Çocuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çocuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2022 Pazar

Dikkatine 'dikkat' et

İrade boşluklarla gelişir. Doğru karar için gerekli olan diğer öğelerle bağlarını boşluklarda kurar. Aklın yolunu boşluklarda öğrenir. Hafızanın kıymetini boşluklarda tecrübe eder. Sınandıkça bu yollara ayağı alışır. Çocuğunuzun etrafını 'hiç karar alması gerekmeyecek şekilde' sararsanız, ya nihayetinde size isyan eder, yahut da kendi ayaklarının üstünde duramaz olur. Bir ömür hayatını devam ettirmeye lazım yardımlar ister. Biteviye muvaffakiyetsizlikler sergiler. O yüzden Cenab-ı Hakkın bizi dünya imtihanına uğratmasına şaşırmamak gerekir. Süreçte sunulan tuzak değil imkandır.

Evet. Elhamdülillah. Biz de burada bir 'acaba'ya düşürüldük. Doğrular-yanlışlar birbirine karıştı. Siyahlar-beyazlar birbirine girdi. "Tâ yol ikileşti." Grileşti. Yolun ikileşmesi iradenin toprağı oldu. Suyu-ışığı oldu. Canı oldu. Orada boy atmaya başladı. Orada dilimiz yandı. Orada teslim olmaya başladık. (Müslümanın teslimle ilişkisini buradan da bir düşün isterim arkadaşım.) Tekrar memleketimize döndüğümüzde, inşaallah, kemaline yakışmayan hiçbir detayımız kalmayacak. Ham kalan her yerimiz dersini ikmal etmiş olacak. Etti de. Yandı da. Pişti de. Vaktiyle İblis, Âdem babamızla Havva annemizi, bir tek meyveyle kandırmıştı. Bizimse her yanımız diş izi. Kavga izi. Kumpasları bu dünyada gördük. Bu dünyaya düştük. Tuzaklara düşürüldük. Nice dost yüzlü yılanlara sarıldık. Pişman olduk. Pişman olduk. Pişman olduk. Ayıldık. Tevbe ettik. Hidayet edildik. Elhamdülillah. "Herşey buyurduğun gibiymiş!" itirafıyla yaşıyoruz şimdi. Hayat yalnız bu cümleye hayretimizi arttırıyor. Tecrübe okulundan mezunuz gayrı.

Şüphesiz bu da bir lütuf idi. 'Lütuf' deyince 'ayetleri' anmamak olmaz. Çünkü Hak Teala kaybedelim diye imtihan etmemiş bizi. Aksine kazanalım diye her kolaylığı sağlamış. Nereden mi biliyorum? Talebesinin kazanmasını istemeyen hoca cevabı bu denli fısıldamaz. Bu kadar her yeri bilgi bilgi nakışlamaz. Kendi derûnundan (enfüs) tut ta âlemin en uzak köşelerine kadar (âfâk) ipuçlarıyla sarmaz. Bütün bunlar er-Rahman, er-Reşîd, el-Hâdî olan Allah'ın kul talebelerine yardım etmesidir. Doğrudur. İnsan bu dünyada sınav olmaktadır. Ancak, unutmayalım, bu sınavda kitaba bakmak da serbesttir. Her anlamda serbesttir üstelik. İster 'kendilik' kitabına bakar insan. Oradan Rabbini bulur. İster 'âlem' kitabına bakar insan. Oradan Rabbü'l-Âlemîn'i bulur. Yahut da 'nübüvvet' kitabını temaşa eder. O kâmil insanlardan bir kopya alır. Veyahut elinde bizzat Mâlik-i Hakikisinin Kelam-ı Kadîm'i vardır. Oradan lazım gelen cevapları edinir. Yani, arkadaşım, insan öyle bir sınav olmaktadır ki, sınav salonunun tamamı doğru cevabı haykırmaktadır. Yalnız bizden azıcık dikkat isterler. Çünkü, mürşidimin de hatırlattığı gibi, "Nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir."

Dikkati sakın küçük görme arkadaşım. Çünkü neyi okuyacağını o seçiyor. Âleminde neyi galip kılacağın, âlemin kendisinden ziyade, sana bakıyor. Tasarımla ilgilenenler bilirler. Tasarım aslında bir 'boşluk yönetimi'dir. Yani tasarımcı neyi göreceğin kadar neyi görmeyeceğini de belirler. İkisinin dilini birden kullanır. Ve vurgu da azı çoğa galip eder. Yüz satır mutluluktan bahseden bir sayfada tek cümle keder geçse, ben de onu vurgulasam, bakar bakmaz onu görürsün. Manipülasyonumu aşmanın yolu bütüne dikkat etmektir. Dikkat etmeni istemediğim detaylara da dikkat etmek. Göreceklerine dair bir niyete, nazara, usûle, imana sahip olmak. Dayatılanla aslolanı ayırabilmek.

Evet. Hakîm olan Allahımız yarattıklarına dikkat etmemizi istiyor. Bu dikkatin 'mana-i harfî' usûlünü de öğretiyor: Şeylere, kendileri için değil, ötesi için bakılır. Eşyaya gaybı için, gaybıyla birlikte, iman edilir. Parça, onda boğulmaya değil, bütüne çıkmaya vesiledir. Yüzeyin adamlarıysa dikkatimizi yüzeye dağıtmak istiyorlar. Kalabalığı derinlik sandırıyorlar. Dikkatimizi yüzeyde hapsediyorlar. 'Medeniyet fantaziyeleri' diyor Bediüzzaman onlara. 'Deccalın yalancı cenneti' diye de tesmiye ediyor bir yerde. Kabul edelim: Sahiden İblis'ten dersini iyi okumuştur bu zamanın iblisleri. Cennet kadar nimet içindeyken, dikkatimizi tek bir ağaca, yenmemesi gereken meyvesine, boğdurabilirler. Zaten kişinin cenneti biraz da dikkat kesildiğidir. Dikkati yöneten iradeyi de yönetir. O halde kurtuluşun yolu da iradeden geçiyor. Dikkat ettiğimizi biz seçersek kazanırız. Dikkat ettiklerimizi başkası yerimize seçiyorsa vay halimize! İşgal ediliyoruz demektir.

Tefekkürün hüneri burada kendini gösteriyor arkadaşım. Tefekkür bir dikkat eğitimidir. Hatta iradesidir. Neye yoğunlaşacağını, tabir-i diğerle, 'ne kesileceğini' seçtiğin zamandır. (Sivas'ta çok ıslanan insanlar için "Su kesilmiş!" derler. Manası: Yani neredeyse suya dönüşmüş. Çok üşüyenler için de denir: "Buz kesilmiş.") Yoksa az bir saatiyle senelik ibadeti geçebilmesi nasıl mümkün olabilirdi? Evet. Tefekkür dikkatimizi bütünüyle mülküne alıyor. Ona hükmediyor. Onu yönetiyor. Dikkat ettiğimizinse varlığı âlemimizde genişliyor. Açılıyor. Vurgulanıyor. Bizi fethediyor. Dikkat, hatta zamana edilse, onu bile yavaşlatıyor. (Sıkıldığınız yerlerde geçmeyen dakikaları düşünün.)

İbadetlerde bunu başarabilenlerimizin sayısı kaç tane? Ahirzamanda, İmam Ali radyallahu anh gibi, namazdayken vücudundaki okun çıkarıldığını farkedemeyenler kaldı mı? Halbuki tefekkür bizzat buna kastediyor arkadaşım. Müşterisi olduğu şey bu. Gayrısını unutmayı/geriletmeyi amaçlıyor. (Vahdetü'ş-Şuhud sırrıdır dokunduğumuz belki de.) Dalgınlık olmadan düşünürlük olmaz. Âlimin âbide üstünlüğü de buradan bize gözkırpıyor diyebiliriz. Âlim hayatını yöneten dikkati Allah'a satmıştır. Hem öyle bir satmıştır ki, Onun dikkati sayesinde, çoklarının dikkatsizliği de bağışlanır. Telafi olur. Bazen dikkatli tek yolcu sayesinde bütün bir kervan kurtulur. Çünkü uçurumu o görür.

Ahirzaman uçurumu görmemizi sağlayacak boşlukları yoketmek azminde. Yalancı ışıklarıyla gözlerimizi işgalde. Yola fıtratımızın saflığıyla bakabilsek herşey açık. Lakin insan manipülasyondan da hâli değil ki. Nefsin terbiyesi istediklerinin sayısını azaltmakla olur. Azdırılması da aksine arttırmakla. Hatta isteyebileceği yeni yeni şeylerle de tanıştırmakla. Yalancı cennetlerin hammaddesi nefse sunulan bu gibi tahayyül imkanlardır. Kurgulattılan-özletilen bu gibi ihtimallerdir. Yani nefis ihtimalleri de özler.

John Berger, Manzaralar'ında, bu zamanın fakirliği hakkında der ki: "Yüzyılımızın yoksulluğu bundan öncekilere benzemiyor hiç. Eskiden olduğu gibi doğal bir kıtlık sonucu değil bu yoksulluk. Bir dizi önceliğin zenginlerce geri kalan herkese dayatılmasının sonucu." Başka bir yerde ekler: "Üretkenlik kıtlığı azaltmıyor. Bilginin yayılması ille de daha yaygın demokrasiye yol açmıyor. Boş zamana kavuşma (sanayileşmiş ülkelerde), kişisel doyum sağlayacak yerde, kitlelerin daha fazla manipüle edilmesine yol açıyor."

Nefse kadar isteyeceği öğretilirse o kadar canavarlaşır. O kadar sınırlarını zorlar. O kadar güçlenir. Kişkilendiğinde köpek zincirini bile koparır. Nefsin tabiatında böyle bir köpeklik var. Günaha meyletmemesi için (mümkünse) o günahla tanıştırılmaması gerekiyor. Tanışmışsa da işlendiği ortamlardan uzak durmakla bir derece sakinleşiyor. Dizginleniyor. Zincire güven olmuyor. "Zinaya yaklaşmayın!" buyuruyor Cenab-ı Hak. "Yapmayın!" değil "Yaklaşmayın!" Çünkü zinciri elinizdeki köpek süs köpeği değil. Kontrolünü kaybetmezseniz gücünüzdür. Kaybederseniz herkese bela kesilir.

Yarının Dünyası filminde duymuştum ilk. Aslının Mesnevî'de geçtiğini söylediler. (Bizzat okumadım. Dolayısıyla kesin diyemem.) Şöyle bir hikmet var arkadaşım: "Siyah/beyaz iki kurdunun olduğunu düşün. Dövüşseler hangisi kazanır?" Cevabı musırrane öncesine dikkatimizi çekiyor: "Hangisini beslersen."

