Yaratılış etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yaratılış etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ekim 2025 Cumartesi

Bismillah neden her hayrın başı?

Başlangıcımız şurası olmalı bence arkadaşım: "Maneviyat bize neden lazım?" Evet. Ancak bu soruya cevap verdikten sonra manevî olanın bilgisine erişebiliriz. Yoksa rüzgârın kayadan hiçbirşey koparamaması gibi üzerimizden eser gider. İlimler ihtiyaçlar üzerine kuruludur. Yara ışığın vücudumuza sızdığı yerdir. İhtiyacı olmayanın ilmi de olmaz. Sorusu olmayanın da ihtiyacı olmaz. O yüzden bizi önce sorularımızla tanıştırmak gerek. Ben de şimdi bunu yapıyorum. En azından deniyorum. Hem sana hem kendime soruyorum: "Maneviyat bize neden lazım?" Onsuz yaşanmaz mıydı? Varlığını bilmeden geçmez miydi hayat? Şol düğümü çözebilirsek inanmayı da konuşabiliriz. Çözümün ilk hamlesini deneyeceğim bir de. Ve yine çiçek gibi ortamıza bırakacağım bir soruyu: "Varolan herşeyin en temel isteği nedir?"

Varolan herşeyin en temel isteği 'var kalmak'tır. Çünkü tanıdığı herşeyi varolarak tanımıştır. Varolmamanın ne olduğunu bilmez. Tanımlayamaz. Kestiremez. İstemez. O yüzden hiçliği düşleyemez bile. Bu var kalmanın da iki vechi vardır: 1) Varolan herşey varlığının eksilmemesini ister. 2) Varolan herşey varlığının artmasını ister. Bunlara şimdilerde 'korunma güdüsü' ile 'menfaat güdüsü' gibi isimler veriyorlar. Onları da kulağımıza küpe edelim. Ancak bizim ulemamız mezkûr iki temel kuvveyi şöyle isimlendiriyor: 1) Kuvve-i gadabiye. 2) Kuvve-i şeheviye... Bir de üçüncüsünün gerekliliğini katmışlar işin içine. Maşaallah. 3) Kuvve-i akliye. Bu da lazım. Zira zararlıyı menfaatliden ayıramadan diğer ikisinin görebileceği bir fonksiyon olamaz. Yani 'kuvve-i akliye' diğer 'temel güdüler'imizin çalışabilmesinin tek yoludur. Aklı olmayanın yükümlülüğü yoktur. Aklı olmayanın imtihanı yoktur. Aklı olmayanın dini de olmaz. Bunlar bize nicedir zaten öğretilmiştir.

Varlıkta bir yer tutmak kendisine bahşedilmiş herşeyin bu kuvveleri ya bizzat vardır yahut da dahil olduğu küllî hayat nedeniyle vardır. Eğer tek tek atomların kendi iç sistemlerini korumaktaki temayüllerini görmeyip onları cansızlardan sayıyorsan, dahil oldukları hayatlı vücudlar sayesinde, yine bir çeşit hayata mazhar olduklarını düşünebilirsin. O zaman bu kuvveler dahil oldukları hayatların kuvveleri olurlar. Ve o cansız addettiklerin de o kuvvelerden izler taşırlar. Çünkü, mesela, hücremizin zarı 'bir hayat tezahürü olarak' seçici-geçirgen olduğu gibi dünyamızın atmosferi de 'seçici-geçirgen'dir. Güneşten gelen ışıkları süzer. Isının ne kadarı kalacak ne kadarı gidecek o atmosfer sayesinde kontrol edilir. Meteorları mümkün mertebe parçalaya parçalaya içine alır. Büyük lokmalar halinde yutmaz. Yani sanki küremiz de hayata mazhar gibidir. Ancak onunkisi beşerinki kadar yüksekçe değil. Daha çok bir hücrenin tepkilerine benzemektedir.

Hayata mazhar olan herşey kendi iç sistemini dışından ayırmayı biliyor. Tek hücreli seviyesinde veyahut insan kadar... Her şekilde aynı temel bilinç var. (Tezahür şiddeti değişik tabii.) O nedenle kendisine zararlı olan şeylerden kaçıyor. Faydalı olan şeyleri de elde etmeye gayret ediyor. Ve ikisini birbirinden ayırabiliyor. Varlığını devam ettirme arzusunun bir delili bu. Yani varolan herşeyin 1) Varlığını arttırmak istediğini 'menfaatini kovalamasından' anlıyoruz. Besleniyor, büyüyor, çoğalıyor vs. 2) Varlığının eksilmemesini istediğini 'zararlardan kaçmasından' kavrıyoruz. Savunma sistemleri var, sakınıyor, yaralanırsa iyileşmeye çalışıyor vs. Bu iki kuvvenin hayatımızdaki varlığını kabul ettikten sonra iş şimdi bu varoluşun kaç boyutu olduğunu kavramaya kalıyor arkadaşım. Onu da ulemamız bize böyle öğretmişler: Birşeyin yoktan vara veya vardan daha başka bir vara geçebilmesi için üç şey lazım. 1) İlim 2) İrade 3) Kuvvet. Peki bu ne demek oluyor?

Yapmak yıkmak gibi değil. Varlık da yokluk gibi değil. Birşeyin yapılması uzun/sistemli emekler gerektirirken yıkımı çok çabuk gerçekleşebilir. Bir yılda yapılan bina bir günde yakılabilir. O yüzden biz vücuda gelen herşeyi 'takip edilmiş sonuçlar' ile açıklayabiliriz. Yani bu şeyde kudret gelişi güzel kullanılmamış. Belli ölçüler içinde tatbik edilmiş. Bir tarlanın sulanması gibi kontrollü şekilde olmuş hepsi. Sel gibi akmaya bırakılmamış. Zaten selden varlık çıkmaz. Sel olanı da yokeder. Ama tarlanızı düzenli suladığınızda bol bol ekininiz olur. İşte, kudretten varlık çıkması için gerekli olan kardeşleri irade ve ilmin gerekliliğini farkettiğin an, kaos ile düzeni de birbirinden ayırırsın.

Mesela: Çay yapmak bir gelişigüzellik değildir. Çay yapmayı bilirsin. Kurallarına riayet edersen ancak çay sahibi olursun. O kuralları bilmek sende çay yapmak fiilinin 'ilim' yanını ifade eder. Fakat ilminde sadece çay yapmak yok ki. Sen kahve yapmayı da bilirsin. Belki yemek yapmayı da bilirsin. Kudretinin bu ilimlerden birisine akabilmesi lazım. Onu da sağlayan iradendir. İrade kudretin akacağı ilmi seçer. Eğer iraden olmasaydı ilmi sende bulunan herhangi birşeyi seçemeyeceğin için vücudu mümkün olamayacaktı. Üçüncü olarak gerekense kudrettir. Eğer çok hasta olsaydın, ne kadar iyi bilirsen bil ve ne kadar istekle seçersen seç, yine de bana çay yapmayı beceremeyecektin.

Vücudda, yani varlıkta, kudret maddeye bakarken, ilim ve irade ise maneviyata bakar. Fâtır-ı Hakîm olan Sultanımın beni hangi ilim-irade üzerine yarattığını bilmem, en özünde kendi anlamımı bilmem, yani maneviyatımı bilmemdir. Benden muradını anlamam beni varlıkta tutar. Beni hangi marifetle donanmak için yarattığını bilmem beni varlıkta tutar. Varoluşumun madde tarafına dair çabalarım bir noktadan sonra içimdeki kararsızlığı engelleyemez. Bir süpernova gibi patlayıp kendi içime çökebilirim. Bir karadeliğe dönüşebilirim. Nasıl ki binaları onların maneviyatı diyebileceğimiz planları, o plana göre inşaları ayakta tutar, beni de kendi planıma göre yaşamak tutar. Ben de Hâlık-ı Rahîm olan Sultanımdan maneviyatımı öğrenmezsem zamanda/mekanda inşa edilmiş varlığım illa ki yıkılmaya yüz tutacaktır.

Şeriat dediğimizde kastettiğimiz bu oluyor. Din de aslında budur. Vahiy de bize bunun için gönderilmiştir. Sünnet-i Seniyyenin rehberliği de bunun için vardır. Hepsi bizde, varlık kalıbımızda, 'içerik de bulunsun' diye bağışlanmış hediyelerdir. İçeriksiz kalıp boştur. Manasız madde boştur. Çünkü madde mana üzerinde kuruludur. Her inşanın arkasında fikir var. Her tasarımın arkasında bir hayal saklanır. Maddî vücuda ulaşmadan önce o şeylerin maneviyatları vücuda gelmiştir-getirilmiştir. Maddeleri o manevi kalıpların üzerine dikilmiştir. Mesela: Sürekli bilim bilim diye birşeyin altını kazıyoruz. Peki aslında ne yapıyoruz? Belki de o şeyin maneviyatını araştırmaktan ibarettir.

Hayatıma tutunabilmem için ben de anlamımı arıyorum. Anlamımı aramak maneviyatımı aramaktır. Maneviyatımı aramak da maddemi tamamlayan kardeşleri aramaktır. Onları bulduğumda varlığım tamam olur. Onları bulamazsam kuvvelerim tatmin olmaz. Ben de bu tatminsizlik içinde boşluğa savrulurum. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur!" hakikati buradan bize gözkırpmaya başladı. Anlamımı bulamadığımda herşey yarım kalmaya başlıyor. O kadar anlamlandıramadığım şey birikir ki masamda, kalbimde, ruhumda, kafamda. En nihayet onları taşıyamaz olurum. Boğulurum. Varlığımın yarımlığı vücudumu eziyete çevirir. İşte ihtiharların müzmin nedeni.

"Bismillah her hayrın başıdır!" cümlesine bir de buradan bakalım. Bediüzzaman Hazretleri elbette bu cümleyi söylerken 'hayır' ile 'varlık' arasındaki bağlantıyı biliyordu. Hayır demek varlık demek. Varlığa dair olan demek. Eğer kangren olmuşsam, Allah muhafaza, kolumu kesmek hayırdır. Eğer tokluk beni şımartıyorsa oruç tutmam hayırdır. Varlığın en hayırlı şekliyse elbette sonsuzluktur. Yani âdemoğlu sonsuzluktan daha şiddetli bir varlık türü tahayyül edemez. Varlık türlerinin en devamlısı sonsuzluktur. Biz, iki şey arasında hayırlı/hayırsız ayrımı yaparken bile, aslında onun devamlılığına bakarız. "Bunu alman senin için daha hayırlı olur!" dediğimizde genelde kastettiğimiz o seçeneğin daha kalıcılık barındırdığıdır. İnsan, fanilikleri şiddetlendikçe, şeylerde hayır bulamaz hale gelir. Bunun istisnası ademdir. Yokluk ancak geçicilik kazandıkça güzelleşir. "Zeval-i elem lezzettir." Varlık geçicilik kazandıkça acıtır. "Zeval-i lezzet elemdir."

Cehennemde kalmak acıdır. Çünkü o yoksunluğumuzu büyütür. Cennette kalmak lezzettir. Çünkü o varlığımızı besler. Sonsuz bir varlığa ise ancak yine kendisi sonsuz bir Sultanın sayesinde ulaşabiliriz. 'Allah' diye dünyamıza girmiş hakikat, esasında bize, varlığın bu faniyat âleminden ibaret olmadığının müjdesini taşır. Bu fâniyat âleminin ötesinde hiçten vara çıkaran bir Sonsuz Sultan vardır. O 'zaman ötesi'dir. Zamandan aşkındır. Mekansızdır. Mekanlardan yücedir. Mahlukatı cinsinden olmaktan münezzehtir. Zaten faniyatı açıklamak için faniyat cinsinden olmayan birşey gerekir. Böylece dünyamıza Allah tasavvuru/tefekkürü girer. Bu tasavvur/tefekkür girdikten sonra da işte, biz, gerçek varlığa erişiriz. Sonsuz bir Allah'ın marifetiyle başlayan cümlemiz en nihayet varabileceğimiz en hakiki hayra erer. Allah varsa sonsuzluk ümidi vardır. Allah varsa varlık gerçekten vardır. Allah varsa hakikat vardır. O yüzden deriz: "Bismillah her hayrın başıdır."

"Maneviyat bize neden lazım?" diye sorduk, bak, nerelere geldik arkadaşım? İyisi mi seni de kendimi de daha fazla yormayayım. Zaten bu yazı da epey karışık birşey oldu. Düğüm çözmeye niyetlenmiştik, heyhat, düğümleri çözen ancak Allah'tır. Ona hamdedelim. Ve içimizdeki düğümleri çözmesi için ona dua edelim. Zira çözenlerin en hayırlısı da yine Odur. Diğer bütün bilmekler Onu bilmenin vesilesidir.

17 Ekim 2025 Cuma

Sen hiç Oscar alan perde gördün mü?

Kendimde övülecek ne gördümse kendimi olduğumdan başka görmekten arkadaşım. Çünkü övülmek illa yaratanın hakkıdır. Zaten 'Elhamdülillah' da bunun ifadesidir. Yani 'La ilahe illallah!' ile 'Elhamdülillah!' arasında 'zaruret' ilişkisi vardır. O buysa, bu da odur. Evet. Eğer Allah'ın 'tek' olduğunu sahiden kabullendimse, dilimdeki şu ahd u peyman yalan değilse, neticeden hâsıl olan hamdı da başkasına parsel edemem. Eser kiminse övgüsü de ona gider. Fakat, ne yazık, ben araya giriyorum. Kendimi de hisse sahibi sayıyorum. Hatta, yetmiyor, başkalarına da parsel dağıtıyorum. Sanki varlık babamın tarlasıymış gibi... O yüzden ayet bir köşesinde beni de uyarıyor işte: "Yapmadıkları hayırlarla övünen kimseleri azaptan kurtulurlar zannetme!"

Cümle şirkler bu ilk adımdan başlıyor. Beşer önce fahirden kırıntılar araklıyor. Evvel Malik-i Hakiki'nin hakkı senayı tırtıklıyor. Sonra hırsızlığın şe'ni olan 'başkalarının gasbına da gözyumma' aşaması geliyor. Evet. Gâsıbın tabiatı böyledir. Hesap günü geldiğinde "Yalnız ben mi çaldım canım?" diyebilmek için suç ortaklarının çoğalmasına sevinir. Belki böylelikle enselenmemeyi de bekler. Kalabalığın kaynatıcılığını umar. (Alîm-i Kadîr'e karşı ne boş bir umuttur o.) Benim de ilk hırsızlığım övgüde hırsızlığımdır. Fiilin kendisine cür'etimden önce neticesini tırtıklamaktır. Ve o yüzden İslam bize, bir sırr-ı azim ile, her nimete karşı 'Elhamdülilah' demeyi öğütler. Yani elhamdülillahım sirkatimin bileğine vurulan bıçaktır. Bizzat benim kulluk ihtiyacımdır. Allah'ın, hâşâ, övülmeye muhtaciyeti yoktur. Kendini bana övdürmesi bana ihsanıdır, ihtarıdır, ikazatıdır. Keremine binlerce şükür...

