sayısınca kuşanabileceğimiz bakış açıları ve bu bakış açıları sayısınca şahit olabileceğimiz âlemcikler var. Bir aynalar koridorunda yaşıyor gibiyiz. Eh, benim şahitliğime güvenmiyorsanız, metni kendiniz okumalısınız. Sanıyorum zikrettiğim hakikati az-çok görecek/bulacaksınız.

Gelelim üçüncü metne. Na'büdü Nüktesi. Peki Na'büdü Nüktesi bize neyi anlatıyor? Bu metnin bize anlattığını özetleyecek içinde harika bir bölüm var. Onu alıntılayarak söze başlayalım: "O vakit, herbir âyât-ı Kur'âniye, gayet haşmetli ve vüs'atli bir makamdan, gayet kesretli ve muhtelif ve ehemmiyetli muhatabından, nihayetsiz azamet ve celâl sahibi Mütekellim-i Ezelîden ve makam-ı mahbubiyet-i uzmâ sahibi tercüman-ı âlişanından aldığı bir kuvvet-i ulviyet, cezâlet ve belâğat içinde, parlak, hem pek parlak bir nur-u i'câzı içinde gördüm." Bediüzzaman, bu metin boyunca, Fatiha'daki "Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz!" ifadesindeki 'biz'in kaç anlama birden gelebilir olduğunu tefsir ediyor. Yaşadığı bir uyanış üzerinden katman katman bu ayetin hitap ettiği 'bizlikleri' anlatıyor. Yani bu metin de bizi yine birşeyin (bir ayet-i kerimenin) çok katmanlı anlam dünyasına çağırıyor.

Evet, buraya kadar dökmeden-saçmadan meramımı anlatabildimse, şimdi sadede geleyim: Sikke-i Tasdik-i Gaybî bütününde bizi nasıl bir okumaya çağırıyor? Asırlar önce edilmiş duaların, yazılmış kasidelerin veya nazil olmuş ayet-i kerimelerin her zamanda (ve özellikle bu zamanda) muhatapları olduğuna dair bir okumaya değil mi?

Yani, orada, bir söz, bir mısra, bir ayet-i kerime yalnızca 'birşey' söylemiyor. Söyleneceklerin sayısı muhatap sayısınca artıyor. Zaman sayısınca artıyor. Kulak sayısınca artıyor. Okuma sayısınca artıyor. Tefekkür sayısınca artıyor. Kur'an-ı Kerim, tek bir kitap iken, muhataplarının fehmine göre binlerce tefsire dönüşüyor. Çiçeklerin sayısı güneşi yoramıyor. 'Yaş ve kuru ne varsa içinde yazılı' bir hale geliyor. Neden? Çünkü yaş ve kuru herşey onunla muhatap oluyor. Onunsa rahmeti, hikmeti, ilmi sonsuz. Muhatabını Ehadiyet gölgesinde kendisine has hisselerle donatıyor.

Bu, bir açıdan, Kuantum fiziğini anlatmada kullanılan 'Çift Yarık Deneyi'ni andırıyor. Tanecik sayısı yarık sayısına göre şekilleniyor. Bilinen fizik bu noktada kırılıyor. Yeni bir fiziğe sahip oluyorsunuz bu bakış açısıyla. Cenab-ı Hak, isimlerinde sonsuz olduğu gibi, kelamında da sonsuz oluyor. Vahyi zahirde bir mushafa sığacak kadar az iken, sanki kainatı şekillendiren ukdelerin ipleri ellerindeymiş gibi, her zamanın kulağına sesi gidiyor. Her zaman orada kendi hissesini alıyor. Her zihin dersini çıkarıyor. Hiçbiri diğerinin payına engel olamıyor.

