Tabiat Risalesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tabiat Risalesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Aralık 2019 Cumartesi

Cansızlık aynılığa yatkındır

Coetzee Yavaş Adam'ında diyor ki: "Fotoğraf çekilen şeyin kendisi değildir. Tablo da resmedilen şeyin kendisi değildir. Ama aynı zamanda ikisi de kopya değildir. Herbiri yeni birşeye dönüşür. Yeni bir gerçeğe. Dünyada yepyeni birşeye. Yeni bir orijinale..." Bu cümleler hakkında düşünürken Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi'nde cevapladığı bir soru geliyor aklıma. Cevabını da paylaşacağım. Ama önceye soru gelmeli: "Eğer desen: Evet, bir kitabı yazan makinenin icadı o kitaptan yüz defa daha müşküldür. Fakat o makine, aynı kitabın birçok nüshalarını yazmasına vasıta olmak cihetiyle, belki bir kolaylık var?"

Cevabınsa, yıldırmamak için seni, sadece ilk cümlesini alacağım: "Nakkaş-ı Ezelî, hadsiz kudretiyle, nihayetsiz cilve-i esmâsını her vakit tazelendirmekle ayrı ayrı şekilde göstermek için, eşyadaki teşahhusları ve hususî simaları öyle bir surette halk etmiştir ki, hiçbir mektub-u Samedânî ve hiçbir kitab-ı Rabbânî, diğer kitapların aynı aynına olamıyor."

Yani Bediüzzaman da Coetzee ile aynı şeyi söylüyor. Elbette daha aşkın bir şekilde. Daha üst bir okumayla. Coetzee, varlığın ayna misal yüzüne bakıp ondaki değişimlerin orijinalliğini görürken sadece, Bediüzzaman işi arkasındaki 'iradeye' kadar taşıyabiliyor. "Yaratılış işi gelişigüzellik işi değildir!" demeye getiriyor. Orijinallikler ancak kasıtlarla inşa edilirler. İki şeyi birbirinden farklı kılmak aynı kalmaktan daha zordur. Ayrı bir çaba gerektirir. Ayrı bir özen ister. Cansızlık aynılığa yatkındır. Kainatın herbir detayına, hatta anlara kadar, dağılmış orijinallikler de arkalarında 1) bütünü gören, 2) farklılık nedir bilen, 3) farklıyı seçebilen bir iradenin varlığından haber verirler. Evet. Yaratıcı iradesiz olamaz. Çünkü ikizler bile birbirine benzemez. Hiçbir yüz büsbütün diğerinin aynı değildir. Aynılık elenmiştir.

Cansızların düzenini makineleşmede görüyoruz. Ve her türden makineleşme bize şunu söylüyor: "Ben şeyleri birbirine benzetmeye yatkınım!" Matbaada basılan kitabın nüshaları birbirine benziyor. Nüanslar oluşuyorsa da bu makinenin kastı değil kusuru. Bazen mürekkep sızıyor. Bazen kağıt sıkışıyor. Bazen başka bir arıza. Ancak bütün bu sorunları giderebildiğiniz yerde elinize geçen 'aynılık' oluyor. Aynen. Fakat, bir saniye, evrendeki düzen böyle değildir.

Evren makinesinin kastı ise sanki değişimdir. Hem de anlar bile birbirini tutmayacak şekilde bir değişimdir. Aynı nehirde iki kez yıkanılmayacak bir süratte bir değişimdir. Bir matbaa düşünün ki her hareket edişinde içinden yeni bir kitap çıkıyor. Öyle de kitaplar ki benzerlikleri sadece kitaplıkları. Detaylarına inildikçe farklı âlemlere dönüşüyorlar. Bir 'tık-tık'ta makinenin ağzından Montaigne'nin Denemeler'i çıkıyor. İkinci 'tık-tık'ta Mevlana kuddissesirruhun Mesnevi'si. Üçüncü 'tık-tık'ta bu defa Yüzüklerin Efendisi tükürüyor. Kalıplar değişmiyor. Makine değişmiyor. İşlem değişmiyor. Sonuçsa hep başkalaşıyor.

