Şuur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şuur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mayıs 2018 Cumartesi

Ya evren de canlıysa?

Ünlü gökbilimci Carl Sagan'ın bir sözünü işittim (Bir Uzay Serüveni belgeselinde) bu yakınlarda. Demiş ki: "Biz evrenin kendisini tanıması için bir aracıyız." Bana çok etkileyici geldi. Neden? Çünkü ben de kimi yazılarımda böylesi bir eşik olduğumuzun altını çizmeye çalışmıştım. Hatta biraz da cüretle demiştim ki: İnsan bir karadeliktir. Şahit oldukları ondan geçerek başka bir âleme dönüşür. Kulluğumuzun Cenab-ı Hak katındaki kıymeti de buradan gelir. Biz âlemin anlamlandırıcılarıyız.

'Asıl hayata mazhar olanın ahiret olduğunu' hatırlatan ayet-i kerime de bir açıdan bunu söylüyor gibi geliyor bana. (Allahu'l-alem.) Yani bu dünya 'ahirete dönüşürken' insan eşiğini kullanıyor. Cenab-ı Hak böyle bir hikmetle varetmiş âdemoğullarını. Nasıl ki herşeyde türlü türlü berzahlar (eşik âlemler) yaratmış, sütü bile soğurken kaymaktan berzahla eşiklendirmiş; aynen öyle de; insanı da öteki âleme geçmeden önce kabir âleminde bekletiyor/bekletmiş.

Yani insana da eşikler yaratmış. Ergenliğini 'gençliği' ile 'çocukluğu' arasına bir eşik kılmış. Şimdiyi 'öncesi' ve 'sonrası' arasına bir eşik tayin etmiş. Hem insanı da âleme bir şuurlu eşik olarak yaratmış. İçinden şahitlikler geçirmiş. Geçişin kapısını onunla açmış. Kişisel imtihanını vesilesi kılmış. Ve nihayetinde 'içinden geçirdiği âlemin cinsine göre' bir âlem bulacak ahirette. İyiyse iyi olacak. Kötüyse kötü. Eşik, en nihayet, yüzü diğer tarafa dönük olarak kapatılacak. Cebinde cennet götürenler orada onu görecekler. Cebinde cehennem taşıyanlar orada onu bulacaklar.

Mürşidim bir yerde diyor ki:

"İnkılâplar neticesinde her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki her iki âlem arasında gidiş-geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise inkılâp bir değildir. Pekçok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."

Diğer başka metinlerinde de Bediüzzaman'ın akıl, kalp veya vicdan gibi özelliklerimiz için 'berzah' ifadesini kullandığına şahit oluruz. İşte bir örnek: "Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur."

Yani birer 'eşik' olarak yaratılan bizler de içimizdeki 'geçişkenliği' böylesi yeteneklerimiz üzerinden sağlarız. Bilmeyiz belki yaşarken ne derece büyük bir iş eylediğimizi. Zamanı gösterdiği bilmeyen saat gibiyizdir çoğu zaman. Ancak burada şu nüans vardır: İnsan şuurlu bir varlıktır. Allah'ın varlığından ve kendi konumundan haberdar olanlar, buna iman edenler ve hakkını vermeye çalışarak yaşayanlar, kendileri üzerinden dönüşen âlemi nurlandırırlar.

Güzel isimler verirler. Güzel elbiseler giydirirler. Güzel anlamlara sarıp saklarlar. Güzel işler yaparlar. Güzel sözler söylerler. Bu güzel eşikliklerinden dolayı da Allah onları dönüşümünde pay sahibi oldukları âlemlerle ödüllendirir.

İşte, kanaatimce, kulluk böyle birşeydir. "Evrenin dönüşümünde eşik olmaktır." Bu ehemmiyeti nedeniyle insan vahiyle/nübüvvetle hakikatten haberdar edilir. Uymakla sorumlu tutulur. Kötü anlamlar vermesi (günah) yasaklanır. Güzel anlamlar vermesi (sevap) öğütlenir. Eşik, kendinden geçenleri dönüştürürken, dönüştürdüklerinin sıhhatinden mesuldür çünkü. Tıpkı bir havayolları şirketinin taşıdığı canlardan mesul olması gibi. Cehenneme giden her insan da yaşadıklarıyla, eyledikleriyle, söyledikleriyle, ettikleriyle bir cehennem yaratılmasından mesuldür.