Bence, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'nin arkasında bu üç metnin yeralması, aslında Sikke-i Tasdik-i Gaybî'ye bakılırken sahip olunması gereken bakış açısına işaret ediyor. Eğer varlığı, Hüve Nüktesi'nde öğretildiği gibi, 'birken çok şey yapabildiğini gösterir' bir gözlükle okursanız; Beşinci Risale Olan Beşinci Kısım'da ders verildiği gibi, 'zahirde birken gül goncası gibi katman katman' görmeyi bercerirseniz; Kur'an ayetlerine de Na'büdü Nüktesi'nde öğretildiği gibi tek bir harfinde/hecesinde dahi katman katman manaları kasteder bir gözle bakabilirsiniz. Ve o zaman Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de size anlatılanlar tuhafınıza kaçmaz. Çünkü varlığın her köşesi aynı nakkaş tarafından işlenmiştir. Kur'an kainatı tefsir ettiği gibi kainat da Kur'an'ı tefsir eder. Öyle ya. Tevhide iman edenler 'birşeyi herşey' ve 'herşeyi birşey' yapanın kudretine kainatta görüp iman etmişlerdir zaten. Artık aynı izi nerede görürlerse görsünler şaşırmazlar

6 Şubat 2018 Salı

Herşey hakikatinde dürülüdür

"Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Yeryüzü kıyamet gününde bütünüyle O’nun elindedir. Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzaktır, yücedir." (Zümer sûresi, 67)

Bu yazıya da şöyle bir yerden başlayalım: Dünya yaşarken düzdür. Hakikatte ise yuvarlaktır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: 'Algılanan' ile 'hakikatte olan' arasında her zaman birebir uyum aramamalıyız. Algı, algılayanın sınırlarıyla yaralı olduğundan, gerçeğin her köşesini kuşattığını iddia edemez. Tam bir resmini çektiğini söyleyemez. Ama bize bütüne dair bir fikir verir. Veyahut da şöyle çevirelim sözü: Algı dediğimiz şey, özünde, bütünün şahit olduğumuz kısmına dair edindiğimiz izlenimdir. Ve bu bilgi hayatta kalmamızı sağlar. Çünkü, yaşamak için, muhatap olduğumuz parçanın bilgisine muhtacızdır.

Bir de hayal kuralım: Dünyanın küre değil daire olduğunu düşünelim. Yani düz bir daire. Tıpkı algıladığımız gibi. Tepsi. Bu tepsi dünyada, bütün daireyi kuşatacak şekilde, tek bir şehir bulunsun. Bu şehrin hiçbir arasokağı bulunmasın. Evler sadece baktıkları ana caddelere açılsınlar. Ulaşım da sadece bu anacaddeler vasıtasıyla olsun. Yani içiçe halkalar şeklinde bir şehirleşme. Sadece hayal edin.

Ve şimdi, hayalde ileri gidin, kendinizi de o şehirde hayal edin. İsterseniz ailenizi de yanınıza alabilirsiniz. Fakat bir şartım var: İçerideki halkalardan birisinde değil de dış halkalardan birisinde ikamet etmenizi istiyorum. Masalın devamında buna ihtiyacım var. Anlaştıysak buyrun oturun. Bahçelisini de alın hiç farketmez. Büyükçe olsun. Tamam. Ne de olsa hayaldir bu. Pahalıya gelmez.

Peki, oturduk, yerleştik. Evimizi de beğendik. Fakat en nihayetinde dört duvardır. Canımız sıkıldı. Bunaldık. Aklımıza geldi: "Filancalar da yakında oturuyor!" Nerede? Bir arka sokağınızda. Yani bir arkanızda oturan sevdiğinizi ziyarete gideceksiniz. Nasıl gidersiniz? Arasokaktan mı? Hatırlarsanız size bu şehirde hiçbir arasokak olmadığını söylemiştim. Duvardan atlayarak mı? Bu normalde mümkün. Ama diyelim ki: Hayal kentimizde buna da izin yok. Hatta mümkün olduğu da bilinmiyor. Evin duvarını yıkarak mı? Abarttınız. Gerçi yaparsınız. Ancak diyelim ki: Bu hayalde buna da izin verilmemiş. Tek yol var: O dairenin tamamını dolaşıp bir üst daireye ulaşacak ve bu uzun yolculuktan sonra ancak bir arka sokağınızda veya caddenizde oturan akrabanıza ulaşabileceksiniz.