Mazhar değilim memerim. Üzerimden gösterilenler emanettiler. Asla malım olmadılar. Bende gösterilmekle beni benden başka kılmadılar. Bir suyun oluktan akıp gitmesi gibi yaşandılar. Günü gelince gittiler. Evet. Bir zamanlar genç olduğum için gençlik ebediyen benim olmadı. Yaşlandım. Bir zamanlar güçlü olduğum için güç ebediyen bende durmadı. Zayıfladım. Bir zamanlar sağlıklı olduğum için sağlık bende ebediyen kalmayacak. Hastalanacağım. Bu ilişki 'taşıyıcı' ilişkisiydi. 'Dönüştürme' ilişkisi değildi.

O yüzden bende misafir olanlar üzerinden 'benin övgüsü'ne geçiş yapamam. Yapmamalıyım. Yaparsam haksızım. Herşey herşeyi yaratana dairdi. Kainatı Cenab-ı Hakkın hakkındaydı. Geriye kalanlar sırf detaylardı. Araçlardı. Kendimi 'La ilahe illallah!' beyan u imanıyla yeterince kenara itemediğim için tabağın ortasından pay bekler oldum. Halbuki kaşığımdakiler yalnız lütufdu. Hakedilmiş birşey yoktu. Yokluktan varlığa çıkan şeylerin varlığa geliş yolculuğunda ne kadarına eşlik ediyordum ki? Ne kadarını biliyordum ki? Ne kadarını görüyordum ki? Hiç. Neredeyse hiçbirşey. Ağzıma koyduğum lokmanın kanıma dağılışı hakkında bilgim yoktu. Baktığım manzaranın beynime gidişinden haberim yoktu. Haberim olmadan gerçekleşen yaratılışlardan, sırf arada iradem de bulunduğu için, 'ilahlık övgüsü' verilmesini bekliyordum. Kibrimin imâsı buydu. Dilim 'La ilahe illallah!' diyorsa da gururum "Bir Allah bir de ben ha!" cümlesini altyazıyla geçiyordu.

Bütün filmler perdede gösterilir arkadaşım. Fakat perdeye ödül verilmez. Ödül o filmi çekenedir. Kendisine övgü sunulmadığı için perde jüriye şöyle diyemez: "Ben olmasaydım bu filmi izleyemeyecektiniz!" Çünkü perde yalnızca bir detaydır. Gösteri için kullanılmış bir araçtır. Filmde hakkı yoktur. Filmin gösterilmesine zararı dokunursa sökülür-yakılır. Ancak filme ettiği hizmetten ötürü neticeyi sahiplenemez. 'Üzerinden gösterilmek' başka şeydir. 'Göstermek' başka şeydir. 'Üzerinden yaratılması' başka şeydir. 'Yaratmak' başka şeydir. O yüzden insan her daim 'mazhar' değil 'memer'dir. Övgülere müşteri olması kendisi adına tehlikelidir. Şöhret üzerinden umduğu varlık 'hırsızlığı' üzerine kurulmuştur. Aman, sakın, dikkat. Allah'ın üzerinden yarattıklarına sirkatçi elini uzatırsan şeriat da senin o hain elini keser. Daha o hayra kollarını uzatamazsın. Üzerinden yaratılır bulamazsın. İşte o zaman asıl mülk sahibinin kim olduğunu da anlarsın. Yokluğunu çekmenle sana öğretilir ki, sadece emanetçisin, yaratmayan Sahib-i Hakiki olamaz.

5 Ağustos 2025 Salı

Allah'ın kudretinin sonsuz olduğunu nereden biliyoruz?

Vaktiyle sorulmuştu bana: "Kainat ne kadar geniş olursa olsun nihayetinde mahluktur. Yani sınırlıdır. Başlangıcı-sonu vardır. Biz ölçemesek de 'ölçülebilir bir büyüklüğü' vardır. Sonsuz değildir. 'Sonsuz olmayanı açıklamak için gerekecek kuvvet de sonsuz olmamalı...' diye düşünüyorum. O halde biz Allah'ın kudretinin sonsuzluğu fikrine nereden varıyoruz?" Doğrusu sorusunu duyana kadar üzerine düşündüğüm bir konu değildi. Ben de sual sahibinden iletişim bilgileriyle birlikte zaman istedim. "Üstüne biraz düşüneyim!" dedim. Sağolsun, insaflı birisiydi, müsaade etti. Düşündüm. Hüda Furkan'ında 'uğruna cihad edenlere hidayetiyle yardım edeceğini' vaadediyor. Elhamdülillah. Ben de bir cevaba hidayet edildim. Şimdi o cevabı sizlerle de paylaşmak istiyorum. Belki başkalarına da bir faydası dokunur.

Öncelikle şu inceliğe dikkatinizi çekmek isterim: Yaratılanın sınırlı olması yaratışa gereken kudretin de sınırlı olması gerektiğini söylemez bize. Çünkü yaratılış ölçülebilir birşey değildir. Evet. Mahlukattan olan bizler için dünyada yapageldiğimiz şeylere sarfolunan kuvvetin bir ölçüsü vardır. Fakat bu sarfedişlerden hiçbirisi yaratış değildir. Sadece vesileliktir. Ona verdiğimiz emek ancak duası hükmüne geçer. Yaratılışının asıl sebebi olmaz. Zaten, hâşâ, yaratılışın asıl sebebi emeğimiz olsa o şeyin Rabbi biz olurduk. Öyle değiliz. Hiç öyle değiliz. Zira yaratılış için gerekli olan levazımı karşılıyor değiliz. Biz sadece irademize bırakılmış kısımda küçük bir kisbcikte bulunuyoruz.

Tarlayı ekiyoruz-suluyoruz. Tamam. Fakat mahsûlün yaratılışı bizim tarlaya verdiğimiz emekten çok daha komplike bir iş. Biz bir bitki yaratmıyoruz. Yaratılış sürecinde irademize bırakılmış kısma müsbet manada dahil oluyoruz. Eğer dahil olmasaydık, bu bir menfilik olurdu, yaratılış gerçekleşmeyince sorumluluğu bize aitti. Fakat yaratıldığında yaratılmanın her köşesini/detayını biz karşılamadığımız için onu sahiplenemeyiz. O yüzden varoluşta 'halk/hayır' Allah'a aittir. Eğer o şeyden bir şer vûkû buluyorsa sorunun adresi eksik kisbimizdir.

Yaratmak, hem vücuda gelişin, hem de vücudda kalışın bütün şartlarını karşılamakla mümkün olur. Bir arabayı yaratan, hâşâ, onu galeriden satın alan olamaz. Bir arabayı yaratan, hâşâ, onu üreten fabrika da olamaz. Çünkü bir arabanın varda kalışı kainatın varoluşundan sonuna kadar devam eden bütün yasaların işlemeye devam etmesiyle ilgilidir. İnternette alışveriş yapmakla aldığınız ürünün yaratanı olamazsınız. İnsanın bu âlemdeki eyleyişleri de 'internet tıklaması' mesabesindedir. Fizik, kimya, biyoloji vs. sahalarda kurulmuş, hep de işleyen, bir sistemin devamlılığıyla oluşlar gerçekleşmektedir. O nedenle kendi 'ölçebilirliğimiz' ile 'vücuda gelişi' karıştırmamak gerekir. Biz gerçek manada bir yaratış için ne kadar kuvvet/kudret gerekir bilmiyoruz. Sadece kisbler için gereken kuvveti kendimizce ölçüyoruz.

'Kisb Matematiği' ile yaratılışı ölçmek bu manada doğru sonucu vermeyecektir. Bunu şöyle bir misalle de açmak istiyorum: Beş kiloluk un paketini kaldırmam için gereken kuvveti hesapladığımızı düşünelim. Bu kuvveti ölçebildiğim anda 'daha azlarını' veya 'çoklarını' ölçebilmek için bana bir yol açılır. Yahut da bir arabanın kilometrede tükettiği yakıtı hesaplayabildiğimde bin, onbin, yüzbin vs. kilometreyi hesaplamak artık benim için güç değildir. Fakat, dikkat ederseniz, ben burada hep 'var ile var' arasında kıyaslama yapıyorum. Yani elimde bir 'vücud' var. O vücuda dair hesaplamama yaslanarak ikinci bir vücudun 'Kisb Matematiği'nde gerektirdiği şeyi ölçüyorum. Lakin aynı hesabı 'hiç' ile 'var' arasında yapabiliyor değilim. Yani 'Beş kilo için şu kadarsa on kilo için de bu kadar...' demem mümkün olabiliyor. Fakat "Hiçten vara çıkmak için ne kadar gerekiyor?" sorusuna cevap bulamıyorum. Çünkü hiç ile var arasındaki mesafeyi ölçmem mümkün değil. O mesafe benim için sonsuzluk. Yok ile var arasındaki bu mesafe, yani yaratılış, bir sonsuzluk olduğu için gereken kudret de sonsuz olmalı.

Hatta, bu makamda el-Halık ismi tefekküründen el-Kayyum ismi tefekkürüne bir geçiş yaparsak, şu uyanışı da yaşarız: Belki de hiçin varda kalabilmesi için hep varda tutulması lazımdır? 'Belki de...' dedim, ziyade ettim, öyle olmalıdır. Yani, Allah'ın 'Ol!' dediği şey Onun kudretinden bağımsız bir müstakillik kazanmamaktadır. Biz bir masa yaptığımızda, biz yanında olmasak da, ilgilenmesek de, hatta ölsek de o masa varolmaya devam eder. Ancak Allah herşeyi heran varlıkta tutmasa hiçbirşey varlıkta kalamaz. Yani hiçbirşey Allah'a karşı müstağni değildir. O hepsine karşı müstağnidir. Herşey Onun yaratmasıyla varlığa çıkar ve yaratmaya devam etmesiyle varlıkta kalır. Çünkü hiçbirşey kendisini yokluktan varlığa çıkaracak kuvvete sahip değildir. Temsilde hata olmasın: Varlığın varlığa çıkışı bir projektörden perdeye yansıyan görüntünün varlığı gibidir. Projektör yansıtmayı kestiği anda varlığı hiçliğe gider. el-Kâdir'in kudretiyle bizim ilişkimiz de bunun gibidir. Bizden esmasının, sıfatlarının, şuunatının ilgisini bir kesse anında hiçliğe gideriz. Çünkü zaten o alakayla ancak varlıktayız.

İnşaallah ifade edebilmişimdir. Madde varlığı itibariyle sınırlıdır. Ancak hiçlikten gelişi itibariyle sınırsızdır. Yani hiçlikten varlığa gelişi için gereken kudret matematiğe sığdırılamaz. Hiç ile var arasındaki mesafe hesaplanamaz. Bizi Allah'ın kudretinin, ilminin, iradesinin vs. sonsuzluğu imanına götüren şeylerden birisi de budur. Tabii nasslarımızda da çokça delili vardır. Ben onlara gitmedim. O zamanki muhatabım nasslarla ikna olabilecek birisi değildi. Bana "Aklen bunun izahı var mı?" gibisinden sormuştu. Ben de aşağı-yukarı yukarıda size söylediğim şeyleri kendisine mail olarak yazıp attım. 'Cevabın kendi içinde tutarlı olduğunu' kabul ettiğini söyledi. Sonra irtibatımız olmadı. Bilmiyorum Hüda hidayet lütfetti mi? Doğrusu cevaplar da hidayetin garantisi olamıyor. Allah o nuru ancak seçtiği kalpte yakıyor. Dua edelim de, arkadaşım, el-Hâdi olan Rabbimiz hidayet nurunun tecellisini kalbimizden hiç çekmesin. O parıltılar hiç geçmesin. Âmin.

31 Temmuz 2025 Perşembe

Ancak anahtarı kilidi için nimettir

Mürşidim diyor ki: "Evet, nimet içinde in'âm görünür, Rahmân'ın iltifatı hissedilir." Ben kendimce bu sözü şöyle tefekkür ediyorum: 'Nimetlenme' denilen hâdise asla parçalardan birisiyle açıklanamaz. Eğer ben birşeyden fayda aldıysam, bu, ikimiz arasında gözetilmiş bir alakadan kaynaklanabilir ancak. Sözgelimi: Anahtar-kilit ilişkisini düşünelim. 'Açılma-kilitlenme' denilen faydaları elde ediyorum anahtar-kilit ilişkisinden. Fakat bu faydayı elde edebilmemiz için 'anahtar' ile 'kilit'in birbirine uyumlu olması lazım. Yani, mesela, bir çorba kaşığını anahtar olarak kullanamam. Bir kürdanla da kilidi açmam mümkün değil. Haydi, 'Elimde anahtar var' diyelim, fakat anahtar o kilidin anahtarı olmazsa da 'açılma-kilitlenme' faydalarını elde edebilmem mümkün değil. Yani 'açılma-kilitlenme' nimetleri ancak anahtar-kilit düzeneğinin birbirine göre takdir edilmesiyle mümkün olabilir. Eğer anahtar kilide göreyse açılır. Eğer kilit anahtara göreyse kilitlenir. Kapımı güvenlikli bir şekilde kullanabilmem bu kapsama bağlı.

Yine, misal; anahtarı üreten başka bir firma, kilidi üreten başka bir firma olsaydı; ve bu iki firma 'ne üretecekleri' üzerine bir tevhide sahip olmasalardı; sonuçta ortaya çıkacak anahtar-kilit bana lazım gelen hizmeti vermeyecekti. Çünkü birbirleriyle uyumlu olmayacaklardı. O yüzden, eğer üzerine anlaşılmış bir standartlar dizisi yoksa, her ürünün birlikte çalıştırılacağı sair cihazlar aynı firmadan alınmaya çalışılır. Başka firmadan alırsanız uyumsuzluk yaşayabilirsiniz. Hatta bazen bu hassasiyet o kadar artar ki, vida bile vidaya benzemez, firmasının cihazından başkasına uymaz. İşte bütün bunlar, arkadaşım, bizi 'tevhide' imana doğru götürüyor. Uyum tevhidin delilidir. Ve şu kainatta herbirşey yine herbirşeyle birlikte çalışır-çalışabilir. Bu derece uyumlu olmaları da nimettir.