Mürşidim, Cenab-ı Hakkın, 'kendisini inkâr edenleri' neden 'sonsuz bir cehennemle' cezalandırdığını ifade sadedinde diyor ki: "Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, onbeş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, 'halidîn'e hapseder."

Hepimizin elinde kan var! Buradan şuraya geçeceğim: Yukarıda insana nisbetle akıl, kalp ve vicdan gibi yeteneklerin bir tür 'geçiş âlemi' veya 'eşik âlem' olduğunu söylemiştik. Peki insanın kendisi için de içinde bulunduğu evrenin aklı, kalbi veya vicdanı olduğunu söyleyemez miyiz? Bu bana mümkün görünüyor. Nasıl ki, akıl bizde bir şube iken, maddi yeri belki o kadar küçük ki 'Şurasıdır!' deyip gösterilemiyor; aynen öyle de; insan da o kadar küçük ki evrende, evren 'kendi aklı nerede' bilemiyor, fakat akıllanıyor. İnsanla akıllanıyor. İnsanla kalpleniyor. İnsanla vicdanlanıyor. İnsanla anlamlanıyor. İnsanla duygulanıyor.

Carl Sagan'ın insana yüklediği 'aracılık' bu pencereden de anlaşılabilir. İnsanda akıl nasıl ki bir aracıdır, insan da evrende bir aracıdır, yani evrenin de aklı insandır. Bu büyük düzenin 'kuşatamadığımız bir canlının parçaları olduğunu' düşünürsek, ki Bediüzzaman da kimi metinlerinde böyle bir anlamı çağrıştırır şeyler söyler, biz o canlının aklıyız belki. (Melek kardeşler de diğer hücreleri.)

Kalbiyiz belki. Vicdanıyız belki. Kendini müstakil bir varlık sanan parçasıyız. Tıpkı kendi aklımız, kalbimiz veya vicdanımız gibi. (Belki hücrelerimizin içinde de kendisini böyle sanan mikro düzey canlılar var.) Öyle ya, arkadaşım, içimizdeki kentte yolculuk ederken onlar da kendilerini 'müstakil birer varlık' gibi dayatmazlar mı bize? "Benim dediğimi yap!" diye ayrı ayrı demezler mi?

O halde bu yazıyı da son paragrafın dayanağı olabilir bir yerle bitirelim: "Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nev'i hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre kadar büyüse, ona benzemeyecek mi? Hayatı varsa, ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki, bir cesetteki âzâ, eczâ, zerrat, izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i fert hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?"

27 Mayıs 2016 Cuma

Duydun mu atmaya başlamış kalbi Taksim'in?

Nasıl kâinat söndürülmezse iman-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde olan İslâmî şeâir, dinî minarat, ilâhî maâbid, şer'î maâlim itfâ olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be an. Herbir mâbed bir muallim olmuş. Tab'ıyla tabâyie ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur. Onun lisan-ı hâli eder telkin-i dinî; hatasız, hem bînisyan.
Lemeat’tan.

Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Sezgiden aklın sonradan haberi olur. Yani ‘sezgi’ aklî uyanışlarından öncesidir. Zeminidir. Evet. Aynen. Yine bir farkediştir ama sırf akılla değildir sanki. Ondan ziyade şuura bakar. İsimsiz esintiler gibidir bu biliş akıl için. Görecek gözleri yoktur onu. Tutacak elleri yoktur onu. “Hava gibi, su gibi, nur gibi…” Bilinenin kendisi yoktur âdeta. Lakin tesiri vardır. Karşı konulamaz bir tekrarla dokunmaktadır. Bu farkındalık işte 'sezgi'dir. Şuurun farkındalığını aklın uyanışlarından ayıran şeyse, bir bilinç olarak değil, daha çok bir sızı/ferahlık olarak yaşanmasıdır. Vicdan azabı dediğimiz şey pek de akıl işi sayılmaz öyle değil mi? Hatta çoğu zaman akla bir ölçüde doğru gelmiş şeylerin yapılmasından dolayı yaşanır bu azap. Mürşidim de der: "Ve akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülasasıdır."