Kavgayı hangi yanımızın kazanacağını biraz da bu belirliyor: Kimi besliyoruz? Dikkat de beslenmenin yollarından biridir. Tefekkürse onun himayesidir. Ya zaman akçesini Allah'ın razılığını kazandırır kumbaralara atacağız, yahut da başkaları kumbaralarını akçemizle dolduracak. Biliyorsun. Dikkat edileceklerin sayısı o kadar çoğaldı ki. O kadar çok detaytan haberdar oluyoruz ki. Gerekli-gereksiz, faydalı-faydasız, zararlı-zararsız... Bu haberdarlığın kendisi bizzat imtihan olmaya başlıyor. Duymanın şiddeti öğrenmenin imkanını bastırıyor. "Gaflet hissi iptal ediyor." Uçuruma bakacak dikkatin kalmadı. Zira sağda-solda çok cici temaşalar var. Temaşadan kaçırdığın zamanların olmazsa mahvın işten değil arkadaşım. Allah hem seni hem beni muhafaza etsin. Firarımız Ondan değildir Onadır. Umudumuz da yalnız rahmetindendir. Bizi lütfundan bir an esirgemesin. Âmin.

30 Ağustos 2021 Pazartesi

Haşir mü'minler için "Ordaaa bir kööy vaar uzaaktaaa!" değildir

Bir süredir Haşir Risalesi okumaları yapıyorum. Aşinaları bilirler: Haşir Risalesi Rum sûresinin 50. ayetiyle başlar. Estağfirullah. Yanlış söyledim. Esere başlarken hatırlatılan ilk ayet bu değildir. İlk ayet besmeledir. İkinci olarak bu ayet-i kerime zikredilir. Ve kısa bir meali de şu şekildedir: "Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir, O herşeye hakkıyla kàdirdir."

Daha meal düzeyinde bu ayetle muhatap olduğumuzda dahi şunu farkederiz: 1) Cenab-ı Hak baharı 'haşrin bu dünyadaki bir delili olarak' nazarımıza vermektedir. 2) Bahara (ve elbette baharımsı bütün oluşlara) 'rahmet' penceresinden bakmamızı dilemektedir. 3) Bahardan 'kudret' dersi çıkarmamızı buyurmaktadır. Ben de ders arkadaşlarıma bu makamda derim ki: Bu ayet-i kerimede haşrin hem 'delili' var hem 'muktazisi' var hem de 'imkanı' var. Nasıl? Açalım: 

1) Bahardaki dirilişler nazara verilmekle haşrin 'bir kanun olarak' her vakit câri olduğuna hatırlatma var. Yani kıyametten sonra muhatap olacağımız haşir büsbütün gaybımızda bir hâdise değil. "Ordaaa biiir köy var uzaaaktaaa!" diye iman etmiyoruz. Ya? Bu dünyada hep olagelen bir kanunun devamı, parçası, sonucu olarak haşri görüyoruz. Çünkü Cenab-ı Hak varlığı dirilişlerle muhatap kılıyor zaten sürekli. Baharda en külliyetlisini gördüğümüz şey aslında başka şekillerde de hep hayatımızda. Her anımızda. Dolayısıyla, haşre iman ettiğimizde, büsbütün gaybımızda olan birşeye iman etmiş olmuyoruz. Evet. Dünyada zaten yaşadığımız bir kanunun ahirette de geçerli olacağını kavrıyoruz sadece. Daha doğrusu: Kanuna biz de dahil oluruz. Milyonlarca türün dahil olduğu bu düzenden hariçte kalamayacağımızı idrak ediyoruz. Burayı biraz daha açarsam: 

Nasıl ki, Newton, Galileo'nin farkettiği yasayı uzaya yaymayı akıl etti. Yani dedi ki: "Küremizdeki çekim yasası diğer kürelerde neden geçerli olmasın?" Böylece okuması 'yerçekimi yasası' seviyesinden 'kütle çekim kanunu' mertebesine çıktı. Böylece elindeki verilerden daha kapsamlı bir çıkarım yaptı. Aynen öyle de: İnsanoğlu da Rum sûresinin 50. ayetinin uyandırıcılığı sayesinde idrak etti: "Baharda gördüğüm şey bütün varlık için de, dolayısıyla âdemoğulları için de, neden geçerli olmasın? Böylesi bir kanun da bütün zamanlara/mekanlara yayılmış olamaz mı?" Mealdeki ifadesiyle yeniden kurgularsak: Yeryüzünü ölümünün ardından dirilten Allah insan türünü böyle bir diriliş kanunundan hariçte tutar mı? Üstelik o varlığın en değerlisidir. En kapsamlısıdır. En akıllısıdır. En sanatlısıdır. En çok rahmete muhtaç olanıdır. Yani en acizidir.

2) Ayet bizi sadece delille muhatap kılmıyor. Ya? Bir de 'muktazi' açıklaması yapıyor. Ne demek bu? Onu da açalım. Aklımıza gelebilir ki: "Allah neden böyle birşey yapmaya mecbur olsun? Onu yaratmaya, tabir-i caizse, sevkedecek ne zorunluluk var?" Hâşâ. Samed olan Zat-ı Zülcelal'i elbette zorunda bırakacak hiçbir kuvvet yok. İlah olan zorunda bırakılamaz. Zorunda bırakılan da ilah olamaz. Fakat kemaliyle O böyle murad ediyor. Yani rahmet olarak müşahade ettiğimiz aslında Cenab-ı Hakkın uluhiyetinin kemalidir. Büyüklüğünün şanıdır. Belki biraz da bu hikmetle besmele bize 'Uluhiyeti' ihtar ettikten hemen sonra 'Rahmaniyeti' ve 'Rahimiyeti' hatırlatır. Demek uluhiyetin kemalini dünyamızda rahmet/rahimiyet tecellileri sayesinde okuruz. "Gizli bir hazineyken bilinmek istedim!" sırrına bu yamaçtan yaklaşırız. Elhamdülillah.

Evet. Allah yaratmaya mecbur değildir. Hâşâ. Ama Zat-ı Uluhiyeti kemalini bir de bununla gösterir. Kusurlu bir temsille açarsak: Ebeveyn çocuğunun ihtiyaçlarını karşılamaya mecbur değildir. Fiziksel olarak hiçbir çocuk ebeveynine güç yetiremez. Boyun eğdiremez. Lakin ebeveyn merhameti iktiza eder ki: İhtiyaçlar karşılansın. Hatta yeri geldiğinde kucakta taşınsın. Yani çocuk kendisini kuvvetiyle/tehditiyle taşıtmaz. Ebeveyn olmanın büyüklüğü, güzelliği, keremi, şânı, merhameti, kemali, civanmertliği o çocuğu kucakta taşıtır.

İşte, aynen böyle de, Cenab-ı Hak 'yeniden diriltmeye' elbette mecbur değildir. Kimse onu böyle bir zorunluluğa sokamaz. Hâşâ. Fakat O böylece bize rahmetini, keremini, kemalini, sonsuz Esmaü'l-Hüsna'sını tekrar tekrar göstermek dilemiştir. Her giden geri dönmekle sevinir. Her acıkan doymakla sevinir. Her özleyen kavuşmakla sevinir. Her yıkılan onarılmakla sevinir. Her kuruyan yeşermekle sevinir. Her unutan hatırlamakla sevinir. Bütün bunlar ayrı ayrı boyutlarda birer haşirdir. Varlık, varlığın kıymetini anlamak için, yoklukla da tanıştırılır. Haşir kanunu bize böyle söyler. Rahmet eseri olarak böyle yaratışlarda bulunan bir Allah'ın merhameti/hikmeti yine iktiza eder ki, insan türü de kendi kışında kalmasın, açlığında boğulmasın, özlemiyle tutuşmasın. Mahvolmasın. Yokolmasın. Küsmesin. O da tekrar ruhunun alıştığı varlık lezzetine geri dönsün. Zat-ı Zülcemalin pahabiçilmez esma tecellilerine yeniden mazhar olsun.

3) Ayet bizi sadece muktaziyle de muhatap kılmıyor. Ya? Bir de işin 'imkan' yönü var. Evet. Aynen. Mesela: Yine aklımıza şöyle bir itiraz gelebilir ki: "Tamam. Allah'ın rahmetinin böyle iktiza ettiğini kabul ettim. Fakat bakalım gücü yeter mi? Yapabilir mi? Muradı bu yönde olsa da muktedir olmayabilir? Fail muktedir olmazsa dileğini de yerine getiremez." 

İşte, ayet-i kerimenin 'kudret'le ilgili kısmı da gözümüzü bu ikinci şüphenin abesliğine açıyor. Nasıl? Bir baharda milyonlarca türü tekrar varlık sahasına çağıran, aynı toprak üzerinde bu kadar şümûllü yaratışlarda bulunan, hem de bunu birkaç gün zarfında vücuda getiren Zat-ı Kudret'in imkanından nasıl uzak olabilir ki, insan gibi tek bir türü tekrar varlığa çağıramasın? Her yıl bahar gibi bir eserine bizi şahit kılan Halık-ı Zülcelal'in böyle birşeyi 'başaramayacağını' düşünmek hâmâkât eseri değilse nedir? Zira yaptıkları ortadadır. O yapıştaki imkan şahitliğimizdedir. Ve siyasal klişe olarak tekrar edilegeldiği gibi: Yapılanlar yapılacakların teminatıdır. Dolayısıyla: Haşrin imkansızlığına hükmetmek ancak kainattaki oluşların inkârıyla mümkündür. Bu ise seçilmiş bir körlüktür. Hatta, o kadarcık da değildir, bile-isteye aptallıktır.

Arkadaşlar, uzattım, kusura bakmayın. Fakat son olarak Noel Carroll'un Sanat Felsefesi isimli eserinden yapacağım şu alıntıya da değinip yazıyı sonlandırmak istiyorum:

"(...) Bu düşünceleri ortaya koymanın çok kullanışlı bir yolu var. Kitap boyunca kullanacağımız için bu aşamada açıklamakta yarar var. 'X, y için gerek koşuldur!' demek, 'Y yalnızca x varsa var!' demektir. Birisinin prenses olması ancak kadın olması halinde söz konusu olabilir. Kadın olmak prenses olmaya 'yeter koşul' değildir. Ama gereklidir. Birisinin prenses olması için önce kadın olması gerekir. Bir insan kadın olup prenses olmayabilir. Ama prenses olup kadın olmaması sözkonusu değildir. Kadınlık prenseslik için gerek koşuldur. Ya da formüle etmek gerekirse: 'Y ancak ve ancak kadın olursa prenses olabilir.' Bu noktada 'Y kadındır!' koşulu, 'Y prensestir!' gerçeği için gerek koşul olup değiştirilemez bir gerekliliktir. 