Yazıyı yazarken soluduğum hava kimbilir kaç yerde daha çalıştı benden önce? Yazmadan önce içtiğim su kimbilir daha nerelerde hizmet gördü? Birbirlerini yadırgamadan çalıştılar milyarlarca yıl boyunca. Bu muvaffakiyetli hizmetin bizi götüreceği yer tevhidden başkası olamaz. Zira tevhid ile ancak böylesi bir uyum sağlanabilir. Hepsini yaratan aynı Allah olduğu için parçalar birbirleriyle bu denli uyum içinde aynı fizik, kimya, biyoloji vs. dairelerinde çalışabilmektedirler. "Evet, nimet içinde in'âm görünür, Rahmân'ın iltifatı hissedilir..." cümlesi bu nokta-i nazarda da manidardır. Bütünü görür bir rahmet sahibinin iltifatı sayesinde şeyler arasında uyum gözetilmiş, bu uyumun bir tezahürü olarak da 'nimet' ortaya çıkmıştır. 'Nimet' bir yalnızlık sonucu oluşamaz. Yani, nimet varsa, yalnızlık yoktur. Yalnız olunmadığı için nimetlenilebilmiştir. Mutlak yalnızlık nimetin hitâmıdır.

Hatta 'anlamak' bile. Anlamak hem 'anlayacağı' hem 'anlaşılacağı' ister. Bunlar arasında uyum olmasını gerekli kılar. İnsan anlamak noktasında öyle bir merkeziyete sahiptir ki tüm kainatın idraki sanki onun üzerinden olmaktadır. Hatta, âdemoğlu, kainatın kendisini anlamasının da yoludur. Çünkü o da yaratıldığı âlemin parçasıdır. Her neyse arkadaşım. Mevzuu dallandırmayayım. Tefekkürümün icmali bu tür manalardan ibaretti. Hem dualar eder hem dualar beklerim. Cenab-ı Hak hidayetini kalbimizden ayırmasın. Onla uyumumuzu bozdurmasın. Âmin.

19 Mayıs 2025 Pazartesi

Sen hiç çimento torbası kaldıran bebek gördün mü?

"Gafletten neş'et eden dalâlet, pek garip ve aciptir. Mukareneti, illiyete kalb eder. İki şey arasında bir mukarenet olursa, yani daima beraber vücuda gelirlerse, birisinin ötekisine illet gösterilmesi o dalâletin şe'nindendir. Halbuki, devamlı mukarenet, illiyete delil olamaz." Mesnevî-i Nuriye'den...

Cenab-ı Hüda rahmetiyle sarsın-sarmalasın onu. Bana herşeyi Allah'ın yarattığını Bediüzzaman öğretti. Deşe deşe öğretti. Düşündüre düşündüre öğretti. Gafil kafama tefekkür tokmağıyla vura vura öğretti. Hayır. Elbette evvelinde de iman sahibiydim. Elhamdülillah. Mesele bu değil. Mesele 'yaratılışın aslında ne olduğunu' kavramakta. Taklid ile tahkik arasındaki o eşiği aşmakta. Ben yaratılışın aslında nice bir iş olduğunu Risale-i Nur'la anladım. Fakat ilk okuyuşumda değil. Böyle anlaşılması da yanlış olur. Seneler sonra. Çok seneler sonra. Evet. Sanki kabımda birikti okumalarım. Ve birikti zihnimde düşünmelerim. Nihayet 'mukarenet' ile 'illiyet' arasındaki ayrılığa uyandırıldım. Şimdi, bu yazıda, becerebilirsem tabii, o uyanışın tasvirini yapmaya çalışacağım. Tevfik yine Ondan. Hamd da yalnızca Ona.

Uyanışımın başlangıcında şu var arkadaşım: Şirkin temelinde insanın 'sınırlılığı' saklanıyor. Ne demek bu? Yani, biz, şahitliği dört boyutu aşamayan canlılarız. Şehadet âlemimiz, en azından duyularımızla ulaşabildiğimiz kadarıyla, dört boyut. En, boy, genişlik, zaman. Eğer oluşların tamamının bu kadarcıkta gerçekleştiğini düşünürsek, şu yanlış kabulümüz, bizi tuzaklı bir daralmaya itiyor: "Yaratılışı ulaşabildiklerimizle açıklamak zorundayız." Elinizdeki malzeme yağ, yumurta ve tuzdan ibaretse sahanda yumurta yapmaktan başka şansınız yok gibi. Evet. Bir de işin şöyle bir kandırıcı yanı var: Sahada sahanda yumurta sonuç da veriyor. Toprağı ektiğinizde, suladığınızda, hakkıyla güneşlendiğinde ürün alıyorsunuz. Mukarenet süreçlerini tekrarladığınızda bir şekilde birbirlerini çağırıyor gibi duruyorlar. Yani sebeplere müracaatınız genelde bir yaratılış sonucunu veriyor. O halde sebeplerin yaratıcı olduğunu düşünmeye mâni ne olabilir?

Mâni "Yaratılış aslında nedir?" sorusunun cevabında saklı sanki... Yahut, hızlı gitmeyelim, daha kolayından başlayalım: "Müracaat-sonuç ilişkisi yaratılışı açıklamaya yeter mi?" sualiyle yüzleştiğinizde hakikatin perdesini aralamış oluyorsunuz. Evet. Müracaat ettiniz. Tamam. Müracaatınız yaratılışı netice verdi. Buraya kadar katılmadığımız bir durum yok. Peki ama bu başvuru-cevap süreci yine de yaratılışın onların eseri olduğunu iddialaşmaya yeter mi?

Sözgelimi: Bir devlet dairesine dilekçe verdim. Ve istediğim gerçekleşti. Bu beni "Dilekçe verdiğim adam/kadın, sağolsun, dediğimi hemen yaptı!" demeye götürür mü? Yoksa arzumun teferruatına göre yapılanları açıklamak için başkalarını da mı ararım? Eğer sokaktaki hasarlı binanın yıkılmasını talep etmişsem, mesela, bir insanın başarabileceği iş olmadığı için, buna da "Dilekçe verdiğim adam/kadın, sağolsun, dediğimi hemen yaptı!" der miyim? Yoksa şöyle daha mâkul bir bağlama mı taşırım meseleyi: "Dilekçemi o adama/kadına verdim. İlgili makamlara iletildi. O makamlar da illa ekipleri sevkettiler. İş makineleri, işçiler, belediye vs. Hepsi konuyla ilgilendiler ve bu sayede isteğim gerçekleşti."

İkincisi daha mâkul gözüküyor. Evet. Zira, arzumun gerçekleşebilmesi için çekilmesi gereken iş yükünü, bir adama/kadına yüklemem mümkün değil. İş ile işleyen arasındaki uyumsuzluğu gördüğüm anda, ben, asıl faili aramaya başlarım. Uyanış da, işte, tam bu farkındalıkta gözkırpmaktadır. Yine sözgelimi: Bana, 'dolu çimento torbasını havada tutan bebek videosu' izletilse, hilesi olduğunu sezerim. Çünkü bir bebek çimento torbasını havaya kaldıramaz. Yine bir bebeğin '100 kitabın müellifi' olduğu söylense gülümserim. Zira o yaşlarda bir âdemcikten böyle bir amel umulamaz. Ben de beklemem. Fakat çimento torbasını irikıyım birisinin elinde görsem veyahut yüz kitabı bir aksakallının yanında bulsam, ihtimal veririm ki, "Evet, bu olabilir, şu çimentoyu kaldıran bu beyzadedir, şu kitapları yazan da şu dededir." Yani aklı bozulmayan herkes fail ile fiil arasındaki dengesizliği-tutarsızlığı-uyumsuzluğu farkettiği anda gerçek faili aramaya başlar. Fiilin niteliğine göre failin de niteliği yükselir. Ancak burada şöyle bir sorunu daha mutlaka anmalıyız:

'Fail' ile 'fiil' arasındaki uyumsuzluğu farketmek 'bir fiil yaratma'nın aslında ne olduğunu idrak etmeye bağlıdır. Yaratmak yanında olmakla eşdeğer değildir. Yaratmak yaratmak için gereken bütün meziyetlere sahip olmakladır. Balı yaratanın arı olduğunu düşünmem için balı hep arının yanında bulmam yeterli midir? Düşünelim. Peki, ben balı arının değil de eşeğin yanında bulsaydım hep, bu onu fail yapar mıydı? (Marketten aldığım balın kavanozu neden 'balı yaratan' olamıyor mesela?) Yoksa hakikati bulmak "Bal yapma fiilinin vücuda gelmesi için tam olarak neler gerekiyor?" sorusunun cevaplanmasına mı bağlıdır? Ben bu sonuncusunun doğru cevabı verdiğini Bediüzzaman'dan öğrendim işte.

Evet. Süreç hep arının üzerinden işliyor. Doğru. Reddetmiyorum. Arı olmazsa bal da olmuyor. Kabul. Kavanozlar arılar kadar bal garantisi vermiyor. (Bunu da puan olarak hanenize yazayım.) Ama her kovanda bal bulabiliyorum. Yani, hep değil de, hep denilecek kadar genellikle, sık. İstisnası az. Orası tamam. Tamam, fakat, bal için gerekli olan ilim, irade, kudret üçlüsünü yine de arıyla açıklayabiliyor muyum? Yani arıda bulabiliyor muyum? Arı bal yaratabilecek kadar bir kimya, biyoloji, fizik bilgisine sahip mi? Yoksa yanında 100 kitap bulduğum bebek mi? Yoksa onun da fonksiyonu elektrik düğmesininki kadar mı? Basıyorum. Işık yanıyor. Evet. Kapatıyorum. Işık sönüyor. Tamam. Fakat yaratan o değil. Işık 'elektrik idaresi' kadar kompleks. (Aslında daha da kompleks.) Bir devlet organizasyonu kadar geniş. (Aslında daha da geniş.) Düğme sadece onun akışına verdiğim dilekçem. (Aslında dilekçeden öncesi de var.) Şebekesine bağlı olmasaydı elektrik düğmesine basmamla hiçbir yere elektrik gelmeyecekti. Bunu biliyorum. Aydınlık düğmeyi aşan iş.

Peki bal için nasıl bir şebeke işlediğini düşünüyor muyum? Düşünmüyorum. Gafletim 'hep olagelenler' hakkında dikkatimi köreltiyor. Temel problem de bu işte. Şahit olduğum dört boyutlu âlemde bundan fazlası görünmüyor zaten. Elektrik düğmesinin temasta olduğu kablolar nasıl duvarlar içinde gömülüyse, yaratılışın diğer bütün süreçleri de, o dört boyutun altında gömülü. Onlar gömülü olduğu için duyusal olarak hiçbir temasım yok. Onlara göstermenin hiçbir imkânı yok. Yalnız akıl görüyor. Kalp seziyor. Gayba iman etmek zorundayım. Fakat bu körükörüne inanmak anlamına gelmiyor. Gayba 'şehadet âlemindeki varoluş süreci' varoluşu açıklamaya yetmediği için, akl u kalp tam burada devreye girer işte, iman etmek zorundayım. Tıpkı elektrik düğmesinin duvarın içinden geçen kablolarla temasına iman ettiğim gibi. Halbuki o kabloları hiç görmedim. Sadece varolduklarını öngörüyorum. Onlar varolmasaydı bu ışık da varolamazdı.

İşte, Muhakemat'ta, mürşidim diyor ki: "... vücutta ve ademde iki şeyin mukarenetiyle biri ötekisine illet ve me'haz ve menşe zannolunması olan itikad-ı örfî üzerine müesses olan mağlâta-i vehmiye..." Olay bu kadar. Mukarenetin yaratış olduğu sadece muğalata. Sadece vehim. Sadece itikad-ı örfî. İtikad-ı örfî bilim sûretini de giyebilir. Bana bastonuna dayanmış olarak havada duran bir adam gösterdiğinizde onun havada duramayacağını bilirim. Bu yüzden hilesini ararım. Vardır da. Baston dediğiniz aslında yere sabitlenmiş bir direktir. Ve adam da havada bağdaş kurmamıştır. O direğe dayanan bir zeminin üzerinde oturmaktadır. Fakat nazarıma direk-zemin görünmediğinde, aklım da gayba uyanmadığında, manzarayı açıklamak için bir vehme başvurabilirim. "Evet, adam havada oturuyor, yani hava onu taşıyor..." Peki dönüp havayla gerçekten yüzleşsem? "Sen insan kaldıracak güce sahip misin bakalım?" diye sorsam. O zaman hava ne cevap verir? Herhalde şöyle söyler: "Yahu, yarım akıllı, ben kuş tüyünü bile aşağı düşürürüm. Yaprağı tutamam. Kaldı ki böyle kocamanı! Benim âdetim öyle yapmak değildir. Sen bunu benden bilme de başka bir neden ara."

Birşeyin diğer şeyden önce olması veya her oluşunda ötekinin de yanında olması veyahut birlikte varolmaları, bunlar, yaratılışı açıklamaya yetecek şeyler değildir. Deneylenen yalnızca mukarenettir. Mukarenetin sebebi algımın sınırlılığı da olabilir. Misal: Her suyu kesen yüzgeç gördüğümde sahilde birisine köpekbalığı saldırıyor olsa, ben sadece yüzgeç kadarını görüyorum diye, yani suyun altını göremiyorum diye, şöyle diyemem: "Suyun yüzeyindeki yüzgeçtir ki böyle yüzenlere saldırıyor." Hayır. Diyemem. Neden? Çünkü sadece yüzgeç kadarı bana göründü. Altta fail başkasıydı. Faaliyetin tamamını göremediğim için algım fail tayinimi yanılttı. Yüzgeç ile saldırı arasındaki kurduğum neden-sonuç ilişkisi birbirine yakışmadı. Mukarenet doğruydu. Fakat yaratılış değildi. Evet. İki şeyin arasındaki zamansal-mekansal yakınlık yaratılışı açıklamaya yetmez. Çünkü, yaratılış, o şeyin ifade ettiği varlıksallıktan çok daha fazlasına muhtaçtır.

Yüzgecin dişleri yoktur. Yüzgecin insan paralayacak kuvveti yoktur. Yüzgecin gözleri yoktur. Fakat saldırı böyle birçok özelliğe daha sahip canlılar tarafından yapılabilir. Fiil failini tarif eder. Saldırının failini bulmak için saldırı fiilinin yükünü kaldırabileni bulmak gerekir. En yakın olanı, önce olanı, beraber olanı değil. Arının balı açıklayamayışı da buna benzer. Baldaki sanatın gerektirdiği ilim, irade, kudret, maharet vs... Bunlar arının taşıyabileceği şeyler değildir. Zira arı bal yapacak kadar zeki olsa hep zeki olur. Öyle bir âlim olsa hep öyle davranır. "Nasıl ki yapan bilir, öyle de bilen konuşur." Böyle sıfatların lazımları birbirinden ayrılmaz. Kuantum matematiğiyle ilgilenen birisinden çarpım tablosuna cahillik beklemezsin. Fakat sütün vesilesiyle yaratıldığı ineğin çok aptallıklarını görebilirsin. Hüner onun olsaydı tezahürleri ayrılmazdı. Sütü yaratacak sanata, kimyaya, dehaya malik inek belki dünyayı yönetirdi. Öyle zekisinden bir canlı olurdu.