Şimdi bana "Vicdanla şuurun ne alakası var yahu?" diye sorabilirsin arkadaşım. Haklısın. Orayı biraz daha açmam lazım. Mürşidimin ayak izlerini öperek başlayayım yola o zaman: Bediüzzaman'ın ifadesiyle vicdan da bir fıtrat-ı zişuurdur. Fıtrat ne demek? Böyle söylemek çok kapitalistçe gelse de kolay anlaşıldığından istimal edeceğim: Fabrika ayarlarımızdır fıtrat. Yaratılış özümüzdür. Temiz kalıbımızdır. Hayır üzere varlığımızdır. Sahibimizin nakşındaki muradıdır. İnsan neyin üzerine yaratılmışsa onu yapmak ister. Hikmetinin dışındaki eylemler kulağına söylenen kötü sözler gibidir. Fıtrat bundan rahatsız olur. Bunun için yaratılmadığını sızılarıyla hissettirmeye çalışır. Köy yolunda kullanılan bir Ferrari gibi. Nasıl? Aracın ses çıkarabilen her yeri size bu yol için varolmadığını haykırır. “Beni burada sürme! Ben burada gitmek için yaratılmadım! Beni burada süründürme!” Fıtratınız da size vicdanın sesinden rahatsızlığını haykırır. Kendinize kaldığınız her yerde darlığını fısıldar. Kulağınız ondaysa elbette.

Hele şu söyleyeceğime dikkat buyur arkadaşım: Bu etkileşim aslında her an yaşanıyor. Fıtratımız bizimle konuşuyor. Sesi yüksek değil belki. Ama devamlı. Israrlı. Tekrarlı. Bu yüzden gafil insan yalnızlığı sevmiyor. Uyandırıcılardan hoşlanmıyor. Sessizlik zayıf sesleri de duyulur yapıyor. Uyandırıcılar içindeki uykucunun da yüzüne su serpiyor. Yine mürşidim Mesnevî-i Nuriye’sinde diyor ki: “Herşeyi Allah’tan bilip böylece iz’an ettikten sonra, sürur veren şeye de, zarar veren şeye de razı olman gerekir. Razı olmazsan mecburen gaflete düşersin. İşte bu sebebdendir ki zâhirî esbab vaz’ edilmiş ve gözleri gaflet perdesiyle örtmüştür.” Esbab sahte bir kurtuluş olmuş yani gafile. Arkalarına saklanarak korumuştur yaşatmak istediği uykuyu.

Hem şu da önemli: Sadece bizimle değil birbirleriyle de konuşuyorlar. Evet. Tanışıklığımızdan itibaren sevdiğimiz/sevmediğimiz insanlar da bize bir mesaj veriyorlar. Nasıl? Sanki kendilerinde tecelli eden esma üzerinden, başkalarına dair okumalar yapabiliyorlar fıtratlar. Hangi ismin gölgesini seviyoruz? Bunu net bir şekilde bilemiyoruz. Ama, ne tuhaftır, sevdiğimiz insanların özellikleri de az-çok birbirini tutuyor. Sevmediklerimizin de öyle. En önemlisi de şu arkadaşım: Sahibinin saflığını korumaya çalıştığı bir fıtrat korunmamıştan rahatsız oluyor. Aynı ortamda bulunmayı bile istemiyor. Canı sıkılıyor. Bunalıyor. Belki de fıtratındaki çığlıkları duyuyor. Sesten olmayan sesleri işitiyor. Tıpkı keşfe’l-kubur velilerin gafil mezarından geçmeye çekindikleri gibi. Göreceklerinden üzüldükleri-gerildikleri gibi. Kimbilir?

