Yaratılış etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yaratılış etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2024 Pazar

Sinemaya Leyla için gidilmez

"Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder, helâkete sebep olur."


Mürşidim 'perde'yi zıt sayılabilecek iki anlamda birden kullanıyor. Onu hem bir 'örtücü' hem de bir 'gösterici' olarak zikrediyor. Birincisine misal: "Esbab bir perdedir; çünkü izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedâniyedir; çünkü tevhid ve celâl öyle ister..." İkincisine misal: "Güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin tebeddül edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder." Tenakuz gibi görünen şu istimalleri perdeliğin iki işlevini birden nazarımıza alarak kavrayabiliriz. Eh, evet, o halde bir de şu fakirin temsilini dinleyiverin lütfen:

Sinemada perde ne işe yarar? el-Cevap: Yansıtılanı izleyebilmemize elverir. Eğer perde olmazsa manzara aksetmez. Seçilemediği için de sağlıkla temaşa edilemez. Fakat diyelim ki: Perdenin üzerinde yırtık var. Yahut da yerine çirkince bir leke hayal edelim. Ben perdenin yırtığına/lekesine hasr-ı nazar ediyorum. Sizse yansıyana bakıyorsunuz. Film bittiğinde gördüklerimizi anlatıyoruz. Aaa, hayret, bambaşka şeyler izlemişiz sanki. Ben yırtıktaki/lekedeki detaylarla meşgul olmuşum. Yani yalnız onu görmüşüm. Sizse, maşaallah, takılmayarak yansıyanı seyretmişsiniz. Böylece aynı perde iki ayrı kişide iki ayrı fonksiyon icra edebilmiş. Bende filmi görmemi engellemiş. Sizde daha iyi görebilmenizi sağlamış.

Refet abinin sualine verilen yanıtta da aynı hakikatin hissesi vardır sanki:

"Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) Âyine şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir..."

Yani görülende değişiklik yoktur. Ya? Görende değişiklik vardır. Gören 'görmeye dikkat kesildiği' şeyi gördüğü için görülen de görenin gözlerine öyle görünmektedir. Perdenin kusuruna hasr-ı nazar edenin görüşünde kusurlar büyür. Öyle de büyür ki, fonksiyonunu icra etmesine engel olduğu gibi, vazifesini de zıttına kalbeder. Ayna duvar olur. İşte İslam'da imansıza 'kâfir' denmesi 'örten' manasıyla yakından ilgilidir. Kainat değildir kâfirin gözlerini örten yani, hayır, onu örtücülüğe istimal eden kâfirin ta kendisidir. Fıtratta 'göstermek' vardır. Eşyası Allah'ını bildirmek içindir. Herşey Cenab-ı Hakkının hakkındadır. Fakat sebeplerin olmadığı yerde de insan bilmenin yollarını bulamaz. Taş taş üstüne koyamaz. Çünkü Allah'ın zatını birden kuşatamaz. Sıfatlarını kavrayamaz. İsimlerini sezemez. Bu mutlaklık insanı aşan bir mevzudur. Ancak sebeplerin halkedilmesiyle bilmenin yolları açılmıştır bize. Böylece hepimiz; aklımız, kalbimiz, sa'yimiz nisbetinde bir marifet merdiveni çıkabiliriz. Herkes makamınca istifade eder perdelerden. Neden? Bakılan bir olsa da bakanların koltukları ayrı ayrıdır zira.

'Perdeler' dedim aklıma 'huriler' geldi. "Ne alaka?" demeyin lütfen. Mürşidim bir yerde diyor:

"Evet, 'hurilerin yetmiş hulleyi giymeleri ve bacaklarındaki kemiklerin ilikleri görünmesi' tabiriyle, hadis-i şerif işaret ediyor ki: İnsanın ne kadar hüsünperver ve zevkperest ve ziynete meftun ve cemâle müştak duyguları ve hasseleri ve kuvâları ve lâtifeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve herbirisini ayrı ayrı okşayıp mes'ut edecek, maddî ve mânevî her nevi ziynet ve hüsn-ü cemâle huriler câmidirler. Demek, huriler Cennetin aksâm-ı ziynetinden yetmiş tarzını, birtek cinsten olmadığından birbirini setretmeyecek surette giydikleri gibi, kendi vücutlarından ve nefis ve cisimlerinden, belki yetmiş mertebeden ziyade ayrı ayrı hüsün ve cemâlin aksâmını gösteriyorlar..."

Portakalın kaç elbisesi var? 1) Görünüşü var. 2) Kokusu var. 3) Dokusu var. 4) Tadılışı var. Daha sayayım mı? Kalp kulağı açıklar için usûlünce zikredişi var. Aslında portakalın varlığını çevresine bildiren her şekilde onda bir/n elbise var. Yani elbiseler yalnız kabuk cinsinden olmak zorunda değil. Madem ki üzerindedir. Madem ki farkedilir. Madem ki sahibini süsler. Madem ki bizi ondan haberlendirir. O halde görünüşü de elbisedir. Kokusu da elbisedir. Dokunuşu da elbisedir. Yalnız duyularımıza da değil üstelik; aklımıza, kalbimize, hissimize uzanan bütün bildirişleri birer elbisedirler. İşte hurilerin güzelliğini anlatan hadisin dikkatimizi çektiği biraz da budur. Onlarda öyle güzellikler birbirine sarılıdır ki hiçbiri diğerinin cinsinden değildir. Hiçbiri diğerine engel olmaz. Hiçbiri diğerinin farkedilmesini engellemez. Tıpkı kokuşun, dokunuşun, tadışın görünüşü engellememesi gibi... Aynı vücud cinsinden olmayan şeyler birbirlerini engellemek zorunda değildirler. Bir metal üzerinden aynı anda ses de ısı da aktarılabilir. Bir mekanda bulunmaları daralmalarını gerektirmez. Şimdi de Mesnevî-i Nuriye'ye gitmek şart oldu işte:

"Vücut nev'inde tezâhüm yoktur. Yani, pek çok âlemler, haller, vücut sahnesinde içtima eder, birleşirler. Meselâ, gece zamanı duvarları camdan olan ve elektrik yanan bir odaya girdiğin vakit, âlem-i misale bir pencere hükmünde olan camlarda pekçok menzilleri, odaları göreceksin. (...) Bu maddî vücudun bir habbesi, bir parçası, o misalî vücudun bir âlemini içine alabilir."

Bediüzzaman kainatı da Cenab-ı Hakkı tanıtan bin elbiseli huriye benzetiyor:

"Ezel ve Ebed Sultanı Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır..."

Elbette hurilere iman ederiz. Çünkü kainat hurisini çoktan görmüşüzdür. Tecrübemizden biliriz. Onu böyle katman katman güzelliklere sardıran Allah, kudretinden uzak değildir ki, hurileri de öyle yaratamasın. Birbirini engellemez nakışlarla donatamasın. Bu kainatın görünüş perdeleri yüzbin de olsa, maksudu Onu bulmak olanlar için, hepsi ayna gibi göstericidirler. Marifetine işaret ederler. Fakat perdenin yüzbin olması kâfirler için tuzaklıdır. Onların da bile-isteye körlüklerine bahane edecekleri çok detay vardır. "Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür..." denilmesindeki sır da budur. Maneviyatta gözünün açılabilmesi için perdenin araçsallığına iman etmen gerekiyor. Ona bakarken onu aşman gerekiyor. Ardındaki maksadı seçemeyenlerse yırtıkla, lekeyle, çatlakla uğraşıp duruyor. Bu ziyade uğraşı aklını gözüne indiriyor. Halbuki akıl göze inmek için değildir. Gözü yukarı çıkarmak içindir. Dikkati ötesine geçirmek içindir. Şişe Refet içindir. Refet şişe için değildir.

Hüda'dan dileyelim arkadaşım. Bizi perdelerde boğulanlardan eylemesin. Felahımızın yolunu da şurada buluyor gibiyiz: "Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde kesret fikrini dağıtır. Evham seni havalandırır. Enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur. Tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur..." Demek Mevla'yı aranmak lazım sinemada hep. Yoksa perdesinde dikkat çelen çok Leyla var.

14 Haziran 2023 Çarşamba

TENET'in 'gör' dediği...


"Zaman 'Herşey bir anda olmasın' mekansa 'Hepsi bizim başımıza gelmesin' diye var."

Susan Sontag


Bunu bir ISO uzmanından dinlemiştim. (Yoksa 'ISO danışmanı' mı demeli?) Bir kültürün hassasiyetlerine hâkim olmadan orada pazarlama/reklam faaliyeti yapmanın sakıncalarına dair bir tebliğdi yanlış hatırlamıyorsam. Uzatmayayım. Hikâye odur ki: Coca Cola, Arap coğrafyasına yeni girdiği dönemlerde, bir reklam afişi hazırlatmış. Afişte soldan sağa olaylar şöyle cereyan ediyormuş: 

1. Sahne: Kahramanımız çölde sürünüyor. 2. Sahne: Kola makinesine uzanmaya çalışıyor. 3. Sahne: Kolayı içiyor. 4. Sahne: Çok mutlu oluyor... Fakat, evdeki hesap çarşıya uymamış, afişin afişe edilmesinden sonra satışlar düşmüş. Eh, elmecbur, neden böyle olduğunu araştırmaya başlamışlar. Neticede öğrendikleri şu olmuş: Araplar, Amerikalıların aksine, yazıları sağdan sola doğru okunduğu için, afişleri de aynı yönde anlamayı tercih ediyorlarmış. Ve onların algısıyla değerlendirince hikâye büsbütün değişiyormuş. Nasıl? 1. Sahne: Kahramanımız çok mutlu. 2. Sahne: Kola içiyor. 3. Sahne: Kola makinesinden korkarak uzaklaşıyor. 4. Sahne: Kahramanımız çöllerde sürünmeye başlıyor.

Kıssadan çıkarılacak ilk ders: Kimse içince sürüneceği vâdedilen bir ürünü tüketmez. İkinci ders: Oryantalizm olmadan sömürgecilik de olmaz. (Cemil Meriç merhumun ifadesiyle: Oryantalizm sömürgeciliğin keşif koludur.) Karşınızdakinin algılama şeklini bilmezseniz algısını yönetemezsiniz. Üçüncü ders (ki yazımızın asıl konusunu bu oluşturuyor): Neden-sonuç ilişkileri aslında şahit olanın yaratılışı algılama şeklinden ibarettir. Soldan sağa algılayan birisi için neden-sonuç ilişkileri bir hiyerarşi oluşturur. Fakat sağdan sola algılayanlar için bambaşka bir hâdiseler zinciri vardır. Bu mekansal anlamda böyle olduğu gibi zamansal bağlamda da böyledir. Bir filmi geriye sararak izlediğinizde, eğer filmin kurgusu da buna elveriyorsa, neyin-neye neden olduğu konusunda kafanız bir hayli karışabilir.

İzleyenler hemen hatırlayacak: 2020'de TENET isminde bir film gösterimdeydi. Filmin kurgusu, hiçkimseyi ileri-geri almaya mecbur etmeyecek şekilde, yukarıda arzetmeye çalıştığım metaforu somutlaştırıyordu. Konusuna gelelim: Âdemoğlu maddeye zamanda ileri-geri yaptırmanın bir yolunu bulmuştu. Aynı süreci kendisine uyguladığında olayları da, tıpkı bir filmi geri sarıyormuş gibi, evvele doğru yaşıyordu. Tam bu noktada çok ilginç birşeye şahit oluyordunuz. Zamanı terse doğru yaşarken sonuçlar neden, nedenlerse sonuç haline geliyordu. Acaba siz ateş ettiğiniz için mi kurşun tabancadan çıkıyordu? Yoksa kurşun tabancaya döneceği için mi ateş ediyordunuz? (Filmde 'zamanda geri giden mermi' diyaloğunu izleyenler göndermeyi anlayacaklar.) Tabii bu noktada, esas oğlanımızın şaşkınlıkla ifade ettiği gibi, "Sebep sonuçtan önce gelir!" kesinliği yıkılıp gidiyordu. Yerine şu söyleniyordu: "Bu yalnızca bizim zaman görüşümüz." Eğer zamanı tersine şekilde yaşayan birileri varsa onlar hiçbirşeyi böyle algılamayacaktır. Bulutlardan yağdığı için yağmur olmaz. Yerden su yağdığı için bulut oluşur.

Japon fizikçi Michio Kaku, Einstein'dan Ötesi isimli eserinin 'Zamanda Geriye Gitmek' bölümünde, şöyle birşey anlatıyor: "Feynman, 1940'ların başlarında, hâlâ Princeton Üniversitesi'nde bir lisansüstü öğrencisiyken, antimaddenin yapısına ilişkin yeni bir yorum geliştirdi. (...) Örneğin: Bir elektronu bir elektrik alanı vasıtasıyla ittiğimiz zaman, diyelim ki sola doğru hareket ediyor olsun. Eğer elektron zaman içerisinde geriye gidiyor olsaydı, sağa doğru hareket edecekti. Bununla beraber, sağa doğru hareket eden bir elektron, bize negatif değil, pozitif yüklü bir elektron olarak görünecekti. Dolayısıyla, zamanda geriye giden bir elektronun zamanda ileriye giden antimaddeden ayırt edilmesi olanaksızdır. Başka bir deyişle, Carl Anderson'un kozmik ışın deneyleri sırasında fotoğrafını çektiği, sanki pozitif bir yüke sahipmiş gibi davranan elektron, aslında zamanda geriye gitmekteydi."

Atomaltı âleme indiğinizde herşey hareketten ibaret bir hale geliyorsa, yani birşeyin zamanda geriye-ileriye gittiği hareketin yönünden ibaret birşey oluyorsa, o zaman hareket tersine çevrildiğinde nesnenin zamandaki yolculuğu da tersine evrilir. "Bilim bilimkurgudan daha gariptir!" diyen yazarımız böyle birşey anlatıyor sanki. Ahmed kardeşinizse 'ezeliyet' üzerinden meseleye yaklaşınca başka şeyler de düşünüyor. En doğrusunu Allah bilir. Fakat tam şimdi Kader Risalesi'nden yardım almam lazım: 

"Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertiple tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça mukabil dairesi genişlenir. Git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte, şu âyine, şu vaziyette, onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhakemâtımız onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun."

Evet. Biz âdemoğulları/kızları kendi sınırlarımız içerisinde yaşıyoruz. Hayatımıza dahil olan nesneleri de sınırlarımızla yaralayarak algılıyoruz. Bizim için bir öncelik-sonralık var. Zira bizim başka türlüsünü beceremediğimiz okuma şeklimiz bu. Bununla varlığa gönderilmişiz. Kabımız küçük. Bütünü kaldıramıyor. Parçalara ayırıyor. Ancak bu okuma şekli acaba varlığın aslına ne kadar isabet ediyor? Tamam. Her tohum ektiğimizde ağaç oluyor. Tamam. Her ittiğimizde nesneler ötemize gidiyor. Tamam. Yağmur bulutlardan aşağıya akıyor. Fakat işin atomaltı boyutuna indiğinizde bütün bu süreçler yaratılışın bizzat kendisi oluyor mu? Yoksa sadece hilkati bizim algılayış şeklimiz mi böyle? 