Bizim dört boyutlu âleme sıkışıklığımız çizgifilm karakterlerinin süreci değerlendirmesine benziyor. Tom'a göre onu Jerry'nin çelmesi düşürüyor. Fakat dışarıdan, daha aşkın boyuttan, bakan bizler biliyoruz ki: Çizer öyle çizdiği için, senarist öyle yazdığı için, film makinesi öyle yansıttığı için Tom düşüyor. Eğer çizer öyle çizmese, senarist öyle yazmasa, makine onu yansıtmasa böyle bir olay yaşanmayacaktı. Ki bazen onlar öyle istediğinde Tom havada yürür. Duvarı delip geçer. Fiziksel olarak mümkün olmayanlar mümkün edilir. Zira onlar için bu fiil birnevi "Ol!" demek misalindeki gibidir.

Daha aşkın boyutta olan bizler, iki boyutlu çizgifilm dünyasını böyle etkileyebiliyorsak, "(...) maddeden mücerred ve muallâ; ve tahdid-i kayıt ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberrâ; ve şu umum envar ve bütün nuraniyat Onun envâr-ı kudsiye-i esmâsının bir kesif zılâli; ve umum vücut ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i misal nim-şeffaf bir âyine-i cemâli; ve sıfâtı muhîta; ve şuûnâtı külliye olan bir Zât-ı Akdesin irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecellî-i sıfâtı ve cilve-i ef'âli içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi fert uzak kalabilir?" Mürşidimin buradaki sorusu 'bozulmamış akıllar için' cidden gözaçıcı birşeydir.

Hülasa: Herşeyi Allah'ın yarattığını anlamak 'herşey' dediğimizde neyi kastettiğimizi idrak etmekle mümkündür. Sürecin müracaatımızla vukû bulan kısmına körelmiş değil sadece, bütünüyle, neler neler gerekiyorsa öyle tefekkürüyle mümkündür. Sahiden böyle karşısına geçildiğinde "(...) herbir ağaç 'Bismillâh' der. (...) Herbir bostan 'Bismillâh' der. (...) Herbir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar 'Bismillâh' der. (...) Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları 'Bismillâh' der..." Bismillah demek vesileliğin ilanıdır. Yani. üzerimizden yaratılıyordur, yoksa biz yaratmıyoruzdur. O yüzden "Biz dahi 'Bismillâh' demeliyiz!" noktasına geliriz. Gelmeliyiz. Zira yaratılışın şahitliğimize sığan kısmına gömülüp gayba iman etmenin zenginliğinden mahrum kalmamak için 'Bismillah' gözü illa kuşanılmalıdır.

3 Mart 2025 Pazartesi

İmam Gazalî 'Çoklu Evren Teorisi'ne ne derdi?

Bediüzzaman Hazretlerinin, Şualar'da, İmam Gazalî rahimehullahtan iktibas ettiği bir cümle var. Kendi tercümesiyle şöyle: "Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedî, daha güzel yoktur." Devamındaysa şunları ekliyor mürşidim: "İşte, bu muhit ve câzibedar olan hüsün ve bu umumî ve hârikulâde nezafet ve bu müstevlî ve şümullü ve gayet hassas mizan ve bu ihatalı ve her cihetle mu'cizâne intizam ve insicam, vahdete ve tevhide öyle bir hüccettir, bir alâmettir ki, gündüzün ortasındaki ziyanın güneşe işaretinden daha parlaktır."

Hafızam yanıltmıyorsa, Mürsel Gündoğdu Hoca, Akıl Kalbi Ararken isimli biyografik romanında, İmam Gazalî rahimehullaha ait bu ifadenin arkaplanından da bahsediyordu. Yunan felsefesinden kötü etkilenen bazı müslüman(!) filozoflar şöyle bir soru yöneltiyorlardı mü'minlere: "Allah bizi şu an olduğumuzdan daha ahsen yaratamaz mıydı?" veya "Allah bu âlemi şu anki halinden daha iyi yaratamaz mıydı?" veyahut "Allah şu âlemden daha sanatlı bir başkasını yaratamaz mı?" Eğer aldıkları cevap "Hayır!" olursa "Vay, demek siz Allah'ın sonsuz kudretine inanmıyorsunuz, Onu acizlikle suçluyorsunuz!" diye veryansın ediyorlardı. Fakat İmam Gazalî rahimehullah filozofların bu cerbezeli tuzaklarını şöyle boşa düşürüyordu:

Dahasından bahsedebilmek için Allah'ın şu yarattığında -hâşâ- eksiklik bulunduğuna inanmak gerekir. Bir kusur, hata, yanlış görmek gerekir. Ancak ondan sonra üstününden, iyisinden, güzelinden bahsedilebilir. 'Nihayetsiz Hikmet Sahibi'nin tasarrufatındaysa noksan bulunamaz asla. O hiçbir detayı sonradan öğrenmez ki, kusurlu beşer gibi, işlerini 'geliştire-geliştire' yapsın. Yahut deneme-yanılmayla yaratsın. Hâşâ, Subhaniyet Sultanı'nın eserinde hata olabilir mi ki 'daha iyisinden' bahsedebiliyorsunuz? Ve ardından o meşhur-mübarek cümle geliyordu işte: "Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedî, daha güzel yoktur." Orijinaliyle anarsak da şu şekildedir: "Leyse fi’l-imkân ebda‘u mimmâ kân."

Mülk sûresinde de, mezkûr hakikati doğrular şekilde, şöyle buyrulmaktadır:

"Yedi göğü birbiriyle uyum içinde yaratan da Odur. Rahmân'ın yaratışında hiçbir düzensizlik görmezsin. Haydi çevir gözünü: Bir çatlak görüyor musun? Sonra tekrar tekrar gözünü çevirsen de bitkin düşmüş, hor ve hakir halde, o göz sana döner."

Âmenna. Ama âlemde gözümüze çarpan 'çirkinlikler'e ne diyecektik peki? Onları nasıl bir yere oturtacaktık? Nasıl güzelleştirecektik? Mürşidim bu sualin cevabını şöyle vermektedir:

"İ'lem eyyühe'l-aziz! Tabiatları lâtif, ince ve lâtif san'atlara meftun bazı insanlar, bilhassa has bahçelerinde pek güzel hendesevâri bir şekilde şekilleri, arkları, havuzları, şadırvanları yaptırmakla, bahçelerine pek muntazam bir manzara verirler. Ve o letâfetin, o güzelliğin derecesini göstermek için, bazı çirkin kaya, kaba, gayr-ı muntazam mağara ve dağ heykelleri gibi şeyleri de ilâve ediyorlar ki, onların çirkinliğiyle, adem-i intizamıyla bahçenin güzelliği, letâfeti fazlaca parlasın. Çünkü (Meali: Eşyânın hakikati ancak zıtlarıyla bilinir.) Lâkin, müdakkik bir kimse, o ezdadı cem eden bahçenin manzarasına baktığı zaman anlar ki, o çirkin, kaba şeyler kasten yapılmıştır ki, güzellik, intizam, letâfet artsın. Zira, güzelin güzelliğini arttıran, çirkinin çirkinliğidir. Demek bahçenin tam intizamını ikmal eden, o çirkinlerdir. Ve o çirkinlerin adem-i intizamı nisbetinde bahçenin intizamı artar."

Yani, arkadaşım, kusur zannettiğimiz, çirkinlik saydığımız, eksiklik gördüğümüz şeyler aslında güzelliğin tamamlayıcısıydı. Hepsinin manzarada yaptıkları işler vardı. Fakat çok yakınlaştığınızda, yalnız onları görür olduğunuzda, büyük resmin okuttuğu hikmetlerden mahrum kalıyordunuz. Ve belki de nurlu siyahlıklarını 'leke' sayıyordunuz. O halde İmam Gazalî rahimehullahın sözüne de bu eksende bakılmalıydı. Tek tek, detay detay, 'bize göre' çirkinliklerle değil, 'evrenin tamamına göre' yerli yerinde detaylarla örülüydü kainat. Tıpkı Ayetü'l-Kübra Risalesi'nde dikkatlerimizin çekildiği gibi. Her neyi çekseniz de kopmuyor. Ayrılmıyor. Detaylar müstakil değil. Herbirisi varoldukları evrenin herşeyiyle bağlıdır çünkü.

Bütünde anlamlı olan parça olarak da anlamlıdır. İsterse yalnızken çirkin görünsün. Güzelin yüzünde ben de güzeldir. Tamam. Pekala. Olabilir. Yalnız parçaya bakıldığında 'Daha güzeli yaratılabilir' görünen detaylar yok değildir. Ama, fakat, lakin onların böyle görünmesi bütünü ıskalayan gözlerimizin kusurudur. Algımızın yanılgısıdır. Parçalığımızın cahilliğidir. Sınırlılığımızın zulmüdür. Bütünse her zaman parçalardan fazlasıdır. Yani varlık 'tam olması gerektiği şekilde' olmuştur. Neresiyle oynasanız bütünün ahengine kastedersiniz. Kediye kanat taksanız kuşların düzeni bozulur. Kuşların düzeni bozulsa böceklerin de düzeni bozulur. Böceklerin düzeni bozulsa bitkilerin de düzeni bozulur. Ve hakeza... Bozulan düzenler kelebek etkisiyle diğerlerine de kastederler. Herşey, evrenin ta en başından sonuna, bir zincirle birbirine bağlıdır. O zincirin yalnız bir parçasına bakanlar için kusur görünen şey bütünü görenler için hâzâ hikmettir:

"Kadîr-i Alîm ve Sâni-i Hakîm, kanuniyet şeklindeki âdâtının gösterdiği nizam ve intizamla kudretini ve hikmetini ve hiçbir tesadüf işine karışmadığını izhar ettiği gibi; şuzûzât-ı kanuniye ile, âdetinin harikalarıyla, tagayyürat-ı sûriye ile, teşahhusatın ihtilâfâtıyla, zuhur ve nüzul zamanının tebeddülüyle meşietini, iradetini, fâil-i muhtar olduğunu ve ihtiyarını ve hiçbir kayıt altında olmadığını izhar edip yeknesak perdesini yırtarak ve herşey, her anda, her şe'nde, her şeyinde Ona muhtaç ve rububiyetine münkad olduğunu ilâm etmekle gafleti dağıtıp ins ve cinnin nazarlarını esbabdan Müsebbibü'l-Esbaba çevirir. Kur'ân'ın beyanatı şu esasa bakıyor."

Harald Fritzsch'in kaleme aldığı, Metis Yayınları'ndan çıkan, 'Yanılıyorsunuz Einstein!' kitabında da yine İmam Gazalî rahimehullahın ne kadar isabet ettiğini belirtir bilgiler okudum. Mesela: Kainat varolurken tayin edilmiş öyle 'sabiteler' vardı ki, fiziğin en temel sabiteleriydi bunlar, onların azıcık ileriye-geriye kayması, gelecekte biyolojik hayatın oluşumunu imkansız kılacaktı. Eserde mizansel bir şekilde konuşturulan kimi ateist bilim adamlarının dahi kabul ettiği bir gerçekti bu. Evet. Kainat yaratılırken, herşeyin ta en başında yani, milyarlarca yıl sonra varedilecek canlı moleküllerinin 'hangi şartlarda oluşacağı hesap edilmiş gibi'ydi:

"Haller: Sabit, şimdiki halinden biraz sapma gösterse, yaşamı oluşturan makroskobik moleküllerin bazıları oluşmaz, burası da bizim bildiğimiz anlamda yaşamın süremeyeceği başka bir evren olurdu. Einstein: Yani yaşam ile ince ayar sabitinin arasında yakın bir ilişki mi var? Eğer öyleyse gerçekten de tuhaf bir ilişki bu..."

Peki, ateist bilim adamları, karşılarına çıkan bu 'daha iyisi düşünülemeyen kainat' sorununu(!) nasıl aşıyorlardı? Elbette 'Paralel Evrenler Teorisi'yle...

"Haller: "Gell-Mann, birçok başka fizikçi gibi, Büyük Patlama'nın bir kez değil, sayısız defalar oluştuğu görüşünde. Evren, aslında, sonsuz sayıda büyük patlamanın yaşandığı bir çokluevren, her evrenin de kendi ince yapı sabiti var. Bunlardan biri de tesadüfen '137' olmuş. Evrenler arasında sadece burada bizim bildiğimiz anlamda yaşam meydana gelmiş. Sadece bu evrende Wolfgang Pauli ya da Richard Feynman gibi ince yapı sabiti hakkında akıl yürüten adamlar var. Böyle bir açıklama 137 sayısıyla yaşamın bu kadar birbirine uymasını açıklayabilir. Salt tesadüf... Einstein: Buyrun, işte yine tesadüflerden bahsediyoruz, kuantum kuramı tesadüften geçilmiyor. Siz sormadan söyleyeyim: İhtiyar'ın (Einstein bu ifadeyle Allah'ı kastediyor) ince ayar sabitini de zar atarak bulduğuna katılmıyorum."

Bazı tartışmalar hiç yaşlanmıyor arkadaşlar. İşte, İmam Gazalî rahimehullahın, dönemindeki müslümanlara söylediği hakikatler, yüzyıllar sonra bizi 'kuantum tartışmaları' ekseninde tekrar buluyor. Dikkat buyurunuz: Paralel Evrenler Teorisi arkasında da aynı hinlik gözkırpıyor. Aşılanmak istenen belli yani. Demek istiyorlar ki: "Evet. İçinde yaşadığımız evrenin seçilmiş gibi görünen yanları var. Kabul ediyoruz. Fakat bu yine de onun sonsuz ilim, irade, kudret sahibi 'Birisi' tarafından yaratıldığı anlamına gelmeyebilir. Belki de 'sonsuz sayıda deneme' sonucunda tesadüfler böyle süper birşeyi başarmışlardır ha? Deneme sayısı sonsuz olursa belki yanılmayan bir tane bulunabilir? Yani, biz, Hoca Nasreddin'in göle çaldığı mayanın her nasılsa tutan versiyonunda yaşıyor olabiliriz. Gölümüzün yoğurt olması böyledir."