Evrimin bir kanun olduğunu iddia edenler herhalde biraz da burada yanılıyorlar. İradenin değişim değişim tecellilerini kainatın her köşesinden okuyorlar. Maşaallah. Okuyacaklar elbette. Okusunlar diye konulmuşlar zaten. Fakat tecelliyi okuduktan sonra varacakları hakikati şaşırıyorlar. Evrenin her halinde hissettirdiği değişimi 'makinenin ahlakının değişim olduğu' üzerine yoruyorlar. Ne demek bu? Açalım. Yukarıdaki misalden devam edersek hatta diyorlar ki: "Matbaanın özelliğidir her 'tık-tık'ta yeni bir kitap basması. Baksanıza. Hep böyle oluyor zaten. Kitaplardan da yeni kitaplar yapmış neden olmasın?"

Hep böyle olduğu doğru. Ama işi matbaanın yaptığı doğru değil. Cansızlar aynılığa yatkındır. Cansızlardan yapılan makineler de öyle. Bunu yapan matbaanın arkasındaki irade sahibi. Hayat sahibi. İlim sahibi. O, anların bile sonsuzluk gibi açılacağı bir çabuklukta, bir ilimle, bir kudretle, her 'Ol!' emri için yeni bir kalıp döşüyor. Orijinallikle yaratıyor. Kader dediğimiz biraz da bu zaten. Kader matbaacının neyi basacağını evvelden bildiğini kabul etmektir. Bilmeyen basamaz. Kur'an da buyurur: "Yaratan bilmez olur mu hiç?"

Ancak şu noktada evrimcilerin bariz ifratı var: Biz matbaacının her defasında yeni bir kitap yarattığını/yaratabileceğini kabul ediyoruz. Amenna. Sıkıntı yok. Fakat kitabın kitaba dönüştürüldüğünü bize kim söylüyor? Mesnevi'nin Denemeler'den gelme zorunluluğu yok ki. Hem daha tuhaf ki. Matbaacının yedi deniz mürekkep olsa yazıp bitiremeyeceği kadar kelamı/ilmi var zaten. Sonsuz kudreti var. Neden Âdem'i temiz bir kağıda, pardon, toprağa basıp yaratamasın? Engelleyen ne? Herşeyin hazinesi yanında olana malzeme kıtlığı mı var? Sizin bu yaptığınıza 'dün kağıtken bugün matbaacıya iş öğretmek' denmez mi ey akıllılar(!).

26 Haziran 2019 Çarşamba

Bediüzzaman'ın dini 'demokrasi' miydi? (2)

Hani başka yazılarımda da değinmişimdir: İslamî gruplar/bireyler içindeki sapmalar 'ikincil niyetler' üzerinden başlıyor. Örneğin: Adam Kur'an'ın başına oturuyor amma ondan hakikati öğrenmek için değil. Kafasında hakikatin ne olduğuna çoktan karar vermiş zaten. Mushafı "Bakalım hangi ayeti beni destekliyor?" diyerek açıyor. Ve evet, bir sırr-ı imtihan gereği, başkalarına "Yok artık!" dedirtecek ama kendisine "Ulan aferin!" gibi görünen birşeyler çıkarıyor oradan. Bu sadece Kur'an'da mı yaşanıyor peki? Hayır efendim. Hadiste, tefsirde, fıkıhta vs. Her ilimde-bilimde kendi kanaatini destekleyecek kanıtlara ulaşıyor bu 'ikincil niyet' sahipleri. Hatta, Kur'an'ın kendi ayetleri hakkında buyurduğu, fakat belki kainat ayetlerine de teşmil edilebilecek bir düstur, bu tarz tezahürlerle daha görünür oluyor. Evet. Her yeni ayetin gelişiyle hem mü'minlerin imanı artıyor hem de kâfirlerin dalaletleri. O imanına delil buluyor şu inkârına. Kim-ne niyetle oturursa başına arzusuna uygun olanı alıyor.