Sözgelimi: Zamanı farklı yaşayan canlılar da varsa şu âlemde, ki olabilir, onlar için bizim kurduğumuz zaruret ilişkileri ortadan kalkmıyor mu? Onlar olanları daha başka şekilde, belki daha başka zaruret ilişkileri eşliğinde, algılamıyorlar mı? Bizim için sebep olan onlar için sonuç olmuyor mu? Onlar için sonuç olan bizim için sebebe dönüşmüyor mu? Bütün bu okumalar bir şekilde ilk temsildeki göz alışkanlıklarına benzemiyor mu? (Arap ile Amerikalı âlemi göz alışkanlıkları eşliğinde kavrıyorlar. Görsellerden farklı dizilimler eşliğinde etkileniyorlar.) Materyalistin nazarında maddeyi giderek kalınlaştıran 'kendi okuma şeklini varoluşun yegane şekli sanmak' değil mi? Halbuki, aksine, mü'min gayba iman ediyor. Aşkınlığa açık duruyor. 'Allah' diye kendisindeki bütün sınırlardan münezzeh bir varlığı kabulleniyor. 'Ezel' diye bir makama inanıyor. Orası öyle bir makam ki bizim için varolan algılama sorunları/sınırları ortadan kalkıyor. Olmuş-olacak, sebep-sonuç, geçmiş-gelecek bir görünüyor. Sonrası öncesine mecbur olmuyor. Öncesi sonrasını zaruret kılmıyor. Çünkü hepsi aynı anda manzaraya sığıyorlar. Zaman-mekan manzarayı bir anda nazarına sığdıramayanlar acizler için var. 

Evet, arkadaşım, Cenab-ı Hak mahlukatını 'mahluk arızalarından müberra olarak' biliyor, görüyor, yaratıyor. İş bu zemine geldiğinde sebep-sonuç ilişkileri anlamsızlaşıyor. Yaratış için bir mecburiyet oluşturamıyor. Ancak 'iktiran birlikteliği' görünüyor. Ve insan olan insan özüne itiraf ediyor: Kadere iman etmek yaratılışı bu düzeyde kavrayacak inceliğe erişmek için de lazımdır. Sebep-sonuç bağlayıcılığından kurtulmuş bir hilkat görüşü kazanmak ancak 'ezel' gibi bir makamı kavramakla mümkün olur. Bu kavrayışı elde edemeyenler maddede boğulur. Çünkü madde müptelasını 'onu algıladığı şekilde' boğar. Reşha görürsen göğe çıkarsın. Taş görürsen altında kalırsın. Ortası yoktur.

30 Ağustos 2022 Salı

Peki kabul edilmeyen duaları niye ettik biz?

Dua bir iman pratiğidir. Mü'minin yapabileceği iştir. (İmanı olmayanın duası da olmaz.) Birşey için dua ediliyorsa gerçekleşeceğine dair umut da var demektir. Bu umut da demek ister ki arkadaşım: "Duayı ettiğim makamın yapabileceklerine imanım var. (Allah herşeyi yaratabilir.) Hem bu duayı işittiğine imanım var. (Allah herşeyden haberlidir.) Hem de beni sevdiğine, rahmet ettiğine, önemsediğine imanım var. (Allah herbirşeyle ilgilidir.)" Böylece insan kendisini varlığa dahil eder. Her duada tekrar tekrar yaşanır bu terbiye. Tecrübe edilir bu eğitim. Enenin biriciklik/başkalık tasallutu kırılır. Allah, işitmekle-vermekle hem 'ben'in Allahıdır, hem de dilediğini yaratabilmekle 'herşey'in. Ben de hariç değildir Onun tasarrufundan hiçbirşey de. O halde 'ben' denktir 'herşey'e. Ayrı değildir hiçbirşeyden. Yani kibrine şifa arayanın şifası da duadadır. Biraz da bu hikmetle belki, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek haram kılınmıştır, bu yeiste bir dalalet vardır.

Duanın şifası çoktur. Bir şifası da istenilen verilmediğinde ortaya çıkar. Öyledir. "Ol!" deyince olduran yalnız Allah'tır. Allah'tan gayrısının böyle bir gücü yoktur. Fakat insan her dua ettiği anında gerçekleşirse istikametin sınırlarını yitirebilir. 'Dilemesi' ile 'olması' arasındaki mesafeyi unutabilir. Nasıl ki hep öyle olagelen şeyler için dua etmeyi bırakmıştır. (Güneşin doğması için dua etmez mesela.) Nasıl ki hep öyle olmayan şeylerde daha sıkı duaya sarılmıştır. (Yağmurun belirsizliği duasını bollaştırır mesela.) Aynen bunlar gibi de: Her dua ettiği gerçekleşirse, lezzeti şükür için isteme kıvamına ermemişlerin özlerine bakışları şaşabilir, aşırılaşabilir. Büyüklerimizden şöyle bir beyan da rivayettir arkadaşım: "Ben Allah'ın Allah olduğunu en çok kabul edilmeyen dualarımla anladım." Evet. Her istediğini vermemesiyle de, Rabbin, kimin kim olduğunu göstermiş oldu. Eremediği muratlarla nefsin dizginlerin elinde olmadığını daha âyân gördü.

Fiilî duaların kavlî/lisanla yapılan dualara göre bir avantajı var. Nedir? Bir temsille anlatmaya çalışayım arkadaşım: Devlet kimi zaman 'belirli usûller çerçevesinde' bazı imkanlar sunar. Sözgelimi: KPSS'ye girip yüksek puan alanların memuriyette yer bulması daha kolaydır. Usûlü ilan eder. Herkese eşit haklar tanır. (Temsil gereği bunları söylüyorum. Sakın buradan polemik konusu çıkarmayın. Yazının esasından sapma olur. Manzaraya çok takılan menzile erişemez.) Genel hukuka tâbidir. Çalışıp kazananlar da elbette yerleşebilir. Fakat, bir kimse bu prosedüre dahil olmadan memuriyet talebinin gerçekleşmesini isterse, o biraz daha özel hukuka bakar. Hiç olmamıştır-olmuyordur denilemez. Çok yüksek bir yerde hatırı varsa belki bu da kendisine bağışlanabilir. Alan açılabilir. Ancak ikincisinin vukû bulma ihtimali birincisine kıyasla azdır.

Neden? Çünkü çok kuvvetli bir hatır ister. Çok özel bir hukukla mümkündür. Allah'ın yanında kulluklarıyla kıymet kazanmışlar kavlî dualarının da sıklıkla bağışlandığını görürler. (Peygamberlerin duaları bu cümledendir.) Lakin o derece özel hukuka sahip olmayanlar, kırk yamalı ibadetleriyle düşe-kalka yaşayanlar, yani ki bizler, böyle iltifatlara mazhar olamazsak gücenemeyiz. Gücenmeye hakkımız yoktur. Ancak yine de ümit sahibi olabiliriz. Dünya adına kabul olmamış duamız belki ahirette karşılığını bulur. Belki dünyadaki karşılığı daha güzel/başka bir sûrettir. Dediğimizin aynısı değildir. Bilemeyiz. Tevekkül ederiz.

Şunu da aklından çıkarma arkadaşım: Kavlî duanın şuurî yönü daha baskındır. Şuur şeylerin yüzünü sonsuza çevirir. Fiilî duanın amelî yönü daha baskındır. Ben bunu biraz da 'boyutlar' üzerinden kavramaya çalışıyorum. Amelî bir duanın dört boyutu var. En, boy, derinlik, zaman. Bir cismaniyeti var. O cismaniyetten ötürü mazhar olduğu Esmaü'l-Hüsna var. Ve belki bu Esmaü'l-Hüsna sayısı kavlî duadan çok daha farklı. Çok daha fazla. Neden? Çünkü kavlî dua tek boyutlu. Görüntü iki boyutludur. Dilekse tek boyut. Belki bu vücudsuz vücudîliği nedeniyle irade-i külliyeye bırakılmış daha geniş bir alana sahiptir sözlü duamız. Cenab-ı Hak onu işitir, bilir, kabul eder, ama yaratmak bahsi geldiğinde irade-i külliye 'özel hukuka bırakılan geniş alana' nazar edebilir. Kavlî duanın varlığa çıkmak için amelî duaya göre daha fazla eksik parçası vardır.

En doğrusunu Allah bilir. Yalnız, şuurî yönü itibariyle, kavlî duanın uhrevî faydalarını fiilî duadan daha 'kesin' görürüz. Bir ateist bilimadamı da, en az bir müslüman kadar, fiilî dua edebilir. Çalışarak sonucunu alabilir. Maksûduna erişebilir. Ancak onun şuurî faydalarından mahrumdur. Çünkü neticeleri Allah'tan bilmemektedir. İbadetinin manevî faydasını görmemektedir. Allah, kainata yaydığı yasalara ittiba ettirerek, ona şuursuzca dua ettirmektedir. Vakti gösteren saat gibidir. Yaptığı sayesinde faydalar görülür. Lakin o ne yaptığını bilemez. Fayda görmez. Buradan bakarak "Fiilî dua sahiplerinin, eğer şuur sürecini kavlî dualarla tamamlayamıyorlarsa, vartası da çoktur!" diyebiliriz. Varolanları kendilerinden bilebilirler. Karun gibi "İlmimle verildi!" diyebilirler. Yaratılmışları yaratışları sanabilirler. Allah korusun. Her neyse... Sözü epey uzattım arkadaşım. Belki seni de bıktırdım. Yine de dualarını beklerim. Hayrım az. Günahım çok. Kendi hatırımdan cidden şüpheliyim. Fakat umutsuz da yaşayamam. Senin hatırın benimkinden fazla iş görebilir.

12 Nisan 2022 Salı

'Evrim ağacı' değildir o 'şecere-i hilkat'tir

'Evrim ağacı' diyorlar ya heyheyleniyorum. Düpedüz hırsızlıktır. O teşbih mü'minlerin hakkıdır. Çünkü ağaçlığın gerektirdiği Vahidî bütünlüğe onlar iman ederler. Ne demek istiyorum? Açmaya çalışayım arkadaşım: Bir kere 'ağaç' dediğimiz zaman 'baştan-sona belirlenmiş bir süreç'ten bahsediyoruz. Yani ağaçlık kaderlidir. Ne olacağı çekirdeğinde yazılıdır. Elma diktiğinizde armut almazsınız. Çam ektiğinizde iğde toplamazsınız. Erik seneye kiraz vermez. Üstelik, daha çekirdeğini toprağa verdiğiniz anda, hayalinizde az-çok nasıl birşey göreceğiniz şekillenir. Resmi tasavvur edilir. Ağacın niceliğini tanırsınız zira. 

Bu varlık tekerrür eden bir varlıktır. Daha önce görülmüştür. Kokusu çekilmiştir. Meyvesi yenilmiştir. Ağaçlık 'her defasında yabancılaşan' değildir. Baştaki sondakine sürpriz yapmaz. Torun dedesine redd-i miras etmez. Parçaları-anları uyumsuz olmaz. Sûretinde Ehadî orijinallikler vardır gerçi. Ama keyfiyete tesir etmez. Ne mekandaki yayılımı ne de zamandaki devamlılığı birbirini yadırgayıcı vücudlardan oluşmaz. Hülasa: Şimdiye kadar bir ağacın nesilden nesile (veya bir nesil içinde) 'kendiliğine yabanîleştiği' görülmemiştir. İşte şu yüzden bidayette öyle söyledim arkadaşım: "Ağaçlık kaderlidir."

Varlık kadersiz açıklanamaz. Çünkü varolan herşey 'nasıllığını' taşıyacak bilgiye muhtaçtır. Çay yapmasını bilmeyen çay yapamaz. Yalnız buna mı ihtiyaç var peki? Hayır. Daha fazlası da lazım: Sana çay yapmayı seçemesem (irade edemesem) yine ne içeceğini garanti edemem. Evet. Çünkü hafızamda başka şeylerin 'nasıllığına' dair de bilgiler var. Onları ayırabilmeliyim. Çayı da onlardan ayırabilmeliyim. Vurgulayabilmeliyim. Kuvvetimi seçtiğime sevkedebilmeliyim. İşte üçüncü ihtiyaç da kendisini gösterdi arkadaşım. Bir de kuvvetim olmalı tabii. Yapamayacak kadar hasta olsam ilmim/iradem hiçbir fayda vermez. Yine çayını içemeden yanımdan ayrılırsın. Demek birşeyin varlığa çıkması için asgarî üç sıfat gerekiyor: İlim, irade ve kudret. Bu üçü olmadığı zaman yokluk varlığa çıkamıyor. 

Peki hiç nasıl varlığa çıktı? Biz mü'minler bu soruya şöyle cevap veriyoruz: Aslında mutlak bir hiçlik hiçbir zaman varolmadı. Hiçbirşey yokken de Allah vardı. O Kadîmdi. Öncesinden bahsedilemez olandı. Ezelîydi. Zamandan aşkındı. Alîmdi. Herşeyi biliyordu. Vücudlarımız yokken de ilminde gayet mevcuttu. Potansiyellerimiz yazılıydı. Yani mutlak bir yokluk üzerine varolmadık biz. (Yokluk mutlaksa varlığa çevirecek de yok demektir.) Allah nasıllığımızı bilmesi hikmetiyle bizi yarattı. (O yüzden Kur'an'da buyurdu: "Yaratan bilmez olur mu hiç?") O nasıllığın vücudunu irade etti. Kudretiyle de halketti. Varolanların sayısınca elhamdülillah. Varolan anlar sayısınca elhamdülillah. Hamdolsun o Rahman'a.

Kadersiz hiçbirşey varlık sahasına çıkamazdı arkadaşım. Çünkü kader hem 'ilim' hem de 'irade'ye bakıyordu. Birşeyin kadersiz yaratıldığını söylemek 'ilimsiz' ve 'iradesiz' yaratıldığını söylemek gibiydi. Yukarıdaki temsile dönersek: Yapmasını bilmeyen-seçemeyen birisinin çay yaptığı söylenebilir miydi? (Sistemli-varedici eylemekler bilişsiz-seçişsiz mümkün olur muydu?) O yüzden Bediüzzaman'ın kainat için 'şecere-i hilkat' gibi tabirler kullanması bize garip gelmezdi. Gelemezdi. Yaratılışta bu aşinalık kaçınılmazdı. Zira, nasıl ağaç kaderliydi, kainat da öyle kaderliydi. Başı, sonu ve aradaki bütün parçalar-anlar arasında bir uyum vardı. Sürprizsizlik vardı. Tesadüfsüzlük vardı. Kadere göre yaratılan şeyler kaderin bütünlüğünü şaşırtamazdı. Kaderde beklenmeyen olmazdı.