Tersinde de benzeri bir durum yaşanıyor bence arkadaşım. Nasıl? Açayım: Bence gafilin rahatsızlığı da müttakinin huzurudur. Onun çağrıştırdıklarıdır. Ezan sesidir. Minaredir. İbadettir. Zikirdir. Gürültü, duymak istemediğiniz şeylere engel oluyorsa, elbette ondan değil, yokluğundan rahatsız olursunuz. Disko telaşı istersiniz. Kalabalıkta kaybolmayı arzularsınız. Gözlerinizi kaparsınız. Kendinize bırakılmaktan uçurum gibi korkarsınız. Bundan daha doğal ne var? Çünkü sessiz ortam gürültülerin sıkletinden kurtarıcıdır. Gafil de vicdanını duymamak için gafilane gürültüyü arzular. Uyanıklıktan çekinir. İstemediği manaları çağrıştıranlardan rahatsız olur.

Bu sesler hayatın her yanında arkadaşım. Sezgi dediğimiz şey bu seslere daha duyarlılarımızın yaşadığı düşük yoğunluklu farkındalık. Doğru. Ahirzaman dikkatimizi dağıtacak pekçok ‘geçici olan’ karşımıza çıkardı. Aklımızı başımızdan aldığı gibi sezgimizi de fıtratımızdan aldı. Hayretimizi tırtıklayan birçok “Aaa duydun mu?” var artık hayatımızda. Belki de kalbimize güvenimizi yitirdik. Belki kalbimizi de. Hem sezgi de daha fazla dikkat istiyor. Dönüp dönüp kendisiyle ilgilenilsin istiyor. Beş vakit namaz istiyor. Ezanı istiyor. Minare istiyor. Hem sesi zayıf hem kurduğu cümleler uzun. Zamana ihtiyacı var. Ve bir de cümlesi bitene kadar kalacak bir dikkate. Kalp gibi atması lazım böylesi bir dikkatin. Bunu da şöyle bir parça açabilirim belki:

Akıl dinamik farkındalıkların alanı. Ve bu dinamizm farkındalığın şiddetinin de yüksek olmasını gerektiriyor. Şuur ise statik farkındalıkların alanı. Daha düşük tesirlerden de haberdar. Lakin bu tesirlerden dolayı fiillere teşebbüs etmesi 'bardağı taşıran son damlalar'la mümkün. Evet. Şuurla yapacaksanız bardağı sezgilerle doldurmak zorundasınız. Doğru çağrışımlar hayatınızın her yanından akmalı. Birikmeli. Kuşatmalı. Hamlıklarınız kısık ateşte pişmek zorunda. Minare minare görmek zorunda. Ezan ezan işitmek zorunda. Bu yavaş fakat kaliteli bir farkındalık olacak. Ağır ama isabetli kararlar alacaksınız. Yok, yaşadığınız farkındalık tokat gibi birşeyse, o zaman bardakla uğraşmaya da ihtiyaç yok. Akıl farkındalığının hakkını verecek. Farkındalığın şiddeti eylemeyi hızlandırır. Yalnız şu var arkadaşım: Şuurla yapan sanki yaptığında daha salabetli oluyor. Daha dik duruyor. Terkini daha imkansız görüyor. Allahu’l-a’lem. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Kendi çağrışımlarından koparmasın. Âmin.

30 Eylül 2015 Çarşamba

Tavuğun aklı yumurtaya yeter mi?

Hani nicedir inandığım birşey ama ilk defa bu kadar imanına yaklaştım. İnancımın içinde feyizli bir yol aldım. Evet. Elhamdülillah. Bir fiilin ancak bir ilahın kaldırabileceği yük olduğuna dair bilgim demek şimdiye kadar taklîdilikten öteye geçememiş. Ne kadar hakikat mesleği pozu kessem de ülfetten perdeyi aşmak nasip olmamış. Tamam. Savunduğum bugünkünden farklı değildi. O ayrı. Fakat hakikat hiç bugünkü kadar çıplak olmamıştı gözümde. Bu kadar berrak görmemiştim. Sesini bu kadar net işitmemiştim. Evet. Aynen. "Yine neye heyecanlandı bu çocuk?" derseniz izah edeyim: Tevhidden bahsediyorum. Ama bu sefer herbir fiil üzerinde Allah'ın taklit edilmez hatemini görür bir iman ile tevhidden.

