Fiil Yaratmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fiil Yaratmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Eylül 2015 Çarşamba

Tavuğun aklı yumurtaya yeter mi?

Hani nicedir inandığım birşey ama ilk defa bu kadar imanına yaklaştım. İnancımın içinde feyizli bir yol aldım. Evet. Elhamdülillah. Bir fiilin ancak bir ilahın kaldırabileceği yük olduğuna dair bilgim demek şimdiye kadar taklîdilikten öteye geçememiş. Ne kadar hakikat mesleği pozu kessem de ülfetten perdeyi aşmak nasip olmamış. Tamam. Savunduğum bugünkünden farklı değildi. O ayrı. Fakat hakikat hiç bugünkü kadar çıplak olmamıştı gözümde. Bu kadar berrak görmemiştim. Sesini bu kadar net işitmemiştim. Evet. Aynen. "Yine neye heyecanlandı bu çocuk?" derseniz izah edeyim: Tevhidden bahsediyorum. Ama bu sefer herbir fiil üzerinde Allah'ın taklit edilmez hatemini görür bir iman ile tevhidden.

Özeleştirim olarak söylemek istiyorum: Allah'ın yaratışı ile kudret arasındaki bağıntıyı her zaman ilmi ve iradesiyle ilgili bağdan daha vurgulu okudum. Okuyuşumda hata olmasa da, vurgunun azı çoğa galip edici etkisinden dolayı, bir ölçüde 'denge bozulması' yaşadığımı düşünüyorum. Hem bu bozulmadan modern fizik eğitimimin de sorumlu olduğunu zannediyorum. Çünkü fizikte fiiller ilimle değil kuvvetle ölçülürler.

Nasıl bir denge bozulmasıydı bu? Fiil ile kudret arasında kurduğum yaratış bağıntısı bir şekilde 'fiilin salt kudret sonucu olduğu yargısına' saplamıştı beni. (Teoride öyle olmadığını bilsem de pratikte tefekkürüm öyle gelişiyordu.) Bu sebeple 'nedenin gücü sonuca yeter görünen' şeylerde imanım ister-istemez taklidî kalıyordu. Mesela: Ben seni ittim. Sen düştün. Burada 'itmek arzusu' ve 'düşmek sonucu' sürecinde yaratılan tüm fiilerin Allah'ın yaratışı ile olduğuna iman etmek tevhidin gereğidir. Fakat zâhiren şu fiil o kadar basit birşeydir ki. Sen iteceksin. O da düşecek. Bitti. Şu kadarcık şey. Bunun ta Allah'a kadar çıkarılmasına ne gerek vardır?

Evet. Şimdi, bu aşamayışın sebebi olarak, fiil ile 'ilim' ve 'irade' arasındaki bağı 'kudret' kadar vurgulu okuyamayışımı suçluyorum. Ve bu suçlamada bencileyin haklıyım. Çünkü ne itmek fiili salt bir kudret işidir ne de düşmek. Arkalarındaki ilim boyutunu kapsamlı bir şekilde okumak ise o fiillerin ellerimizden çekilip alınmasına neden olur. Nasıl? Belki biraz şöyle: İrade olarak bu boyuta 'yalnızca bir istemek' dışında dahlimiz yoktur.

İtmenin parçalarını oluşturan herbir yaratışın nasıl olacağına dair şuurumuz yoktur. Farkındalığımız yoktur. Yönetimin detaylarına dahlimiz yoktur. Kaç kasın aynı anda kasılacağından, kaç sinirin aynı anda komut ileteceğinden, kaç beyin hücresinin bu işle meşgul olacağından, bütün bunların nasıl yapılacağından, yerçekiminin bu işe nasıl karışacağından, falandan filandan, hiçbirşeyden haberimiz yoktur. Dışarıdan tek bir fiil gibi gözüken şey aslında devasa bir organizasyon işidir. Her anı ayrı ayrı ilim ve irade isteyen bir seçimler manzumesidir. Bu açıdan bakınca fiiller giderek esmaü'l-hüsnaya yaklaşırlar. Zira itmek sadece muktedir olma meselesi değildir. Düşmek de salt bir dikkatsizlik sonucu sayılmaz. Bunların hepsi kaderî kalıplar eşliğinde 'tam isabet bir tayin' meselesidir.