Ancak 'Eğer y kadınsa o halde prensestir!' diyemeyiz. Kadınların çoğu prenses değildir. Kadın olmak prenses olmak için yeter koşul değildir. Prensesliği sağlamak için kâfi değildir. Başka birşey daha gerekir. Olası aday olarak y'nin kraliyet soyundan gelmesi ve bunun da sözkonusu ülkenin kanunlarıyla belirlenmesi gerekir. O halde 'Eğer y kraliyet soyundan gelen bir kadınsa o zaman y prensestir!' diyebiliriz. Yani önermenin öncül koşulu 'Y bir kadındır ve uygun kraliyet soyundan gelmektedir!' - 'Y prensestir!' şeklindeki sonuç koşulun gerçekliğini garanti eder. Bu örnekte, kadın olmak ve kraliyet soyundan gelmenin herbiri 'gerek koşul'ken, birlikte prenseslik için 'yeter koşul'u sağlıyorlar. (...)" 

Mezkûr ayetin kapısını 'çözümsel felsefe'nin bu metoduyla tekrar çalarsak şunu göreceğiz: 'Rahmet' ile 'kudret' tek başlarınayken 'gerek şart'tırlar. Yani haşrin yaratılması için 1) Herşeye gücü yetecek bir kudret gerekir. 2) O kudreti yaratmaya sevkedecek engin bir rahmet gerekir. Eğer kudret olup da rahmet olmazsa, fail muktedir olur, ancak yaratmaya gerek duymaz. Eğer rahmet olup kudret olmazsa, fail istekli olur, ancak yaratmaya kudreti yetmez. Yani ikisinin birden varlığıyla ancak 'yeter şart' tamamlanmış olur. Ve o zaman sonucun kesinliğine gitmek gerekir artık: "Fail eğer sonsuz bir rahmet ve kudret sahibiyse kesinlikle haşri yaratacaktır." Çünkü rahmet varlığı hiçliğe atmaya kıymaz. Küstürmeye çalışmaz. Kudret de o rahmetin emrindeyken hiçbirşeyi şeyi kışında bırakmaz. İnşaallah.

Ya Allah, ya Rahman, ya Kadîr. Çokça baharlar tattık. Rahmet eserlerini gördük. Ümitlendik. Böyle bir sahip kölesini terketmez. Sen bizi yine o sonsuz Uluhiyetin, Rahmaniyetin ve Kadîriyetinle kışlarımızdan kurtar. Yoksun kalışlarımızı sana şikayet ediyoruz. Acizliğimiz de ilmindedir. Mü'min gönüllerine baharlar ver. Âlem-i İslam'ın hazanını gülistana çevir. Bunları değiştirmek için ne gerekiyorsa yeter derecede Senin dairendedir. Bizi Esmaü'l-Hüsna'nın bereketinden mahrum etme ya Rabbi. Âmin. Âmin. Âmin. Ve bi hürmeti seyyidi'l-mürselin.

7 Şubat 2021 Pazar

Deistler ahirzaman bedevileridir

Meşhur bir sahnedir. Bilirsiniz. Torunlarına gösterdiği ilgiye hayret ederek "Siz çocukları öpüyor musunuz? Biz çocuklarımızı öpmeyiz!" diyen bedeviye, Aleyhissalatuvesselam Efendimiz şöyle cevap vermiştir: "Allah Teâlâ kalbinden merhameti söküp almışsa ben ne yapabilirim?" 

Barekallah. Hak Subhanehu bu sahneyi bize taşıyan o salihlerden de razı olsun. Katından büyük ecirlerle mükâfatlandırsın. Çünkü her ne hayra eriştiysek evvelimizin şu türden şefkatleri sayesinde eriştik. Onlar, Hâtemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın hayat sahnelerini kristal taşır gibi hassasiyetlerle nesilden nesile aktararak, sonraki hidayet arayan gözleri öpmüş oldular. Şefkatin en hasını gösterdiler. Yetim avuçlarımıza elmaslar sıkıştırdılar. Bugün biz de o salihlerin şefkati sayesinde bu sahnelerden dersimizi alabiliyoruz. İstifade edebiliyoruz. Elhamdülillah.

Fakat arkadaşım başlarken belirtmeliyim: Bu yazıda mevzuun çocuklara bakan yönünü konuşmayacağım. Ya? Deistlere bakan tarafı hakkında kelam etmeye gayret edeceğim. "Nasıl olur?" diyerek itiraz parmağını uzatma sakın. Sabredersen hisseni alacaksın. Sahiden Efendimiz aleyhissalatuvesselam bu kıssada deistlerden de bahsediyor. Dikkatle baktığında farkedeceksin: Çocuklarla ilgilenmeyi 'büyüklüğün şanına yakışmaz' sanan bedevinin de, mahlukatına vahiy göndermesinin Allah'ın 'azametine yakışmayacağını' sanan deistin de düştükleri çukur aynı. Ki ikisinin de yanlışını, yani ilah tasavvurlarındaki arızayı, mürşidim şöyle belirtiyor: "Sual: Cenab-ı Hakkın cüz'iyat ve hasis emirler ile iştigali azametine münafidir. el-Cevap: O iştigal azametine münafi değildir. Bilâkis, adem-i iştigali, azamet-i rububiyetine bir nakîsedir. Meselâ, şemsin ziyasından bazı şeylerin mahrum ve hariç kalması, şemse bir nakîse olur." 

Peki şu hatanın suyu nereden kaynamaktadır? el-Cevap: İnsanın kendi 'sınırlı büyüklük' algısıyla 'sonsuz büyüklük' arasındaki nüansı görememesinden. Nihayetsiz kemal sahibi Allah'ın azameti ile beşer hiyerarşisindeki sahte heybetlerin farkını sezememesinden. Yani insaniyetin büyüklüğünde mecbur olduğu şeylere Allah'ın da azametinde mecbur olduğunu sanmaktan. Evet. Hatanın özü budur. Halbuki arkadaşım her ismi/sıfatı sonsuz olan Kadîr-i Mutlak'ı kim/neye mecbur edebilir? Kim/neyle esir alabilir? Hâşâ. Böyle birşeyden sözedilemez. Hakkında böyle şeylerden sözedilebilen 'ilah' olamaz. Şu da var ki: Cenab-ı Hak elbette insanlığa, marifetine erişebilmesi için, bazı aynacıklar vermiştir. Ölçücükler koymuştur. Mizancıklar bağışlamıştır. Lakin bunların hiçbirisi Zatını sınırlamak için değildir. Kalıplamak için değildir. Sıkıştırmak için değildir. Dolayısıyla insan kendi sınırlı büyüklük algısına takılarak Rabb-i Zülkemal'ini de sınırlayamaz. Yaratılışın hiçbir kısmını tasarrufundan, tecellisinden, ilgisinden uzakta göremez. Hadsizliktir bu.

Şuna da mürşidim burada dokunur: "Ulûhiyetin azameti, izzeti, istiklâliyeti, herşeyin; küçük olsun, büyük olsun; yüksek olsun, alçak olsun; taht-ı tasarrufunda bulunduğunu istiyor. Senin hissetin veya hakaretin Onun tasarrufundan hariç kalmasına sebep olamaz. Çünkü senin Ondan bu'dun varsa da Onun senden bu'du yoktur. Veya senin bir sıfatının hakareti vücudunun hakaretini istilzam etmez." Veya şurada işaret eder: "Kader herşeye bir miktar ve o miktara göre bir kalıp vermiştir. Feyyaz-ı Mutlaktan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir. Mâlûmdur ki: Dahilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesiyle, hâkimiyet-i Esmânın nizam ve tekabülüyle feyz alınabilir. Maahaza, şemsin azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir." Veyahut şurada dikkat parmağını basar: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır." 

Risalelerin neresine tasını daldırsan şu kevserin suyundan alırsın: Biz, Cenab-ı Hakkı bağışladığı küçücük mizanlarla anlamaya çalışırız, fakat onlara sıkışmaktan da tenzih ederiz. O 'onlarla esir alınmaktan' yücedir. O 'o kadarcık' olmaktan beridir. Subhanallah. Bir ressam da bazen resmedebilmek için manzaradan parmağıyla ölçü alır da "Dağ parmağım kadardır!" diyemez. Derse de halteder. Herkesi kendine güldürür. İşte deistin durumu da böyledir.

Deist insanî sınırlılıklardan kaynaklanan ilgisizlikleri Allah'a da maleder. Sözgelimi: Bir reis-i cumhurun herhangi bir mahalle muhtarının uğraştığı işlerle uğraşması beklenemez. Yine elbette generalin kafasında onbaşının nöbet listesi yoktur. İnsanlar makamlarında azamet kazandıkça sınırlılıklarından ötürü meşguliyetlerini azaltmak zorunda kalırlar. Her işe bakamadıklarından ilgilerinde seçmece yaparlar. Bazılarını başkalarına bırakırlar. Cüziyatı omuzlarından atarlar. Fakat herşeyin başında hazır-nazır, gücü herşeye yeten, herşey ilminde mevcud olan bir Alîm-i Hakîm-i Kadîr insan gibi aciziyetlere maruz değildir ki, böyle ilgisizliklere mecbur kalsın. O,  dünyayı güneşin etrafında nasıl çevirirse, protonun etrafında elektronu öylece çevirir. Bir işi bir işine mâni olmaz. Birisi diğerini gölgelemez. Dikkatten kaçırmaz. Hâşâ. Allah bundan yücedir.

 Dolayısıyla şu ahirzaman bedeviliğinden de kurtulmak lazım. Yani deistlikten. Çünkü bunlar da başlarken andığımız bedevinin düştüğü hataya düşüyorlar. Büyüklüğün 'küçüklerle ilgilenmemekte saklı olduğunu' sanıyorlar. Halbuki büyüklüğün bir mizanı da merhamettir. Yani merhamet büyüklükte bir kemaldir. Evet. Merhametsiz büyüklük kibirdir. Merhamet öyle birşeydir ki: En büyüğü en küçüğe ilgili kılar. Bilhassa onunla meşgul eder. Çünkü küçüğün imdada ihtiyacı büyükten fazladır. Bediüzzaman'ın "Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış!" derken uyardığı da budur. Allah'ın bizi yaratışı da rahmetinin bir eseridir. 

Böylesi bir rahmet hidayetini bulmakta hayrete düşmüş şaşkınları muztar durumda bırakır mı? Bir anne düşün ki arkadaşım binbir özenle büyütür çocuğunu. Sonra aynı anne uçurum kenarında umursamamazlık eder mi? Peki cümle annelerin şefkati toplansa rahmet okyanusunun damlası etmeyen o Rahman u Rahîm bizi nasıl nebisiz-şeriatsız bırakır? Hâşâ. Yüzbin kere hâşâ. Biz ahmak değiliz. Hiç değiliz. Bu nedenle deistlerin imâ ettiği ilgisizlikten Rabbimizi tenzih ederiz.