Ziyaret ne çok güçleşti öyle değil mi? Tıpkı bugün yıldızlara ulaşmakta çektiğimiz sıkıntı gibi. Bütün dünyayı dolaşmak gerekirdi, eğer öyle bir şehirde yaşasaydık, aslında size çok yakın olan akrabanıza ulaşmak için. İşte, bazı bilim kurgu filmlerinde de, şöyle birşeyi ima ediyorlar bugünlerde:

Belki evrende de bu şekilde farkedemediğimiz 'solucan delikleri' var. Yani arasokaklar. Yani kısayollar. Biz o arasokakları göremediğimiz için yıldızlara 'ulaşılmaz' diyoruz. Eğer o arasokakları bulabilsek, kullanabilsek, şimdi binlerce ışık yılı olduğunu tahmin ettiğimiz uzaklıkları kapı komşumuza gider gibi kolayca aşabiliriz. Tabii bu teori de, her teoride olduğu gibi, kendisine göre bir âlem tahayyülünden besleniyor. Nasıl bir âlem teorisi bu? Dürülü âlem teorisi.

Dürülü âlem teorisi ne demek? Bu teoriye göre, başta da ifade etmeye çalıştığım şekilde, 'algıladığımız evren' ile 'hakikatteki evren' birbirinden farklı. Biz, komşu bir yıldıza baktığımızda bir düzlük üzerinde baktığımızı sanıyoruz, ancak o aslında dürülü. Veya katlı. Ve o kat tam da bize yakın bir yere denk geliyor başka bir boyutta. Bizim şahit olduğumuz boyutlardan daha aşkın bir boyutta. Belki o uzaklardaki yıldız aslında bizim bir arka sokağımızda oturuyor.

Fakat biz o ara sokağın 'mümkünlüğünü' henüz bilmediğimiz için dairenin tamamını dolaşarak ona ulaşmaya çalışıyoruz. Bu dürümün nasıl bir dürüm olduğunu bir farkedebilsek herşey çözülecek. Tıpkı dünyanın yuvarlıklığını farkedince Batı'ya gidip Hindistan'a ulaşabileceğini farkedenler gibi olacağız.

Tabii bunlar sadece teori. Ben bu somutlaştırıcı örneği aslında varolan başka bir 'dürülü âlem'e gözümüzü açabilmek için kullanıyorum. Esma âlemine... Evet, aynen böyle, mürşidim Kur'an'daki fezlekelerin hikmetini izah ettiği bir yerde diyor ki: "Cenab-ı Hakkın mensucat-ı san'atını beşerin önüne yayar, sonra onları Esma içinde dürüp toplar." Ne demek bu? Yani: Kur'an'da, bazı ayet-i kerimelerde, Cenab-ı Hakkın kainattaki sanatı değişik örnekleri üzerinden anıldıktan sonra, bazı isimleri zikrediliyor. Bu zikredişte bir maksat var. Böylece o sergide önümüze açılan örnekler isimlerde dürülmüş oluyor. Birbirlerine yakınlaştırılmış oluyor. Geçişler kolaylaştırılmış oluyor. İşte bunu izah edebilmek için yukarıdaki laf kalabalığıma ihtiyaç vardı.

Bana öyle geliyor: Cenab-ı Hakkın Esmaü'l-Hüsna'sı, güzel isimleri, aslında varlığın ara sokakları gibi. Kur'an'da, Allah'ın sanatının anlatıldığı yerlerde Cenab-ı Hakkın isimleri öğretildiğinde, biz, daha önce sahip olmadığımız birşeye sahip kılınıyoruz. Nedir o? Arasokakların bilgisi. Bu bilgiye ulaştığımızda artık bu türden her meselede o isimler üzerinden bağ kurabiliyoruz. Bir karıncanın yediği şeker tanesinden tutun bir çiçek yaprağının güneşlenmesine, bir karadeliğin koca yıldızları yutmasından tutun bir bebeğin anne memesinden süt emmesine kadar, Allah'ın Rezzak ismi sayesinde sıçramalar yapıyoruz.