Toparlarsam: Bugün hassaten Marvel üzerinden çokça aşılanan bu 'Paralel Evrenler' meselesinin bir felsefe olduğuna dikkat edelim. Sadece hayale değil itikada dair de birşeyler fısıldanıyor bize onlarla. Ve bu fısıldama İmam Gazalî rahimehullahtan ders aldığımız bir hakikatle de savaşıyor. Biz diyoruz ki: "Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedî, daha güzel yoktur." Onlar diyorlar ki: "Belki de vardır?" Peki delil gösterebiliyorlar mı? Hayır. Şimdilik ellerinde spekülasyondan başkası yok. Fakat "Baskın basanındır!" derler ya. Hem yine derler: "Yavuz hırsız evsahibini bastırır!" Bunların da elinde koskocaman bir manipülasyon dünyası var. Sinemaları var. Dizileri var. Youtubeları var. Tiktokları var. Var, var, varoğlu var. Onlarla hayalimizi 'Olur mu canım öyle şey'den 'Belki de olmuştur öyle şey'e getirmeye çalışıyorlar. Özellikle çocuklara dönük yapımlarda, evrimden sonra, en çok işlenen mevzuun paralel evrenler olması şaşırtıcı değil. Çünkü 'tesadüfçülükte' ikisi birbirinin tamamlayıcısıdır.

Ne diyelim? Cenab-ı Hak, kemal-i keremiyle, böylesi algı bozulmalarından cümlemizi korusun. Bize eşyayı olduğu gibi göstersin. Hakkı bâtılla, bâtılı hakla, karıştırtmasın. Âmin...

3 Ocak 2025 Cuma

Ya evrenin tamamı bir canlıysa?

"Bir adamın kuvve-i gadabiyesi olan dâfiası ve kuvve-i şeheviye olan cazibesi olmazsa ölmüş olmuş olur ve hayy iken meyyittir..." Münazarat'tan.

Hayatın özünde bir çeşit 'ilme' dayandığını düşünüyorum. Ve her ilim esasında farkındalıktır. Sahibinin farkında olmadığı şey ilim değil kayıttır. Kitapta ilim kayıtlıdır ama kitap âlim değildir. Çünkü üzerindeki ilmin farkında değildir. Onun ne olduğunu bilmez. Onunla nereye varılacağını da bilemez. Evet. Hayat sahibi herşey, hatta tek hücreliler bile, en temelde iki şeyin farkındadırlar: 1) Kendi bütünlüğünün farkındadırlar. 2) Kendisine dair olmayanın farkındadırlar. Yani bir 'iç bilgisine' ve bir de 'dış bilgisine' sahiptir hayatlı herşey. 'Kendisinin varolduğunu bilir' ve bir de 'kendisi olmayanların varolduğunu bilir...'

Böyle bir farkındalığı olmayan hayatta da kalamaz. Zira dışarısıyla içerisi arasında farklı düzenler işlemektedir. İçerisini dışarıya alabildiğine açarsa iç düzeni bozulacaktır. Alabildiğine kaparsa yine devamını sağlayamayacaktır. İşte tam da bu noktada kuvvelerimiz meydana çıkıyor. Varolan herşeyin de iki temel temayülü var: 1) Varolan herşey var kalmak ister. 2) Varolan herşey varlığını arttırmak ister. Var kalabilmeye devam etmesi için kendisini çevresinin zararlarından koruması gerekir. Herşeyi gelişigüzel düzenine dahil etmemesi gerekir. Ancak varlığının arızî oluşundan dolayı, yani kendi yaratılışını kendisi yönetmediğinden dolayı, yani yaratmak elinden gelmediğinden dolayı, yaralanan yanlarını da çevresinden sarmalıdır.

Bir 'tek hücreli' bile şu temel temayüllere sahiptir. O yüzden çevresinin zararlarından sakınır. 'Kuvve-i gadabiye.' Ve faydalarını elde etmeye gayret eder. 'Kuvve-i şeheviye.' Geriye bir de zararlıları faydalılardan ayırmak kalıyor. 'Kuvve-i akliye.' Bu üç temel kuvve varolan herşeyin varda kalması için sahip olduğu temayüllerdendir. Göze görünmeyen virüslerin dahi hayatı olarak bildiği şeyi/bütünlüğü korumaya/çoğaltmaya arzusu vardır. Bu yolda çabalar-çalışır. Ancak, elbette, hayat mertebesinin düşüklüğünden dolayı kuvvelerinin tezahürü zayıf görünür. Hem gazabı, hem şehveti, hem de aklı 'yüklendiğine göre' zayıflar.

'Emanet' yükü herkesin sırtındadır. Ancak insandan başkası için emanetin yükü daha hafiftir. Vacibü'l-Vücud olan Allah'ın bahşettiği vücud nimeti her varolanda bir emanettir. Sahibi değildir. Birşeyin asıl sahibi ancak yaratıcısı olabilir. Yoktan yaratamayan herkes emanetçidir. Yani emanetleri ancak Onun devam ettirmesiyle devamdadır. O devam ettirmeyi bıraktığında ellerinde tutamazlar. Ellerinde tutamamalarından asıl sahip olmadıkları anlaşılır. Hatta mecazî sahiplikler içinde de vesilelik gücü üzerinden mertebeler oluşur. Sözgelimi: ABD'dan F-35 alsanız bile aslında bir emanetçisinizdir. Çünkü onu üretecek gücünüz yoktur. "F-35 aslında kimindir?" sorusunun cevabı "Amerika'nındır!" diye cevap bulur bu yüzden. Fakat ABD'nin de F-35 üretirken kisbini dayandırdığı herşey aslında Allah'a aittir. Metalleri yoktan yaratmamıştır mesela. Yahut da uçağı yaparken kullandığı aklı yokluktan varlığa çıkarmamıştır. Bunlar hesaba katıldığında Amerika da bir emanetçiye dönüşür.

Dağıtmayalım. Konumuza dönelim. el-Hayy olan Allah Teala'nın da hayatı bu çeşit bir 'farkındalıkla' açıklanabilir. Ancak elbette Subhaniyetine yakışır manalarla düşünmek gerekir bunu. Allah hiçbirşeyin sonradan farkına varmaz. Sonradan farkına varmak öncesinde bir cahillik imâ eder. Ancak el-Alîm-i Hakîm elbette yarattıklarına karşı cahil değildir. Olamaz. Zira onları yaratan zaten Odur. "Yaratan bilmez olur mu hiç?" diye soran Kur'an bu hususta da gözlerimizi açar. Yarattığını sonradan öğrenen bir ilah 'ilah' olamaz. Eğer O sonradan öğreniyorsa vücuda gelenin inşası kimin ilmine yaslanmaktadır? Tabii ki bu soruya verilecek cevapların sürükleyeceği çıkmazlardan kurtulmanın yolu Allah'ın ilminin herşeyi kuşattığını kabullenmektir.

'Farkındalık' kelimesini bu yönüyle eksik buluyoruz. Evet. Şân-ı Uluhiyete yakıştırmıyoruz. O yüzden yerine 'bilmek' koyacağız. el-Hayy olan Allah Teala da hem Zat-ı Subhanîsini bilir hem de mahlukatını bilir. Yukarıda 'iç-dış' dedim. Elbette Hüda'nın cihetten, mekandan, mahlukata ait özelliklerden münezzeh oluşuyla bu iki kelimenin de bir anlamı kalmadı. Yerine 'kendisi-başkası' yahut 'Zâtı-masivası' demeyi tercih edeceğim. Kendi Zât-ı Sübhanîsini, sıfatlarını, isimlerini, yaratışını en bilen yine Cenab-ı Haktır. Yine kendisi olmayanı, yani masivasını, kusurlarını, dualarını, ihtiyaçlarını, yaralarını vs. en iyi bilen Odur.

Kendimizde kuvvelerden bahsediyoruz. Çünkü bizim varlığımız arızî. Biz varolmakta tedirginiz. Varlığımızın yaratılışı elimizde olmadığı gibi devamı da elimizde değil. 'el-Hayy' Hak Teala olduğu gibi 'el-Kayyum' da yine O. Zaten O, el-Hayy olup, kendisi-masivası ilmine sahip olmasa bizi devam ettirmenin ilmine de sahip olamaz. el-Hayy ile el-Kayyum isimlerinin kardeşliği de buradan. Allah, hayat sahibi olduğu için, kayyum da oluyor. Çünkü Zât-ı Sübhanîsini bildiği gibi mahlukatını da biliyor. Ve Onun varlığı bizim varlığımız gibi, hâşâ, arızî değil. Başkası tarafından varda tutulmuyor. O Kadîm. O Ezelî. O Bakî. Bu nedenle kendi kuvvelerimizden Cenab-ı Hakkı tenzih ederiz. Zira bu kuvveler bizde bizim arızîliğimizden dolayı varlar. Biz varda kalmak elimizde olmadığı için varda kalmaya çalışıyoruz. Aslında varda kalmaya dualanıyoruz. Kuvvelerimizi varlıkta tutuşunun vesilesi yaparak vücudumuzu devam ettirense el-Hayyu'l-Kayyum olan Rabbimizdir. Onları kendisine yakarmamıza sebep kılmıştır.

Varlığını şehvetle arttırmaya çalışan herşey Allah'a dualanıyor. Varlığını menfaatini celble arttırmaya çalışan herşey Allah'a dualanıyor. Aynı şekilde gadabıyla korunmaya çalışan herşeyde de aynı dualanma mevcuttur. Bizim gibilerde bu iş şuur düzeyine de çıktığı için lisan-ı kâl ile de dua edilir. Ancak varlığın tamamı fiilen zaten dua etmektedir. Herşeyin ameli onun duasıdır. Tohumu tarlaya atmak yaratılışının içinde zerre kadar yer tutar. Olmazsa olmaz. Tamam. Ama olmasına da yetmez. Tohumun bin ihtimal içinde serpilip ekin haline gelmesi Rabbin her an devam eden birbir yaratışından başkasıyla açıklanamaz.

Bizdeki kuvveler gitti. Onlar kusurlu. Ve onlar arızîlerin lazımı. Hüda ise Vacibü'l-Vücud'dur. Samediyetinin şânı gereği herşey Ona muhtaç ama O hiçbirşeye muhtaç değildir. O halde Hakkın hayatında kuvve-i gadabiye yok. Hayır. Hâşâ. Ona zarar verebilecek hiçbirşey yok ki korunmaya çalışsın. Fakat Onun da gazabı var. Evet. Çünkü rızasına uygun işler yapmayanlar isimlerini-sıfatlarını tahkir ediyorlar. Muhtemel hayırların ademine sebep oluyorlar. Rabbimiz mahlukatını onlardan korkmadan cezalandırıyor. Onlardan sakınmıyor. Onları cezalandırıyor. Bu ayrıma dikkat edelim. Ve bizdeki kuvve-i şeheviye de Hüda'nın Zât-ı Sübhanîsinde, hâşâ, bulunmuyor. Onu faydalandıracak, yokluğunda eksik kalacağı, bir varlık çeşidi yok ki öyle birşeyi olsun. Fakat Onun da rahmeti var. Çünkü rızasına uygun işler yapanlar isimlerini-sıfatlarını hamd u sena ediyorlar. Hak Teala mahlukatını faydalarından yararlanmadan mükâfatlandırıyor. Onlardan yararlanmıyor. Fayda görmüyor. Onlara rahmet ediyor. Bu ayrıma da dikkat edelim. Rahmeti asla mecburiyeti değildir. Kibriyasının şânıdır. Azametine yakışandır.

Son olarak, "Küremiz hayvana pek benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse, bilfarzımuhal, mini mini bir hayvan olması pek muhtemel. Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse, o da böyle olması pek karîb bir ihtimal. Âlemimiz insan kadar küçülse, yıldızları zerreler suretine dönerse, bir zîşuur hayvana dönmesi caiz olur, akıl da bulur mecal..." bahsine de bir dokunalım. Yukarıda dedik ki: Hayatlı olan herşey bir iç-dış farkındalığına sahip olur. Dışının düzeninin kendisi gibi olmadığını bilir. O yüzden biyolojide öğretilir: Canlı olan herşeyin seçici-geçirgen bir zarı bulunur. Yani zararlıyı bünyesine almaz. Faydalıyı bünyesine katar. Böyle baktığınız zaman dünyanın atmosferi de bir hücre zarı gibi çalışmaktadır. Mesela: Güneşten gelen zararlı ışınları süzer. Almaz. Veya uzaklaştırır. Fakat yararlı ışıkları da içine çeker. Bırakır. Yolunu açar. Yine meteorların zarar verecek büyüklükte bünyesine katılmasına izin vermemeye gayret eder. Ufaltır. Parçalar. Fakat meteorlar aslında dünyanın gıdasıdır. Madenler onlarla birlikte dünyaya teşrif ederler. O yüzden büsbütün de almamazlık etmez onları. 

Arkadaşım, çok konuştum, belki kafanı da karıştırdım. Özetle demek istiyorum ki: Kendi iç düzenini dış düzenden ayıran, korumaya çalışan herşey, şuur düzeyi ne olursa olsun, 'canlı' olarak isimlendirilebilir. Çünkü hayatın şânı böyle eylemektir. Bilimadamları da diyorlar ki: Güneş sistemi de dışından içini korumaya çalışıyor. Jüpiter de diğer gezegenleri göktaşlarından korumak için yaratılmış. Ay da dünyayı zararlı taşlardan koruyor. Daha büyük bakınca galaksilerin de böyle koruyucu reflekslerinin bulunduğu söyleniyor. Yani sanki evrende herşey kendinin iç düzenini seziyor. Dış düzene karşı da devamını kollamaya gayret ediyor. Evet. Bediüzzaman rahimehullah küremizi canlıya benzetti. Belki de az dedi. Bize bir ışık çaktı. Devamını aklımıza bıraktı. En nihayet evrenin tamamının da canlı olduğu ortaya çıkabilir. Kıyamet de onun ölümü olabilir. Yukarıyı anladınsa, aşağıya şaşırmazsın, inşaallah. Eh, bitirelim, Cenab-ı Hak sırr-ı hayattan istifademizi ziyade eylesin. Âmin.

21 Ekim 2024 Pazartesi

Ateistler, Einstein'la Bediüzzaman'ın nasıl anlaşabildiğini de açıklasın!

Arkadaşım, birşeyin 'tesadüfen oluştuğunu' söylediğimizde, aslında ne demiş oluruz? Çok cevabı var. Bunlardan bir tanesi de şudur: "Bu şeyin sonralığının bilgisi öncesinde bulunmaz." Mesela: Avucumda on tane zar tuttuğumu düşünelim. Bir saniye. On tane zar avucuma sığmayabilir. Pek mâkul değil. O halde onları büyük bir bardağın içinde hayal edelim. Sallıyorum, sallıyorum, sallıyorum ve atıyorum. Sonuç ne gelir sence? Elbette imkan-ihtimal üzerinden matematiksel bir hesabı var. Lakin yine de ne geleceğini 'kesinlikle' bilemezsin. Belki on tanesi de 'altı' gelecektir ha? Belki de on tanesi de 'bir.'