Yukarıda anlattıklarımızı şöyle bir misalle fehmimize yaklaştıralım: Bir hazine sandığına sahipsiniz diyelim. Bu sandıkta bilumum mücevherler mevcut olsun. Zümrütü, yakutu, elması, akiki, bilmem nesi, hepsi takı takı içinde takırdasın dursun. Aman, bin maşaallah, hiç gözümüz yok. Kavga çıkmasın şimdi. Hepsi de sizin olsun. Siz de akşam gideceğiniz davetten önce birşeyler takıştırmak üzere sandığınızın başına gidin. Gidin amma elbette bir niyetle gideceksiniz. İlk seferde niyetiniz şöyle olsun: "Kırmızı bir mücevher bulsam da taksam!" Bu niyetle gittiğinizde elbette sizin için en makbul mücevher kırmızılardan olacak.

Yeşiller, maviler, sarılar, billurlar ne kadar şiddetli gözkırparlarsa kırpsınlar dikkatiniz kırmızılarda kalacak. En nihayet de onlardan birisi seçilecek. Diğer renkler kaybedecek. Fakat bir de şöyle bir niyetle sandığın başına gittiğinizi düşünelim: "Sandıktaki en güzel mücevheri takacağım!" O zaman ne olur peki haliniz? O zaman sandığı daha bütüncül görmez misiniz? Bütün renklere dikkat etmez misiniz? O bütünlüğün herbir detayını birbirleriyle kıyaslayarak sonuca varmaz mısınız? Evet. Aynen. O zaman böyle yapmış olursunuz. Çünkü sandığın başına gelirken bir karara sahip değilsiniz. Size kararın ne olduğunu biraz da sandıktakiler öğretecek/söyleyecek. Buna müsaade ederseniz, inşaallah, doğruyu bulursunuz. Allah cümlemizi seçimini istikametle yapanlardan eylesin.

İşte, Kur'an'daki ayetler de, sünnetteki hadis-i şerifler de, hatta onlardan ilham alınarak istikametle yazılmış sair eserler de, derecesine göre, şu sandıktaki mücevherler gibidir. Başlarında durup 'hidayetini' arttıran da olur 'dalaletini' arttıran da. Hidayetini arttıran ona müşteri olduğu için arttırmıştır. Dalaletini arttıran ona müşteri olduğu için arttırmıştır. Fakat ikisi arasında şöyle bir nüanstan bahsedilebilir: Hidayetin müşterisi hakikatin tam tezahürü için doğrulayan-doğrulamayan bütün verileri karşısına alıp yorumlar. Elinden geldiğince her ikisine de söz verir. Dinler. Sonra kalbinde galip gelen görüşe göre hareket eder. Dalaletin müşterisiyse kanaatinin tezahür edebilmesi için kendisini doğrulayan (doğruladığını sanrıladığı) verileri karşısına alıp konuşur. Bu yanlı okuma da elbette onu en nihayet kendi kanaatine hakvermeye götürür.

Yani; hakikati arayan, ruhunu Cenab-ı Hakkın hidayetine açar ki, doğru 'beklentilerinden zarar görmeyecek şekilde' tecelli etsin. Değiştirecekse değiştirsin. Döndürecekse döndürsün. 'Göre'sine dayanak kollayansa, bakış açısını aradığı delilin renginden başkasını sokmayacak şekilde daraltır ki, hasbelkader başka birşey öğrenmesin. Başka birşey gösterilmesin. Değiştiren kendisi olsun. Kıyas kendisi olsun.

Böylece ikisinin eşyayla muhatabiyetleri kendi içlerinde farklılaşır. Aynı metni okusalar bile buldukları/anladıkları başka olur. Tıpkı; namaz kılmayışını "Sarhoşken namaza yaklaşmayın!" ayetinin sadece "Namaza yaklaşmayın!" kısmını okuyarak gerekçelendiren Bektaşî'nin fıkrasında olduğu gibi. Mürşidim de bu sadedde der: "Hülâsa: Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan Sofestâî, hevâ da Bektâşîdir." Böyle demekle de Furkan sûresinin şu hükmüne fehmimizi yaklaştırır: "Hevasını ilâh edinen kimseyi gördün mü? O hâlde (vazîfen sâdece tebliğken) onun üzerine sen mi vekîl olacaksın?" Tebliğ, yani hakikatin bilgisi, ancak 'ondan doğruyu öğrenmek isteyeni' cennetine götürebilir. Tebliğle yalnız 'hevalarını doğrulamak için' muhatap olanlarsa nübüvvetin vekaletinden faydalanamazlar. Başlarında koruyucu bulamazlar.