9 Haziran 2019 Pazar

Boşluk insanın bereketidir

Bu bakış açısını, Ebu'l-Feth el-Beyanunî'nin Mezhep Meselesi ve Fıkhî İhtilaflar kitabında okuduğumu hatırlıyorum, bilmana nakledeceğim: Cenab-ı Hak, Kur'an'da herşeye tafsilatıyla yer vermeyerek, sünnete bir alan bırakmıştır. Sünnet de herşeyin tafsilatını vermeyerek içtihada bir alan bırakmıştır. Yani dolayısıyla 'içtihad' Alîm-i Hakîm'in muradıdır. Hak Teala, bir hikmete, belki de sırr-ı imtihana binaen kullarının 'hakkı tesbitte iradelerini/gayretlerini sarfedecekleri' bir boşluk da ikram etmiştir. Tıpkı doğruyu-yanlışı diniyle bildirip fakat seçmekte serbest bıraktığı gibi. Mucizelerle akla kapı açıp ama ihtiyarı elimizden almadığı gibi. Mezhep imamları da bu boşlukları yine Kur'an'dan ve sünnetten aldıkları usûllerle doldurarak bize hayırlı bir miras emanet etmişlerdir.

İnsan büsbütün boşluğa terkedilemez ama boşluksuz da yapamaz. Pedagojiye/psikolojiye dair şöyle-böyle okuma yapan herkes insan iradesinin gelişiminde boşlukların ne büyük bir kıymete sahip olduğunu bilir. Hatta denilebilir ki: İnsanı insan eden ona bırakılan boşluklardır. Âdemoğlunu robottan boşlukları ayırır. Bildiği bütün doğruları çocuğunun üzerine yığan, hata yapma şansı tanımayan, arzulayabileceği herşeyi hemencecik önüne döken ebeveyn olmak hüner değildir aslında. Çünkü bu tavır hayata katılacak 'yeni insanı' en yalın ifadesiyle güdükleştirir. Hatta bir eşikten sonra iradesizleştirir. Seçme yeteneğini yeterince kullanamayan çocuğun bu eksiklikle ilişkili olarak diğer latifeleri de gelişemez. Yeterince akletmez, hissetmez, duygulanmaz, gayret göstermez. Mücadelesi bu yönüyle beşerin hazinesidir. İmtihan edildikçe kabiliyetleri açılır. Sorunlarla karşılaştıkça çözüm üretmekte güçlenir. Boşluklardan çabaya âşık bir bereket yaratılır.

Çocuk büyüdükçe meme ağzından alınmalıdır. Çocuk büyüdükçe lokmayı ağzına koymak bırakılmalıdır. Çocuk büyüdükçe rızkını kendisi kazanmalıdır. Ebeveyninin ona yaşı ile uyumlu olarak bıraktığı boşlukta çocuk kendi varlığını bulur. Eğer bu boşluk bırakılmazsa çocuk varlığını da arttıramaz. Dünyaya geldiği ilk günün dar alanında yaşamını sürdürmeye çalışır. Bu yönüyle diyebiliriz ki: Allah'ın kullarına bir ikramı da boşluklarıdır. Herşeyi hazır olarak önünde bulmamasıdır. İradesine pay bırakılmasıdır. Gayretine alan açılmasıdır. Belki, Cenab-ı Hak, imtihanı bu hikmetle de bizlere yaşatmaktadır.

Zaten, sanki biraz da bu yüzden, yani fıtrata nakşedilen bu hususiyete binaen, iradesine yeterince pay bırakılmadığını düşünen çocuklar sonraları ebeveynlerine isyan ederler. Özellikle ergenlik döneminde bu isyanların en şiddetlileri yaşanır. Çocuğun imtihanı başlamaktadır. Mesuliyet yaşı gelmiştir. İrade bu mesuliyeti taşımanın psikolojisiyle gerilir de gerilir. Herkese çatmaya başlar. Kendisinden başka her iradenin tahakkümüne, en şefkatli şekilleriyle dahi görse onları, taarruz eder. Kızar. Bağırır. Uzaklaşır. Kendine bir alan inşa etmeye çalışır.

Buradan hızlıca şuraya geçelim: Geçenlerde Melikşah Sezen Hoca'nın İmâm Mâturîdî'nin Tefsir Literatürüne Tesiri kitabını okurken ilginç bir bilgiye rastladım. Dirayet tefsirlerinin ortaya çıkış sürecine dair önemli bir hikmeti içeriyordu kanaatimce. Alıntılayayım:

"Tüm ayet-i kerimeler hakkında Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve's-sellemin izahatının bulunmaması, yine bütün ayet-i kerimelerin esbab-ı nüzûlüne dair rivayetin mevcut olmaması ve bu mevzularda elde olan rivayetlerin de bir kısmının (sıhhat şartları açısından) muteber olmaması gibi durumların, dirayet unsurlarının da ilahî kelamı anlamaya teksif edilmesine ortam hazırladığı söyenebilir. Bununla birlikte Nebiyyi Zîşan sallallahu aleyhi ve's-sellemden nakledilen bazı haberlerin ashabını bu gibi istidlal ve istimbata yönlendirdiğini göstermesi de bu uğraşın şerî cevazı olarak kabul edilmiştir."

Yani dirayet tefsirlerinin yazılması da bir murad-ı ilahîdir. Kur'an'ın ve sünnetin dirayet unsurlarına ayetleri anlamada bıraktığı boşluk, o boşluğu doldurmak için bu unsurların sevki, muhteşem ve muazzez bir eser külliyatıyla ümmetin buluşmasına vesile olmuştur. Bunlardan ilkinin müellifi İmam Maturîdî (r.a.) olduğu gibi ahirzamanda kıymetlilerinden birisinin müellifi de Bediüzzaman Said Nursî'dir. Evet. Elhamdülillah. Allah hepsinden razı olsun. Bizi de şefaatlerine nail eylesin. Âmin.

Müsaadenle konuyu şuraya da getireceğim arkadaşım. Bazı platformlarda soruluyor: Bediüzzaman neden bütün Kur'an ayetlerini tefsir etmemiştir? Ben bunun cevabının da yukarıda konuştuğumuz boşluk sırrıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Hatta Rahman sûresinin tefsiri gibi hususlarda talebelerine bıraktığı 'şevklendirici açık kapı'nın da böyle bir hikmetin işareti olduğunu düşünüyorum. Yani mürşidimiz öylece durmamızı istemiyor. Bizim de öğrettiği usûlü kuşanarak ardından marifet üretmemizi arzu ediyor. Bu yüzden bizi kendi varlığımızı ortaya koyabileceğimiz boşluklarla muhatap ediyor. Bu zahirde 'yarım kalmışlık'lar aslında yarımlık değil. Bazen birtek yarımlık sayesinde o yarımlıkla muhatap olan herkes yeni bir parça üretiyor. Bu defa başta bütün ortaya konulsa 'az' kalacak olan yarım kalarak 'çok'lanıyor. Buna ilaveten şunu da söylemek isterim: Hayatta muhatap olduğumuz her yarımlığa böyle bir bereket perspektifinden bakabiliriz gibi geliyor bana. Yani onları 'çoğalmanın vesilesi' olarak görerek yoksunluklarıyla barışabiliriz. Allahu'l-a'lem. Bunu da bir düşün isterim arkadaşım.

29 Nisan 2019 Pazartesi

Bu özgürlüktür Bayan Merrett!

İman bir mü'mini nasıl özgürleştirir? Yok, bir saniye, çok ileriden başladık. Şuradan gelelim: Okuma-yazma bilmek bir çocuğa neler katar? Ian Mcewan Zamanın İzlerinde'de buna dair diyor ki: "Okuma-yazma bilen çocuk birşey okuduğunda kafasının içinde bir ses duyar. Çabucak gerçekleşen birşeydir bu. Çocuğu ona kitap okumaya vakit bulabilen ya da bulamayan yetişkinlerin kaprislerinden kurtarır." Buna benzer birşeyi, ama biraz daha büyüklere dair olanını, The Professor and The Madman (Deli ve Dahi) filminde duydum. Orada, akılhastanesine kendisini ziyarete gelen Bayan Merrett'in (Natalie Dormer) okuma-yazma bilmediğini öğrendiğinde, diyordu ki Dr. W.C. Minor (Sean Penn): "Size öğretebilirim. Çocuklarınıza öğretebilirsiniz. Bu özgürlüktür Bayan Merret. Buradan sadece kitapların sırtında çıkıp gidebilirim. Kitapların kanatlarında dünyanın sonuna kadar gidebilirim."

Okuma-yazma bilmek bütün bunları yapar mı sahiden arkadaşım? Bence yapabilir. Okuduğunuz zaman bir parça şu dünyanın esaretinden kurtulduğunuzu hissedersiniz. Şekillerin ardındaki manaya indiğinizde o şekillerin gıl u gışından müteşekkil 'fırtınalı deniz yüzü' de arkanızda kalır. Diplerde dalgalar yoktur. Diplerde kavgalar yoktur. Dingin bir okyanus vardır. Bu okyanusun içine dalarak seyr u keyf edersiniz. Başka renklere bulanırsınız. Başka dünyalar misafir edersiniz. Biraz 'o' olursunuz bu okumaları yaparken. Biraz da 'orada' kalırsınız. Metinlerdeki insanlar kadar insanlarla tanışırsınız. Mekanlar kadar mekanlar görürsünüz. Uzaya çıkarsınız. Güneşten makas alırsınız. Ay da hop atlarsınız. Sonra, eğer dilerseniz, saliseler içinde tekrar kitabın başındaki adama/kadına, yani başlangıç noktanıza dönersiniz. Böyle bir yetenek size bağışlanmış epeyce bir özgürlük değil midir? Yahut da şöyle söylemeli: Uzaklaşmak da özgürlükten değil midir?

Fakat neden hürriyeti yalnız bu tarz okuma-yazmalar ile sınırlamalı arkadaşım? Neden onu insanî harflere hapsetmeli? Bence okuma-yazmanın her türü insanı bir tür esaretten kurtarır. Yusuf aleyhisselamın özgürlüğü 'rüya tabiri'dir. Süleyman aleyhisselamın hürriyeti 'kuşlarla mukalemesi'dir. Davud aleyhisselamın ferahı 'dağların tesbihi'dir. Hızır aleyhisselamın cenneti 'ilm-i ledün' bilgisidir. Her peygamber kendisine bağışlanmış 'mucizevî okumalar' sayesinde bir farkındalığa erer. Bu farkındalık sayesinde kavmi içinde yaşarken dahi kavminden daha üst bir boyutta yaşar. Hem ümmetini de yaşatır. Misal: Rüya tabirindeki harikalığı, Yusuf aleyhisselamı, daha zindandayken özgürlüğe kavuşturmamış mıdır? Yani, tabir ettiği rüyalar sayesinde, hem kendisi hem hapisteki diğer mahkûmlar, bir tür hürriyet duygusu tatmamışlar mıdır? Yalnız düşleri kadarcık olsun duvarlarının dışına uzanmamışlar mıdır? Kanaatimce böyle bir yetenek de bir tür bugünden uzaklaşmadır.