Peki evrimciler böyle bir âlem mi tahayyül ediyorlar? Hayır. Onların tahayyülündeki âlem sürprizlerle dolu. Tohumundan fidanına her parçasında bir 'sıçrama' var. Her parça geçmişinden rahatsız. Evrim biteviye bir reddediş üzerine kuruludur. Yani şu ağaç büyürken hep kendini reddediyor. Her an bir öncekinden utanıyor. Her torun dedesine düşman. Her dal gövdesine hasım. Bu reddedişlerin sürekli muhal seviyesinde mucizelere vesile olduğuna inanmamızı istiyor evrim bizden. Öyle ki, parçalar bütüne küserek hep başka başka şeyler oldular da, yine yekündeki ahenklerini korudular. Bu sallabaşlılık içinde tablonun güzelliği bozulmadı. Hatta ziyadeleşti. Ağacın her bir dalından binlerce farklı meyveler alındı. Gerçekte hiçbir ağaç böyle yapmasa bile. Evrim ağacında böyle oldu.

Bizim hilkate 'şecere' demeye hakkımız var arkadaşım. Çünkü herşeyin kaderinden yeşerdiğine inanıyoruz. Ağacın akıbetinin yazılı olduğu bir yere imanımız var. Ağacımız tohumsuz değil. (Nihayetimiz bidayette nakışlanmıştır.) O tohum da ilim, irade, kudret tecellilerinden mahrum değil. Fakat bu nasipsizler, ağaçlık şiddetindeki bir uyumu, kadersizliklerine bakmadan gasbetmek istiyorlar. Kadersiz uyum olur mu? 'Kadersiz' kimsenin başına çok bâdireler gelir. Bir irfan saklıdır bu tâbirde. Plansızlığın neticesi aksaklıktır çünkü. Plansız işin arızası çok olur. Yürümez. Hatta bu arızalar en sonunda varoluşu da imkansız kılar. Evrimse plansızlığın ne varoluşta ne de varlığın devamında hiçbir sorun çıkarmadığına inanmamızı bekliyor. Bin uçurumun arasında yürüyen âmâ çocuğun düşmeyeceğine inanmak daha mantıklıdır oysa. Çünkü onun ilminden-iradesinden sadece göz farkındalığı alınmıştır. Kaderi alınanınsa hiçbir yönergesi kalmaz.

30 Ağustos 2021 Pazartesi

Haşir mü'minler için "Ordaaa bir kööy vaar uzaaktaaa!" değildir

Bir süredir Haşir Risalesi okumaları yapıyorum. Aşinaları bilirler: Haşir Risalesi Rum sûresinin 50. ayetiyle başlar. Estağfirullah. Yanlış söyledim. Esere başlarken hatırlatılan ilk ayet bu değildir. İlk ayet besmeledir. İkinci olarak bu ayet-i kerime zikredilir. Ve kısa bir meali de şu şekildedir: "Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir, O herşeye hakkıyla kàdirdir."

Daha meal düzeyinde bu ayetle muhatap olduğumuzda dahi şunu farkederiz: 1) Cenab-ı Hak baharı 'haşrin bu dünyadaki bir delili olarak' nazarımıza vermektedir. 2) Bahara (ve elbette baharımsı bütün oluşlara) 'rahmet' penceresinden bakmamızı dilemektedir. 3) Bahardan 'kudret' dersi çıkarmamızı buyurmaktadır. Ben de ders arkadaşlarıma bu makamda derim ki: Bu ayet-i kerimede haşrin hem 'delili' var hem 'muktazisi' var hem de 'imkanı' var. Nasıl? Açalım: 

1) Bahardaki dirilişler nazara verilmekle haşrin 'bir kanun olarak' her vakit câri olduğuna hatırlatma var. Yani kıyametten sonra muhatap olacağımız haşir büsbütün gaybımızda bir hâdise değil. "Ordaaa biiir köy var uzaaaktaaa!" diye iman etmiyoruz. Ya? Bu dünyada hep olagelen bir kanunun devamı, parçası, sonucu olarak haşri görüyoruz. Çünkü Cenab-ı Hak varlığı dirilişlerle muhatap kılıyor zaten sürekli. Baharda en külliyetlisini gördüğümüz şey aslında başka şekillerde de hep hayatımızda. Her anımızda. Dolayısıyla, haşre iman ettiğimizde, büsbütün gaybımızda olan birşeye iman etmiş olmuyoruz. Evet. Dünyada zaten yaşadığımız bir kanunun ahirette de geçerli olacağını kavrıyoruz sadece. Daha doğrusu: Kanuna biz de dahil oluruz. Milyonlarca türün dahil olduğu bu düzenden hariçte kalamayacağımızı idrak ediyoruz. Burayı biraz daha açarsam: 

Nasıl ki, Newton, Galileo'nin farkettiği yasayı uzaya yaymayı akıl etti. Yani dedi ki: "Küremizdeki çekim yasası diğer kürelerde neden geçerli olmasın?" Böylece okuması 'yerçekimi yasası' seviyesinden 'kütle çekim kanunu' mertebesine çıktı. Böylece elindeki verilerden daha kapsamlı bir çıkarım yaptı. Aynen öyle de: İnsanoğlu da Rum sûresinin 50. ayetinin uyandırıcılığı sayesinde idrak etti: "Baharda gördüğüm şey bütün varlık için de, dolayısıyla âdemoğulları için de, neden geçerli olmasın? Böylesi bir kanun da bütün zamanlara/mekanlara yayılmış olamaz mı?" Mealdeki ifadesiyle yeniden kurgularsak: Yeryüzünü ölümünün ardından dirilten Allah insan türünü böyle bir diriliş kanunundan hariçte tutar mı? Üstelik o varlığın en değerlisidir. En kapsamlısıdır. En akıllısıdır. En sanatlısıdır. En çok rahmete muhtaç olanıdır. Yani en acizidir.

2) Ayet bizi sadece delille muhatap kılmıyor. Ya? Bir de 'muktazi' açıklaması yapıyor. Ne demek bu? Onu da açalım. Aklımıza gelebilir ki: "Allah neden böyle birşey yapmaya mecbur olsun? Onu yaratmaya, tabir-i caizse, sevkedecek ne zorunluluk var?" Hâşâ. Samed olan Zat-ı Zülcelal'i elbette zorunda bırakacak hiçbir kuvvet yok. İlah olan zorunda bırakılamaz. Zorunda bırakılan da ilah olamaz. Fakat kemaliyle O böyle murad ediyor. Yani rahmet olarak müşahade ettiğimiz aslında Cenab-ı Hakkın uluhiyetinin kemalidir. Büyüklüğünün şanıdır. Belki biraz da bu hikmetle besmele bize 'Uluhiyeti' ihtar ettikten hemen sonra 'Rahmaniyeti' ve 'Rahimiyeti' hatırlatır. Demek uluhiyetin kemalini dünyamızda rahmet/rahimiyet tecellileri sayesinde okuruz. "Gizli bir hazineyken bilinmek istedim!" sırrına bu yamaçtan yaklaşırız. Elhamdülillah.

Evet. Allah yaratmaya mecbur değildir. Hâşâ. Ama Zat-ı Uluhiyeti kemalini bir de bununla gösterir. Kusurlu bir temsille açarsak: Ebeveyn çocuğunun ihtiyaçlarını karşılamaya mecbur değildir. Fiziksel olarak hiçbir çocuk ebeveynine güç yetiremez. Boyun eğdiremez. Lakin ebeveyn merhameti iktiza eder ki: İhtiyaçlar karşılansın. Hatta yeri geldiğinde kucakta taşınsın. Yani çocuk kendisini kuvvetiyle/tehditiyle taşıtmaz. Ebeveyn olmanın büyüklüğü, güzelliği, keremi, şânı, merhameti, kemali, civanmertliği o çocuğu kucakta taşıtır.

İşte, aynen böyle de, Cenab-ı Hak 'yeniden diriltmeye' elbette mecbur değildir. Kimse onu böyle bir zorunluluğa sokamaz. Hâşâ. Fakat O böylece bize rahmetini, keremini, kemalini, sonsuz Esmaü'l-Hüsna'sını tekrar tekrar göstermek dilemiştir. Her giden geri dönmekle sevinir. Her acıkan doymakla sevinir. Her özleyen kavuşmakla sevinir. Her yıkılan onarılmakla sevinir. Her kuruyan yeşermekle sevinir. Her unutan hatırlamakla sevinir. Bütün bunlar ayrı ayrı boyutlarda birer haşirdir. Varlık, varlığın kıymetini anlamak için, yoklukla da tanıştırılır. Haşir kanunu bize böyle söyler. Rahmet eseri olarak böyle yaratışlarda bulunan bir Allah'ın merhameti/hikmeti yine iktiza eder ki, insan türü de kendi kışında kalmasın, açlığında boğulmasın, özlemiyle tutuşmasın. Mahvolmasın. Yokolmasın. Küsmesin. O da tekrar ruhunun alıştığı varlık lezzetine geri dönsün. Zat-ı Zülcemalin pahabiçilmez esma tecellilerine yeniden mazhar olsun.

3) Ayet bizi sadece muktaziyle de muhatap kılmıyor. Ya? Bir de işin 'imkan' yönü var. Evet. Aynen. Mesela: Yine aklımıza şöyle bir itiraz gelebilir ki: "Tamam. Allah'ın rahmetinin böyle iktiza ettiğini kabul ettim. Fakat bakalım gücü yeter mi? Yapabilir mi? Muradı bu yönde olsa da muktedir olmayabilir? Fail muktedir olmazsa dileğini de yerine getiremez." 

İşte, ayet-i kerimenin 'kudret'le ilgili kısmı da gözümüzü bu ikinci şüphenin abesliğine açıyor. Nasıl? Bir baharda milyonlarca türü tekrar varlık sahasına çağıran, aynı toprak üzerinde bu kadar şümûllü yaratışlarda bulunan, hem de bunu birkaç gün zarfında vücuda getiren Zat-ı Kudret'in imkanından nasıl uzak olabilir ki, insan gibi tek bir türü tekrar varlığa çağıramasın? Her yıl bahar gibi bir eserine bizi şahit kılan Halık-ı Zülcelal'in böyle birşeyi 'başaramayacağını' düşünmek hâmâkât eseri değilse nedir? Zira yaptıkları ortadadır. O yapıştaki imkan şahitliğimizdedir. Ve siyasal klişe olarak tekrar edilegeldiği gibi: Yapılanlar yapılacakların teminatıdır. Dolayısıyla: Haşrin imkansızlığına hükmetmek ancak kainattaki oluşların inkârıyla mümkündür. Bu ise seçilmiş bir körlüktür. Hatta, o kadarcık da değildir, bile-isteye aptallıktır.

Arkadaşlar, uzattım, kusura bakmayın. Fakat son olarak Noel Carroll'un Sanat Felsefesi isimli eserinden yapacağım şu alıntıya da değinip yazıyı sonlandırmak istiyorum:

"(...) Bu düşünceleri ortaya koymanın çok kullanışlı bir yolu var. Kitap boyunca kullanacağımız için bu aşamada açıklamakta yarar var. 'X, y için gerek koşuldur!' demek, 'Y yalnızca x varsa var!' demektir. Birisinin prenses olması ancak kadın olması halinde söz konusu olabilir. Kadın olmak prenses olmaya 'yeter koşul' değildir. Ama gereklidir. Birisinin prenses olması için önce kadın olması gerekir. Bir insan kadın olup prenses olmayabilir. Ama prenses olup kadın olmaması sözkonusu değildir. Kadınlık prenseslik için gerek koşuldur. Ya da formüle etmek gerekirse: 'Y ancak ve ancak kadın olursa prenses olabilir.' Bu noktada 'Y kadındır!' koşulu, 'Y prensestir!' gerçeği için gerek koşul olup değiştirilemez bir gerekliliktir. 

Ancak 'Eğer y kadınsa o halde prensestir!' diyemeyiz. Kadınların çoğu prenses değildir. Kadın olmak prenses olmak için yeter koşul değildir. Prensesliği sağlamak için kâfi değildir. Başka birşey daha gerekir. Olası aday olarak y'nin kraliyet soyundan gelmesi ve bunun da sözkonusu ülkenin kanunlarıyla belirlenmesi gerekir. O halde 'Eğer y kraliyet soyundan gelen bir kadınsa o zaman y prensestir!' diyebiliriz. Yani önermenin öncül koşulu 'Y bir kadındır ve uygun kraliyet soyundan gelmektedir!' - 'Y prensestir!' şeklindeki sonuç koşulun gerçekliğini garanti eder. Bu örnekte, kadın olmak ve kraliyet soyundan gelmenin herbiri 'gerek koşul'ken, birlikte prenseslik için 'yeter koşul'u sağlıyorlar. (...)" 

Mezkûr ayetin kapısını 'çözümsel felsefe'nin bu metoduyla tekrar çalarsak şunu göreceğiz: 'Rahmet' ile 'kudret' tek başlarınayken 'gerek şart'tırlar. Yani haşrin yaratılması için 1) Herşeye gücü yetecek bir kudret gerekir. 2) O kudreti yaratmaya sevkedecek engin bir rahmet gerekir. Eğer kudret olup da rahmet olmazsa, fail muktedir olur, ancak yaratmaya gerek duymaz. Eğer rahmet olup kudret olmazsa, fail istekli olur, ancak yaratmaya kudreti yetmez. Yani ikisinin birden varlığıyla ancak 'yeter şart' tamamlanmış olur. Ve o zaman sonucun kesinliğine gitmek gerekir artık: "Fail eğer sonsuz bir rahmet ve kudret sahibiyse kesinlikle haşri yaratacaktır." Çünkü rahmet varlığı hiçliğe atmaya kıymaz. Küstürmeye çalışmaz. Kudret de o rahmetin emrindeyken hiçbirşeyi şeyi kışında bırakmaz. İnşaallah.

Ya Allah, ya Rahman, ya Kadîr. Çokça baharlar tattık. Rahmet eserlerini gördük. Ümitlendik. Böyle bir sahip kölesini terketmez. Sen bizi yine o sonsuz Uluhiyetin, Rahmaniyetin ve Kadîriyetinle kışlarımızdan kurtar. Yoksun kalışlarımızı sana şikayet ediyoruz. Acizliğimiz de ilmindedir. Mü'min gönüllerine baharlar ver. Âlem-i İslam'ın hazanını gülistana çevir. Bunları değiştirmek için ne gerekiyorsa yeter derecede Senin dairendedir. Bizi Esmaü'l-Hüsna'nın bereketinden mahrum etme ya Rabbi. Âmin. Âmin. Âmin. Ve bi hürmeti seyyidi'l-mürselin.