Bu uzun girizgâhın ardından asıl konumuza gelelim: Risale-i Nur okumalarında da, özellikle Münazarat tefekkürlerinde, benzeri çarpıtmaların yaşandığını düşünüyorum ben. (Bazılarına bizzat şahit de oldum.) Peki bu arıza en çok neyden yaşanıyor? Hazinenin bütünlüğünün ıskalanmasından. Yani Bediüzzaman'ı, eserlerini, ifadelerini veya hatıralarını parçalara ayırmaktan. Bu parçalardan işe yararlarını derleyip 'o yalnız bunlardan ibaretmiş gibi' sunmaktan. Halbuki İslamî ilimlerin usûllerini incelersek görürüz ki: Hüküm çıkartılırken mevzu ile ilgili (birbirleriyle çelişen-çelişmeyen) bütün delileri toparlayabilmek, hepsini topyekün ele alabilmek, sonra aralarında kıyaslamalar ve tefekkürler yapabilmek esastır. Selef-i Salihînin bize öğrettiği 'sağlıklı yargıya ulaşma metodu' budur. Bu nedenle büyük fâkihler aynı zamanda büyük muhaddislerdir. Böylesi ilimlerin birbiriyle kuvvetli bağıdır ki, hocalarını, 'birkaçında birden icazet sahibi olmaya' yönlendirmiştir. Yani ulemamız bütünü mümkün mertebe kuşatmanın hakikate yaklaştırıcılığına inanmışlardır. Allah hepsinden razı olsun. Şefaatlerine bizleri nail eylesin. Âmin.

Fakat bugün bir kısım Nurcular arasında iş nasıl dönmektedir? Ben bir tane örnekle izah etmeyi deneyeyim: Şimdi, diyelim ki, benim Nurcu kardeşim bir garezle 'daha dindar olanı' değil de 'daha seküler olanı' siyaseten yetkilendirmeye karar vermiştir. Bunun demokrasinin kutsallarına daha uygun olacağına inanmıştır. Ancak bunu öylece "Ben öyle olması gerektiğini düşünüyorum!" diye söyleyemez. Ya? İlla ucunu Risale-i Nur'a bağlar. Olabilir ya, kendi hatası gibi değil, mürşidinin seçimi gibi sunmaya çalışır. Hatta, yalnız kendisi yetmiyorsa, yani çevresini de ikna etmek istiyorsa, elbette işi kanaatine güvenilir mürşide bağlamak çok daha faydalı olacaktır. Peki ne yapar o zaman?

Evvela Münazarat'a gider. Münazarat'ta bulamazsa Eski Said'in diğer eserlerinin kapısını çalar. Fakat genelde Münazarat'ın mağdur edilmesi yeterli olur. Oradan yeterli ekmek çıkar. Sonra oradan niyetine yakıştırıp seçtiği bir metni Risale-i Nur'un bütününden kopararak bir şerh çalışmasına tâbi tutar. Sonra da bu şerhini "Başkaca düşünülemez!" şekilde dayatır. Hadi bakalım. Hayırlı olsun. Artık o metni okuyan başka şekilde anlayamaz. En azından çoğunluk buna uğraşmaz. Eh, ne de olsa, hazırın üzerinden yürümekte de entelektüel bir rahatlık vardır.

Bunlardan bir tanesi, mesela, yine Münazarat'ta yeralan, "Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?" suali ve cevabıdır. Ne işe yarar bu sual ve cevap? Efendim, dedim ya az önce, sözgelimi CHP'yi başa geçirmeye karar verdiniz. Ay, pardon, öyle dememiştim. Özür dilerim. Düzelteyim: Alternatiflerden daha seküler olanı siyaseten yetkilendirmeye karar verdiniz. (Böyle daha cici oldu değil mi?) İçinizde bir şekilde bu arzuya vardınız. Eh, arzudur, varılır. Birşey denmez.