Özeleştirim olarak söylemek istiyorum: Allah'ın yaratışı ile kudret arasındaki bağıntıyı her zaman ilmi ve iradesiyle ilgili bağdan daha vurgulu okudum. Okuyuşumda hata olmasa da, vurgunun azı çoğa galip edici etkisinden dolayı, bir ölçüde 'denge bozulması' yaşadığımı düşünüyorum. Hem bu bozulmadan modern fizik eğitimimin de sorumlu olduğunu zannediyorum. Çünkü fizikte fiiller ilimle değil kuvvetle ölçülürler.

Nasıl bir denge bozulmasıydı bu? Fiil ile kudret arasında kurduğum yaratış bağıntısı bir şekilde 'fiilin salt kudret sonucu olduğu yargısına' saplamıştı beni. (Teoride öyle olmadığını bilsem de pratikte tefekkürüm öyle gelişiyordu.) Bu sebeple 'nedenin gücü sonuca yeter görünen' şeylerde imanım ister-istemez taklidî kalıyordu. Mesela: Ben seni ittim. Sen düştün. Burada 'itmek arzusu' ve 'düşmek sonucu' sürecinde yaratılan tüm fiilerin Allah'ın yaratışı ile olduğuna iman etmek tevhidin gereğidir. Fakat zâhiren şu fiil o kadar basit birşeydir ki. Sen iteceksin. O da düşecek. Bitti. Şu kadarcık şey. Bunun ta Allah'a kadar çıkarılmasına ne gerek vardır?

Evet. Şimdi, bu aşamayışın sebebi olarak, fiil ile 'ilim' ve 'irade' arasındaki bağı 'kudret' kadar vurgulu okuyamayışımı suçluyorum. Ve bu suçlamada bencileyin haklıyım. Çünkü ne itmek fiili salt bir kudret işidir ne de düşmek. Arkalarındaki ilim boyutunu kapsamlı bir şekilde okumak ise o fiillerin ellerimizden çekilip alınmasına neden olur. Nasıl? Belki biraz şöyle: İrade olarak bu boyuta 'yalnızca bir istemek' dışında dahlimiz yoktur.

İtmenin parçalarını oluşturan herbir yaratışın nasıl olacağına dair şuurumuz yoktur. Farkındalığımız yoktur. Yönetimin detaylarına dahlimiz yoktur. Kaç kasın aynı anda kasılacağından, kaç sinirin aynı anda komut ileteceğinden, kaç beyin hücresinin bu işle meşgul olacağından, bütün bunların nasıl yapılacağından, yerçekiminin bu işe nasıl karışacağından, falandan filandan, hiçbirşeyden haberimiz yoktur. Dışarıdan tek bir fiil gibi gözüken şey aslında devasa bir organizasyon işidir. Her anı ayrı ayrı ilim ve irade isteyen bir seçimler manzumesidir. Bu açıdan bakınca fiiller giderek esmaü'l-hüsnaya yaklaşırlar. Zira itmek sadece muktedir olma meselesi değildir. Düşmek de salt bir dikkatsizlik sonucu sayılmaz. Bunların hepsi kaderî kalıplar eşliğinde 'tam isabet bir tayin' meselesidir.

Sen itiyorsun. O itmek fiili içinde itmek gibi açıkça irade etmediğin ve dolayısıyla şahidi ve sahibi de olamadığın binlerce fiil işliyor. (Öyle ya, arkadaşım, farkında dahi olmadığın şeyin nasıl sahibi olursun?) Binlerce kas hücren aynı anda kasılıyor. Sinirlerin cayır cayır mesajlar gönderiyor ilgili her birime. Bu haberler giderken birşeyler seçiliyor. Birşeyler seçilmiyor. Birçok şık eleniyor. Birçok ihtimal dışarıda kalıyor. Örneğin: Ellerin seçiliyor. Ayakların seçilmiyor. Kolların seçiliyor. Bacakların seçilmiyor. Yoksa ellerinle itmek istediğin adama yanlışla tekme de atabilirdin.

Böyle olmuyor. Bilmeler ve seçmeler, isabetler ve elemeler, itmenin arka planında binler şekilde işlemeye devam ediyorlar. İlim ve irade kudretin içinde aktığı/şekillendiği bir kalıp olarak fiili biçimlendiriyor. Sınırlandırıyor. Her an yapıyor bunu. Her an! Arzu ve sonuç arasındaki her anda şu kalıp işliyor dahlin olmadan. Haberin olmadan. Farkında olmadan.