İşte bu durum, zikredildiği türden, 'sonralığının bilgisinin öncesinde bulunmaması' halidir. Tesadüfen olmuş şeylerde sonralığın bilgisi öncesinde bulunmaz. Zira eylem bir bilgiye yaslanarak oluşmaz. Fakat failli işlerde bunun aksine bir düzen vardır. Failin 'ilim-irade-kudret üçlüsüyle' belirlediği kalıp, fiilin sonuçlarının da kestirilebilir olmasını sağlar. Hanenizdeki herhangi bir makineyi, örneğin çamaşır makinesini, çalıştırdığınızda sonuçta ortaya neyin çıkacağını kestirebilirsiniz. Zira makine faillidir. Sistem üzere çalışacak şekilde ayarlanmıştır. Üstelik onu çalıştıran siz de bir amaca, bir öncelik bilgisine, bir programa sahipsiniz. Böylece makinenizi açtığınızda içinde beklediğiniz sonucu bulursunuz. Evet. Çamaşır makinesinden dumanı üstünde börek çıkmaz. Tost makinesinden ütü yapması beklenmez. Fırınınızda gıdalarınızı soğutamazsınız.

İşte burada 'tesadüf' bize temel tutumlarından birisini fısıldamış oluyor. Diyor ki: "Eğer oluşların fail-i muhtarı ben olsaydım hiçbir eylem sonrasını haber veremezdi. Hiçbirşeyin yasası olmazdı. Çünkü ben, huyum kurusun, sonrasında ne olacağını söylemem. Söylemem, yani söyleyemem, zira kendim de bilmem. O yüzden adım 'tesadüf'tür. Onları bir 'biliş-irade' ile inşa etmediğim için ne olacağı meçhul kalır. Malum, aşktan önce kuvvetin gözü kördür, salt güç gelecek garantisi vermez."

Bediüzzaman Hazretleri de mevzuun bu yönüne dikkat çekmez mi sık sık. Nümune bırakalım: "Serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık, hedefsiz esbab ve âciz, câmid, cahil maddeler bu sahife-i havaiyenin kitabetine ve vazifelerine karışması hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını aynelyakin derecesinde ispat ettiğini kat'î kanaat getirdim."

Buradan elbette müslümanların kadere iman etmesinin bir delili/gerekliliği de kendisini gösteriyor. Evet. Müslümanlar kadere iman ettiklerinde varoluşun da öncesinde (esasında öncesinde değil ezelinde, yani zamandan aşkın olarak, zamanın da ötesinde) bir bilginin varlığına iman etmiş oluyorlar. Varlığın bu bilginin zemini, kalıpları, takdirleri üzerine inşa edildiğini ifade ediyorlar. Tıpkı ayette kısa bir mealiyle buyrulduğu gibi: "Yaratan bilmez olur mu hiç?" Hakikaten de bilmeden yaratış nasıl mümkün olabilir? Sonrasında ne olacağını bilinmeyen bir öncelikte kaostan başka ne vardır? Fakat bizi burada şöyle birşey yanıltıyor. Nedir? Kendi 'dikkatsizlik' alanımızla 'mutlak tesadüfü' birbiriyle karıştırıyoruz. Bunu da biraz açmam gerekecek:

İnternetten alışveriş yaptığımızı hayallenelim. Bilgisayarınızın başına oturuyorsunuz. Google'dan bir aratma yaparak istediğiniz ürünü uygun fiyata buluyorsunuz. Hemen bir tıkta alışveriş sitesi önünüzde açılıyor. Tam bu esnada, farz-ı muhal, dikkatsiz bir 'tık'lama yaparak, yanlış bir ürünü sipariş ediyorsunuz. Şimdi diyebilirsiniz ki: "İşte benim eylemim de bir tesadüf sonucu oluştu. Fakat sonuç yine de düzenliydi. Yanlış da olsa evime kadar bir ürün gelmiş oldu. Yaratılış da böyle olamaz mı?"

Fakat burada ıskalanan birşey var. Sizin 'dikkatsizliğiniz' (veya 'lokal tesadüf alanınız' diyelim buna) kurulmuş bir düzen içinde gerçekleşti. Bilgisayarın sisteminden tutun ta internet ağına, ta alışveriş sitesine, ta kredi kartıyla alışveriş usûlüne kadar herşey zaten belirlenmişti. Ve bu süreçlerin hiçbir yerine tesadüfünüzün eli uzanmıyordu. Yani kısa boylu bir tesadüfünüz vardı. Ve sizin yaptığınız hata, yanlış, dikkatsizlik, lokal tesadüf dahi yine sistemin içinde kaldı. Yine düzenlilikten birisi seçildi.

Bu yönüyle tesadüfünüzün(!) kendisine yaratılış atfedilen 'mutlak tesadüf' gibi olmadığını bilmelisiniz. Ve, evet, bu açıdan bakınca kainat da tastamam bir düzenlilik içinde işliyor. Varlığın irademize bırakılan küçük alanının dışında bir 'inayet okyanusu' sürekli akıyor. Biz, ne kadar dikkatsizlik etsek de, çok küçük bir alanı etkileyebiliyoruz ve nihayetinde o eylem 'bizim için' yanlış sonuçlar ortaya çıkarıyor. Her şekilde varlıktaki nizamın içinde kalıyor. İşte bu nedenle halk-ı şer şer olmuyor, ancak kesb-i şer şer oluyor. Çünkü senin kesbin ancak o seçeneği 'sana' şer yapabilir. Halbuki halkedilmesi sistemin bir gereğidir. Fonksiyoneldir. Sen yanlışlıkla kazağı seçip hatalı bir alışveriş yaptın diye internette kazak satılmasına suç diyemezsin. Sen, ihtiyacın olmadığı halde yanlış bir ürün aldığın için boşuna para harcamış oldun, onu kendine şer yaptın. Mevzu bu kadardır.

O yüzden mürşidim İşaratü'l-İ'caz'ında der: "Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de, inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır..." Aynen öyle. Biz her ne yapsak bu nizamın içinde kalarak yapıyoruz. Bu nizamın dışına asla çıkamıyoruz. O yüzden elimizden çıkan 'tesadüfler' yalnız bize bakan yönleriyle 'tesadüf'ler. 'Göre'mizin dışında herşey muhteşem düzenin içinde akıp gidiyor. Allah'ın inayeti bir sürekli tercihlerimizin altında işliyor. Veba salgını başlayan Filistin'e gitmeme kararı üzerine, Ebu Ubeyde bin Cerrah radyallahu anhın, Hz. Ömer radyallahu anha sorduğu "Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" sualine onun verdiği cevapta olduğu gibi: "Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyorum." Bin maşaalllah ona. Çünkü dışarısı yoktur.

Mutlak tesadüfse dışarısını imâ ediyor. Halbuki böyle bir dışarılıkta hiçbir fiil sonrasını garanti etmez. Başta denildiği gibi: Tesadüfün işlerinde sonralığın bilgisi öncelikte bulunmaz. Bilimde 'yasa' diye tabir ettiğimiz herşey aslında bir tür 'öncelik-sonralık bilgisi'dir. Bir yasayı keşfettiğimiz zaman, Allah'ın yaratışının, öncede sonralığın bilgisini nasıl yerleştirdiğini farketmiş oluruz. Ve şartları tekrarladığımızda aynı sonuçları alırız. Buna 'tesadüf' diyemeyiz, hâşâ, çünkü tesadüf olsaydı bu tür bir biliş mümkün olmazdı. Tıpkı zarları atmak kabilinden olurdu ki, belki biraz da bu yüzden Einstein, "Tanrı zar atmaz!" diyebilmiştir.

Yine aynı sebepten Bediüzzaman'ın 'Hafîziyet' tefekkürleri bana ayrıca manidar gelmiştir. Mesela Haşir Risalesi'ndeki şu kısım: "Evet, şu kâinatı idare eden Zât, herşeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise, ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür. Çünkü, görüyoruz, her masnu, vücudunda gayet muntazam ve mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği suretler dahi, birer intizamlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizam tahtındadır. Zira, görüyoruz ki, vazifesinin bitmesiyle ömrüne nihayet verilen ve şu âlem-i şehadetten göçüp giden herşeyin, Hafîz-i Zülcelâl, birçok suretlerini, elvâh-ı mahfuza hükmünde olan hafızalarda ve bir türlü misalî âyinelerde hıfzedip, ekser tarihçe-i hayatını çekirdeğinde, neticesinde nakşedip yazıyor, zâhir ve bâtın âyinelerde ibkà ediyor. Meselâ beşerin hafızası, ağacın meyvesi, meyvenin çekirdeği, çiçeğin tohumu, kanun-u Hafîziyetin azamet-i ihatasını gösteriyor."

Acayip birşey değil mi? Nasıl heyecanlandırıcı! Herşeyin bilgisi hem evvelinde hem ahirinde. Bu 'hafıza' bir failin tasarrufunun 'parmak izi.' İlim izi. İrade izi. Hem öncesinde hem sonrasında. Kainatta hep göregeldiğimiz şey. Ama hiç bu gözle bakmamıştık doğrusu. Yaratıcı 'tesadüf' olsaydı bu bilgi hem öncede hem sonrada nasıl bulunacaktı? Halbuki tesadüfün işini hiçbir sonralığın garantisinin öncelikte bulunmamasıdır. Sonranın da öncesini asla garanti etmemesidir. Eğer arabamın direksiyonunu; değil şuursuz tabiatın, serseri tesadüfün, kör kuvvetin vs. ellerine; bir yaşındaki bebeğin iradesine bıraksam nereye gideceğimizi kestiremem. Hatta bir yere gidebileceğimiz de meçhuldür. Allah korusun, sonumuz herhalde ölümdür, yıkımdır, yokluktur. Fakat kainat hiç böyle işlemiyor. O yüzden işte iktibas yaptığım 10. Söz'ün 7. Hakikat'i şu cümleyle başlıyor: "Bâb-ı Hıfz ve Hafîziyet olup ism-i Hafîz ve Rakîbin cilvesidir." Ben onu zaman boyutunda bir 'hıfz' olarak algılıyorum ama belki de o zaten er-Rakîbin her an yaratışta olduğunun delilidir. Bilgi her yerde var. Çünkü herşeyi bilen her zaman her işin içinde...

İşte bu yazılık da tefekkürümün bu kadar arkadaşım. Allah'tan hem senin hem kendim için 'inşirah' dilerim. Evet. Onu bilmek de yine Onun lütf u bağışıdır. Lütfetsin. Kerem etsin. Rahmet etsin. Kendisini bildirsin. Çünkü Onun bilgisi tüm hayırların başıdır. Zaten "Bismillah her hayrın başıdır." Herşeyin varoluşu ilmiyledir. Hakikatleri de yine ancak Esmaü'l-Hüsnasına bakar.

23 Ağustos 2024 Cuma

Molozların mimarlığına kim inanır?

Bediüzzaman Hazretleri inci-mercan eserlerinin bir köşesinde de diyor ki: "Sâni, masnû içinde olamaz." Bu hakikate en çok tohum misaliyle yaklaşıyorum ben. Evet. Tohum. Çünkü tohum zâhirî nazarda hem inşa edilen hem yıkılandır. Yani, bir tohum çimlenmeye durduğunda, aslında kendisini yıkmaya durmuştur. Başkasını inşa ederken benliğini yıkmaya başlar. Çürür. Fakat o çürümenin içinde hayat vardır. Yepyeni bir varoluş vardır. Tohumluktan çok aşkın bir inkişaf vardır. O yüzden tohumun hali hem masnû hem Sâni olmayı kaldıramaz. Zira yaratan olmak kendisi kalabilmekle mümkündür.

Bir mimar yapacağı binayı hergün başka bir 'şey'e dönüşerek inşa edemez. Bir inşa faaliyeti yürütmek özünde intizamlı bir faaliyet yürütmektir. Bu da fiilerin tamamının bir bütünün amacına hizmet etmesi anlamına gelir. Aynı amaca hizmet etmek insan bedenine kıyasla ruh sahibi olmak gibidir. Bütün zerrelerin birbirinin amacında olması lazımdır. Bütünün amacına hizmet etmesi lazımdır. O sayede bütünlük devam edebilir olur. Eğer bir mimar, inşa faaliyeti sırasında, sabitesi kalmayacak şekilde değişken olursa, elinden çıkan fiiler de düzenliliğini yitirir. Kendisi olmayı hatırlamayanlar vâdeli eylemlerde bulunamaz. Hafızası olmayanın düzenliliği yoktur. Ruhu olmayanın bir amacı takip etmesi mümkün değildir. Hafıza yokluğunda irade de yokolur. Değişkenlik, sahibiyle birlikte, fiilerin arasındaki bağları da yokeder. Fiilerin bağı kalmadığında, yani bir amacı takip ediyor olmadıklarında, vücud sahası terkedilir. Denilebilir ki hatta arkadaşım: Her türden bomba en özünde mezkûr sulhü bozmaya dayanır.

Bu pencereden baktığımızda 'kanun' kabilinden kainatta gördüğümüz her tekrarın aslında 'büyük bir hafızanın izleri' olduğunu söyleyebiliriz. Fizik eşyanın 'nasıl eyleyeceğini hatırlaması' gibidir. Kimya yine öyledir. Biyoloji yine öyledir. Aslında bütün bilimdalları varlığın 'sanki ruh sahibiymiş gibi' kendiliğini tekrar etmesi sırrına bağlanır. Ahmed'i bugün yaralayan yarın da yaralar. Bu Ahmed'i bir karakter sahibi yapar. Ona Ahmed denmesini sağlayacak sabiteler sahibi yapar. Prensip sahibi olmak kendiyle çelişkiye düşmemektir. Ruh bu türden kendiliklerimizin yekününe benziyor. Allah her an değişen bedensel varlığımız içinde kendimizi tanımamızı sağlayan bir 'sabiteler âlemi' bulunduruyor. O sabite âlemi sayesinde ne bedenimizdeki ne de çevremizdeki değişimler bütünlüğümüzü dağıtamıyor. Evet. Hiç değişmiyor değiliz. Kabul. Ama yine de kim olduğumuzu hatırlamayacak kadar değişmeyiz.

Kütle çekim yasası bir hafıza tezahürüdür. Nasıl? Şöyle: Yani kütle ne yapacağını 'hiç unutmamacasına' hatırlamaktadır. Hatta insandan da iyi hatırlamaktadır. Unutkanlığı sıfırdır. Yoktur. Varolduğu her yerde fiziğiyle, kimyasıyla, biyolojisiyle vs. birlikte vardır. Evet. Ne muhteşem birşey! Varlık, o varlığın 'ne'liğini taşıyan ilmiyle beraber varolmaktadır. Bir demir atomu görevlendirdiğiniz her yerde o "Ben hâlâ o tanıdığınız demirim arkadaşlar!" demeyi unutmaz. Hem de hiçbir detayıyla unutmaz. Bilimin bile kuşatamadığı kadar unutmaz. Bilim ancak bu hafızayı çözdüğü kadar bilimdir.