Sen itiyorsun. O itmek fiili içinde itmek gibi açıkça irade etmediğin ve dolayısıyla şahidi ve sahibi de olamadığın binlerce fiil işliyor. (Öyle ya, arkadaşım, farkında dahi olmadığın şeyin nasıl sahibi olursun?) Binlerce kas hücren aynı anda kasılıyor. Sinirlerin cayır cayır mesajlar gönderiyor ilgili her birime. Bu haberler giderken birşeyler seçiliyor. Birşeyler seçilmiyor. Birçok şık eleniyor. Birçok ihtimal dışarıda kalıyor. Örneğin: Ellerin seçiliyor. Ayakların seçilmiyor. Kolların seçiliyor. Bacakların seçilmiyor. Yoksa ellerinle itmek istediğin adama yanlışla tekme de atabilirdin.

Böyle olmuyor. Bilmeler ve seçmeler, isabetler ve elemeler, itmenin arka planında binler şekilde işlemeye devam ediyorlar. İlim ve irade kudretin içinde aktığı/şekillendiği bir kalıp olarak fiili biçimlendiriyor. Sınırlandırıyor. Her an yapıyor bunu. Her an! Arzu ve sonuç arasındaki her anda şu kalıp işliyor dahlin olmadan. Haberin olmadan. Farkında olmadan.

Kudretin gözünde bir fiili diğerinden ne ayırır? Ne sınırlandırır? Ne düzenler? Hele o kudret sonsuzsa? Kadîr-i Zülcelal, Kur'an'da defaatle (hassaten haşir ile ilgili ayetlerde) bir ile binin, bir nefsin ihyası ile bir baharın ihyasının onun kudretine aynı olduğunu buyurmuyor mu? Bu, bize hem onun kudretinin sonsuzluğunu öğretir, hem de kudretin (ama salt kudretin) gözünde fiillerin nasıl eşitlendiğini gösterir. Peki, bu kadar renk/çeşit fiil nasıl farklılaşmaktadır? Bu ayrımı/renkliliği ne sağlar?

İşte bu noktada devreye ilim ve irade girer arkadaşım. Hem fiili salt kudretle ilişkilendirmenin şöyle bir arızası daha var: Eğer, fiili sadece kudretle ilgili birşey olarak görürseniz, o fiilin sahipliğini en yakınında olan şeye pekâlâ verirsiniz. Çünkü kudret penceresinde işler böyle döner gibi gelir. Okullarda da aynen böyle öğretilir. Yakın olan fail sanılır. Sandırılır.

Fakat ne zamanki fiili kudretten ayrı olarak bir ilim ve irade sonucu olarak algılamaya başlarsınız. O yönleriyle de size duvağını açar. İşte o zaman o fiili en yakınındakine veremez hale gelirsiniz. Neden-sonuç sandığınız şeyler, Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi'ndeki ifadesiyle, mukarenete dönüşür. En çok birbirini taşıyabileceğini düşündüğünüz nedenler ve sonuçlar bile, en fazla, 'iktiran' olabilirler. Yakınlıkları yaratılış arkadaşlığına dönüşür. Halık-mahluk ilişkisine dönüşmez.

Tavuk ve yumurta örneğinden devam edelim. Bir yumurta nasıl bir tasarım, ölçülülük, sistemli seçiş ve takdir ürünüdür? Tavuğa yakın olması yaratıcısı olarak tavuğu tayin etmeye yeter mi? Tavuğun aklı, ilmi, yeteneği, istidadı, dehası(!), kimya bilgisi, biyoloji tahsili, genetik ihtisası vs. bir yumurtanın yaratıcılığını kaldırır mı? Mürşidim bu sadedde der ki: "Herbir şey, bir Kadîr-i Ezelînin vücub-u vücuduna iki cihetle şehadet eder: Biri: Tâkatinin binler derece fevkinde vazifeleri görmekteki acz-i mutlak lisanıyla o Kadîrin vücuduna şehadet eder. İkincisi: Herbir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle o Alîm-i Kadîre şehadet eder."

Evet. Bir fiilin yaratılması nelere bağlıdır? Bir fiilin yaratılması öncelikle 'nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmeye' bağlıdır. Sadece mekansal düşünmeyin bu nizamı ve muvazeneyi. Her an bir kıyametin kopmaması için yaratışın bilişinin tüm zamanlara da yayılması gerekiyor.