Kudretin gözünde bir fiili diğerinden ne ayırır? Ne sınırlandırır? Ne düzenler? Hele o kudret sonsuzsa? Kadîr-i Zülcelal, Kur'an'da defaatle (hassaten haşir ile ilgili ayetlerde) bir ile binin, bir nefsin ihyası ile bir baharın ihyasının onun kudretine aynı olduğunu buyurmuyor mu? Bu, bize hem onun kudretinin sonsuzluğunu öğretir, hem de kudretin (ama salt kudretin) gözünde fiillerin nasıl eşitlendiğini gösterir. Peki, bu kadar renk/çeşit fiil nasıl farklılaşmaktadır? Bu ayrımı/renkliliği ne sağlar?

İşte bu noktada devreye ilim ve irade girer arkadaşım. Hem fiili salt kudretle ilişkilendirmenin şöyle bir arızası daha var: Eğer, fiili sadece kudretle ilgili birşey olarak görürseniz, o fiilin sahipliğini en yakınında olan şeye pekâlâ verirsiniz. Çünkü kudret penceresinde işler böyle döner gibi gelir. Okullarda da aynen böyle öğretilir. Yakın olan fail sanılır. Sandırılır.

Fakat ne zamanki fiili kudretten ayrı olarak bir ilim ve irade sonucu olarak algılamaya başlarsınız. O yönleriyle de size duvağını açar. İşte o zaman o fiili en yakınındakine veremez hale gelirsiniz. Neden-sonuç sandığınız şeyler, Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi'ndeki ifadesiyle, mukarenete dönüşür. En çok birbirini taşıyabileceğini düşündüğünüz nedenler ve sonuçlar bile, en fazla, 'iktiran' olabilirler. Yakınlıkları yaratılış arkadaşlığına dönüşür. Halık-mahluk ilişkisine dönüşmez.

Tavuk ve yumurta örneğinden devam edelim. Bir yumurta nasıl bir tasarım, ölçülülük, sistemli seçiş ve takdir ürünüdür? Tavuğa yakın olması yaratıcısı olarak tavuğu tayin etmeye yeter mi? Tavuğun aklı, ilmi, yeteneği, istidadı, dehası(!), kimya bilgisi, biyoloji tahsili, genetik ihtisası vs. bir yumurtanın yaratıcılığını kaldırır mı? Mürşidim bu sadedde der ki: "Herbir şey, bir Kadîr-i Ezelînin vücub-u vücuduna iki cihetle şehadet eder: Biri: Tâkatinin binler derece fevkinde vazifeleri görmekteki acz-i mutlak lisanıyla o Kadîrin vücuduna şehadet eder. İkincisi: Herbir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle o Alîm-i Kadîre şehadet eder."

Evet. Bir fiilin yaratılması nelere bağlıdır? Bir fiilin yaratılması öncelikle 'nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmeye' bağlıdır. Sadece mekansal düşünmeyin bu nizamı ve muvazeneyi. Her an bir kıyametin kopmaması için yaratışın bilişinin tüm zamanlara da yayılması gerekiyor.

Bu öyle bir biliş seviyesidir ki, bu bilişi biz kendi ilmimizle ve irademizle açıklayamayız. Kadîr-i Ezelî'nin herşeyi bir anda görür ezelî bilişine muhtaç bir biliştir bu biliş. Hem nedeni biliş, hem sonucu biliş, hem de bir kilim gibi birbirine dokunmuş tüm kainatta yaratılacak olan fiilin yapacağı dalgalanmayı bilebilecek bir biliş. Yaratıştan gelen bir biliş. Öğrenmeden gelen bir biliş değil. Zaten kadere imanımız da ancak böyle bir bilişin yaratış için yeterli olmasından besleniyor. Ve kadere imanda arıza yaşayanlar da fiilde iradenin ve ilmin hakkını ihmal ettikleri için kafalarını taşlara vuruyorlar. İmanlarını uçuruyorlar. Son olarak diyeceğim o ki: "Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan?" sorusunun cevabı mümince 'iktiran'dır. Çünkü mesele zaman/mekan meselesi değildir.