Süleyman aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Davud aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Hızır aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Hepsinden ötede/zirvede Allah Resulü aleyhissalatuvvesselamın mucizeleri de öyledir. Hatta ona gelen ilk vahyin 'İkra/Oku' emriyle başlaması, Cebrail aleyhisselamın ona verdiği sıkıntıdan (yani bir tür sarılıp sıkmadan) "Ben okuma bilmem!" demekle değil, ancak "Neyi okuyayım?" demekle kurtulması, Kur'an eşliğinde kainatı okumaya başlamanın, onun için ve hem de ümmeti için, bir büyük kurtuluş olacağının müjdesi değil midir? Evet. Elhamdülillah. Zaman da bunun şahitliğini içermiştir. Cenab-ı Hakkın hidayeti bu ümmeti en çok Kur'an ve sünnet eşliğinde geliştirdiği kainat tefekkürleriyle feraha kavuşturmuştur. Yüzeyin ardındaki anlama bakmak veya kollamak ahirzaman kullarını 'fırtınalı deniz yüzünün' kem tesirlerinden korumuştur. Yani, bir diğer tabirle, Yusuf aleyhisselamın ümmeti için 'rüya tabiri' ne ise bizim için 'kainat tefekkürleri' de odur. Biz de ancak ölünce uyanacağımız bu dünya uykusundan Kur'an'ın tabirleriyle ayılırız.

Bediüzzaman'ın talebesi Refet abiye mana-i harfî ile mana-i ismînin farkını anlattığı bir yer var. Yazıyı uzatmak pahasına alıntılamak istiyorum: "Senin ikinci sualin olan, mânâ-yı ismî ile mânâ-yı harfînin bahsi ise, ilm-i nahvin umum kitapları başlarında o mesele izah edildiği gibi ilm-i hakikatın Sözler ve Mektuplar namındaki risalelerinde temsilâtla kâfi beyânat vardır. Senin gibi zekî ve müdakkik bir zâta karşı fazla izahat fazla oluyor. Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."

Her okumada bu sır vardır aslında. Okumak bakılanın mana-i harfî kılınmasıdır. Bakılanın mana-i harfî kılınmasıysa aynı zamanda esaretinden bir parça kurtulmaktır. Çünkü ondan aşkınlaşmaktır. Ardına uzanmaktır. Üstüne çıkmaktır. Derinine inmektir. Yani her neyin içinde/üstünde bir fazla boyut açsak o şeyin 'yalnızca o şey olmaktan' kaynaklanan esaretini deleriz. Ondan bir parça hürriyete kavuşuruz. Onu aşarız. Bu yönüyle Kur'an-ı Hakîm'in bize sunduğu imkan, getirdiği bilgi, özellikle Esmaü'l-Hüsna'ya dair olan bağışı, kuşanabildiğimiz miktarda bizi herşeyden özgür kılar. Misal: Cenab-ı Hakkın 'Hakîm' ismini bilen bir insan varlıkta da bu ismin izlerini, tecellilerini ve tesellilerini arar. Başına gelen kötü şeylerde "Vardır bir hikmeti!" diyerek esaretinden kurtulur. Bu kurtuluşu psikolojik olarak da hisseder. Yine Allah'ın 'Kerîm' ismini bilen birisi de olabileceklere karşı özgürleşmiştir. Her ne ihtimal ile korkutulsa "Mevlam Kerîm'dir!" der, inşaallah, dalgaları aşar gider.

Bu açıdan ben 'okumalarımıza-yazmalarımıza' daha bir dikkatle bakabileceğimizi umuyorum. Okumak 'kapıyı açmak'sa yazmak 'kapıyı açık bırakmak'tır. Bizim de açtığımız kapıları başka ihtiyaç duyacaklar için 'açık bırakmak' sorumluluğumuz var. Mürşidlerimiz de asırlardır eserleriyle bize bunu yapıyorlar. En başta imanımız kalbimizde bu işi yapıyor. Ve yine evde-işte-okulda-sokakta, kısaca hayatın her yerinde, üzerimize üzerimize gelen duvarlara karşı 'okuma eşiğini' atlamaya ihtiyacımız var. Esaretinden sıkıldığımız herşeyin ötesini okumalarımızla bulabiliriz. Ben 'buldum' diyemiyorum. Almam gereken çok yol olduğunu da seziyorum. Ancak yolun varlığına imanım tam. İsimlerin akisleri orada duruyor. Fakat şeylere bakarken onları aşmakta zorlanıyorum. Bence psikoloji ilminin özü de bu tarz okumaları geliştirmeye dayanıyor. Hasılı, arkadaşım, okumak bizi yalnız büyüklerin değil varlığın kaprislerinden de kurtarabilir.

2 Haziran 2017 Cuma

Belki de sandığımız kadar aptal değilizdir?

Gülümseyerek ve kendisine dualar ederek hatırlarım. Çıraklığını yaptığım dönemde, amcam rahmetli, birşeye çok hayret ederdi: Konuştuğumda beni zeki bulurdu. İnsanların içinde takındığım tutum az-çok aklı başında bir gencin tavrı idi. Ahlakımı severdi. İnsanlardan iyiliğimi işitirdi. 'Yeğenim' deyince keyiflenirdi. Üstelik okul notlarım da durumun çok kötü olmadığını gösteriyordu. Bunlar hep iyiye işaretlerdi. Benden geleceğim adına ümitlenirdi. Fakat hakkında çok ümitvar olduğu bu çocuk, yahut da yeniyetme diyelim, inşaat işleri yaparken düpedüz aptala dönüşüyordu. Elbette, dediğini anlamaz değildi, söylenileni yerine getiriyordu. İtaatkârdı, kaytarmazdı, yapılması gerekeni gayretle yapardı. Fakat kendi oğullarının kolayca kavradığı, biraz daha yetkinlik/derinlik isteyen işlerde, kaç tekrar ile gösterilirse gösterilsin, gelişme gösteremiyordu.

Benzeri bir şaşkınlığı beraber büyüdüğümüz oğlu Turan'a da sıkça yaşatmışımdır. Fakat ona yaşattıklarım daha farklı bir alanda. İskambil kağıtlarıyla oynanan oyunlarda. Bu oyunların her türlüsünde bir türlü basmayan kafamdan 'illallah' diyen emmoğlum bir keresinde şöyle demişti: "Ahmed, sen aslında zeki bir çocuksun, ama nedense böyle konularda mallaşıyorsun." Yaşanılanları hatırlayınca ben de kendisine hakvermeden edemiyorum.

Hayatımın bir döneminde, kesin bir şekilde, aptal olduğuma inandığım doğrudur. İnkar edemem. Ama bu hikayenin sonraki kısmı. Önce geriye gidelim: Çocukken kendimi gelecekte büyük işler başarabilecek kadar zeki görürdüm. Gerekli testlerden (herhalde birileri geleceğin dehalarıyla ilgileniyordu) geçmeyi bekliyordum. Yetkili makamlar bir gün mutlaka farkedecekti. Bu sadece zaman meselesiydi. Beklerken de bol bol 'olabilecekler hakkında' hayal kuruyordum. Hayalim kuvvetliydi. 'Harika çocuk' yaşarken oyalanıyordu sadece.

Öyle sanıyorum ki, bu sanrıda, eğitim sistemimizin ortalama bir zeka için bile zorlayıcı olmayan yapısının payı var. Sınavlara çalışmadan girer ve tatmin edici sonuçlar alabilirdim. Üstelik dersleri dinlemek dışında not aldığım yoktu. Her konuda bir fikrim vardı. Bir keresinde dördüncü sınıfların çözemediği bir problemi çözmem istenmişti. (Ben henüz üçüncü sınıftaydım.) Benzeri birşey ortaokulda da yaşandı. (O zaman da lise sonların sorusunu çözmeye gittim.) Bütün bu sığlıklar o yıllarda bana derinlik gibi gelirdi. Belki çocukken bunlar sahiden hüner sayılabilirdi de. Ayılmak için yüzüme çarpılması şart olan soğuk suya denk gelmemiştim henüz. Sınırlarımla tanıştığımda şiddetle sarsılacaktım.

Ta, ta, ta, taaaa! Peki bu uyanış nasıl gerçekleşti? Bu uyanış bende Fen Lisesi'ni kazanmamla gerçekleşti. Aslında kazanmanın tek başına uyandırıcılığı yoktu. Aksine muhayyilemi besliyordu da. Fakat ben orada duramadım. Sınırımı bilemedim. Tadında bırakamadım. Okula da gittim. Okulda gördüklerim aslımı kavramamda müthiş yardımcı oldu. "Günaydın Ahmed!" Meğer zeka denilen şeyden bu ülkede epey vardı. Hatta daha kötüsü: Bunlar benden de iyiydiler.

Bir hadis-i şerifte 'zenginken fakir düşene acınmasının' tavsiye edildiğini okumuştum. Yaşadıklarımdan sonra bunun salt 'mal varlığı' anlamında algılanmaması gerektiğini düşünüyorum artık. Zengini olduğunuz (veya olduğunuzu sandığınız) her neyde aniden fakir düşseniz bu şiddetli bir sarsıntıya sebep oluyor. Emile Ajar, Kral Salomon'un Bunalımı'nda diyor ki: "Bir kez elden gitmeyegörsün, ünlülükten ve kitlelerin hayranlığından daha acı birşey yoktur." Bu söze hak veriyorum. Her zenginlik kendi büyüklüğünde bir yoksunluğa gebedir. Her tokluk kendi büyüklüğünde bir açlığı doğurur. Varolanın varlığını arttırmayı isterken onun yoksunluğundan gelecek acıyı da arttırmayı istediğimizi bilmeyiz. Yıldızların hacmi büyüdükçe patlamalarından oluşacak karadelik de büyür.

Ben de tahayyülümle büyüttüğüm varlığımın aslında öyle olmadığını öğrenmekle fakir düştüm. Fen Lisesi'nde Ahmed alelade bir insandı. Sıradandı. Hatta ortalamanın bile altındaydı. Sınavlarda kopya vermesi istenen birisi değildi. Nasıl kopya verebilirdim? Deli gibi çalışmazsam o sınavlardan geçer not alamıyordum bile. İlk dönem boyunca sarfettiğim çırpınışın neticesi 'Teşekkür belgesi' almak olunca çalışmayı bıraktım. Aslında tam anlamıyla kendimi bıraktım. Hayal etmeyi bıraktım. Okul hayatım boyunca ellerim cebimde geze geze 'Takdir belgesi' almaya alışmıştım. Çalışarak onu dahi alamamak beni fena sarstı. Asıl deprem 'hayallerimin kahramanı'ndan 'hakikatin sıradanlığına' düşmemle yaşanmıştı. 'Teşekkür belgesi' yaşananı somutlaştırdı.