Bu öyle bir biliş seviyesidir ki, bu bilişi biz kendi ilmimizle ve irademizle açıklayamayız. Kadîr-i Ezelî'nin herşeyi bir anda görür ezelî bilişine muhtaç bir biliştir bu biliş. Hem nedeni biliş, hem sonucu biliş, hem de bir kilim gibi birbirine dokunmuş tüm kainatta yaratılacak olan fiilin yapacağı dalgalanmayı bilebilecek bir biliş. Yaratıştan gelen bir biliş. Öğrenmeden gelen bir biliş değil. Zaten kadere imanımız da ancak böyle bir bilişin yaratış için yeterli olmasından besleniyor. Ve kadere imanda arıza yaşayanlar da fiilde iradenin ve ilmin hakkını ihmal ettikleri için kafalarını taşlara vuruyorlar. İmanlarını uçuruyorlar. Son olarak diyeceğim o ki: "Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan?" sorusunun cevabı mümince 'iktiran'dır. Çünkü mesele zaman/mekan meselesi değildir.

24 Mart 2014 Pazartesi

Sen ancak 'bir benzerini' denersin!

"En büyük bilginler bile bilmedikleri birşeyi açıklayamazlar. Birşey ancak biliniyorsa açıklanabilir." Hans Christian Andersen; 'Peiter, Peter, Peer' öyküsünden.

Yaratıcılık aslında nedir? Mecazi (ancak kusurlu) bir şekilde bazen kendimize de atfettiğimiz 'yaratıcılık' sıfatı, aslında, 'varolanı yorumlamaktan' öte birşey değil. Hatta yeniden yorumlamak da dememeli buna. Çoğu zaman sınırlı mizanlarımızla taklidine çalışıyoruz. (Uçak yapıyorsak kuşları takliden. Denizaltı yapıyorsak balıklara özenti.) Her ne yapıyorsak kainatta zaten olagelen birşeye denk geliyor.

Varolmayan bir fiili ortaya koyabilmiş, yani, 'bir fiil yaratabilmiş' değiliz. Bizim 'yaratıcılık' diye tesmiye ettiğimiz sıfatımız, var etmekten ziyade, varolana kendi rengimizle dahil olmak veya farklı bir kurguyla tekrar biraraya getirmekten ibaret.

Tasarım. İki (veya daha fazla) şeyi bir araya getirince 'üçüncü' (veya daha fazlası) sayılacak kompozisyonlara varabilme. Daha önce hiçbir insanın görmediği bir kurguyu farkedebilme veya kurabilme. İnsanın kendinde 'yaratıcılık' olarak gördüğü şey bu. Bir kompozisyonerlik. Türüne, şuuruna, algısına, mazisine, zamanına, aklına, şahit olduklarına sıkışmış bir yaratıcılık. Elbette hakiki bir yaratıcılık değil bu.

Hatta hayal ettiklerimiz bile şahit olduklarımızın meyvesi, getirisi, sonucu. İnsan olmuşlarla hiçbir bağı bulunmayan bir olmamışı hayal edebilir mi? Hayalden bir derece daha serbest/istemsiz diyebileceğimiz rüyalarda dahi mümkün değil bu. Onlar bile malumata tâbi. Kabuslarımız uyanıkken korktuklarımız üzerine. Malumdan yola çıkarak hayal kurabiliyoruz ancak. Ürettiğimiz şey kainatta görüp akla malzeme yaptıklarımızın türevleri. Kendi âlemimize yansıyan yeni bir dünya bizimkisi. O kadar da yeni sayılmamalı.

Yaratmak yeniliğin zatıdır. Bizimkilerin yeniliği arızî. Asıl dünyayı alsan insanî aynası da bomboş kalacak. Hayal kuramayacak. Neyi alıp kendi rengine boyayacağını bilemeyecek. Öyle nâçârız aslında. Öyle yaratıcılıktan uzağız. Asıl yaratıcılık, yani Halık-ı Zülcelal'in yaratıcılığı, Nur ayetinde geçen sır gibidir: 'doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen...' Orijinal olan. Öncesiz olan. Ben Allah'ın Fâtır isminin Halık ismiyle bütünlüğünü biraz böyle anlıyorum. Allah Halık'tır, ama Fâtır bir Halık'tır. Yaratırken taklid edecek bir önceye ihtiyaç duymaz. Yaratışının her anı orijinaldir.

Meleklerin duası da bu noktada bir ışık tutuyor sanki bana: “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Kur'an'da, Hz. Âdem'in hilkati ve devamında yaşananlar anlatılırken aktarılan bu itiraf, aslında insana da bir duruş öğüdü. Daha önce varedilmişlerin, yani melek kardeşlerin, bizim kulağımıza fısıldadığı bilme sırrı: "Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur." Evet, yoktur. Bildiklerimiz, hep şahit kıldıkları ve hayal ettirdikleri... Biz kendiliğimizden yeni birşey söyleyemeyiz. Yeni sandıklarımız en fazla esinlenmedir. Dolayısıyla varoluşumuz tastamam bir muhtaçlıktır. Allah'ın bize ihtiyacı yoktur.