İşte ben bu 'hafıza delili'ni yaratılışın delili saymaktayım. Zira hafıza arkasında ilmi görmekteyim. Hafıza da bilmenin bir tezahüründen başka şey değildir nihayetinde. Hatırlayan ancak bildiğini hatırlar. Daha büyük bir hakikate doğru başımızı kaldırırsak hatta: Unutmayanın hatırlamaya da ihtiyacı olmaz.

Dikkat kesilelim: Canlılarda, hatta canlıların en üstünü insanda bile, dörtbaşı mâmur şekilde bulamadığımız şu hafızayı cansızlarda en muhteşem şekliyle bulmaktayız. Ben âdemiyetimi unuttuğum işler yapabiliyorum. Ne bileyim, yalan söyleyebiliyorum mesela. Yahut çeşitli zulümler işleyebiliyorum. Pişman olabiliyorum. Bedeli sayılacak vicdan azapları çekiyorum. Vicdan hafızayla beraber çalışıyor. 'Olması gereken' diye hafızamda tuttuğum şeyin izini kaybettiğimi farkediyorum. Cansızlar bunu asla yapmıyorlar. Cansızlar asla pişman olmuyorlar. Zaten pişman olacakları bir hafızasızlık da işlemiyorlar.

Çok dolaştırdım sizi. Epey de yordum. Tohuma geri döneyim. Tohum yapacağı şeyi kendisini yıkarak inşa ediyor. Tohumun ağaçlığı esasında tohumluğundan vazgeçişi. Tohumluğunu yıktığında ağaca dönüşüyor. Fakat bir Ustanın kendisini öldürerek eserini inşa etmesi mümkün değil. Hem yıkılan hem yapan olması mümkün değil. Yıkılan yapma yeteneğini kaybeder. O yüzden, mürşidim başka bir yerde, "Maahaza, icadın esbaba isnadında lâyüad külfet, garabet olmakla beraber, pek çok muhâlâta zemin teşkil ediyor..." dedikten sonra şunun imkansızlığını anıyor: "Herbir zerrenin hem hâkim, hem mahkûm olması lâzım gelir: Kubbeli binalarda birbirine dayanmakla düşmekten kurtulan taşlar gibi..."

Hem hâkim hem mahkûm olmak, işte, yukarıda benim de işaret etmeye çalıştığım şey. Şeylerin varoluşundaki acayip şey. Birşey varolurken sebepler dairesinde kendisini varedeni yıkıyor. Sebep, hâşâ, artık nasıl bir yaratıcıysa, kendisi yokolurken varoluyor yarattığı. Tohum kurban olurken ağacın sırrı ortaya çıkıyor. Halbuki altını çizmiştik: Yaratış süreci yaratan için bir 'kendi olarak kalma'yı zaruri kılar. Gezegenler etrafında düzenle dönüyorsa bu güneşin sabiteliğindendir. Allah Kadîm'dir. Hep vardır. Öncesi yoktur. Ezelî'dir. Değişmez. Bâkî'dir. Sonrasından bahsedilemez. Evet. Sabiteliği böyle Subhan bir sabiteliktir. Kainattaki muhteşem değişim de ancak böyle bir sabiteliğe dayanırsa varolabilir. Anların bile yeni âlemler vücuda getirdiği bu düzen kendisini yıkarak doğuran bir anneliği kaldıramaz.

Belki biraz da bu hikmetle İhlas sûresinde buyrulur:

"O ne doğurmuştur ne de doğurulmuştur."

En büyük resme baktığınızda, hâdis olan, sonradan olan, değişen, dönüşen herşey bir tohuma benzer. Herşey başka birşey olurken kendiliğini yıkar. Ödün verir. Dağılır. Kainat, parçalarının tamamı başka tohumlar yaratılırken yıkılan tohumlardan oluşan 'bir büyük tohum'dur. Yüzü ahiret ağacına bakan bir tohumdur. Yıkılmaktadır. Bir bina yerine yapılacak binanın nasıl mimarı olabilir? Halbuki kendisi yıkılmıştır. Kendisi kendisi kalamamıştır. Malzemesi diğer oluşun hammaddesi kılınmıştır. Diğer oluşun hammadesi olacak derecede parçalanmışken, ademe yaklaşmışken, nasıl olup da yeni bir inşaatı yaratacak kadar muhteşem bir sabiteliği saklayabilmiştir? Subhanallah. Bediüzzaman Hazretlerinin "Sâni, masnû içinde olamaz..." derken vurguladığının biraz da  bu olduğunu düşünüyorum arkadaşım. Allahu a'lem. Evet. Altını çizelim: En doğrusunu elbette Allah bilir. Ben de affımı o Rahman'dan dilerim.

17 Mart 2024 Pazar

Sinemaya Leyla için gidilmez

"Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder, helâkete sebep olur."


Mürşidim 'perde'yi zıt sayılabilecek iki anlamda birden kullanıyor. Onu hem bir 'örtücü' hem de bir 'gösterici' olarak zikrediyor. Birincisine misal: "Esbab bir perdedir; çünkü izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedâniyedir; çünkü tevhid ve celâl öyle ister..." İkincisine misal: "Güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin tebeddül edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder." Tenakuz gibi görünen şu istimalleri perdeliğin iki işlevini birden nazarımıza alarak kavrayabiliriz. Eh, evet, o halde bir de şu fakirin temsilini dinleyiverin lütfen:

Sinemada perde ne işe yarar? el-Cevap: Yansıtılanı izleyebilmemize elverir. Eğer perde olmazsa manzara aksetmez. Seçilemediği için de sağlıkla temaşa edilemez. Fakat diyelim ki: Perdenin üzerinde yırtık var. Yahut da yerine çirkince bir leke hayal edelim. Ben perdenin yırtığına/lekesine hasr-ı nazar ediyorum. Sizse yansıyana bakıyorsunuz. Film bittiğinde gördüklerimizi anlatıyoruz. Aaa, hayret, bambaşka şeyler izlemişiz sanki. Ben yırtıktaki/lekedeki detaylarla meşgul olmuşum. Yani yalnız onu görmüşüm. Sizse, maşaallah, takılmayarak yansıyanı seyretmişsiniz. Böylece aynı perde iki ayrı kişide iki ayrı fonksiyon icra edebilmiş. Bende filmi görmemi engellemiş. Sizde daha iyi görebilmenizi sağlamış.

Refet abinin sualine verilen yanıtta da aynı hakikatin hissesi vardır sanki:

"Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) Âyine şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir..."

Yani görülende değişiklik yoktur. Ya? Görende değişiklik vardır. Gören 'görmeye dikkat kesildiği' şeyi gördüğü için görülen de görenin gözlerine öyle görünmektedir. Perdenin kusuruna hasr-ı nazar edenin görüşünde kusurlar büyür. Öyle de büyür ki, fonksiyonunu icra etmesine engel olduğu gibi, vazifesini de zıttına kalbeder. Ayna duvar olur. İşte İslam'da imansıza 'kâfir' denmesi 'örten' manasıyla yakından ilgilidir. Kainat değildir kâfirin gözlerini örten yani, hayır, onu örtücülüğe istimal eden kâfirin ta kendisidir. Fıtratta 'göstermek' vardır. Eşyası Allah'ını bildirmek içindir. Herşey Cenab-ı Hakkının hakkındadır. Fakat sebeplerin olmadığı yerde de insan bilmenin yollarını bulamaz. Taş taş üstüne koyamaz. Çünkü Allah'ın zatını birden kuşatamaz. Sıfatlarını kavrayamaz. İsimlerini sezemez. Bu mutlaklık insanı aşan bir mevzudur. Ancak sebeplerin halkedilmesiyle bilmenin yolları açılmıştır bize. Böylece hepimiz; aklımız, kalbimiz, sa'yimiz nisbetinde bir marifet merdiveni çıkabiliriz. Herkes makamınca istifade eder perdelerden. Neden? Bakılan bir olsa da bakanların koltukları ayrı ayrıdır zira.

'Perdeler' dedim aklıma 'huriler' geldi. "Ne alaka?" demeyin lütfen. Mürşidim bir yerde diyor:

"Evet, 'hurilerin yetmiş hulleyi giymeleri ve bacaklarındaki kemiklerin ilikleri görünmesi' tabiriyle, hadis-i şerif işaret ediyor ki: İnsanın ne kadar hüsünperver ve zevkperest ve ziynete meftun ve cemâle müştak duyguları ve hasseleri ve kuvâları ve lâtifeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve herbirisini ayrı ayrı okşayıp mes'ut edecek, maddî ve mânevî her nevi ziynet ve hüsn-ü cemâle huriler câmidirler. Demek, huriler Cennetin aksâm-ı ziynetinden yetmiş tarzını, birtek cinsten olmadığından birbirini setretmeyecek surette giydikleri gibi, kendi vücutlarından ve nefis ve cisimlerinden, belki yetmiş mertebeden ziyade ayrı ayrı hüsün ve cemâlin aksâmını gösteriyorlar..."

Portakalın kaç elbisesi var? 1) Görünüşü var. 2) Kokusu var. 3) Dokusu var. 4) Tadılışı var. Daha sayayım mı? Kalp kulağı açıklar için usûlünce zikredişi var. Aslında portakalın varlığını çevresine bildiren her şekilde onda bir/n elbise var. Yani elbiseler yalnız kabuk cinsinden olmak zorunda değil. Madem ki üzerindedir. Madem ki farkedilir. Madem ki sahibini süsler. Madem ki bizi ondan haberlendirir. O halde görünüşü de elbisedir. Kokusu da elbisedir. Dokunuşu da elbisedir. Yalnız duyularımıza da değil üstelik; aklımıza, kalbimize, hissimize uzanan bütün bildirişleri birer elbisedirler. İşte hurilerin güzelliğini anlatan hadisin dikkatimizi çektiği biraz da budur. Onlarda öyle güzellikler birbirine sarılıdır ki hiçbiri diğerinin cinsinden değildir. Hiçbiri diğerine engel olmaz. Hiçbiri diğerinin farkedilmesini engellemez. Tıpkı kokuşun, dokunuşun, tadışın görünüşü engellememesi gibi... Aynı vücud cinsinden olmayan şeyler birbirlerini engellemek zorunda değildirler. Bir metal üzerinden aynı anda ses de ısı da aktarılabilir. Bir mekanda bulunmaları daralmalarını gerektirmez. Şimdi de Mesnevî-i Nuriye'ye gitmek şart oldu işte:

"Vücut nev'inde tezâhüm yoktur. Yani, pek çok âlemler, haller, vücut sahnesinde içtima eder, birleşirler. Meselâ, gece zamanı duvarları camdan olan ve elektrik yanan bir odaya girdiğin vakit, âlem-i misale bir pencere hükmünde olan camlarda pekçok menzilleri, odaları göreceksin. (...) Bu maddî vücudun bir habbesi, bir parçası, o misalî vücudun bir âlemini içine alabilir."

Bediüzzaman kainatı da Cenab-ı Hakkı tanıtan bin elbiseli huriye benzetiyor:

"Ezel ve Ebed Sultanı Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır..."

Elbette hurilere iman ederiz. Çünkü kainat hurisini çoktan görmüşüzdür. Tecrübemizden biliriz. Onu böyle katman katman güzelliklere sardıran Allah, kudretinden uzak değildir ki, hurileri de öyle yaratamasın. Birbirini engellemez nakışlarla donatamasın. Bu kainatın görünüş perdeleri yüzbin de olsa, maksudu Onu bulmak olanlar için, hepsi ayna gibi göstericidirler. Marifetine işaret ederler. Fakat perdenin yüzbin olması kâfirler için tuzaklıdır. Onların da bile-isteye körlüklerine bahane edecekleri çok detay vardır. "Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür..." denilmesindeki sır da budur. Maneviyatta gözünün açılabilmesi için perdenin araçsallığına iman etmen gerekiyor. Ona bakarken onu aşman gerekiyor. Ardındaki maksadı seçemeyenlerse yırtıkla, lekeyle, çatlakla uğraşıp duruyor. Bu ziyade uğraşı aklını gözüne indiriyor. Halbuki akıl göze inmek için değildir. Gözü yukarı çıkarmak içindir. Dikkati ötesine geçirmek içindir. Şişe Refet içindir. Refet şişe için değildir.

Hüda'dan dileyelim arkadaşım. Bizi perdelerde boğulanlardan eylemesin. Felahımızın yolunu da şurada buluyor gibiyiz: "Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde kesret fikrini dağıtır. Evham seni havalandırır. Enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur. Tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur..." Demek Mevla'yı aranmak lazım sinemada hep. Yoksa perdesinde dikkat çelen çok Leyla var.

14 Haziran 2023 Çarşamba

TENET'in 'gör' dediği...


"Zaman 'Herşey bir anda olmasın' mekansa 'Hepsi bizim başımıza gelmesin' diye var."

Susan Sontag


Bunu bir ISO uzmanından dinlemiştim. (Yoksa 'ISO danışmanı' mı demeli?) Bir kültürün hassasiyetlerine hâkim olmadan orada pazarlama/reklam faaliyeti yapmanın sakıncalarına dair bir tebliğdi yanlış hatırlamıyorsam. Uzatmayayım. Hikâye odur ki: Coca Cola, Arap coğrafyasına yeni girdiği dönemlerde, bir reklam afişi hazırlatmış. Afişte soldan sağa olaylar şöyle cereyan ediyormuş: 

1. Sahne: Kahramanımız çölde sürünüyor. 2. Sahne: Kola makinesine uzanmaya çalışıyor. 3. Sahne: Kolayı içiyor. 4. Sahne: Çok mutlu oluyor... Fakat, evdeki hesap çarşıya uymamış, afişin afişe edilmesinden sonra satışlar düşmüş. Eh, elmecbur, neden böyle olduğunu araştırmaya başlamışlar. Neticede öğrendikleri şu olmuş: Araplar, Amerikalıların aksine, yazıları sağdan sola doğru okunduğu için, afişleri de aynı yönde anlamayı tercih ediyorlarmış. Ve onların algısıyla değerlendirince hikâye büsbütün değişiyormuş. Nasıl? 1. Sahne: Kahramanımız çok mutlu. 2. Sahne: Kola içiyor. 3. Sahne: Kola makinesinden korkarak uzaklaşıyor. 4. Sahne: Kahramanımız çöllerde sürünmeye başlıyor.