Somut olan şeyleri inkar etmek daha zordur. Bundan sonrası düşüş. O yıllar boyunca hep düştüm. Derslerde uyudum. İnatla hem de. Zorlukla, kopyayla, hatta bazen soruları çalarak sınıfımı geçtim. Okuldan ayrılmak yeni bir düşüş anlamına geleceğinden buna cesaret edemiyordum. Fakat içimdeki en sessiz kuyuda bunu haykırıyordum. Aslında en doğru karar da bu olurdu o dönemde. Yüreğim yetmedi. Yapamadım. Bu sefer 'aptalın teki' olduğumun garantisi altında oyalanmaya başladım. Gülmeyin. İnsan her şekilde oyalanacak birşey buluyor işte. 'Deha' olduğuna inansa da oyalanıyor, 'aptalın teki' olduğuna inansa da. Kur'an'da buyrulduğu gibi: 'Dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan ibaret...'

Bu düşüşüm de epey bir süre devam etti. Sonra, yıllar sonra, bunun da önceki ifratıma tokat bir tefrit olduğu kanaatine vardım. Her iki şekilde de aşırıya gidiyordum. İki şekilde de özgür değildim. Yolumu kendim çizmiyordum. İki şekilde de yargım başkaları üzerinden şekilleniyordu. Kendimi tartmış değildim. Zehrimi tatmış değildim. Başkaları yüzünü buruşturduğu için ekşi olduğum kanaatine varmıştım ben. Takdir edenler çoğaldığında iyiydim. Takdir edenler kalmadığında zehirdim. Bu özgürlük değildi. Bu izzetli de değildi.

Özgürlük izzete çok yakın birşeydir. İkisi de kendi ayakların/tanımların üzerinde yükselmeni zaruri görür. Özgürlük önce neyi sağlar? Özgürlük önce uzunvadeli düşünmeyi sağlar. Büyük resmi görmeyi sağlar. Başkaları seni yönetmediğinde seni yönetmek için ortada kocaman bir ben kalır. Geçmişten geleceğe uzanan ve her gün yeniden doğan, yeniden gelişen, yeniden öğrenen, yeniden büyüyen bir ben.

Derecenizi üzerlerinden tayin ettiğiniz dayatılmış/öğretilmiş jürilerden kurtulduğunuzda bir boşluğa düşersiniz. Mübarek bir boşluktur o. Bir sıfırlamadır. Yeni bir kaba akarken suyun yaşadığı şaşkınlıktır. Bu boşlukta inşa edilecek yeni denge için yeni kıstaslar gerekir. Yeni kıstaslar yeni tanımlar yapmayı zorunlu kılar. Yeni tanımlarsa yeni bakış açıları ister. Yeni bakış açıları yeni bir varlık algısını şekillendirir. Bunlar birbirleriyle bağlı şeylerdir.

Ben de o bakış açılarından birisine Dücane Cündioğlu Hoca'nın bir kitabında rastladım. 'Dalgınlık' üzerine önemli şeyler söylüyordu o metin. Aklımda şöyle bir mızrağı kalmış: "Düşünürün sermayesi dalgınlıktır."

Dalgınlıktan çok muzdarip ve onu da aptallığının bir alameti sayan benim gibi birisi için bu yeni bir bakış açısı ve varlık algısıydı. İyiliğime inanmak için bir yoldu. Herkes iyi olduğuna inanmak ister. Kötü olduğuna inanarak hayatta kalmak zordur. O cümlenin üzerimdeki etkisiyle anladım ki: Senin ne olduğun seninle ilgili olan şeyleri dünyanda nasıl konumlandırdığınla yakından ilgili.

Onları kötü görüyorsan sen de kötü olursun. Onları iyi anarsan onlar da seni iyileştirirler. O zaman ben bu aptallık dediğim şeyle savaşmayı bırakıp anlaşmaya karar verdim. Kendimi hüsnüzanla okuyacaktım. Kendimi iyi niyetle edilmiş bir nasihat gibi okuyacaktım. Nihayetinde Allah Hakîm'di. Ahmed'i de boşuboşuna yaratmamıştı. Ben de Ahmed'in ne işe yaradığını bulacaktım.

Hem mürşidim de bana o yıllarda böyle öğütledi: "İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer, Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, iman, insanı Sâni-i Zülcelâline nisbet ediyor. İman bir intisaptır. Öyle ise, insan, iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kat' eder. O kat'dan, san'at-ı Rabbâniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."

Bazı oluyor, insan, karamsarlığın imanlı kalpteki küfür izi olduğunu unutuyor. Bazı oluyor, insan, kendi hakkındaki suizannın da bir küfrî körleşme, Cenab-ı Hakk'ın yaratışı hakkında bir suizan olduğunu kaçırıyor. Bazı oluyor, insan, aptallıkla cahilliği birbirine karıştırıyor. Risale-i Nur'la hakiki tanışmam da işte bu döneme rastlar. Hissettiklerimi bazı açılardan Hulusi Yahyagil abinin ifadelerine çok benzetirim. Ne de olsa fıtratlar kardeştir. Bediüzzaman'ı ve eserlerini tanımaktan doğan coşkusunu ifade ettiği, Barla Lahikası'nın hemen başlarında yeralan bir mektubunda diyor ki merhum abimiz: "Sevgili Üstadım, evvelce arzettiğim veçhile, ben artık birşey için yaşadığımı zannediyorum."

Bu cümle her okuyuşumda kalbimi avuçluyor. 'Artık birşey için yaşadığını zannetme.' Evet, işte o mübarek farkediş, asıl özgürlük burada başlıyor. Amacı olmayanın özgürlüğü yalandır. Nereye gideceğini bilmeyeni, ihtimallerin artması ancak daha çok şaşırtır, daha çok bocalatır, daha çok esir eder. Amacı olmayan yaşamaz. Sadece oyalanır. Bende eksik olan da buydu aslında. Varlık amacımın cahiliydim ben. Bana verilenlerin neden verildiğini bilmiyordum.

Ne yöne gideceğimi seçemiyordum. Beni çevremle en uyumsuz kılan huylarımın bile bir hikmete binaen üzerime işlenmiş olacağını düşünemiyordum. Onlarla barışamıyordum. Birşeyde aptallığın herşeyde aptal olmak anlamına gelmediğini, çok şeyin aptalının dahi birşeyin, hatta çok şeyin âkili olabileceği keşfetmem aklımı özgürleştirdi. Öğretilmiş aptallıklardan kurtulmamı sağladı. Kendime uzunvadeli baktım. Geçmişin sıkletini omuzlarımdan attım. Şimdi hayatımın daha iyi bir yerinde olduğumu düşünüyorum. Elhamdülillah.

Elimden gelse, bu öğrendiğimi, tanıdığım bütün çocuklara ve gençlere öğretirim. Hepsinin bu sırra, kafalarını benim kadar duvarlara vurmadan, düşmeden, şaşırmadan erişmesini isterim. Yüreklerinden tutup onlara şöyle söylemek isterim: Ancak ne amaçla yaratıldığının farkına varan insan kendi Harikalar Diyarı'na dokunmuş olur. Amacını bulan dehasını da bulur. Herkes kendi olmakta birincidir. Herkes kendi olmakta tektir. Kanatlarını keşfetmeden kartalın tavuğu geçmesi mümkün değildir. Siz olmak konusunda sizden başka herkes size göre tavuktur. Ve her insan üzerine yaratıldığı şeyin kartalıdır. Kendimizi hüsnüzanla okumak bize kanatlarımıza dair çok sırlar söylüyor.

25 Mart 2017 Cumartesi

"Çocuk dövmemek sünnettir" üzerine bir küçük itiraz (3):


"Usûl-i şeriatta takarrur ettiği vecihle, mazbut ve miktarı muayyen olmayan birşey, hükümlere illet ve medar olamaz; çünkü miktarı muayyen bir had altına alınmadığından sû-i istimale uğrar." İşaratü'l-İ'caz'dan.

Metin Karabaşoğlu abinin şahsını tenzih ederim, o böyle şeyler yapmaktan beridir, fakat kraldan çok kralcılar heryerde! "Çocuk dövmemek sünnettir" yazısına itiraz sadedinde kaleme aldığım metinlere enteresan tepkiler aldım. Hatta, kulakları çınlasın, 'Ebubekir Sifil zehirlenmesi yaşadığımı' söyleyen dahi oldu. Öncelikle şunu açıklıkla ifade edeyim: Ben böylesi zehirlenmelerden teberri etmem. Zübeyir ağabeyin Risale-i Nur'a 'zehir' denmesi karşısında mahkemede kullandığı merdane ifadeyi, maaliftihar, Ebubekir Sifil Hoca ve metinleri hakkında kullanabilirim:

"Savcı iddianamesinde diyor ki: 'Said Nursî eserleriyle üniversite gençlerini zehirlemiştir.' Biz de buna mukàbil deriz ki: Eğer Risale-i Nur bir zehir ise, bizim bu zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır. Eğer çoklukla olduğu yeri biliyorsa, bize tayyarelerle sevk etsin."

Benim bu itirazımın amacı, kendisinden ve kitaplarından çok şeyler öğrendiğim Metin Karabaşoğlu abiyi karalamak değildir. Hatta onun böylesi insaflı itirazlardan 'kralcılar' kadar rahatsız olmadığına eminim. Ancak yine de, madem bulanık suda balık avlamak isteyenler var, niyetimi tasrih etsem yanlış olmaz, inşaallah. Benim o iki yazıyı telif etmekteki amacım şu idi: Yaptığım araştırmalardan gördüğüm kadarıyla, Metin abinin 'yanlış anlaşıldığını' iddia ettiği hadis, sadece bugün değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mübarek ağzından çıktığı andan beri hep böyle anlaşılmıştır. Metin abiye (veya dayanağı olan Mehmet Emin Ay'a) kadar bu hadisin farklı anlaşılabileceği üzerine bir tartışma yoktur. Hatta mezkûr hadis (veya aynı haberi veren diğer bazı hadisler) üzerine hüküm bina edilecek kadar da önemli bulunmuştur.