31 Mayıs 2013 Cuma

Şuurdan akıla...

Bir önceki yazımızda fakr üzerine bir miktar konuşmuştuk. Oradan devam edelim istiyorum. Yazıya yapılan yorumlar içerisinde birisi, bana Yedinci Söz’deki ‘fakrın tezyidi’ meselesini hatırlattığı için, ayrıca kıymetliydi. Üzerine birkaç gündür düşünüyorum.

Fakat ona gelmeden, ‘hatve’ kelimesi üzerine biraz konuşalım: Hatve, sözlüklerde bulduğu karşılık üzere; ‘mertebe, basamak’ demek. Zaten Bediüzzaman’ın, dört hatvesini anlattığı bölümde kıyas aracı olarak kullandığı letaif-i aşere ve nüfus-u seb’a da böylesi basamaklı terbiye metotları. Bu kıyaslamadan da Bediüzzaman’ın acz, fakr, şefkat ve tefekkür için bir merdiven sistematiği (veya bence çark) düşündüğü anlaşılıyor. Bu noktadan hareketle; hatveleri birbirinden ayrı yürünecek yollar gibi algılayanlar varsa hâlâ içimizde (ki ben de bir zamanlar böyle algılardım) onların kafalarındaki bu tasavvurun bir sağlamasını yapmaları lazım.

İkincisi; bu aşamalardan üçüncüsü olan şefkati anlamada düştüğümüz hata. Burada şefkatten kastedilen Cenab-ı Hakkın şefkatini farketmek/keşfetmek iken, bizde nedense bu ‘varlığa şefkatli davranmak’ olarak açıklanıyor. Şefkat yolunun gereği olarak da ‘şefkatli olmak’ bir davranış modeli olarak sunuluyor. Bu model elbette yanlış değil, ama eksik: Zira bu şekilde anlaşıldığı zaman bir sonraki adım olan tefekküre nasıl geçilecek, bu hiç sorulmuyor. Öyle ya; şefkati, yalnız şefkat göstermek olarak anlayan birisi ondan kendisinin muhtaç olduğu bir tefekkür devşirebilir mi? Bu yazılanları daha iyi anlamak için Yirmialtıncı Söz’ün Zeyl’ini okumanızı tavsiye ederim.

Şimdi, fakra geri dönelim. Bu yazıda, size aslında fakr ve psikoloji üzerinden birşeyler anlatmak istiyorum. Ki bu meselenin özü de arkadaşlarla konuştuğumuz birşeyden besleniyor.

Din adına psikolojiyi dışlama, küçük görme meylinde olan bir zümre var. Bunların ortak iddiası: Eğer dinin hakkı verilirse, psikolojiye gerek kalmaz merkezinde. Altını bir türlü dolduramadıkları bu fikri, bir slogan şeklinde savurup duruyorlar. Evet, ben de bunu reddetmiyorum: Eğer din hakkı verilerek işlenir ve yaşanırsa bence de modern psikolojinin üstünde birşeyler yapabilir. Fakat bunu yapması için psikolojiyi hepten dışarıda bırakması gerekmez. Doğu da batı da Allah’ındır. Bilgi zaten topyekün Allah’ındır. Ve hikmet müminin yitik malıdır. Islahı düşünülebilir, ama reddi düşünülemez.

Mesela Bediüzzaman’ın Risaleler içerisinde altını çizdiği ve ahirzamanın tebliğ metodu olduğunu belirttiği ‘aynı günahın içinde cezasını göstermek’ tarzı, bugün psikolojiye mi daha yakındır; yoksa dinî tedrisat yapan vaizlere, hocalara mı daha yakındır? Bu soru bana sorulacak olsa cevabım kesinlikle; “Psikolojiye daha yakındır” olacaktır. Zira psikoloji ahirete yaşadığı körlük nedeniyle sorunlu davranışları veya düşünceleri bugünden hareketle tedaviye çalışırken, vaizlerimiz ahirete vurgulu bir tebliğle bunu yapmaya çalışırlar. Nefsin unutkanlığı nedeniyle de bu tarz sorunları olanlar daha çok psikologlara gitmeyi tercih etmektedir. Olayı bugünde çözmek damarı onlarda daha kuvvetlidir çünkü. Bunda yadırganacak birşey yoktur.