2 Ağustos 2021 Pazartesi

Kader kaçmaktır

Tekerrürde bir sır var sanki arkadaşım. Bir çeşit dua gibi. Yahut onun da içi. Samimiyeti. Gayret oluyor. Sebat oluyor. İhlas oluyor. O Rahman u Rahîm’in kapısını daha ‘kabul edilir’ çalıyor. Cenab-ı Hak da karşılığını alelekser veriyor. Yani ki tekrarı beğeniyor. Bizden yana böyle. Biz arzularımıza ısrarımızca ulaşırız. Peki Allah? Hüda neden vahyinde/kainatta tekerrürde bulunuyor? Öncelikle şuna dikkatini çekerim arkadaşım: Allah birşeyi tekrar ediyorsa elbette bu unutkanlığından değil. Hâşâ. Aczinden değil. Hâşâ. Sınırlarından değil. Hâşâ. Subhan’ı kusurlardan tenzih ederiz. Onun tekrarı da hikmetinden gelir. Kudretinden gelir. Rahmetinden gelir. Hatta o tekrarlar, mürşidimin de dediği gibi, ancak zahirîdir. Özünde yeniliktir. Yeni şeylerdir. Vahyinde böyle olduğu gibi kainatında da böyledir.

Yahu düşünsene: Sen kendiliğinde bir tekrar değil misin? Hem de yeni değil misin? Herbir gün yeni bir Ahmed olmuyor musun? Hem de Ahmed kalmıyor musun? Hem hiç etrafına bakmıyor musun? Bolluğu görmüyor musun? Bol olanlar aynılığa çok çok yakın lakin ince ince farklılar. Hakkında düşünmüyor musun? O da birnevi tekrar değil mi? Hem şunu da hatırında tut lütfen: Uyarının bolluğunu görevin tehlikesine hamletmez misin? İhtar çoğaldıkça hassas bir zeminde yürütülmesi gerektiğini işin zannetmez misin? Tekrar tekrar uyanmamızı istiyor demek ki sahibi de. Tekrar tekrar dikkatimizi çağırıyor. Dikkatin aynılıkta uykusu gelir. Dağılır. Yorulur. Dökülür. Belki de bu yüzden her sene yeniden kış-bahar olur. Çünkü bahar, Rûm sûresinin 50. ayetinde de buyrulduğu gibi, ‘mutlaka bakılası’dır.

Arkadaşım, âdemoğlu, kendi fiilerinden hareketle Halık’ını anlamaya çalışırken bazen hata ediyor. Onun “Teveccühünde tecezzi ve inkısam olmaz. Birşey birşeye mani olmaz. Hadsiz ef’ali, bir fiil gibi yapar.” Hem “Sıfatı nasıl mahlukat sıfatına benzemiyor muhabbeti dahi benzemez...” olduğunu hatırlayamıyor. Evet. Önce şunu belleyeceksin. Ezber oğlu ezber edeceksin. Ve dahi kulluğuna ‘bismillah’ diyeceksin: Sen mahluksun. Sınırlısın. Elinden çıkanlar da mahlukiyetinle kayıtlı. Dolayısıyla sınırlı. Senle yaratılanlar, Allah’a bakan müstesna yüzüyle değil hâşâ, sana bakan yüzleriyle kusurlanıyorlar. Kalıbın onları kalıplandırıyor. Sınırların sınırlıyor. Neden? Nasıl? Bunun ‘gözlemci/şahit’ ile ‘yaratıcı/Halık’ arasındaki nüanslarla ilgisi var arkadaşım. Tamam. Senin fiilini de o yaratıyor, yaratan sen değilsin, ama sen o fiili bir parça olarak görebiliyorsun. Görünüşünü kısıtlıyorsun. Arızalandırıyorsun. Sendeki kayıt ona geçmiş oluyor. Her fiil failinden izler taşır. Ona özelleşir. Fırça boyayı yaratamaz ancak boyanma şekline tesir eder. Geometrisini değiştirir. Parmakizi gibi eyleme izleri. Yani ki kusuru âdemin hâtemi, sikkesi, imzası.

Fail fiili nasıl değiştirir işte burada gör: Onun kudret elinden yaratılan herşey, Ona bakan yönüyle kusurlardan münezzeh, ama sana bakan yönüyle izler taşıyor. (Çünkü sana bakan aslında senden görünen sayılır.) Bu yüzden kulun hatasında mesuliyet bulunuyor da Halık’ın yaratmasında cebriyet bulunmuyor. (Çünkü senin hatan yaratılışın bizzat kendisi değil ancak senden görünenidir.) Kesb-i şer şer oluyor da halk-ı şer şer olmuyor. (Çünkü kesbin halkın kendisi değil ancak senle perdelenmesidir.) Onun tekrarında hep hikmet fakat senin tekrarlarında çoğu zaman abeslik var. (Çünkü tekrarların mukarenetinle yapamayacaklarına boyanıyor.) Yani ki: Fiil daire-i esbabtaki sınırlarla yeniden sıfatlanır. Mülk cihetinde böyle görünür. Melekût ciheti apayrıdır. İyisi mi, ene’ni bu işlerde kullanırken, özne değişiminin etkilerini görmezden gelme. Özne sahte de olsa görünen de bir perdeliği var. Cümle denilen şey öğeler bütünü olsa da her öğenin değişimi bizi yeni bir cümleyle karşı karşıya bırakır. Parçasının seçimiyle bütünün görünürlüğü etkilenen bir âlemdir bu. Çünkü parçaların herbiri birer boyalı aynadır.

Şimdi kadere imanın önemini anladın mı arkadaşım? Daha doğrusu: Kaderin Amentü’ye katılmasının bir hikmetini daha kavradın mı? Evet. Aynen. Öyle: Kaderde bizim için büyük bir ferahlık var. Tevhidin nazarımızda tamamlanması var. En büyük resme çıkmak var. Çünkü kader her fiilin fail-i hakikisinin Allah olduğunu hatırlatıyor. Böylelikle failin sen/sebepler göründüğü küçük çirkin resimlerden Allah gözüktüğü büyük resme kaçıyorsun. Rahatlıyorsun. Fiilin sûreti değişiyor. Eserin kemali farkediliyor. Failin sıfatıyla fiil yeniden renkleniyor. Bu yüzden mürşidim de sık sık diyor: “Kadere iman eden kederden emin olur.” Zira derdimiz ‘olanlar’ değil ‘kendi izlerimiz’dir. İzlerimizi/kusurlarımızı silince arıza gider. Biz ‘biz’ olarak aradan çıktığımızda görünüşteki arızalardan da kurtulmuş oluruz. Fakat buna da dikkatini çekmeden yapamayacağım: Seyyiatta aradan çıkmak sorumluluğu almaktır. Hasenatta aradan çıkmak hamdi sahibine teslim etmektir. Böylece ne Cebriye seni düşürür ağına ne de Mutezile. Ehl-i Sünnetin kemal-i itikadıyla dünyanı bir küçük cennete çevirebilirsin. Âmin. Âmin. Âmin.

10 Nisan 2021 Cumartesi

Hakkın sınavında kopya çekmek de serbest

Arkadaşım, mevzu 8. Söz'den çıktı, anlatayım: Ona mürşidim iki ayetle başlıyor. Hatta daha doğrusunu söylemeli: İki ayetten alınmış ifadelerle başlıyor. Bunlardan birisi Bakara sûresinin 255. ayetinden. Kısa bir meali şöyledir: "Allah Teala ki Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Hayy Odur. Kayyum Odur." Diğeriyse Âl-i İmran sûresinin 19. ayetinden. Onun da kısa bir meali şöyle: "Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslam'dır." 

Dikkat edersen: Birisi Allah'ın biricikliğinden, hayat vericiliğinden, devam ettiriciliğinden bahsederken; diğeri 'indinde makbul tek dinin İslam olduğunu' bildirir. Bu nedenle zahirî nazarla ilgilerini sezmek zordur. İşte bu müşkülün eşiğinde bir tefekkür hassasiyeti nazarımıza çarpar. Evet. 25. Söz'deki izahlardan da biliriz ki: Bediüzzaman, Furkan'daki ayetlerin bazen aynı kanunun iki ucunu, yani en büyük resimdeki tecelliyle en küçük detaydaki tezahürünü, birlikte ifade ettiklerini düşünür. Hatta 14. Lem'a'nın 2. Makamı'nda bunu besmeleyle izah eder:

"Demek, Bismillâhirrahmânirrahîm, sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani, Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar, insanî arşa çıkmaya bir yol olur." 

'Allah' ism-i celali ile kainatın bütünlüğünde okunan sır, 'Rahman' ism-i şerifinin gölgesinde dünyanın yüzünde, 'Rahîm' ism-i latifi ile de insanın sima-i manevisinde okunur. Yani evren, dünya ve insan bu düzlemde içiçeleşirler. Hatta yine mezkûr pencereden bakılınca gönürür ki: Âdem âlemden sağılmıştır. Onun misal-i musağğarıdır. Küçücük bir özetidir. Nakışlarının şiddeti sanatının sıkışıklığındandır. Başka bir yerde bu hakikate şöyle işaret edildiğini görürüz:

"Hem nasıl ki, kâinattaki san'atı, kemâl-i intizamından kitap şekline girdi. İnsandaki sıbgatı ve nakş-ı hikmeti dahi hitap çiçeğini açtı. Yani, o san'at, o derece mânidar ve hassas ve güzeldir ki, o makine-i zîhayattaki cihazatı, fonoğraf gibi nutka geldi, söylettirdi." 

Besmele okuyuşu da etkiler. Diyebiliriz ki: Risale-i Nur'un tamamı belki böylesi bir bakışın eseridir. Çünkü mürşidim orada nazarını sürekli büyük resmin üzerinde tutar. 13. Söz'de yaptığı ayet-yıldız benzetmesinin hakkını verir. Nasıl? Açalım: Ona göre Kur'an düzlem değil uzaydır. Herbir ayeti bu uzaya merkez olabilir. Hangisine yapışılsa kardeşleri hakikatini destekler nitelikte etrafında yeniden şekillenirler. Yeni yeni vechelerini gösterirler:

"Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın i'caz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san'atı muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur'ân içinde binler Kur'ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir. Nasıl ki 25. Söz'de beyan edildiği gibi..." 

Sorumuzu yineleyelim: Allah'ın tekliğinin, Hayy olmasının, Kayyum olmasının 'makbul dinin yalnız İslam olmasıyla' ne ilgisi var? Acaba şu mu: Üstteki ayet 'Allah birdir' diyor. Alttaki ayet 'Din birdir' diyor. Yani, Allah tek, İslam da tek. İnsan da bu makuliyete kapılıyor: Allah birse din de bir olur. Sultan birse kanunu da bir olur. Hâkim birse adaleti de bir olur. İkircik malikiyette kusurdur. Biricik Allah, hristiyanlara 'Ben üçüm,' budistlere 'Ben putum,' ateistlere 'Ben yokum,' müslümanlara 'Ben tekim' buyurmaz. Çünkü bunlar beraber doğru olmaz. Olamaz. Zıttırlar.

Şuradan da bakalım: Kayyumiyetiyle kainatın devamını heran sağlayan kimse, elbette, Hayy ism-i şerifiyle canlılığın devamını sağlayan da odur. Çünkü küçük resimdeki devamlılık büyük resmin devamına bağlıdır. Has dairenin devamı sarayın devamına bağlıdır. Öyle ya: Canlılığın yapıtaşı da cansızlardır. Atomları hiçten varlığa çıkaran ve kalmalarını düzenle heran sağlayan kimse hayatın varlığını ve devamını sağlayan da odur. Yani Hayy u Kayyum isimleri kardeştir. Bir hakikatin iki yüzüdür. Sözgelimi: Kayyumiyet hayat üzerinde daha zâhir görünür. (Canlıların düzeni daha özet bir bütündür.) Hayatsa Kayyumiyetin gereği olan kudret, ilim, irade üçlüsünü açıklar. Evet. Kayyum olan hayattar da olmalıdır. Yani Hayy olmayan Kayyum olamaz. Kayyum olmayan da hayatı yaratamaz. Çünkü hayat da ancak heran bir kollanışla varlık sahasında kalır. Bir taş bir ağaçtan daha az şeye muhtaçtır. Bir ağaç da bir hayvandan daha az şeye ihtiyaçlıdır. Demem o ki arkadaşım: Varlıkların canlılık mertebesini yükselten âdeta ihtiyaçlarıdır. Fakirlikleriyle Rahman'a kurdukları bağdır. Dilenişleridir. Kavuştukları bağışlardır.

İnsansa daha özel bir alanı temsil eder. Onun öyle bilişleri, sezişleri, istekleri, tasavvurları vardır ki sair canlılar onunla yarışamaz. Bir bitkinin varolmak için şiire ihtiyacı yoktur. İnsanın vardır. Bir hayvanın avını pişirmeye/lezzetlendirmeye arzusu yoktur. İnsanın vardır. Daha bunlar gibi öyle alanlar bulunur ki, insan, onlarda açılmış istidatlarıyla yüzbin kapılı bir saray hükmüne geçer. Yüzbin dilli bir dilenciye dönüşür. Herbiriyle ayrı bağış alır. Yani: Fakirliği aslında zenginliğidir. Yahut da Aleyhissalatuvesselamın ifadesiyle: "Fakirliğim fahrımdır/övüncümdür."

Bir benzetmeyle sözlerimi toparlayayım arkadaşım: Kainat bir kitapsa insan o kitabın arkasındaki boşluktur. Boşluklar neden bırakılır bilirsin: Kâriler notlarını oraya alırlar. Böylece bir kitap bin farklı şekilde tamamlanır. Her derkenar kitaba dahil olur. Yine mürşidimin tabiriyle: "Herbirimizin hayatı bir endam âyinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sahifedir, hayatımız bir kalem—onunla, sahife-i a'mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor."

Kur'an'da dolduracağımız bu kısım için 'sahife' ifadesi kullanılıyor. Müfessirlerimiz de bu hakikati bize 'defter' üzerinden anlatıyorlar. Mesela diyorlar: 'Amel defteri.' Peki defterle kitabın farkı nedir arkadaşım? Birisi 'yazılır' diğeri 'okunur?' O kadar mı? Yok. O kadarcık değil. Şunu da düşünmelisin belki: Kitabı sahibi doldurur. Defteriyse emanetçisi. Yani: Kitap doldurulmuş olarak önümüze gelir. Defteriniyse o kitaba göre kendin doldurman gerekir. Eğer kitaptakilere göre doldurduysan incelendiğinde 'pekiyi' verilir. Eh, evet, en azından bizim zamanımızda öyleydi. Öğretmenlerimiz imza atarlardı. Böylelikle defteri doğru kullandığın isbatlanmış olurdu.