Bu açıdan bakınca, Bediüzzaman Hazretlerinin, Yirminci Söz'de, Kur'an'da geçen peygamber mucizelerinin bir hikmetinin de, beşere, 'fennî ilimlerde gidilecek nihayet hududu göstermek' olduğunu zikretmesi anlamlı geliyor. Yukarıda konuştuklarımızdan hareketle özetlemem gerekirse: Allah, yarattıklarından bizi haberdar ederek, bize hayalini kurabileceğimiz şeyler öğretiyor. Evet. Aynen böyle. Hayalimizin nazarını daha yukarıya kaldırıyor bu mucizelerle. Sürümümüzü yükseltiyor. Yoksa biz, yani olmuşlardan hareketle ancak hayal kurabilen bizler, böylesi mucizelerin varlığını bilmesek, o derece yüksek hayalleri kurabilir miydik?

"Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yûsuf'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate latîf bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ, gemiciler Hazret-i Nuh'u (Aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yûsuf'u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (Aleyhisselâm).

Evet, mâdem Kur'ân'ın herbir âyeti, çok vücûh-u irşâdî ve müteaddit cihât-ı hidâyeti olduğunu, ehl-i tahkik ve ilmi belâgat ittifak etmişler; öyle ise Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu'cizât-ı enbiyâ âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar, çok maâni-i irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu'cizât-ı enbiyâyı zikretmesiyle fen ve san'at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor, en ileri gâyâtına parmak basıyor, en nihayet hedefleri tâyin ediyor; beşerin arkasına dest-i teşviki vurup, o gâyeye sevk ediyor. Zaman-ı mâzi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının aynası olduğu gibi; müstakbel dahi mâzinin tarlası ve ahvâlinin aynasıdır."

Son cümleyi, yani 'müstakbel dahi mâzinin tarlası ve ahvâlinin aynasıdır' cümlesini bir kez daha okuyun isterim. Çünkü geleceğin/hayallerin geçmişten/bilinenlerden hareketle düşlendiğini benim sönük ifadelerimden daha veciz anlatıyor gibi geliyor bana. Belki bu noktada mucizeyi de Çehov'un Bir Sanatçının Öyküsü isimli eserinde olduğu gibi geniş anlamalıyız. Şöyle diyor Çehov orada: "Mucizeyi yalnızca hastalarda, yaşlı kadınlarda aramak doğru değildir. Sağlık da bir mucize değil midir? Ya hayatın kendisi? Bence anlaşılamayan herşey mucizedir."

İşte bütün bunları hesaba katınca, Bakara sûresinin 23. ayeti daha bir anlamlı görünüyor: "Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'ân'ın doğruluğundan şüpheli iseniz, haydi onunkilere benzer bir sure ortaya getiriniz ve davanızda sadık iseniz, bu hususta Allah'ın dışındaki şahitlerinizi yardıma çağırınız." Bu kısımda Cenab-ı Hakkın, 'bir benzerini getirmelerini' istemesiyle, kâfirlerle—tabir-i caizse—alay ettiğini düşünüyorum. Çünkü, hakikaten de, yukarıdan itibaren konuştuğumuz gibi, insan, ancak elinde bir nümunesi/benzeri olan birşey üzerinden deneyebilir. Mecazi yaratıcılığının(!) boyu bu kadarcıktır.

O güne kadar Kur'an gibi kelam işitmemiş insanlara 'benzerini getirin' demek, kanaatimce, önce kendilerinde vehmettikleri yaratıcılığın sınırlarını ihtar ederek aczlerinin altını çizmektir. Eğer Kur'an vahyolunmasa, o güne kadar kâfirler böyle bir söz mü biliyorlardır ki, yapmayı deneyebilsinler? Bilmediğini hayal edemez ki insan! Hayalleri bildiklerinin üzerinedir. Tasarılarında bile acizdir. Allah bize bir mucizeyle yapılabilirliğini göstermese biz neyi hayal edebiliyoruz? O yüzden bu ayeti, insana, kendisinde vehmettiği yaratıcılığın 'bir benzerini getirmeye çalışmaktan' ibaret olduğunu hatırlatmasıyla da çok kıymetli buluyorum. Hayretle imanımı tazeliyorum. Ki imanı tazeleyen de tefekkürle erişilen bu hayrettir bence.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...