Evet, din hakkıyla yaşansa her sorumuzu çözmeye yeterlidir. Ama din, tüm kuşatıcılığı ile yaşanırsa, bu yeteneğe sahiptir. Aksi takdirde bizim eksik nazarımız, uygulamaya da sirayet eder ve öğreti eksik kalır.

İmam-ı Gazalî, tevbenin ilimle olan ilişkisine büyük vurgu yaptığı Tevbe Risalesi isimli eserinde onun tarifini yaparken şöyle bir ifade kullanır; “Tevbe, günahı terketmektir. İnsan, ancak tanıdığı birşeyi terkeder.” İşte ben, biraz da bu sözden cesaret alarak diyorum ki: Bugünün psikolojisi, vaizlerimizden daha fazla günahları ve nedenlerini anlamaya konsantre olduğundan onu daha iyi tanır ve tedavisini başarır. Vaizlerimiz nakilden başka kendi tefekkürlerinden bir insan bilgisi üretemediklerinden (veya üretenler az olduğundan) bu yönleriyle eksik kalırlar. Kalmaya da mahkûmdurlar.

İşte bu noktada fakr, bize, dünyaya bir muhtacın gözüyle bakma; her nesnede veya olayda kendi aczine kadar uzanan yollar kurma; dünyayı ve vahyi, ötesinde yaşanan ve nefsini unuttuğu bir düzlemde değil; bizzat kendisini tedaviye çalışan bir hekimin eczahanesi olarak görmeye başlamakla bahsi geçen yaramızı giderebilir. Zaten Bediüzzaman da fakrın işaretini aldığı ayet olarak Haşir sûresinin ondokuzuncu ayetini gösterir ki, meali şöyledir: “O Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi nefislerini unutturmuştur.”

Yani insanın kendisini muhatap olarak unutması, hasta olarak unutması, talebe olarak unutması, Allah’ı unutmuş olduğunun bir delilidir. Fakr ise bunun tam tersine çalışmaktır: Her karşılaştığı sorunda, olayda, ikramda veya nimette ilk tedavi edilen, ilk ihtiyacı karşılanan, ilk ikramda bulunulanın kendisi olduğunu düşünmekle sıradanlığı kırıp, varlık, sanki Allah’ın kendisiyle konuştuğu bir öteki dilmiş gibi onla muhatap olmaktır. Tedavi edilenin aslında kendisi olduğu ve tedavi edilmesi gerektiğini kabul etmekle hasta şifa bulabilir. Bütün tedavilerin ilk adımı budur: Tedaviye ihtiyacı olduğunu kabul etmek. Biz de kainatla bir muhtacın açlığı içinde muhatap olursak, ondaki şefkati görüp ondan tefekkürler devşirebiliriz.

Fakrın tezyidi meselesine giremedim. Belki diğer yazıda konuşuruz. Bir küçük dokunup kaçayım. Yukarıda konuştuğumuz gibi; tedavi, eğer hastanın hastalığını kabul edip hekimin bu yüzüne yüzünü dönmesiyle mümkün oluyorsa, o halde hastalığın tezyidi (fazlalaştırılması) bir yönüyle daha çok şifa bulmak değil midir? Ancak burada tezyid ihtiyaçlarının en ince kuytularına kadar girip, onları keşfedip, onlardan Cenab-ı Hakkın marifetine yollar, köprüler kurabilmek olarak anlaşılmalıdır. Varlıktan esmaya uzanan yollara bedel, duygulardan da şe’n-i İlahiyeye uzanan yollar vardır. Yoksa “Arabamı satayım, evimi satayım, Allah’a daha çok ihtiyacım olsun” gibi kaba, kuru bir algı bu yazının muradı değildir. Fahredilen fakirlik, nimet içinde bile olunsa, o nimetlere muhtaç olduğunun şuurunda olmaktır. Acz ve fakr şuurdur, tefekkür akıldır.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...