Fakat dikkat et: İnsanın iradesi de var. Emaneti o yüklendi. Kitaptan başka defter de istedi. Belki iradesi bizzat bu defter oldu. Zalimlik-cahillik yükünü de omuzlarına aldı. Öyle ya: Kalemi eline alıyorsan bir cür'ete girişmişsin demektir. Defterini kitaba göre doldurman gerek. Kitaba rağmen defter olmaz. Kainata bakıp hayatını onda tecelli eden esmaya göre yaşaman lazım. 

Yani ki arkadaşım: Biz âlemin defteriyiz. Sayfa kenarındaki boşluğuz. Sınanıyoruz. Zalimliğimiz-cahilliğimiz kaçınılmaz. Çünkü kuşatamıyoruz. Ancak halimizi bilen Rabb-i Rahîm'imiz yine ihsanlarını alıkoymuyor. Nebiler, vahiyler, şeriatlar gönderiyor. Böylece kainatı devam ettiren Kayyumiyeti varlığımıza da devam ettiriyor. Elhamdülillah. Bediüzzaman'ın tabiriyle 'insaniyet-i kübra olan İslamiyet' imdadımıza yetişiyor. Öyle ifade etmek belki doğru değil ama söylemeden de yapamayacağım arkadaşım: Sünnetten kopya çekebilirsin. Defterini kolaylıkla doldurabilirsin. Rabb-i Rahîm'imiz öyle şefkatli bir öğretmen işte. Ona şükrolsun.

4 Şubat 2021 Perşembe

Sana nasıl soracaklardı ki doğmamışken?

"Allah yaratırken bana mı sordu?" veya "Bana mı sordunuz doğururken?" gibi cümleleri isyankâr bünyelerden sıkça duyarız. Kurulduğu mantık açısından bu tür sorular bana hep 'bozuk' gelir. Neden? Çünkü sual edilenin sualden önce varolması gerekir. Yani 'varolmak isteyip-istemediği' sorulacakların bu soruya bir cevap verebilmeleri 'varolmalarıyla' mümkündür. Dolayısıyla argüman paradoks içerir. Yokun sorgulanması mümkün olmayacağından cevap sahibi ister-istemez varolacaktır. Soru istiyorsa cevabı kaçınılmazdır: "Varolacaksın!" 

Olup-olmayacağını yokluktan cevaplamayaz. Karışamaz. Hoş: Standart bir müslüman için Cenab-ı Hak zaten yegane mülk sahibidir. Ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Yokun da sahibi Odur. Varın da sahibi Odur. Yaratılanın yaratmaya dahli yoktur. Zira yaratılan yaratmanın yokundadır. Öncesindedir. Evvelindedir. Üstelik elinden yaratmak da gelmemektedir. Elinden yaratmak gelmeyenin yaratılışı horgörmesi bir çizgifilm karakterinin çizerini sorgulamasına benzer: "Beni çizerken bana mı sordun?" Hayır. Elbette sormadı. Bu nasıl olacaktı ki?

Bizi böylesi kafa karışıklıklarına itenin iradenin gizemli varlığı olduğunu düşünüyorum. İrade varoluşta kendisine bırakılmış payı seziyor. Kararlar veriyor. Seçimler yapıyor. İmtihan bunun üzerine zaten. Fakat payın niteliğine dair yargısında her zaman isabet edemiyor. Ona bırakılmış pay bir 'yaratış' mıdır? Bazı istediklerinin, eylediklerinin veya hırsettiklerinin cevabını hemen alıyor çünkü. Elmayı ısırdığında tadı diline yayılmakta pek direnmiyor mesela. Babasının kucağında onu istediği yere sürükleyen bir bebek gibi şaşırıyor bu duruma: "Yoksa emirlerimi yerine getirmeye mecbur mu?" Babanın elbette böyle bir zorunluluğu yok. Varlığın da öyle. Çünkü bir bebeğin, eğer mantık sahibi olup da düşünebilse, ebeveyni böyle davranmaya mecbur edecek ilmi-iradesi-kuvveti yok. Ya? Ebeveynde bir şefkat var. Rabb-i Rahîm'imizde sonsuz bir rahmet var. Onlara dokunan yaralarımız,  dilemekle-çabalayışla-duayla asla gerçekleşmeyecek şeyleri, bir dileyişle-çabalayışla-duayla varolabilir kılıyor.

İradenin asıl mahiyetine uyanması için yapması gereken belli: Kapıldığı yargıların genelgeçerliğini sorgulamalı. Sözgelimi: Havaya attığı her taş yere düşen birisi, "Bunu hava aşağı doğru itiyor!" diye bir teori geliştirirse, sınama imkanı şudur: Havasız ortamda da aşağı düşüp düşmediğine bakmalıdır. Eğer yine de düşüyorsa belli ki bu iş havanın itmesinden değildir. Bizim de 'dilemek' ile 'yaratmak' arasındaki farkı derkimiz böylesi bir tecrübeyle mümkündür. Her dilediğimizi yaratabiliyor muyuz? Bunun böyle olmadığını gayet iyi biliyoruz. Hatta emek sarfettiklerimizin bile pek azının elimize geçtiğine şahidiz. Öyleyse iradenin amelle arasına koyması gereken ayraç kendini göstermiştir: "Ben diliyorum ama yaratan başkası galiba?" Kaynağını bilmemekle beraber, İmam Ali rahmetullahi aleyhe atfen işittiğim, "Allah'ın Allah olduğunu gerçekleşmeyen isteklerimden öğrendim!" sözü hikmetini bu pencereden nazara verir. Her dilediği gerçekleşen insan Rabbiyle arasına acizlik çizgisini çekemez. Yani Üveys-i Karanî Hazretlerinin münacaatında pek güzel dilegetirdiği o hakikatleri diyemez.

Üstelik 'dilemek' ile 'yaratmak' arasındaki kudret pergelini kapayamadığımız gibi 'ilim' pergelini de kapayamıyoruz. Nasıl? Şu an size bunları anlatırken parmaklarım klavyenin üzerinde geziniyor. Kainat denilen muazzam düzenliliğin içinde, onun yasalarının herbiriyle istisnasız bağlı olarak, insaniyetimin yasaları çalışıyor. Ben bu yasaların ne kadarına sahibim? Ne kadarını biliyorum? Ne kadarını seçiyorum? Ne kadarının şuurundayım? Evrenin başlangıcından şu ana, yazacağımın fikrimde oluşmasından parmağımdan buraya akışına, geçen süreçlerin ne kadarına hakikaten dahlim var? Bana sorarsanız hiç gibi birşey. Sadece yazacağım şeyi düşünüyorum. Yazmak arzusu duyuyorum. Düşünmek-arzulamak tam olarak nedir bilmeden yapıyorum bunları da. Parmaklarımdan buraya akması bitene kadar da kaç kasın nasıl incelikli/sistemli hareketler yapması gerektiğini, değil onları koordine etmekten, bilmekten-kuşatmaktan bile acizim. Araba ehliyetim bile yok ki buna ehliyetli olabileyim.

Yani aslında yazarken de yazmak tastamam nedir bilmeden yapıyorum bunu. Çünkü bilmem gerekmiyor. Yaratan ben olmadığımdan bilişin yükünden de kurtuluyorum. Onu Alîm-i Hakîm'e bırakıyorum. Ben bunu yapabilirim. Çünkü sadece dileyenim. Fakat Cenab-ı Hak bu bilişi kimseye bırakmaz. Çünkü Ondan başka yaratan yoktur. Kendi cehaletimden Ona pay biçemem. Onun ilminden kendime hüner çıkaramam. Bunlardan birincisi 'Subhanallah'ın manasını içerir. İkincisi 'Elhamdülillah'ın hikmetini anlatır. Üstelik tefekkür sürecim de bana bu bilişi bağışlayamaz. Çünkü Cenab-ı Hak kısıtlı tasavvurumdan da yücedir. İşte 'Allahu Ekber'i de buraya koyabilirsin.

Peki bunca cüziyeti içinde 'irade' neden var? Zorluk burada sanırım. Galiba insanlığın hikâyesinde asıl kaygı noktası 'varoluşun' değil de 'hürriyetin.' Yani başlarken alıntıladığımız suallerin doğrusu şu şekilde olabilir: "Beni O varettiyse neden hürriyet verdi?" Bu cidden önemli bir sorudur. Öyle ya: Taş gibi, ağaç gibi, melek gibi vs. 'hürriyetsiz' neden varolmadık? Neden seçimler yapabiliyoruz? Yahut da şöyle söyleyelim: Hürriyetimizin neden karanlık bir tarafı da var? Neden biz, bizimle birlikte herşeyi yaratan O olduğu halde, emrinden çıkabiliyoruz? İsyan edebiliyoruz? 'Zalûm' ve 'cehûl' olabiliyoruz? Yani karanlık tarafa geçebiliyoruz? Bu nasıl oluyor? Hem neden?

'Nasıl olduğuna' dair bir bilgim yok arkadaşım. Bu konuda mürşidimden ziyade söz diyemeyeceğim. O Kader Risalesi'nde söylüyor ki: "Elbette kâinatın intizam ve mizan lisanıyla hikmet ve adaletine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ı sevap ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz-ü ihtiyarî vermiştir. O Âdil-i Hakîm'in pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz-ü ihtiyarînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delâlet etmez. (...) Bizzarure, herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder, o ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul. İşte, şu cüz-ü ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir. Herşey malûmatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz onun ademine delâlet etmez..."  Yani Hakkın adaleti iradenin varlığını iktiza eder. Çünkü kâfirleri-zalimleri cehenneme atacağını buyuruyor. Halbuki seçme şansı vermediğinde bu şekilde yargılaması-cezalandırması adaletsizlik olurdu. Çünkü başka yapmak ihtimali ellerinden alınmış sayılırdı. Hem iradenin yapısını çözemiyor oluşumuz da olmamasını gerektirecek bir zorunluluk değildir. Bilmemekler olmamayı gerektirmez.

"Neden?" sorusuna cevabım ise yine aynı paragraftaki soruda gizli. Sen bunu da "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla işitiver. Yani: Belki bu işte sınanan sadece insan değildir. Belki de sınanan bizzat 'hürriyet'tir. Yahut da onu şöyle söylemeli: Beşer hürriyetin itiraf etmesi gereken bir acizliğin vasıtası olmuştur. "Allah hidayet etmezse hürriyet erişemez." Cenab-ı Hakkın hidayetine isabet etmediğinde hürriyet de haklı değildir. Doğru değildir. Arkadaşım, inşaallah onlardan oluruz, hidayete erenler bu hakikati bir yanıyla isbat ediyorlar; inşaallah onlardan sayılmayız, karanlığı seçenlerden bunun diğer yanını gösteriyorlar. Nihayetinde hürriyet dağları korkutacak bir yük görünüyor. O Rahman u Rahîm aciz omuzlarımıza acısın da tevfikini refikimiz eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.

12 Temmuz 2020 Pazar

Eşeğe teşekkür etmek de bilimseldir

Şimdi nerede okuduğumu maalesef hatırlayamıyorum. İdrak ve iz'an kelimeleri arasındaki nüansa dair şöyle birşey öğrenmiştim: İdrak 'aklın inanması'dır. İz'an 'kalbin inanması'dır. İmanın zirvesi ikisinin birden kavrayışıyla olur. Misalle de açmaya çalışayım: Diyelim ki ummadığınız birisinin kötülüğüne dair size delil gösterildi. Hayretle dediniz ki: "Nasıl yapar yahu?" İşte, o an yaşadığınız şey, aklınızın inanması fakat kalbinizin inanamamasıdır. Veya tam tersini düşünelim: Kalben kötülüğüne inanmışsınız. Fail-i meçhul bir kemliği de hatta ona bağlamışsınız. Sonra şıp diye suçsuzluğunu isbatlamışlar size. Bu defa da şüphenizden hemen vazgeçemiyorsunuz: "Hiç karışmamış ha?" İşte, bu da kalbinizin inandığı şeyde sebatı, ama aklınızın ona muhalefetidir. Bazen aklın kabul ettiğini kalp kabul etmekte zorlanır. Bazen de kalbin kabul ettiğini akıl onaylamakta tereddüt eder. Çünkü aklın ayakları şahitliğine bağlıdır. Çektiği yere gider. Fakat kalbin okuyuşları şahitliklerin ötesine dahi uzanabilir.

Mürşidim Emirdağ Lahikası'nın bir yerinde diyor ki: "Bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdetâ gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir..." Bediüzzaman'ın bu dediğini, yukarısıyla ilişkilendirerek, şöyle de anlıyorum: Evet. İman sadece akılla şekillenmiyor. Onun tam teşekkülünden önce kalbimizle aldığımız marifetler de var. Yani çocukluğumuzdan itibaren bizde bir tasavvur inşa olunuyor. Akıl daha sonra bu tasavvurun üzerine basarak çalışmaya başlıyor. Eğer bu tasavvurda bir sorun olursa akıl da hataya meylediyor. Yok, hayır, tasavvurunuz anahatlarıyla istikamete denk gelmişse, bu defa akıl onun önünde bir yol açıcı işlevi görüyor. Görüşünü parlaklaştırıyor. Delilini kuvvetlendiriyor. Marifetini genelleştiriyor yahut da somutlaştırıyor.

Bugünlerde sıkça karşılaştığımız itikadî arızalarda da sapmanın gidip en nihayet böylesi bir 'tasavvur kusuruna' dayandığını görüyoruz. Sözgelimi: İsminin önünde 'prof' olan birisi, Rabbü'l-Âlemîn'i kendisinden aşkın düşleyemediği için, beşerî sınırlarıyla da sınırlandırıyor. Kendisindeki kusurlarla kusurlandırıyor. "Herşeyi bilmez!" diyor mesela. Yahut da "Olacakları önceden bilmez!" diyor. Sonra buna delil üretmeye gayret ediyor. Çırpınıyor. Neden? Çünkü tasavvuru eksik inşa edilmiş. Aklın içinde hareket edebileceği geniş alanı yok. Cehaletin dört duvarı içinde üç-beş adım atmayı yürümenin tek şekli sanıyor. Duvarların dışında nasıl bir hürriyet var bilmiyor. Allah nasıl olursa ancak 'Allah' olur? Bunun icmalî sezgisine sahip değil. "Dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa daha ziyade yabanilik verir..." cümlesinin hakikati de burada. Neden-sonuç bağının 'iktiran' değil de 'yaratıcılık' ilişkisi olduğunu sanrılayarak büyüyen çocuk Allah'ı artık koyabilecek bir yer bulamıyor. Öyle ya. Elmayı ağaç yaratıyorsa Allah'a ne gerek var?