Bir hadis âlimi olan merhum İbrahim Canan Hoca'nın, Çocuk Eğitimi isimli eserinde, İbn-i Hacer'den, Beyhakî'den, hatta İbn-i Abbas'tan (Allah hepsinden razı olsun) konuyla ilgili yaptığı alıntıları vardır ve bu alıntıların hiçbirisi meseleye dair bir 'acaba' içermez. Alıntılar eşliğinde tartışılan ise 'tekidin varlığı' değil bu 'tekidin sınırları'dır. İnternette konu hakkında küçük bir araştırma yapan herkes, meseleye dair, benim bulduğumdan çok daha fazlasını bulacaktır. Bunların bize sordurduğu soru şudur: Ulemanın ittifak ettiği bir meselede Metin abiye 'yanlış anlaşılmıştır' dedirtebilecek güçlü delil nedir? Bu delil nedir ki, geçmiş ulema onu ıskalamış, ancak Metin abi yakalamıştır?

Metin abinin yazısında zikrettiği diğer hadisin, yani "Çocuklarınızı dövmeyiniz!" hadisinin, senedine dair bir tahlil bilgisine sahip değiliz. (Yazı bize böyle bir bilgi vermiyor.) Ancak bir tahlile sahip olmadan da şu hadislerin muarız olduğunu söylemeye gerek yoktur. Zira hadis usûlünde, muarız gibi görünen böylesi hadisleri beraber anlamanın bir yolu varsa, önce o denenir. Biz de diyebiliriz ki: Çocukları vara yoğa dövmekten Efendimiz aleyhissalatuvesselam ümmetini menetmiştir, fakat namaza alıştırmak bunun istisnasıdır. Tıpkı öğlenin, ikindinin veya yatsının farzlarını dört rekat kılmak farzken sefer halinin bunun istisnası olması gibi. Veya normalde kan dökmek haram iken cihadda bunun görev olması gibi. Örneği çoktur.

Özetle endişem şudur: Metin abinin bu meselede seleften bir dayanağı yoksa, bu yeni yorum, Bediüzzaman'ın da ahirzamanda işletilmesinden endişe duyduğu içtihad kapısından girmek gibidir. Çünkü mesele fıkhîdir. Bugünlerde böyle şeyleri gündem olarak önümüzde çok sık buluyoruz. Kimisi recmi, kimisi tesettürü, kimisi namazın beş vakit olduğunu, kimisi Hz. Âdem aleyhisselamın babasız yaratıldığını, kimisi Hz. İsa aleyhisselamın nüzulünü inkâr ediyor.

Bunu yaparken kullandıkları argümanlar da yine en çok etimolojiye dayanıyor. Kelimelerin sözlükte yeralan ardıl bir anlamını bulup onunla cerbeze yapıyorlar. (Herkes bunun bir nümunesine kendi okumalarında rastlamıştır.) Halbuki etimolojinin muayyen bir miktarı yoktur. Had altına alınamadığından suistimale uğrar. Yalnız başına hükümlere illet ve medar olmaması gerekir.

Eğer biz de, böylesi bir konuda, selef-i salihinden bize gelen fıkhın tertemiz ve sınanmış mirası yerine etimolojinin imkanlarına güvenirsek, modernistlerden/ehl-i bid'adan ne farkımız kalır? Ben eminim, Metin abi bunu yapmaya çalışmıyor, fakat zahirde öyle görünüyor. Öyle görünmemesi için, bizim, bu hükmü eskilerin fehmini suçlamadan isbat edecek delillere ihtiyacımız var. Yoksa şu kapı tehlikeli yerlere açılır. Allah bizi istikametten ayırmasın.

7 Şubat 2017 Salı

Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı? (3)

Üç ayrı rivayet şekliyle birçok hadis kaynağında geçen meşhur bir hâdise var. 'Muhallim' ismiyle rivayet edileni esas alırsam: Muhallim b. Cessame, Âmir b. Azbat'ı, 'içinde bulunduğu mücahid grubunu müslüman selamıyla selamladığı halde' şahsî düşmanlığından dolayı öldürmüştü. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam kısas için gelenleri kan bedeli almaya razı ettikten sonra, Muhallim, affedilmesi kendisine müracaat etti. Aleyhissalatuvesselam ellerini açıp şöyle dua etti: "Allahım, Muhallim'i affetme!" Muhallim b. Cessame, bu beddua ile öyle sarsıldı ki, bir hafta içinde vefat etti. Gömdüler. Yer dışarı attı. Tekrar denediler. Tekrar dışarıya attı. Sonunda cesedinin üzerine taş yığarak öylece bıraktılar. Durumu Efendimiz aleyhissalatuvesselama ilettiklerinde şöyle buyurdu: "Vallahi yer çok daha kötülerinin üzerini örtmüştür. Fakat Allah size gösterdiği bu hadiseyle aranızdaki (haksız yere adam öldürme) yasağı hakkında öğüt ve ibret vermek istemektedir."

Huzuruna geldiğinde Muhallim b. Cessame'ye şöyle tepki gösterdiği nakledilir Aleyhissalatuvesselamın: "Demek, sen, ona (Âmir b. Azbat'a) Allah'ın emanıyla eman verdin (selamına karşılık selam verdin) ve sonra da vurup öldürdün, öyle mi?" Kanaatimce, mezkûr ifadeler üç şeye dikkatimizi çeker: 1) Mü'minlerin birbirlerini haksız yere öldürmeleri Allah katında büyük bir cürümdür. 2) Muhallim b. Cessame'nin toprak tarafından kabul edilmeyişine bakarak, onun, insanların en kötüsü olduğuna hükmetmek doğru değildir. 3) Cenab-ı Hak, bazen, önemli hakikatlere dikkatimizi çekmek için, kişileri veya cezaları ibret ve öğüt aracı olarak kullanabilir. Mahlukatı üzerindeki bu tarz tasarruflarında kimse Hakkın hikmet elini alıkoyamaz. Malikü'l-Mülk odur. Ve mürşidimin de ifade buyurduğu gibi: "Mülkünde istediği gibi tasarruf eder."

"Üçüncü Sualiniz: Cenâb-ı Hak musibetleri veriyor, belâları musallat ediyor. Hususan masumlara, hattâ hayvanlara bu zulüm değil mi? Elcevap: Hâşâ! Mülk Onundur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Hem acaba, san'atkâr bir zât, bir ücret mukàbilinde seni bir model yapıp, gayet san'atkârâne yaptığı murassâ bir libası sana giydiriyor; hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor, seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki, 'Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana oturtup kaldırmakla zahmet verdin?' Elbette diyemezsin. Dersen divanelik edersin."

Bu noktada, gerek (bu serinin ilk yazısında zikrettiğim) Hamdi Akyol abinin şüphesinin, gerek (artık sıkça karşılaştığımız) benzer şüphelerin kaynağının sadece 'hadis ilmiyle' ilgili olmadığı nazarımıza çarpıyor. Bu endişeler, en özünde, mülk algısına dair mü'min zihinlerinde yaşanan erozyonun sonucu olarak ortaya çıkıyorlar. Çarçabuk inkâra gidilebilmesinin ardında yatan psikoloji bu. İster Hamdi Akyol abinin Ebu Davud'dan naklettiği 'merkeple Efendimiz aleyhissalatuvesselamın namazını bozan adamın bedduaya uğrayıp felçli kalması' meselesini ele alalım, ister Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde naklettiği 'Efendimiz aleyhissalatuvesselamın namazını bozan yaramaz bir çocuğun bedduaya uğrayıp sakat kalması' hâdisesine odaklanalım, sonuç değişmiyor. Burada öncelikle edilen itiraz şu: "Şu kadarcık fiile insan böylesine ağır bir bedduayı ve cezayı hakeder mi?"

İşte, bu tarz suallerin modern zamanlardan önce sorulmamasının veya böylesi rivayetlerin (en azından şu yönleriyle) bizden önce tartışmaya medar olmamasının değişen mülk algımızla ciddi bir ilgisi var. Salih seleflerimizin zihinleri, mürşidimin de ifade buyurduğu gibi, "Mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder!" çerçevesinde şekillendiği için, onlara göre bu rivayetlerde (eğer sened sorunu yoksa) tartışmaya medar olacak hiçbirşey yoktu. O Allah'tı. Hak Teala, şan-ı Rububiyeti iktizasınca, böylesi tasarruflarda bulunabilir ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da beddualarıyla bu hikmet ve ibret derslerinin vesilesi olabilirdi. Ancak modern zaman müslümanı bu tür konulara seleflerinden daha farklı bir perspektiften bakıyordu. Kendisi farkında olsun veya olmasın, bu farklı perspektif, hadislere bakışında yansımalarını gösterdi.

Hayatın içinden bir örnek vermeyi deneyelim: Askerde, öyle yerlerde nöbet tuttuğunuz olur ki, oraya değil bir düşman askerinin, yönünü kaybetmiş hayvanların bile yolu düşmez. Henüz inşaatı süren binaların veya boş depoların önünde nöbet tuttuğunuz olur. (Aslında depo doluyken tutulacak bir nöbettir o.) Bu nöbetlerde bazen mermi de verilmez erlere. (Şahsen ben 'şarjör atar' diye tesmiye ettiğimiz silahlarla çok nöbet tuttum.) Fakat yaptığınız iş ne kadar boş gelirse gelsin, uyumaktan korkarsınız, çünkü cezası ağırdır. Nöbet yerinin önemsizliği veya nöbetçinin bahanesi 'nöbette uyumanın' cezasını hiçbir zaman yumuşatamamıştır. Komutanlar, uyurken yakaladıkları erlere ağır cezalar verirler ki, diğerleri böyle birşeyi akıllarından dahi geçirmesinler. Bunun hikmetini herhangi bir komutana sorsanız alacağınız cevap aşağı-yukarı şöyle birşey olur: "Bugün sen boş deponun önünde uyursan yarın bir başkası da cephaneliğin önünde uyur." Yani size verilen ceza aslında zincirin hiçbir yerinde zayıflık oluşmaması içindir. Üzümlerin birbirlerine bakarak kararmalarını engellemek için ilk kararan üzümü iyice beyazlatırlar.

Peki, bu yanlış bir tedbir midir? Doğrusu, kendi tuttuğunuz nöbetleri ve nöbet yerlerini hakikatin tek mihengi olarak almazsanız, 'yanlıştır' diyemezsiniz. Çünkü öyle nöbet yerleri vardır ki, hakikaten uyku kaldırmaz, dalgınlığınız dahi sizinle birlikte birçok kişinin hayatını tehlikeye sokar. (Dağ filminin birincisinde nöbet yerinde uyuyan er üzerinden komutanın birliğe anlattıklarını hatırlayanlar ne dediğimi daha kolay anlayacaklardır.)

Bu hakikati, mürşidim, 24. Söz'ün 3. Dalı'ndaki Asıllar'da, zâhiren küçük görülen bazı günahların tehlikesine vurgu yapan hadisler hakkında da ifade eder:

"Meselâ, 'Gıybet, katl gibidir.' Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır. Meselâ, 'Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.' Şimdi, tergib veya teşvik için, o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir."