Evet, evet, akıl ve kalbimiz bu arasokaklar sayesinde sıçramalar yapıyor. Tıpkı bilim kurgu filmlerinde olduğu gibi. Herşeyin binler kanunla birbirine bağlandığını görüyoruz. Yani eşyanın Esma'sından dürülü olduğunu, sarılı olduğunu, katlı olduğunu ve o deliği bulunca varlıkta her yöne doğru mesafeler alınabildiğini görüyoruz.

Hatta Esmaü'l-Hüsna'nın sadece 'eşyadan eşyaya' değil 'dıştan içe' veya 'içten dışa' geçişkenliği de var. Bazen oluyor içimizde farkettiğimiz bir sırrı âlemde kovalıyoruz. Bazen oluyor âlemde farkettiğimiz bir sırrın izlerini kendimizde kolluyoruz. Bu geçişler ancak Esma koridorlarını kullanmakla mümkün kılınıyorlar. Çünkü bu isimler Vahidiyet ekseninden bakılınca bütün varlığı kuşatmış oluyorlar. Hiçbir 'olan' sadece bizde olmuyor. Hiçbir 'olan' sadece orada olmuyor. Onun olmasının bağlı olduğu kanuniyetin bir ucu da bizde tecelli ediyor. Güneş dünyayı çekiyor. Dünya ayı çekiyor. Sen de âşık oluyorsun.

Sözü çok uzattım. Bir de şunu söyleyip bitireyim: Esmaü'l-Hüsna'nın bir geçişkenliği de fıkh-ı ekber, fıkh-ı zahir ve fıkh-ı batın arasında mevcuttur. Yani Allah'ın isimleri bu üç fıkıh arasında da koridordur. Örneğin: Fıkh-ı ekberden (akaidden) aldığımız bir dersi bu sokaktan geçerek fıkh-ı batına (tasavvuf) taşıyabiliriz. Cenab-ı Hakka iman edişimizin şekliyle/içeriğiyle kendi içimizdeki dengeleri düzeltebiliriz. Aynısı diğer formülasyonlar için de geçerlidir. (Ancak bu noktada bağlayıcılık sırasının öncelikle fıkh-ı ekber ve fıkh-ı zahirde olduğunu belirtmeliyiz.) Bu üç fıkhın arasındaki irtibat noktası, kanaatimce, Esmaü'l-Hüsna'dır. Esmadan bahseden akaid, fıkıh ve tasavvufu birbirine bağlar veya bağlayabilir. Bir sözünü çok söze dönüştürebilir.

Evet. "Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir. Hattâ, birtek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir..." diyenlerden aldığımız dersle belki biz de diyebiliriz ki: Herşey hakikatinde dürülüdür. Hakikatine ulaşan orada toplanmış olan herşeye geçiş yapabilir. Hikmet avcılığında bulunabilir. Allahu'l-alem.

3 Ağustos 2014 Pazar

Bir kendini kandırma yöntemi olarak: Herkesleşme

"Hem deme, 'Ben de herkes gibiyim.' Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır." Sözler'den.