Allah'a tam da 'elmayı ağaç yaratamayacağı için' ihtiyaç var. Bunun uyanışı "Sıfırdan bir elmayı ben yapsam bana neler gerekir?" diye sorma hidayetine bağlı. Bu sorgulamaya sahip olamayanların işi zor. Çocukluktan alınan Allah marifeti ise tam bu noktada aydınlatıcı bir işlev görüyor. Yine sözgelimi: Bir mülhid "Tek Allah tüm evreni nasıl yaratsın canım?" diye soracak olsa çocukluğunda ideal bir Allah tasavvuru kalbine yerleşmiş kişi diyor: "Allahu ekber!" Ne demek bu? Yani Allah'ın 'Allah'lığı ancak 'en büyüklüğü' ile mümkün olur. Elbette bu büyüklük Onun güç yetiremeyeceği ikinci bir büyüklüğü ihtimal dışı bırakır. Eğer O Allah'sa kainatı yaratmak kudretinden küçüktür. Hikmetinden küçüktür. İlminden küçüktür. Çünkü ilahlık ancak sonsuzlukla olur. Sonsuzdan herşey küçüktür. Sonsuzun başedemeyeceği büyüklükten bahsedilemez.

Elmayı yaratmak için bir evren gerekir. Çünkü elma ancak bir evrenle varolabilir. Düzeninde yeşerebilir. Bu da ağaçla arasındaki bağı inceltir. Görülen sadece iktirandır. Nasıl ki, baharda yaprakla çiçek birlikte dünyaya gelirler, fakat birbirlerini dünyaya getirmezler. Aynen öyle de, ağaçla meyvesi de birlikte dünyaya gönderilirler, fakat birbirlerini dünyaya göndermezler. Üzerlerinde ustalık anlamında birbirlerini aşan bir sanat vardır. Sorumluluk vardır. Ağaç nasıl zâhirde hem ağacın hem çiçeğin annesidir. Öyle de, kainat da zâhirde hem ağacın, hem elmanın, hem güneşin, hem Samanyolu'nun annesidir. Burada uçlarına takıldıkları tezgâh elma ağacıdır. Orada uçlarına takıldıkları hilkat şeceresidir. Biraz gerileyip baktığınızda şeylerin arasındaki bağ 'neden-sonuç'luktan ziyade yanyanalıktır. En arkaya kadar akıl gözünüz yetişse sırr-ı Kayyumiyetin dalından başka dal kalmaz. Hepsi o ağacın dalına takılmış meyvelerdirler.

"Sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte, sebep ve müsebbep ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder. Matlaları o mesafe-i mâneviyedir. Nasıl ki zâhir nazarda dağların daire-i ufkunda semânın etekleri muttasıl ve mukarin görünür. Halbuki, daire-i ufk-u cibalîden semânın eteğine kadar, umum yıldızların matlaları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme bulunduğu gibi, esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesafe-i mâneviye var ki, imanın dürbünüyle, Kur'ân'ın nuruyla görünür."

Yani, bilim sana en fazla 'atomun nasıl parçalanacağını' öğretiyor, fakat dinin sana 'varoluş ile ötesini birbirinden ayırabilmenin yolunu' gösteriyor. Bir çocuk iman dersini alarak büyüdüğünde seküler bilimlerin onun bakış açısında meydana getireceği daralmayı da aşmış oluyor. Kainat neden-sonuç ilişikleri içinde yaşansa da sırf onunla açıklanabilecek gibi değil. Baldaki kimyevi deha arının işi değil. İpekteki terzilik böceğinin sanatı değil. Cahil nedenlerin ilim ilim dokunmuş sonuçları doğurası yok. Seküler bilimlerse hep aynı bakış açısı daralmasıyla yola çıkıyor: "Eğer benimle yürüyeceksen şeyleri ancak yanlarındaki/öncekilerindeki şeylerle açıklayacaksın. Öteye gitmek yok ha. Şuurlu fail aramak yok. Maddeyi aşmaya çalışmak yok."

Aleyhissalatuvesselam Efendimizin ümmiliğini bu açıdan düşününce aslında tastamam bir özgürlük olarak tanımlıyorum. Çünkü ümmilik sadece 'okur-yazar olmaması' anlamına gelmiyor bence. Bizim gibi kalıplarla köreltilmemiş olması anlamına da geliyor. Varlığa karşı önyargısı yok. Teorisi yok. Tortusu yok. Göğsündeki iman bu berraklık içinde yeşeriyor. Güneş en temiz aynada yansıyor. Hatta Miraç mucizesini anlatırken kısa bir mealiyle "Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı!" buyuran Necm sûresi de böylesi bir sırrın habercisi. Kalbindeki tasavvur öyle berraktı ki. Öyle genişti ki. Öyle yüceydi ki. Aklımızın alamayacağı nelere şahit oldu da göğsü bunu kaldıramazlık etmedi. İnanmazdan gelmedi. Kabullenmezlik yapmadı. Çünkü Allah'ı tam da o göğüste inandığı gibi buldu. İmanı öyle vüsatliydi. Öyle kudretliydi. Öyle emindi. Fakat bize gelince görüyoruz ki, bir hidayet erişmese, ağacı aşabilecek kudrette değiliz. Kapımıza bir eşek yükü altın bırakılsa, sahibini bırakıp, eşeğe teşekkür edecek gibiyiz. Rahman u Rahim o Hatemü'l-Enbiya'nın berrak aynasını üzerimizden çekmesin. Âmin.

11 Mart 2020 Çarşamba

Allah'ın ibadete ihtiyacı mı var?

Kızlar yine fena değil. Elhamdülillah. Fakat erkek yeğenlerimin tamamı yarım mideli. Hatta çoğu zaman beslenmeleri için zorlanmaları gerekiyor. Yani annelerinin şevkinin bittiği yerde babalarının cebri başlıyor. Yapacak birşey yok. Aile olmak biraz böyle. Geçenlerde Hamza Enes olanı beni birşeyler atıştırırken gördü. İzledi. İzledi. İzledi. Sonra şöyle buyurdu: "Amca, öyle iştahlı yiyorsun ki, benim bile yiyesim geliyor!" Öhöm! Ancak beyzademi tanıyanların takdir edeceği üzere büyük bir iltifattır bu. Evet. Tıpkı bir kaplumbağanın tavşana bakıp "Öyle güzel koşuyorsun ki benim de koşasım geliyor!" demesi gibi birşeydir. Ne yalan söyleyeyim muhterem kârilerim. Uzun zamandan beri böyle gururlanmamıştım. (En azından göbeğim çıktığından beri.) 'Maşaallah' çektim kendime. Fazla varsa sizden de alırım bir dal. Sigara değil canım. Maşaallah.

Allah hepimize sağlık versin. Huzur versin. İman versin. Âmin. İştah bunların derkenarı. Tek başına varolabilen birşey değildir o. Asgarî bir mutluluk düzeyi de ister. İlla zengin olmak bağlamında söylemiyorum. İnsan kuru ekmeği bile iştahla yiyebilir. Ondan yağlı köfteden fazla lezzet alabilir. Ramazan'da yaşıyoruz. Bir bardak suyu bile nasıl özlüyoruz. Asıl önemli olan kafa-beden-gönül sağlığıdır. Bu üçünün sağlığı yerinde olursa insan taşı sıksa bile mutluluk çıkarır.

'Mutluluk' dedim de aklıma geldi. Yeğenimle diyaloğumuzun devamı da var. İlgili olduğunu görünce, fırsat bu fırsat, tabağın kromunu kazır kertede bir gayretle dibindekileri süpürmemin hikmetini şöyle açıkladım: "Allah mutlu olsun istiyorum!" Aslında 'mutluluk' ifadesi Cenab-ı Hak için kullanılmaya çok uygun değil. Belki Bediüzzaman'ın şuunat bahsinde dediği gibi 'memnuniyet-i münezzehe' diye tabir etmeli. Yani kusurlardan tenzih etmeli. Yahut da en genel şekliyle "Allah razı olsun istiyorum!" denmeliydi. Fakat mutluluk kelimesini kullanarak yeğenimin dikkatini çekmeye çalıştım. Başarılı da oldum zannederim. Zira muhabbetimiz şöyle devam etti:

"Sen böyle yeyince Allah mutlu mu oluyor?"

"Elbette. Şöyle düşün: Okuldan eve geliyorsun. 'Açım!' diyorsun. Annen de sevdiğin yemeklerden yapıyor. Sen de iştahla yiyorsun. (Aynı benim yaptığım gibi.) Annen mutlu olmaz mı? Bir de aksini düşün: Annen özene bezene nice yemekler yapmış. Sen de şöyle bir bakıp hemen sofradan kalkıyorsun. Veya kenarından azıcık kaşıklayıp yüzünü asıyorsun. Veyahut da tabağın birazını yiyerek gerisini bırakıyorsun. Bunlar anneni mutsuz etmez mi?"

"Eder tabii."

"Hatta yemeği beğenip yesen bile 'Eline sağlık!' demediğinde bu anneni üzebilir. İşte biz bu yüzden yemeğin dibini sünnetlemeyi ibadet sayıyoruz. 'Bismillah' diyerek başlıyoruz. 'Elhamdülillah' diyerek kalkıyoruz. Başlarken de Ondan geldiğini hatırlıyor/hatırlatıyoruz, biterken de Ondan geldiğini anımsıyor/anımsatıyoruz. Böylece teşekkür etmiş oluyoruz."

Yeğenimle diyaloğumuz bu şekil. Fakat sonra düşündüm: Aslında tebessüm etmenin bile böylesi bir yanı var. Yani yaşarken mütebessim olmak, eğer niyet Allah'ın rızası olursa, gündelik hayatı ibadete çevirebilir. Zira bu da bir memnuniyet ifadesidir. Her an söylenen "Eline sağlık!" cümlesi gibidir. Sadece başkalarına değil kendisine de bir bağışta bulunur insan böylece. Bir sadaka verir. Hem içine bir pozitif enerji yayar hem de dışına. Memnuniyet paylaşıldıkça çoğalır.

Çocuklarımıza teşekkür etmeyi ahlak olarak aşılamak istiyoruz. Kendileri için yapılmış fedakârlıklara teşekkür etmelerini öğretmeye gayret ediyoruz. Bu öğretiş teşekküre muhtaç olduğumuz için değildir. Bir anne çocuğu teşekkür etmese de annelik eder. Fakat şunu da bilir: İnsaniyete yakışır kemale sahip olmak teşekkürle ilgilidir. Teşekkürü bilmeyen insan yarım kalır. Sevilmez. Tıpkı özür nedir bilmeyenlerin sevilmeyişi gibi. Yani 'tevbe' nasıl fıtrîdir. Yaratılışımızda vardır. Bizi tamamlar. 'Teşekkür' de öyledir. Onsuz da eksik kalırız. Yara alırız. Belki biraz da bu yüzden Aleyhissalatuvesselam buyurur: "İnsanlara teşekkür etmeyen Allah'a da şükretmez.”

'Teşekkür' diyoruz ama belki teşekkür sadece bir tezahür. Yahut da tezahürlerden birisi. Asıl gerisinde bir memnuniyet, bir farkediş, bir takdir, belki de bir minnet hissi yatıyor. Yani teşekkür eden insan kendisine edilen iyiliğin farkına vardığını gösteriyor. Bu farkındalığın şiddetine göre ahlaktaki karşılığı da değişiyor. Bazen minnet oluyor. Bazen hürmet oluyor. Bazen vefa duyuyor. Bazen aşka varıyor. Bazen de bu teşekkür bir ömür ruhunda asılı kalıyor. Ne zaman hatırına gelse "Ne güzel insandı!" deyu sevgisini yolluyor. Tıpkı babasıyla yaşayan bir oğul gibi.

Ve biz asla şöyle birşey demiyoruz: "Rahmetli, ne vefalı insandı, bir kere bile uğramadı!" Veya söylemiyoruz: "Ahmed, çok saygılı bir çocuktur, bir Allah'ın selamını dahi vermez." Veyahut hiç ağzımızdan çıkmıyor: "Ona o kadar iyilik borçluyum ki hiç yardımına koşmam!" Bunlar belki ancak bir ironi olarak, ilk cümlede altı çizilenin aslında ne kadar hakikatsiz olduğunu ifade etmek için, dilimizden dökülebiliyor. Yani, eylemsizlikle sıfatlar ispat edilmiyor, ancak yanlışlanıyor.

Tam da bu noktada mürşidimin "Cenab-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var?" sorusuna verdiği cevap hatırımıza gelmeli işte: "Cenab-ı Hak, senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın. Mânen hastasın. (...) Acaba bir hasta, o hastalık hakkında şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."

Bunun şu yüzden hatırımıza gelmesini istiyorum: Biz, yukarıda zikrettiğim şekilde, çocuğumuzun teşekkür etme yeteneğine/ihtiyacına sahip olmasını onun kemalinin bir parçası olarak takdir edebiliyoruz. (Bunu ateist ebeveynler bile takdir edebiliyor.) Fakat gelgelelim: İbadet etmenin insanda ne türden bir fonksiyon gördüğünü bir türlü göremiyoruz. Evet. İbadet de bir teşekkürdür. Ve her teşekkür gibi bir ihtiyaçtır. Fıtratımızın parçasıdır. Onsuz eksik kaldığımızdır. Yara aldığımızdır. İnsan nasıl 'teşekkür etme yeteneği' gelişmezse odunlaşır. Ve çevresindekiler onun hamlığından, bencilliğinden, ilgisizliğinden, dikkatsizliğinden veya hissizliğinden sıkça dem vurmaya başlar. Aynen öyle de: İbadetsizlik de bu şekilde odunlaştırır. Varlığa karşı ilgisizleştirir. Farkında olunsun-olunmasın. Hamlaştırır. Bencilleştirir. Hissizleştirir.

Teşekkür etme ihtiyacı/yeteneği bizi nasıl etkileşimlerimize karşı duyarlı hale getiriyorsa ibadetler de aynı şekilde bizi şahitliklerimize karşı duyarlı hale getiriyor. Nankörlüğümüzü alıyor. Teşekkürsüzlük nasıl iyiliklerin önemsenmediğine bir ima içeriyorsa ibadetsizlik de böylesi bir ima içeriyor. Tabir-i caizse: "Siz teşekkür, takdir, tefekkür vs. etmeye değmezsiniz!" mesajı taşıyor. Dikkat edin: Eşler arasında 'değer görmeme' tartışmaları en çok bu minvalde yaşanıyor. Marifetin iltifata tâbi oluşu kainatın her yerinde işleyen bir kanun gibi kulluğumuza çağrışımlar gönderiyor. Her yerdeki geçerliliğiyle buradaki geçerliliğini de hissettiyor. Belki biraz da bu yüzden Bediüzzaman diyor: "Mevcudatın kemalleri Sânie müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. İbadeti terk eden mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder."