Her merkebiyle namaz bozan felç olası mıdır? Değildir. Her namaz bozduran çocuk felç olası mıdır? Değildir. Her gıybet adam öldürmek gibi günah mıdır? Değildir. Her güzel söz bir insanı özgürlüğüne kavuşturmak gibi sevaplı mıdır? Değildir. Fakat, hepsinin böyle olmaması, içlerinden bazılarının (harika fertlerin) bu ayarda olmasını engellemez. Bazen, gıybet olur, bir insana (veya insanlara) onu öldürmekten daha fazla zarar verir. Bazen, güzel bir söz olur, onu duyanı/duyanları özgürlüğüne kavuşturur. (Mürşidlerin güzel sözleri böyledir. Bizi nefsimize, şeytanımıza ve günahlarımıza esir olmaktan kurtarır.) Böyle harika fertler bulunabilir nesneler ve olaylar içinde. Onların bulunması da bir hikmet ve ibret dersi içindir.

Tıpkı Muhallim b. Cessame'nin yaşadıkları gibi. Sahabeden birisinin, işlediği cinayet nedeniyle toprak tarafından kabul edilmemesi, nasıl Mülk Sahibi'nin bize üzerinden ders vermek istediği bir vesileye dönüşüyorsa; aynen öyle de, bir çocuğun veya merkepli insanın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama (veya namazına) gereken saygıyı göstermemesi de yine ibret ve hikmet dersine dönüşebilir. Kur'an'da, hakkında, mü'minlere 'seslerini dahi sesinden yüksekte tutmamaları' emredilen bir Nebi aleyhissalatuvesselamdan bahsediyoruz. Allah'ın kudret ve hikmet elini böylesi derslerden kim alıkoyabilir? En nihayet demek istediğim şu: Yeter ki, hazine sandığının önünde tevakkuf edelim, dikkatli bakınca görünecek inci çoktur. Hem yine mürşidim demez mi: "Nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir."

16 Ocak 2017 Pazartesi

"Çocuk dövmemek sünnetir" üzerine bir küçük itiraz (2): Fıtrat 'akışına bırakmak' değildir

Meseleyi uzatmak istemiyordum ama sosyalmedyada yaptığım bazı yazışmalar mecbur etti. Şuradan başlayalım: Hz. Aişe (r.anha) annemizden rivayet edilen bir hadis-i şerif var. Müslim'de geçen bu hadiste "On şey fıtrattandır!" deniliyor ve şunlar sayılıyor: "1) Bıyıkları kısaltmak. 2) Sakalı salıvermek. 3) Misvak kullanmak. 4) (Abdest alırken) buruna su çekmek ve sonra onu burundan çıkarmak. 5) Tırnakları kesmek. 6) Parmak mafsallarını yıkamak. 7) Koltuk altı kıllarını yolmak. 8) Etek tıraşı yapmak. 9) Küçük abdest ve büyük abdest mahallerini yıkamak..." Onuncu içinse şöyle bir not var: "Ravi Zekeriyya dedi ki: Mus'ab, onuncuyu unuttum, ancak o 'ağzı çalkalamak' olabilir."

Şimdi, size, bu hadis-i şerifin ilk kısmını okuduktan sonra girdiğim beklentiyle, okuduktan sonra yaşadığım şaşkınlığı anlatayım: "On şey fıtrattandır!" ifadesini görünce aklıma ilk gelen, belki de fıtratı hep öyle şeyler üzerinden konuşmaya alıştığımızdan, duygulardı. Yani mesela bu hadis "On şey fıtrattandır!" deyip şöyle devam etse şaşırmayacaktım: 1) Şefkat etmek. 2) Sevmek. 3) Özlemek. 4) Etkilenmek vs... Böyle, daha kalbî boyutta (karşıkonulmaz) on şey söylense, benim bu hadis karşısındaki beklentim tatmin olmuş olacaktı. Ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselam öyle söylemiyordu. Temizlik adâbına dair şeyler öğretiyordu hadisle. Şaşırdım.

Kafamda bir süre bu hadis-i şerif döndü durdu. Sanki üzerinde bir perde vardı ve kaldıramıyordum veyahut bakmam gereken yeri kaçırıyordum da o yüzden harikalığını göremiyordum bu sözün. Sonra, biraz da Metin Karabaşoğlu ağabeyin "Çocuk Dövmemek Sünnettir" başlıklı yazısına dair yoğunlaşmam nedeniyle belki, perde aralandı. Farkettiğim ise şu: Bu hadis bize fıtrata dair çok önemli birşeyi öğretiyor. Fıtrat 'akışına bırakmaktan' ibaret değildir. Allah insanın fıtratını sadece 'akışına bırakarak' korumaz. Sakal akışına bırakılır ama tırnak akışına bırakılmaz.

Evet, Allah, insanı fıtrat üzerine yaratmıştır. Ve evet, bu fıtrat İslam üzeredir. Ancak Allah bizi fıtratımızla başbaşa da bırakmamıştır. Bediüzzaman'ın kuvveler üzerinden verdiği derslerden de anladığımız üzere, şeriat, fıtraten had konulmamış kuvvelerimizi 'kalmaları gereken alanlarda' veya tabir-i diğerle 'istikamette' tutmak için emredilmiştir. Aşure gibi karışık ama aynı derecede tatlı bir-iki alıntı yapalım:

"Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki: Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, İkincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, Üçüncüsü, nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. (...) Elhasıl: Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş."

'Vasat' kelimesi bizde bazen 'takribî/ortalama' anlamlarında da kullanılıyor; fakat onunla aslında kastedilen, mürşidimin de yukarıda ifade ettiği gibi, 'adalet'tir. Kuvveler ifrata ve tefrite düşmeden nasıl adaletle kullanılır? Nasıl zalim olunmaz? İşte, şeriat dairesinde istikametle amel ederek. Yani dinimiz bize hiçbirşeyde aşırılığı emretmez. Hatta evvelemirde iyi bilinen şeylerde dahi ifrat etmemeyi, kötü olduğunu tasavvur ettiğimiz şeylerde bile tefrite düşmemeyi salık verir. Bediüzzaman'ın 'şefkat' üzerinden buna dair yaptığı okumalar konuyu zihne yaklaştırmak anlamında kıymetlidir:

"Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli'l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir. Meselâ, kâfir ve münafıkların Cehennemde yanmalarını ve azap ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur'ân'ın ve edyân-ı semâviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzip olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir."

Burada, Bediüzzaman, 'yolunun esaslarından' birisi kabul ettiği ve 'aşktan üstün olduğunu' tekrar be tekrar ifade ettiği 'şefkat' için bile ifratın/tefritin ne denli zarar verici olduğunu anlatır bizlere. Başka bir yerde ise şefkatin istikameti 'cihad' üzerinden değil 'anne şefkati' üzerinden ders verilir:

"Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibarıyla kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye inkişaf etmez. Veyahut sû-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük nümunesi şudur: O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. 'Oğlum paşa olsun!' diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa'ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor."

Demek istediğim en nihayet şudur: Elhamdülillah, hiçbirimiz çocuk dövmekten zevk alan tipler değiliz. Hâşâ, çocuk dövmeyi bir meziyet olarak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan da duymuş değiliz. Kendi adıma konuşayım: Ebeveynleri bir çocuğa kızmamı istediklerinde dahi bunu başaramıyorum. Müslümanları da (istisnalar kaideyi bozmaz) bu ahlak üzerine gördüm hayatım boyunca. Ve bugün, Kur'an kursu hadisesi üzerinden tersi bir okuma yapılsa da, biz biliyoruz ki: Dayak hadiseleri Kur'an kurslarından ziyade seküler okullarda mevcuttur. İlkokuldan lise yıllarına, öğretmenlerimiz, hepimizi şöyle bir ellerine dolamışlardır. (Ben bu konuda da epey tecrübeliyim.) Fakat bütün bunların böyle olduğunu düşünüyor olmamız, yine de, bir hadis-i şerifin 1400 yıldır amel edilen manasını inkâr etmemize karine olamaz.

Çünkü şeriat bize ifratı ve tefriti aşılamak üzere değil istikameti aşılamak üzere gelmiştir. Ve istikameti belirleyen de ifrata ve tefrite çekilen çizgilerdir. Zina edenin (bekarsa) sopalanması veya (evliyse) recmedilmesi, hırsızlık yapanın elinin kesilmesi, iftira atana had cezası uygulanması, mürtedin katledilmesi, kafirle cihad edilmesi... ve daha bunlar gibi saymakla bitiremediğimiz birçok hüküm bizim şefkatimize belli noktalarda ve belli kişilere dönük olarak sınırlar çizmektedir. Bunu 'şefkatte ifrata düşmememiz' için yapmaktadır.

Yukarıda alıntıladığım "On şey fıtrattandır" hadisi dahi 'vücudu akışına bırakmayı' değil, kimi zaman müdahalelerle toplamayı, yön vermeyi, şekillendirmeyi ve asıl bu müdahalelerin fıtrattan olduğunu söylemekte değil midir? Cihad ederken kafiri öldürmenin, bayramı geldiğinde kurban ve hırsızlık yaptığında 'Fatıma (r.anha) dahi olsa' elini kesmenin, uzadığında tırnakları kısaltmanın 'gerekli olduğunu' ders veren Allah; namaz alışkanlığı kazanmakta direnen çocuğa karşı da, namazın ehemmiyetini kavraması için, ona pek şefkatli olan ebeveyni tarafından 'hafifçe vurulmasını' emretmiş olamaz mı? Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da aldığı bu emri tebliğ edemez mi?

Bu meseleyi sakın ha küçümsemeyin derim. Çünkü fıtrat zamanla bozulabilir yanlara da sahiptir. Eğer o yaşlarda orucu ve namazı alışkanlık haline getiremediyseniz sonraki yaşlarda başlamak çok zor oluyor. Alışkanlık da insanda ikinci bir fıtrat gibi. Terkleri güç. Alkolu sık kullanan alkolik olup bırakmakta zorlanıyor da namazsızlığa alışan bir bağımlılık sahibi olmuyor mu? Onu bu bağımlılığından (daha yolun başındayken) kurtarmaya çalışmak şefkatten sayılmıyor mu?

Hayatları boyunca oruç denir bilmemiş insanlara oruç tutmanın çok zor geldiğini ve özellikle yaz günlerinde nasıl dayandığımızı anlamakta zorlandıklarını iyi biliyorum. Fakat tam tersi olarak, oruç tutmanın alışkanlık haline geldiği birisinin de, Ramazan'da oruçsuz kaldığında nasıl eziyet çektiğini annemde görmüştüm. Şeker hastalığı şiddetlenince doktor oruç tutmasını yasaklamıştı da Ramazan gelince şöyle demişti: "Ramazan'da oruç tutmamak şeker hastası olup tutmaktan daha zor."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...