Günahkârlık vicdan azabıdır. Ve insan içindeki bu baskıyı yenebilmek için demagojiye sapar. Aklını nefsi yoluyla iknaya çalışır. Markar Esayan’ın İyi Şeyler kitabında dediği gibi: '(...) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı'r. Bediüzzaman da benzer bir meseleye Lem'alar'da temas eder: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

Vicdanın azabı 'hatırlatma' nevindendir ve insan en çok hareketin sarhoşluğu ile onu bastırmayı dener. (Meşgul olmak da bir sarhoşluktur.) Hareketin sarhoşluğundan sonra gafletin en etkili araçlarından birisi ise 'herkesleşme'dir. Yani; herkesin yaptığını yapma, söylediğini söyleme, yürüdüğü yöne yürümektir. Herkesleşme kurtuluş değil kaçıştır. Başını benzerleriyle dolu bir kitlenin içine sokmaktır. Meşrulaştırma aracı olarak kullanılır çoğu zaman. İncil'de bile denir: "Kötülük için kalabalığı takip etme..." Kur'an-ı Kerim de defalarca bu noktada uyarır insanları. Atalarının yaptıklarını yapmaya devam edenlere; "Ya onlar yanlıştaysa?" diye sorar. Hatta yine Bediüzzaman, insandaki bu hastalığa temas eder bir metninde:

"Deme: 'Zaman değişmiş, asır başkalaşmış; herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maîşetle sarhoştur.' Çünkü ölüm değişmiyor; firâk bekâya kalbolup, başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor; ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor. Hem deme: 'Ben de herkes gibiyim.' Çünkü, herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır."

Lee Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü isimli eserinde modern bilimin 'üç herkesleştirme çabasını' masaya yatırıyor. Birincisi: Evrim. Kitabın evrimi analiz ettiği bölümlerde görüyorsunuz ki; evrimin felsefesi sadece bilimle ilgilenmiyor, teolojik zeminde insanın tasarım ürünü olduğunu inkâr etmek istiyor. Öyle ya! Özellikle yaratılmazsanız özel sorumluluklarınız da olmaz. Özellikle yaratmamışsa Allah sizinle neden ilgilensin? Neden sizin hayvanlardan daha fazlasını yapmak gibi bir sorumluluğunuz olsun? Evrim tam da bu maksatla insanın hilkatteki biricikliğini yitirmesini murad ediyor. Eğer insan gelişgüzelse, tesadüflerin ürünüyse, yani 'özel bir dokunuş' yoksa hilkatinde, o halde neden herkesleşemesin? Bir ayrıcalığı yok ki.

Kitapta analiz edilen ikinci 'herkesleştirme' taktiği ise şu: Çoklu/Paralel Evrenler Teorisi. Peki ne demek bu? Paralel evrenler düşüncesi, yine yaratılışın (ama bu sefer kozmik/makro âlemde yaratılışın) 'özelliğini' yitirmesini istiyor. Bakıyor ki: evrende çok hassas kanunlar ve o kanunlar işlemezse varolamayacak bir hilkat var. Allahın varlığını ve iradesini, bütün bu nizamın özel bir seçimle olduğunu kabullenmek istemiyor.

Peki, ne yapacak? Âlemin tevhidine/birliğine engel olmaya bakacak. Diyor ki o zaman: "Belki de ihtimal âlemlerinin hepsi oluştu. Ama bir tanesi, içlerinden yalnız biri, bütün şartları uygun olduğu için varlığını devam ettirebildi." Yani tabir-i caizse diyor ki: "Varlık için trilyonlarca kez zar atıldı. Artık bir tanesi de mutlaka doğru şıkka denk gelmiştir canım. Özel bir tasarım olduğumuzu düşünmeye gerek yok. Biricik değiliz." Fakat kitapta kendisiyle söyleşi yapılan bilimadamlarından William Lane Craig bu zandaki hatayı şöyle ortaya koyuyor:

"Bu sadece metafizik. Hiçbir bilimsel dayanağı yok. Teorinin öne sürdüğü şekilde paralel evrenler olmasına inanmak için elde ne bir delil ne de bir sebep var. Şüphecilerin böylesine tuhaf bir teoriyle ortaya çıkmalarının amacı, temelde, evrendeki hassas ayarın çok kuvvetli bir şekilde ve doğrudan doğruya şuurlu bir tasarımcıya işaret ediyor oluşu ve bazıları böyle bir sonuçtan kaçmak için herşeyi öne sürebilir."