Şöyle toparlamaya çalışayım: Ahlak iliklere kadar işlemiş bir alışkanlıktır. Alışkanlıkların en şiddetlisidir. Duyarlılık da bu nedenle bir alışkanlık işidir. Alışkanlıklarsa ancak düzenli tâlimler sayesinde ayakta dururlar. Ruhumuzu duyarlılığa alıştırmak istiyorsak teşekküre de alıştırmalıyız. Kula bakan yönü teşekkürdür. Allah'a bakan yönü şükürdür. Başta namaz olmak üzere ibadetlerdir. Biz ibadet ederek Allah'a bir bağışta bulunmuyoruz. Hâşâ. Onun hiçbirşeye ihtiyacı yok. Bilakis: Kendimizi odunlaşmaktan korumaya çalışıyoruz. Duyarsızlaşmaktan korumaya çalışıyoruz. Kalp ölümünü engellemeye gayret ediyoruz. Çünkü biliyoruz: Odunun yeri ateştir. Yeşerenin yeri cennettir. Üzerimize yağan yağmura, bakan güneşe, ısıtan toprağa bir tebessüm etmemiz gerek. Yoksa "Bu cansızdır!" deyu cehenneme atarlar. Allah saklasın.

7 Ocak 2020 Salı

Milli eğitim bizi nasıl materyalist yapıyor?

"Allah, bir sivrisineği, hatta ondan daha da ötesi bir varlığı misal vermekten çekinmez. İman edenler onun Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu bilirler. Küfre saplananlarsa 'Allah bununla neyi kastetmiştir?' derler. (Allah) onunla birçoklarını saptırır. Birçoklarını da doğru yola iletir. Onunla ancak fasıkları saptırır." (Bakara sûresi, 26)

Hakikate ulaşmak isteyenler için dikey yaratılmıştır. Aldanmak isteyenler içinse yüzey. Fakat, bir saniye, bu kadar yukarıdan başlamayalım. Son söyleneceği ilk söylemeyelim. Şöyle bir yerden konuşalım: Yıllar önce okumuştum. Gözlerinizden birisini yitirdiğinizde, Allah korusun, derinlik algınızı da yitirirmişsiniz. Yani derinlik algısını oluşturan şey iki gözle birden görebilmenizmiş. Küçümsemeyin kardeşlerim. Zira gözleriniz, her ne kadar birbirlerine pek yakın dursalar da, başka görüş açılarına sahipler. Arada, ne kadar miniminnacık olursa olsun, bir burnunuz var. Bu ikili bakış hoş nazarınıza bir avantaj sağlıyor. Beyin bu farklı görüntüleri birleştirdiğinde, acaba beyin midir birleştiren, size derinliği de gösterebiliyor. Eğer tek bir gözünüz olsaydı bu derinliği anlamayabilirdiniz. Bu arada: Tek gözümü kapadım ama mevzuu tecrübî anlamda bir noktaya getiremedim. Okuduğumu nakletmekle yetineceğim sadece.

Yok. Yetinmeyeceğim. Asıl mevzu başkaydı. Bu 'derinlik yitimi' meselesinin bana kazandırdığı bir bakış açısı var. Ahirzamanla ilgili, özellikle Deccal'le ilgili, rivayetlere bakarken daha zengin düşünmemi sağlıyor. Zaten mürşidimin de bu rivayetleri ele alış tarzı beni destekler gibi duruyor. O diyor ki mesela: Bu zamanın mimsiz medeniyeti maddeperesttir. Dehası tek gözlüdür. Herşeyi maddede görmeye/çözmeye çalışır. Malumunuzdur: Deccal'le ilgili rivayetlerde de onun bir gözünün kör olacağı söylenir.

Ben de, pek tabiî mürşidimin ayakizlerini takip ederek, Deccal'in tek gözlülüğünden maddeperest medeniyete, oradan da 'derinlik yitimine' doğru yürüyorum. 'Mana-i harfî' ve 'mana-i ismî' ıstılahlarının ders verildiği her yeri bu körlüğe çalınmış merhemler gibi algılıyorum/okuyorum. "Birşeye o şeyin kendisi için bakmak yüzeyde takılmaktır!" diyorum. "Ondan daha aşkın olana ulaşmak için bakarsan bu defa derinliğe ulaşmış olursun." Ki mana-i harfî de budur. Şeyleri kendilerinden aşkın okumalara tâbi tutmaktır.

Refet abinin sorduğudur: "Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan, şişeyi kasten görürsün. İçinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksat, mübarek simanıza bakmak için âyineye baktın; sevimli Re'fet'i kasten görürsün. (...) Âyine şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci surette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir; Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki, akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."

'Bilimsellik' dediğimiz şey aslında bir yüzey bilgisinden oluşuyor. Kat'iyyen dikey bilgisini kabul etmiyor. Kilimciyi görmeden tezgâha bakanın nakışlardaki ahengi 'kilimliğin kanununa' bağlamasına benziyor. Eğer tamamında kırmızının yanına mavi konulmuşsa diyor ki bizimki: "Kırmızının yanına mavi gelmesi kilimliğin kanunundandır." Bir imtihan sırrı olarak sahiden de kırmızı bıraktığı yerlerin yanında mavi yaratılıyor çoğu zaman. O zaman daha bir emin konuşuyor: "Mavi sonuçtur. Kırmızı nedendir. Maviyi yaratan kırmızıdır!" Acaba öyle midir? Bunu görebilmemiz için derinliğe bakabilmemiz lazım. Fakat bilimsellik, şeyleri en yakındaki birlikteliklere/iktiranlara bağlamayı o kadar aşılıyor ki, derinlik nasıl sezilir, nasıl algılanır, tekrar görmekte zorlanıyoruz. Bunu şöyle bir misalle zihninize yaklaştırmak isterim:

Kainatta bir eserin varlık sahasına çıkabilmesi için elbette o eseri netice verecek eylem gerekir. Yani neden ile sonuç arasında 'fiil' vardır. Bu fiil ise üç şeyden oluşur. Yahut da şöyle demeli: Üç şeyin zarureti her fiilin yüzünde okunur. 1) İlim 2) İrade 3) Kuvvet. Hiçbirşey bu üçünün kendine özgü terkipleri olmadan vücuda gelemez. Çay yapacak olsanız mesela: A) Çay yapmayı bilmeniz gerekir. B) Çay yapmayı seçmeniz gerekir. C) Çay yapabilecek kuvvete sahip olmanız gerekir. Lakin bilim bize fiileri böyle göstermez. Ya nasıl gösterir? Bilimsellik fiilerin sadece 'kuvvetle' mümkün olduğuna inanmaktır. En azından doğaya bakarken bu seviyede kalmaktır. Sözgelimi: Yıldızların fiziğini incelediğinizde milyonlarca yıldır süren yanmaların büyük bir düzen gerektirdiğini düşünebilirsiniz. Ancak bu düşünceniz yıldızların nasıl ortaya çıktığını açıklarken işinize yaramaz. Çünkü yüzeyde 1) İlme 2) İradeye yer yoktur.

İlim ve iradenin bu 'istenmezliği' yüzeyin açıklamalarını imkansız kılmasındadır. Arıya balı verdiğiniz zaman bunu kuvvetle yapmak en mantıklısıdır. Ne de olsa arı uçmakta, çiçekten çiçeğe konmakta, sonrada gelip peteğine kusmaktadır. Bunlar onda bir yetkinlik olduğuna öyle-böyle yorulabilir. Ancak balın kimyasının kaldırmak, işte, bu pek ağır yüktür. Arıcığın zavallı kanatları başaramaz. İnsanın bugünkü tecrübesiyle bile başaramadığı bir formülü arının ilim ve irade yönleriyle yüklenmesi mümkün değildir. Bu yüzden matematikte şöyle sorularla karşılaşmak diğer türlüsünden daha olasıdır: "Bir arı üç günde şu kadar bal yapıyorsa beş günde ne kadar yapar?" Gördüğünüz gibi bu kuvvetin sorgulamasıdır.

Eğitim hayatınızı şöyle bir gözden geçirin. Biz hep neyi hesapladık? Hiçbir fizik, kimya, matematik veya biyoloji sınavında bize bir fiile gereken ilim ve irade miktarı soruldu mu? Asla. Asla böyle birşey olmadı. Biz hep kuvveti hesapladık. Gereken enerjiyi ölçtük. Zamana konsantre olduk. Hızı tutmaya gayret ettik. Fakat hiçbir ilim/irade hesabına alıştırılmadık. Bu bizi Deccal gibi körleştirdi işte. Varlık derinliğini kaybetti gözümüzde. Nedenlerin sonuçları yaratabilir olduğu da bu körlükten gelişti. Eşya derinliğini kaybetti. Çocukluktan beri maruz kaldığımız bir beyin yıkamadır bu aslında. Endoktrinasyondur. Seküler endoktrinasyondur.

Makaralar kurulur: "Ne kadar kuvvet gerekir?" Bakkala gitmek icap eder: "Ne kadar lira gerekir?" Suyu kaynatmak lazım olur: "Ne kadar ısıtmak gerekir?" Arkadaşlar, işte, bizi bu şekilde sadece kuvveti hesaplamaya/görmeye alıştırdıkları için bu kadar kolay ateist olabiliyoruz. Çünkü bize senelerce mukareneti yaratılış olarak satıyorlar. Alıştırıyorlar. Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Bu fıtratımız oluveriyor. Ve evet, sırr-ı imtihan gereği, Cenab-ı Hak bu fiilî duaları da kabul ediyor. Suyu ısıtınca neredeyse hep kaynatıyorlar. Makaraları kurunca neredeyse hep kaldırıyorlar. Doğru miktarla gidince neredeyse hep elde ediyorlar.

Fakat, bu bile-isteye aldanış, yine de bir fiilin yoktan sahaya çıkışını ifade etmeye yetmiyor. Yani bir fiil vücuda gelmek için gene ilim-irade-kuvvet üçlüsünü istiyor. Yalnız kuvvetle olmuyor. Lakin dedim ya başta: Hakikate ulaşmak isteyenler için dikey yaratılmıştır. Aldanmak isteyenler içinse yüzey. Büsbütün yüzeyi gözden düşürebilseydik imtihanın hikmeti kalmazdı. Büsbütün yüzeyle açıklayabilseydik de hidayetin tesiri olmazdı. Bu böyle sürüp gidecek. Ne akla kapılar kapanacak ne ihtiyar elden alınacak. Talebe talep ettiğine erişecek. Talep ettiği talebeye verilecek. Cenab-ı Hak bizi hidayetine talip etsin. Âmin.

7 Aralık 2019 Cumartesi

Cansızlık aynılığa yatkındır

Coetzee Yavaş Adam'ında diyor ki: "Fotoğraf çekilen şeyin kendisi değildir. Tablo da resmedilen şeyin kendisi değildir. Ama aynı zamanda ikisi de kopya değildir. Herbiri yeni birşeye dönüşür. Yeni bir gerçeğe. Dünyada yepyeni birşeye. Yeni bir orijinale..." Bu cümleler hakkında düşünürken Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi'nde cevapladığı bir soru geliyor aklıma. Cevabını da paylaşacağım. Ama önceye soru gelmeli: "Eğer desen: Evet, bir kitabı yazan makinenin icadı o kitaptan yüz defa daha müşküldür. Fakat o makine, aynı kitabın birçok nüshalarını yazmasına vasıta olmak cihetiyle, belki bir kolaylık var?"

Cevabınsa, yıldırmamak için seni, sadece ilk cümlesini alacağım: "Nakkaş-ı Ezelî, hadsiz kudretiyle, nihayetsiz cilve-i esmâsını her vakit tazelendirmekle ayrı ayrı şekilde göstermek için, eşyadaki teşahhusları ve hususî simaları öyle bir surette halk etmiştir ki, hiçbir mektub-u Samedânî ve hiçbir kitab-ı Rabbânî, diğer kitapların aynı aynına olamıyor."

Yani Bediüzzaman da Coetzee ile aynı şeyi söylüyor. Elbette daha aşkın bir şekilde. Daha üst bir okumayla. Coetzee, varlığın ayna misal yüzüne bakıp ondaki değişimlerin orijinalliğini görürken sadece, Bediüzzaman işi arkasındaki 'iradeye' kadar taşıyabiliyor. "Yaratılış işi gelişigüzellik işi değildir!" demeye getiriyor. Orijinallikler ancak kasıtlarla inşa edilirler. İki şeyi birbirinden farklı kılmak aynı kalmaktan daha zordur. Ayrı bir çaba gerektirir. Ayrı bir özen ister. Cansızlık aynılığa yatkındır. Kainatın herbir detayına, hatta anlara kadar, dağılmış orijinallikler de arkalarında 1) bütünü gören, 2) farklılık nedir bilen, 3) farklıyı seçebilen bir iradenin varlığından haber verirler. Evet. Yaratıcı iradesiz olamaz. Çünkü ikizler bile birbirine benzemez. Hiçbir yüz büsbütün diğerinin aynı değildir. Aynılık elenmiştir.

Cansızların düzenini makineleşmede görüyoruz. Ve her türden makineleşme bize şunu söylüyor: "Ben şeyleri birbirine benzetmeye yatkınım!" Matbaada basılan kitabın nüshaları birbirine benziyor. Nüanslar oluşuyorsa da bu makinenin kastı değil kusuru. Bazen mürekkep sızıyor. Bazen kağıt sıkışıyor. Bazen başka bir arıza. Ancak bütün bu sorunları giderebildiğiniz yerde elinize geçen 'aynılık' oluyor. Aynen. Fakat, bir saniye, evrendeki düzen böyle değildir.

Evren makinesinin kastı ise sanki değişimdir. Hem de anlar bile birbirini tutmayacak şekilde bir değişimdir. Aynı nehirde iki kez yıkanılmayacak bir süratte bir değişimdir. Bir matbaa düşünün ki her hareket edişinde içinden yeni bir kitap çıkıyor. Öyle de kitaplar ki benzerlikleri sadece kitaplıkları. Detaylarına inildikçe farklı âlemlere dönüşüyorlar. Bir 'tık-tık'ta makinenin ağzından Montaigne'nin Denemeler'i çıkıyor. İkinci 'tık-tık'ta Mevlana kuddissesirruhun Mesnevi'si. Üçüncü 'tık-tık'ta bu defa Yüzüklerin Efendisi tükürüyor. Kalıplar değişmiyor. Makine değişmiyor. İşlem değişmiyor. Sonuçsa hep başkalaşıyor.