Ancak birtek sizin arzulamanızla olur mu iş? Cık, ı-ıh, e-eh! Hep beraber kafamızı yukarıya doğru sallayalım: "Oooolmaaaz!" Toplumun da ikna edilmesi gerekir. "Cübbesiz Ahmed efendi böyle düşünüyor!" denilince de kimse ikna olmaz. Ya ne yapılacak? Varırız Bediüzzaman'ın kapısına. Belki Bediüzzaman'ın dindar vicdanları tatmin edecek 'daha seküler olanın zararsızlığı'na dair beyanı vardır? Yok mudur? Aman, birebir tutmasın canım, şöyle kıvırtılacak yok mudur? Hop, işte, mezkûr sual ve cevap tam da bu noktada yardıma çağrılır:

"İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp bîçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan,—herkesin kalbindeki şefkat-i imaniye olan—envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir? Siz muhakeme ediniz."

Yahu 'kim söylemiş, kime söylemiş, ne makamda söylemiş, ne söylemiş' falan boşverin bunları. Pekâlâ bu metni kıvırtabiliriz. Eveeeet! Evreka! Bulduk! Buradan 'devletin alabileceği halden din namına endişelenmemeye' bir delil çıkarılabiliyor. 'Daha seküler olanın seçiminden İslam adına korkmamaya' bir karine bulunabiliyor. Metin tam olarak bunu söylemiyor mu? Boşver aslanım. Metnin aslında ne söylediğini kim-ne yapsın? Herkes kendi fikrini arıyor zaten metinde. Hatta arzusunu arıyor. Ona vardıktan sonra tam tersini söylese ne olur.

Tabiat Risalesi'nin başındaki cümleler mi? Üfff, ne gıcık çıktın sen ya, ne diyormuş peki orada? Dur bakalım: "1338'de Ankara'ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah' dedim. 'Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!'" Burada biraz endişeli mi görünüyor? Hııımmm. Şeeeey. Eeheemm. Bu endişe değil canım. Şey olmuş şey. Neyse, boşver bunu, çok önemli değil.

Başka da mı var? Mesela ne var? "Haccı men eden, zemzemi döktüren, hakkımızda eşedd-i zulme müsâadekâr davranan ve Zülfikar ve Sirâcü'n-Nur'un müsaderesine ehemmiyet vermeyen ve bizi garazkârâne, kanunsuz, tazip eden memurları terfi ettirip hanemizden çıkan mazlumâne lisan-ı hal ile yüksek ağlamamızı ve sesimizi işitmeyen bir müstebit kabinenin zamanında en rahat yer hapistir." Ne takılıyorsun böyle şeylere. Ben sana işin kolayını gösterdim ya canım. Fazla karıştırma. Münazarat'a baksana sen. Cambaza bak cambaza.

Ha? Ne? Yeni Said'in siyasete temas eden metinlerinin genelinde devletin kimin elinde olduğundan endişelenir bir mahiyet mi var? DP'nin başa geçmesine bu yüzden mi çok seviniyor? Üstelik sahada yaşananlar da devletin kimin elinde olduğuyla müslümanların dinini daha rahat yaşamasının birbiriyle orantılı olduğunu mu vurguluyor? Amaaan ya! Geç bunları. Bunlarla işimiz yok. Biz zaten doğrunun ne olduğunu biliyoruz. Bunu Münazarat'a bakmadan önce de biliyorduk. Münazarat'a bakışımızın sebebi de zaten "Doğruyu doğru bilmiş mi bakalım Üstadımız?" öğrenmek içindi. Varsın Bediüzzaman'ın bütün hayatı, bütün metinleri, bütün duruşları bizi doğrulamasın. Bir yerde kendimize tevil edilecek malzeme bulduk ya. Tamamdır. Sen çok kurcaladığın için mutlu olamıyorsun. Kurcalama. Arzula. Abilerinin latif rüzgârına bırak kendini. Onlar da liberal aydınların rüzgârında kanat vuruyor zaten. Sakın tereddüt etme. Mutluluğun formülü çok açık: Bir sen, bir Münazarat, biraz da saflık. Evet. Bencileyin söylersem: Halipürmelalimiz budur muhterem ablalarım-abilerim.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...