Kitapta 'herkesleştirme'nin üçüncü yöntemi olarak anlatılan şeyse, modern bilimin, dünyanın özel kozmografik durumunu (ve dolayısıyla hayatı) evrenin her yerinde bulunabilir birşey olarak göstermesi. Kitapta bu düşüncenin özetleşinişi şöyle: "Onlara göre yaşam hazır çorba gibidir: Yalnızca su eklemek yeter. (...) Kısacası, yeryüzünün hiçbir ayrıcalıklı özelliği yoktur." Lee Strobel, devamında ise şu gerçeği haykırıyor: "Evrenin, gelişmiş medeniyetlerin çiçek açtığı bir sera olduğu fikri, yeni bilimsel keşifler tarafından bir kenara atılıyor."

Kopernik'le başlayan, hayatı ve dünyayı sıradanlaştırma, yani evrenin merkezinde değil, sıradan bir yerinde ve sıradan bir şekilde varolmuş görme meyli, giderek yok oluyor. Bilimin Yeni Hikâyesi isimli eserlerinde Robert Augros ve George Stanciu bu durumu şöyle özetliyorlar: "İnsanın fiziksel olarak evrenin merkezinde olmasa bile, onun (evrenin) amacının merkezinde olduğu aşikâr." Fizikçi Freeman Dyson'ın New York Times'ta yayınlanan kanaati ise şöyle: "Evren bir şekilde bizim geliyor olduğumuzu bilmiş olmalı."

Evrenin başka köşelerinde hayatın varolmasının güçlüğü, dünyanın evrende bulunduğu uygun yer, güneşimizin özellikleri, diğer gezegenlerin, özellikle jüpiterin, bize sağladığı koruma; konumumuz ve ayın buna kattığı denge... Daha bunun gibi yüzlerce delille kitapta anlatılıyor ki, insan/dünya hakikaten biricik. Ve hakikaten bütün bu düzen onun hilkatini bekler yaratılmış. Ve bu biriciklik: "O zaman beni böyle ince ince tasarlayan benden ne istiyor?" sorusunu sormaya mecbur ediyor onu. Ve bu soru gafletin dağılma sürecinin başı oluyor. Bediüzzaman'ın pekçok yerde (özellikle hayattaki) bu merkeziyete temas eden izahları dikkat edilesi:

"Demek, 'Bismillahirrahmanirrahim' sahife-i âlemde bir satır-ı nurânî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvânıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani, 'Bismillahirrahmanirrahim' yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur."

Kainatın meyvesi olmak, yani biriciklik, insanî arşa nasıl çıkarıyor bizi? Durduğun yerin sorumluluğunu kabul ederek mi? Peki insanî arş nedir? Acaba bir farkındalık mertebesi midir? Allah'la arandaki ilişkinin diğer varlıklardan daha üst ve daha biricik olduğuna uyanmak mıdır insanî arşa çıkmak?

Buradan bakarsan; "Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!" sırrı ne düzeyde görünür? Belki de Allah Resulü aleyhissalatuvesselama verilen önem, bu değer bildirimi, onun sembolize ettiği varlık sırrına verilen önem, insanın evrendeki biricikliğine çekilen dikkat ve onun arkasından gelen karşıkonulmaz sorumluluktur. Öyle ya! Özellikle yaratıldıysan özellikle sorumlu tutulduğun şeyler de olmalı.

Allahu'l-A'lem. Bütün bunlar birbirine bağlı galiba. Eğer biricik olduğunuzu farkederseniz, hatta ne kadar çok farkederseniz, o kadar çok kulsunuz. "Ben de herkes gibiyim" dedikçe de kesrette kayboluyorsunuz. İsterseniz buradan da Nur sûresi 63'e gidelim: "Allah arkadaşlarını siper ederek gizlice Peygamberin yanından sıvışanları iyi bilir..." Herkesleşme arkadaşım. Başkasının omuzlarının ardına saklanmaya çalışma. Çünkü herkesleştikçe kaybediyorsun.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...