Evrimin bir kanun olduğunu iddia edenler herhalde biraz da burada yanılıyorlar. İradenin değişim değişim tecellilerini kainatın her köşesinden okuyorlar. Maşaallah. Okuyacaklar elbette. Okusunlar diye konulmuşlar zaten. Fakat tecelliyi okuduktan sonra varacakları hakikati şaşırıyorlar. Evrenin her halinde hissettirdiği değişimi 'makinenin ahlakının değişim olduğu' üzerine yoruyorlar. Ne demek bu? Açalım. Yukarıdaki misalden devam edersek hatta diyorlar ki: "Matbaanın özelliğidir her 'tık-tık'ta yeni bir kitap basması. Baksanıza. Hep böyle oluyor zaten. Kitaplardan da yeni kitaplar yapmış neden olmasın?"

Hep böyle olduğu doğru. Ama işi matbaanın yaptığı doğru değil. Cansızlar aynılığa yatkındır. Cansızlardan yapılan makineler de öyle. Bunu yapan matbaanın arkasındaki irade sahibi. Hayat sahibi. İlim sahibi. O, anların bile sonsuzluk gibi açılacağı bir çabuklukta, bir ilimle, bir kudretle, her 'Ol!' emri için yeni bir kalıp döşüyor. Orijinallikle yaratıyor. Kader dediğimiz biraz da bu zaten. Kader matbaacının neyi basacağını evvelden bildiğini kabul etmektir. Bilmeyen basamaz. Kur'an da buyurur: "Yaratan bilmez olur mu hiç?"

Ancak şu noktada evrimcilerin bariz ifratı var: Biz matbaacının her defasında yeni bir kitap yarattığını/yaratabileceğini kabul ediyoruz. Amenna. Sıkıntı yok. Fakat kitabın kitaba dönüştürüldüğünü bize kim söylüyor? Mesnevi'nin Denemeler'den gelme zorunluluğu yok ki. Hem daha tuhaf ki. Matbaacının yedi deniz mürekkep olsa yazıp bitiremeyeceği kadar kelamı/ilmi var zaten. Sonsuz kudreti var. Neden Âdem'i temiz bir kağıda, pardon, toprağa basıp yaratamasın? Engelleyen ne? Herşeyin hazinesi yanında olana malzeme kıtlığı mı var? Sizin bu yaptığınıza 'dün kağıtken bugün matbaacıya iş öğretmek' denmez mi ey akıllılar(!).

17 Aralık 2018 Pazartesi

Kaderi inkâr eden Allah'a inanır mı?

"Allah'ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hatâ ediyorlar." 5. Şua'dan.

Tabiat Risalesi'nde Bediüzzaman'ın en çok dikkatimizi çektiği şeydir: İnkârcıların reddettiği 'yaratıcılık' değil 'Allah'tır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Onlar tüm güzel isimleriyle/sıfatlarıyla 'kemalde bir Allah'a inanmazlar. Yoksa daha eksik tasavvurlu versiyonlarıyla bir yaratıcının varlığından rahatsız değillerdir. Hatta varoluşu açıklamak için onlara ihtiyaç da duyarlar. Örneğin: Tesadüfler pekâlâ 'yaratıcı' olabilirler. Tabiat pekâlâ bir 'yaratıcı' olabilir. Sebepler pekâlâ birşeyleri 'yaratmış' olabilirler. Bu açıdan Bediüzzaman'a göre 'ateizm' diye birşey sözkonusu değildir. Ateizm aslında üstü örtülü bir 'politeizm'dir. Bir Allah'ın varlığını inkâr eden 'şeyler sayısınca Allah'ı kabul etmek zorunda kalır. Her 'şey'e bir Allah'lık payesi dağıtmak mecburiyetine düşer. Ancak, başta da belirttiğimiz gibi, bu ilah tasavvuru İslam'daki gibi kemalde değildir. Çeşitli eksiklerle yaralıdır.

'İlah' kavramını teklikten çokluğa çıkardığınız anda subhaniyetine/kusursuzluğuna yara açmaya başlarsınız. Çünkü sonsuzluk, tanımı gereği, sınır kaldırmaz. Hem varlığı hiçlikten çıkarmak için gereken mutlak sonsuzluk ihtiyacını 'ilah' kavramının içinde ifade edip, hem de o kavramı 'çok sayıda sonsuzluk' ile birbirini sınırlar hale getiremezsiniz. Zira o zaman 'sonsuzluğu bölüştürmek' zorunda kalırsınız. Bu bölüştürme başladığı anda, tanım gereği mutlak sonsuz olması gereken ilah, sınırlanmaya başlar. Etki alanı daralır. Dışında bir şeyler/yerler olur. Birşeyin hem 'sonsuz' hem 'sınırlı' olması cemm-i zıddeyn/zıtların birliği gibi bir mantık hatasını ifade ettiğinden tevhid bu noktada tek çıkar yol olarak kalır. Birşey sonsuzsa tektir.

Fakat yazımızın konusu bu değil. Bu sadece bir girizgâh. Kader konusunu konuşacağız aslında. Ve onun yukarıda zikrettiğimiz 'kemalde bir Allah' tasavvuruna kattıklarını anlamaya çalışacağız. Evet. Ben bunu iddia ediyorum: Eğer kadere iman etmiyorsanız Allah'a da kemalde iman etmiyorsunuz demektir. Çünkü iman ettiğiniz tanrının tasavvuru, kadere imanın eksik kalmasıyla, birçok yerinden yara alır. Eksik kalır. Subhaniyetinden eser kalmaz. Hatta neredeyse, her yaratışta şart olarak gördüğümüz, ilim-irade-kudret üçlüsünden ilk ikisini yok saymak anlamına gelir bu. İşte, becerebilirsem, sizinle mevzuun bu yanını konuşmaya çalışacağım.

Tabiat Risalesi'ne yüzümüzü dönelim yine. Bediüzzaman'ın orada daha metnin başından itibaren bize anlatmak istediği nedir? Verilen bütün misalleri önümüze koyarak düşünelim. Tesadüflere, tabiata veya sebeplere yaratıcılık isnad edenler 'kemalde yaratıcı tasavvurundan' önce nesini çalarlar? Benim okumalarım sonucunda vardığım sonuç şu oldu: Böyle şeylere 'yaratıcılık' atfedenlerin ilah tasavvurundan ilk eksilttikleri şey 'ilim'dir. Sonra 'irade'dir. Evet. Onlar yaratılış için salt 'kudret'in yeterli olduğunu düşünürler. Bu nedenle zahiren kuvvet sahibi olan ama kendilerinde ilmin/iradenin zerresi bulunmayan şeylerin yaratıcılığına inanırlar. Tesadüfen birşey varolabilir herhangi bir ateiste göre. Çünkü nedenin kuvveti sonucu yaratmaya yeterlidir.

Acaba yeterli midir? Eğer şeylerin bir sanatı, düzeni, zerafeti, güzelliği, uyumu, yardımlaşması, ölçüsü vs. olmasaydı biz de bu kanaate katılabilirdik. Fakat onlardaki bu ilim ve iradeden haber verir yanlar 'yaratış için kudretin tek başına yeterli olmadığını' sürekli yüzümüze haykırıyor. Evet. Balın yaratılışını arıya veremiyoruz. Çünkü beyninde, bizim bugün bile kimya ilmiyle başaramadığımız, o muhteşem simyanın zekası bulunmuyor.

Upuzak mesafelerden dahi yuvalarını bulabilme yeteneğini güvercinlere bağışlayamıyoruz. Çünkü hiçbir güvercinin zihni böyle bir GPS sistemini kaldırabilir durmuyor. Haydi, bırakalım böylesi daha görünür olanlarını, bir hava zerresinin, çevresinde meydana gelen her sesi, her radyo dalgasını, her ışığı, her ısıyı, hiçbirini karıştırmayarak, bütün kulaklara, radyolara, gözlere, tenlere iletmesini onun yeteneğine atfedemiyoruz. Zira, tüm zekasına rağmen insan bile bunu başaramıyor. İki kişi aynı anda konuşsa karıştırıyor.

Yani işin özünde gözümüze çarpan şu: Varoluş varsa, ki var, herşey ortada, o halde bu varoluşu gerçekleştirebilmek için ilim-irade-kudret de olmalı. Bu üçlü birbirinden ayrılmamalı. Kudret sahibi olanın ilmi olmazsa, ilim sahibi olanın iradesi olmazsa, irade sahibi olanın kudreti olmazsa (veya daha farklı versiyonlarıyla düşünün) bir yaratışın meydana gelmesi mümkün değil. Birşeyin vücuda gelebilmesi için öncesinde onun nasıl 'eyleneceğini' bilen bir ilim olmalı, ilimde varolan bu bilgiyi kudrete 'taşıyacak' bir irade bulunmalı, irade edilen bu şeyin 'yaratılışını sağlayacak' kudrete sahip olunmalıdır.

Hadi bir misalle daha anlaşılır hale getirmeye çalışalım. Diyelim ki: Aman da aman! Pek de seversiniz. Anneniz size şahane bir üzümlü kek yaptı. (Ben muzlu severim.) Bu üzümlü kekin vücuda gelmesi için neler gerekiyor? 1) Malzemeler. 2) Araç-gereçler. 3) Usta. Bu kadar mı? Elbette değil. Bu kekin varolup size ulaşabilmesi için öncelikle annenizin "Üzümlü kek nasıl yapılır?" sorusunun cevabını bilmesi gerekiyor. Bu bilgi olmadan, istediğiniz kadar malzeme yığın önüne, size bir kek ulaşması mümkün değil.

Peki bu kadarı yeterli mi? Değil elbette. Annenizin kafasında birçok yemek formülü birden var. Anneniz bir kitap. Bir bilgi kaynağı. Fakat siz ondan üzümlü kek istediğinizde önünüze sahanda yumurta koymamasını ne sağlıyor? İşte iradeye ihtiyacımız burada başlıyor. İrade seçeneklerin sayısını azaltır. Bir tür vurguyla kudretin neyi yaratacağını tayin eder. Eğer bilgisi olsa, ama iradesi olmasa, anneniz seçenekler karşısında muhayyer kalır. Aynı malzeme ile yapılabilecek birçok yemek çeşidi bulunabilir. Hangisini seçecektir? Bir şıkkı seçebilme yeteneğiniz olmadıktan sonra tüm bilgiler zihinde yüktür. Sonuca götürmez. Çünkü ilim ile kudretin arası bağlanmaz.

Ve kudret. Sanıyorum materyalistlerin bile inkâr edemediği seçenek budur. Birşeyin vücuda gelmesi için kudretin varlığı kaçınılmazdır. Evet. Neden iter sonuç düşer. Neden atar sonuç tutar. Neden çeker sonuç gelir. Bu gerekenlerin en zâhiridir. Ancak Pirelli abimizin de dediği gibi: "Kontrolsüz güç 'güç' değildir." Ve yaratış için kuvvet tek başına yeterli olamaz. Zira yapmak kadar yıkmaya da yatkındır. Hangisini yapacağını kim fısıldayacaktır? Tesadüfler mi? Tabiat mı? Sebepler mi? Hangisinde bu ilim/irade vardır?

İşte, kader, en başta yaratılışın (veya varoluşun diyelim) ilim ve iradeye bakan tarafını bize açıklar. Anneniz size üzülmü kek yapabilmektedir. Çünkü öncesinde üzümlük kekin 'bilgisine' ve gereken ölçülerin 'seçilip' uygun kuvvetle 'karıştırılmasına' müsait bir yeteneği vardır. Peki, varoluşun böyle küçük parçalarından biraz yukarıya yükseldiğimizde, bir tür fikrî miraç yaptığımızda, tüm evrendeki eyleyişin 'öncesindeki' ilim ve irade nerededir?

Şeyler, tabir-i caizse, binlerce/milyonlarca yıldır düzenle, sanatla, itinayla, güzellikle, istekle devam ettirdikleri fiillerinin 'ilim/irade' boyutlarını nerede saklamaktadır? Onların tecelligâhı neresidir? Kader tam da bu noktada devreye girer. Yaratılışın sadece gördüğümüzden ibaret olmadığını, bir öncesinin (zamandan aşkın boyutuyla biz buna 'ezel' diyoruz) bulunduğunu, bu öncenin bilgisi/iradesi ile şu yaratılışın meydana geldiğini biz kadere imanımızla ifade ederiz. Yani arkadaşım diğerleri gibi yapmayız. Bir kere Allah'a inandık mı, aralarda kalmayız, nihayetsiz kemalde bir Allah'a inanırız.

Bu yazıda özellikle dikkat çekmek istediğim nokta şurası: Varoluşu tesadüflere veya tabiata veya sebeplere veya evrime veya bilmem hangi safsataya verenler ile kaderi inkâr edenler arasında kıl kadar bir ayrım var. Yahut da bunlar kaderi inkâr ettiklerinde neyi inkâr ettiklerini anlamıyorlar. Yukarıda da tekrar be tekrar söylemeye çalıştık: Kaderi inkâr eden aslında varlığın ilme-iradeye bakan yanlarını inkâr eder. Geleceğin bilgisini, hâşâ, Allah'tan çalarak onu 'ne yaptığını bilmeden yaratan' konumuna getirir. Halbuki Kur'an musırrane sormaktadır: "Yaratan bilmez olur mu hiç?"

Evet. Benim üzümlü kekin nasıl yapıldığını bilmem gerekmiyor. Çünkü keki ben yapmıyorum. Sadece yiyorum. Ama annemin üzümlü kekin nasıl yapıldığını bilmesi gerekiyor. Çünkü o yapıyor. Eğer varoluşun 'ne yapılacağını bilmeden/irade etmeden' mümkün olacağına iman ederseniz, bu sizi, annenizin 'üzümlü kek yapmayı bilmeden üzümlü kek yapabileceği' sonucuna götürür. Hatta daha da öncesi/ötesi: Anneniz yemek yapmayı bilmeden, üzüm nedir bilmeden, kek diye birşey duymadan, unun yenilecek birşey olduğunu tahmin bile etmeden, pişirmek denen şeyi duymadan size bir kek yapabilir. Siz buna iman etmiş oluyorsunuz. İlimsiz/takdirsiz yaratılışın mümkün olduğuna... Zira kader de en özünde bize bunu anlatıyor.

Sonuç olarak derim ki: Kaderi inkâr edenin ateist olması, normal bir müslümana göre, çok daha kolaydır. Çünkü zaten yolun epey bir kısmını almıştır. İlimsiz-iradesiz, yalnızca kuvvetle, yaratışın mümkün olduğunu düşünmektedir. Eh, ondan sonrası yalnızca bir adımdır, 'hop' diye hemencecik aşılır. Allah cümlemizi muhafaza eylesin. Ehl-i Sünnet istikametinden ayaklarımızı ayırmasın. Kalbimizi modern cerbezecilerin şerrinden korusun. Âmin. Allahümme âmin. Elfü elfi âmin.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...