Kıssadan çıkarılacak ilk ders: Kimse içince sürüneceği vâdedilen bir ürünü tüketmez. İkinci ders: Oryantalizm olmadan sömürgecilik de olmaz. (Cemil Meriç merhumun ifadesiyle: Oryantalizm sömürgeciliğin keşif koludur.) Karşınızdakinin algılama şeklini bilmezseniz algısını yönetemezsiniz. Üçüncü ders (ki yazımızın asıl konusunu bu oluşturuyor): Neden-sonuç ilişkileri aslında şahit olanın yaratılışı algılama şeklinden ibarettir. Soldan sağa algılayan birisi için neden-sonuç ilişkileri bir hiyerarşi oluşturur. Fakat sağdan sola algılayanlar için bambaşka bir hâdiseler zinciri vardır. Bu mekansal anlamda böyle olduğu gibi zamansal bağlamda da böyledir. Bir filmi geriye sararak izlediğinizde, eğer filmin kurgusu da buna elveriyorsa, neyin-neye neden olduğu konusunda kafanız bir hayli karışabilir.

İzleyenler hemen hatırlayacak: 2020'de TENET isminde bir film gösterimdeydi. Filmin kurgusu, hiçkimseyi ileri-geri almaya mecbur etmeyecek şekilde, yukarıda arzetmeye çalıştığım metaforu somutlaştırıyordu. Konusuna gelelim: Âdemoğlu maddeye zamanda ileri-geri yaptırmanın bir yolunu bulmuştu. Aynı süreci kendisine uyguladığında olayları da, tıpkı bir filmi geri sarıyormuş gibi, evvele doğru yaşıyordu. Tam bu noktada çok ilginç birşeye şahit oluyordunuz. Zamanı terse doğru yaşarken sonuçlar neden, nedenlerse sonuç haline geliyordu. Acaba siz ateş ettiğiniz için mi kurşun tabancadan çıkıyordu? Yoksa kurşun tabancaya döneceği için mi ateş ediyordunuz? (Filmde 'zamanda geri giden mermi' diyaloğunu izleyenler göndermeyi anlayacaklar.) Tabii bu noktada, esas oğlanımızın şaşkınlıkla ifade ettiği gibi, "Sebep sonuçtan önce gelir!" kesinliği yıkılıp gidiyordu. Yerine şu söyleniyordu: "Bu yalnızca bizim zaman görüşümüz." Eğer zamanı tersine şekilde yaşayan birileri varsa onlar hiçbirşeyi böyle algılamayacaktır. Bulutlardan yağdığı için yağmur olmaz. Yerden su yağdığı için bulut oluşur.

Japon fizikçi Michio Kaku, Einstein'dan Ötesi isimli eserinin 'Zamanda Geriye Gitmek' bölümünde, şöyle birşey anlatıyor: "Feynman, 1940'ların başlarında, hâlâ Princeton Üniversitesi'nde bir lisansüstü öğrencisiyken, antimaddenin yapısına ilişkin yeni bir yorum geliştirdi. (...) Örneğin: Bir elektronu bir elektrik alanı vasıtasıyla ittiğimiz zaman, diyelim ki sola doğru hareket ediyor olsun. Eğer elektron zaman içerisinde geriye gidiyor olsaydı, sağa doğru hareket edecekti. Bununla beraber, sağa doğru hareket eden bir elektron, bize negatif değil, pozitif yüklü bir elektron olarak görünecekti. Dolayısıyla, zamanda geriye giden bir elektronun zamanda ileriye giden antimaddeden ayırt edilmesi olanaksızdır. Başka bir deyişle, Carl Anderson'un kozmik ışın deneyleri sırasında fotoğrafını çektiği, sanki pozitif bir yüke sahipmiş gibi davranan elektron, aslında zamanda geriye gitmekteydi."

Atomaltı âleme indiğinizde herşey hareketten ibaret bir hale geliyorsa, yani birşeyin zamanda geriye-ileriye gittiği hareketin yönünden ibaret birşey oluyorsa, o zaman hareket tersine çevrildiğinde nesnenin zamandaki yolculuğu da tersine evrilir. "Bilim bilimkurgudan daha gariptir!" diyen yazarımız böyle birşey anlatıyor sanki. Ahmed kardeşinizse 'ezeliyet' üzerinden meseleye yaklaşınca başka şeyler de düşünüyor. En doğrusunu Allah bilir. Fakat tam şimdi Kader Risalesi'nden yardım almam lazım: 

"Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertiple tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça mukabil dairesi genişlenir. Git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte, şu âyine, şu vaziyette, onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhakemâtımız onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun."

Evet. Biz âdemoğulları/kızları kendi sınırlarımız içerisinde yaşıyoruz. Hayatımıza dahil olan nesneleri de sınırlarımızla yaralayarak algılıyoruz. Bizim için bir öncelik-sonralık var. Zira bizim başka türlüsünü beceremediğimiz okuma şeklimiz bu. Bununla varlığa gönderilmişiz. Kabımız küçük. Bütünü kaldıramıyor. Parçalara ayırıyor. Ancak bu okuma şekli acaba varlığın aslına ne kadar isabet ediyor? Tamam. Her tohum ektiğimizde ağaç oluyor. Tamam. Her ittiğimizde nesneler ötemize gidiyor. Tamam. Yağmur bulutlardan aşağıya akıyor. Fakat işin atomaltı boyutuna indiğinizde bütün bu süreçler yaratılışın bizzat kendisi oluyor mu? Yoksa sadece hilkati bizim algılayış şeklimiz mi böyle? 

Sözgelimi: Zamanı farklı yaşayan canlılar da varsa şu âlemde, ki olabilir, onlar için bizim kurduğumuz zaruret ilişkileri ortadan kalkmıyor mu? Onlar olanları daha başka şekilde, belki daha başka zaruret ilişkileri eşliğinde, algılamıyorlar mı? Bizim için sebep olan onlar için sonuç olmuyor mu? Onlar için sonuç olan bizim için sebebe dönüşmüyor mu? Bütün bu okumalar bir şekilde ilk temsildeki göz alışkanlıklarına benzemiyor mu? (Arap ile Amerikalı âlemi göz alışkanlıkları eşliğinde kavrıyorlar. Görsellerden farklı dizilimler eşliğinde etkileniyorlar.) Materyalistin nazarında maddeyi giderek kalınlaştıran 'kendi okuma şeklini varoluşun yegane şekli sanmak' değil mi? Halbuki, aksine, mü'min gayba iman ediyor. Aşkınlığa açık duruyor. 'Allah' diye kendisindeki bütün sınırlardan münezzeh bir varlığı kabulleniyor. 'Ezel' diye bir makama inanıyor. Orası öyle bir makam ki bizim için varolan algılama sorunları/sınırları ortadan kalkıyor. Olmuş-olacak, sebep-sonuç, geçmiş-gelecek bir görünüyor. Sonrası öncesine mecbur olmuyor. Öncesi sonrasını zaruret kılmıyor. Çünkü hepsi aynı anda manzaraya sığıyorlar. Zaman-mekan manzarayı bir anda nazarına sığdıramayanlar acizler için var. 

Evet, arkadaşım, Cenab-ı Hak mahlukatını 'mahluk arızalarından müberra olarak' biliyor, görüyor, yaratıyor. İş bu zemine geldiğinde sebep-sonuç ilişkileri anlamsızlaşıyor. Yaratış için bir mecburiyet oluşturamıyor. Ancak 'iktiran birlikteliği' görünüyor. Ve insan olan insan özüne itiraf ediyor: Kadere iman etmek yaratılışı bu düzeyde kavrayacak inceliğe erişmek için de lazımdır. Sebep-sonuç bağlayıcılığından kurtulmuş bir hilkat görüşü kazanmak ancak 'ezel' gibi bir makamı kavramakla mümkün olur. Bu kavrayışı elde edemeyenler maddede boğulur. Çünkü madde müptelasını 'onu algıladığı şekilde' boğar. Reşha görürsen göğe çıkarsın. Taş görürsen altında kalırsın. Ortası yoktur.

30 Ağustos 2022 Salı

Peki kabul edilmeyen duaları niye ettik biz?

Dua bir iman pratiğidir. Mü'minin yapabileceği iştir. (İmanı olmayanın duası da olmaz.) Birşey için dua ediliyorsa gerçekleşeceğine dair umut da var demektir. Bu umut da demek ister ki arkadaşım: "Duayı ettiğim makamın yapabileceklerine imanım var. (Allah herşeyi yaratabilir.) Hem bu duayı işittiğine imanım var. (Allah herşeyden haberlidir.) Hem de beni sevdiğine, rahmet ettiğine, önemsediğine imanım var. (Allah herbirşeyle ilgilidir.)" Böylece insan kendisini varlığa dahil eder. Her duada tekrar tekrar yaşanır bu terbiye. Tecrübe edilir bu eğitim. Enenin biriciklik/başkalık tasallutu kırılır. Allah, işitmekle-vermekle hem 'ben'in Allahıdır, hem de dilediğini yaratabilmekle 'herşey'in. Ben de hariç değildir Onun tasarrufundan hiçbirşey de. O halde 'ben' denktir 'herşey'e. Ayrı değildir hiçbirşeyden. Yani kibrine şifa arayanın şifası da duadadır. Biraz da bu hikmetle belki, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek haram kılınmıştır, bu yeiste bir dalalet vardır.

Duanın şifası çoktur. Bir şifası da istenilen verilmediğinde ortaya çıkar. Öyledir. "Ol!" deyince olduran yalnız Allah'tır. Allah'tan gayrısının böyle bir gücü yoktur. Fakat insan her dua ettiği anında gerçekleşirse istikametin sınırlarını yitirebilir. 'Dilemesi' ile 'olması' arasındaki mesafeyi unutabilir. Nasıl ki hep öyle olagelen şeyler için dua etmeyi bırakmıştır. (Güneşin doğması için dua etmez mesela.) Nasıl ki hep öyle olmayan şeylerde daha sıkı duaya sarılmıştır. (Yağmurun belirsizliği duasını bollaştırır mesela.) Aynen bunlar gibi de: Her dua ettiği gerçekleşirse, lezzeti şükür için isteme kıvamına ermemişlerin özlerine bakışları şaşabilir, aşırılaşabilir. Büyüklerimizden şöyle bir beyan da rivayettir arkadaşım: "Ben Allah'ın Allah olduğunu en çok kabul edilmeyen dualarımla anladım." Evet. Her istediğini vermemesiyle de, Rabbin, kimin kim olduğunu göstermiş oldu. Eremediği muratlarla nefsin dizginlerin elinde olmadığını daha âyân gördü.

Fiilî duaların kavlî/lisanla yapılan dualara göre bir avantajı var. Nedir? Bir temsille anlatmaya çalışayım arkadaşım: Devlet kimi zaman 'belirli usûller çerçevesinde' bazı imkanlar sunar. Sözgelimi: KPSS'ye girip yüksek puan alanların memuriyette yer bulması daha kolaydır. Usûlü ilan eder. Herkese eşit haklar tanır. (Temsil gereği bunları söylüyorum. Sakın buradan polemik konusu çıkarmayın. Yazının esasından sapma olur. Manzaraya çok takılan menzile erişemez.) Genel hukuka tâbidir. Çalışıp kazananlar da elbette yerleşebilir. Fakat, bir kimse bu prosedüre dahil olmadan memuriyet talebinin gerçekleşmesini isterse, o biraz daha özel hukuka bakar. Hiç olmamıştır-olmuyordur denilemez. Çok yüksek bir yerde hatırı varsa belki bu da kendisine bağışlanabilir. Alan açılabilir. Ancak ikincisinin vukû bulma ihtimali birincisine kıyasla azdır.

Neden? Çünkü çok kuvvetli bir hatır ister. Çok özel bir hukukla mümkündür. Allah'ın yanında kulluklarıyla kıymet kazanmışlar kavlî dualarının da sıklıkla bağışlandığını görürler. (Peygamberlerin duaları bu cümledendir.) Lakin o derece özel hukuka sahip olmayanlar, kırk yamalı ibadetleriyle düşe-kalka yaşayanlar, yani ki bizler, böyle iltifatlara mazhar olamazsak gücenemeyiz. Gücenmeye hakkımız yoktur. Ancak yine de ümit sahibi olabiliriz. Dünya adına kabul olmamış duamız belki ahirette karşılığını bulur. Belki dünyadaki karşılığı daha güzel/başka bir sûrettir. Dediğimizin aynısı değildir. Bilemeyiz. Tevekkül ederiz.

Şunu da aklından çıkarma arkadaşım: Kavlî duanın şuurî yönü daha baskındır. Şuur şeylerin yüzünü sonsuza çevirir. Fiilî duanın amelî yönü daha baskındır. Ben bunu biraz da 'boyutlar' üzerinden kavramaya çalışıyorum. Amelî bir duanın dört boyutu var. En, boy, derinlik, zaman. Bir cismaniyeti var. O cismaniyetten ötürü mazhar olduğu Esmaü'l-Hüsna var. Ve belki bu Esmaü'l-Hüsna sayısı kavlî duadan çok daha farklı. Çok daha fazla. Neden? Çünkü kavlî dua tek boyutlu. Görüntü iki boyutludur. Dilekse tek boyut. Belki bu vücudsuz vücudîliği nedeniyle irade-i külliyeye bırakılmış daha geniş bir alana sahiptir sözlü duamız. Cenab-ı Hak onu işitir, bilir, kabul eder, ama yaratmak bahsi geldiğinde irade-i külliye 'özel hukuka bırakılan geniş alana' nazar edebilir. Kavlî duanın varlığa çıkmak için amelî duaya göre daha fazla eksik parçası vardır.

En doğrusunu Allah bilir. Yalnız, şuurî yönü itibariyle, kavlî duanın uhrevî faydalarını fiilî duadan daha 'kesin' görürüz. Bir ateist bilimadamı da, en az bir müslüman kadar, fiilî dua edebilir. Çalışarak sonucunu alabilir. Maksûduna erişebilir. Ancak onun şuurî faydalarından mahrumdur. Çünkü neticeleri Allah'tan bilmemektedir. İbadetinin manevî faydasını görmemektedir. Allah, kainata yaydığı yasalara ittiba ettirerek, ona şuursuzca dua ettirmektedir. Vakti gösteren saat gibidir. Yaptığı sayesinde faydalar görülür. Lakin o ne yaptığını bilemez. Fayda görmez. Buradan bakarak "Fiilî dua sahiplerinin, eğer şuur sürecini kavlî dualarla tamamlayamıyorlarsa, vartası da çoktur!" diyebiliriz. Varolanları kendilerinden bilebilirler. Karun gibi "İlmimle verildi!" diyebilirler. Yaratılmışları yaratışları sanabilirler. Allah korusun. Her neyse... Sözü epey uzattım arkadaşım. Belki seni de bıktırdım. Yine de dualarını beklerim. Hayrım az. Günahım çok. Kendi hatırımdan cidden şüpheliyim. Fakat umutsuz da yaşayamam. Senin hatırın benimkinden fazla iş görebilir.

Bediüzzaman 2082'ye karşı neden uyarıyor?

"Ve herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden..."  Şualar'dan. Ahirzamanda kimsenin çocuğu sadece kend...