Dikkat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dikkat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2022 Pazar

Dikkatine 'dikkat' et

İrade boşluklarla gelişir. Doğru karar için gerekli olan diğer öğelerle bağlarını boşluklarda kurar. Aklın yolunu boşluklarda öğrenir. Hafızanın kıymetini boşluklarda tecrübe eder. Sınandıkça bu yollara ayağı alışır. Çocuğunuzun etrafını 'hiç karar alması gerekmeyecek şekilde' sararsanız, ya nihayetinde size isyan eder, yahut da kendi ayaklarının üstünde duramaz olur. Bir ömür hayatını devam ettirmeye lazım yardımlar ister. Biteviye muvaffakiyetsizlikler sergiler. O yüzden Cenab-ı Hakkın bizi dünya imtihanına uğratmasına şaşırmamak gerekir. Süreçte sunulan tuzak değil imkandır.

Evet. Elhamdülillah. Biz de burada bir 'acaba'ya düşürüldük. Doğrular-yanlışlar birbirine karıştı. Siyahlar-beyazlar birbirine girdi. "Tâ yol ikileşti." Grileşti. Yolun ikileşmesi iradenin toprağı oldu. Suyu-ışığı oldu. Canı oldu. Orada boy atmaya başladı. Orada dilimiz yandı. Orada teslim olmaya başladık. (Müslümanın teslimle ilişkisini buradan da bir düşün isterim arkadaşım.) Tekrar memleketimize döndüğümüzde, inşaallah, kemaline yakışmayan hiçbir detayımız kalmayacak. Ham kalan her yerimiz dersini ikmal etmiş olacak. Etti de. Yandı da. Pişti de. Vaktiyle İblis, Âdem babamızla Havva annemizi, bir tek meyveyle kandırmıştı. Bizimse her yanımız diş izi. Kavga izi. Kumpasları bu dünyada gördük. Bu dünyaya düştük. Tuzaklara düşürüldük. Nice dost yüzlü yılanlara sarıldık. Pişman olduk. Pişman olduk. Pişman olduk. Ayıldık. Tevbe ettik. Hidayet edildik. Elhamdülillah. "Herşey buyurduğun gibiymiş!" itirafıyla yaşıyoruz şimdi. Hayat yalnız bu cümleye hayretimizi arttırıyor. Tecrübe okulundan mezunuz gayrı.

Şüphesiz bu da bir lütuf idi. 'Lütuf' deyince 'ayetleri' anmamak olmaz. Çünkü Hak Teala kaybedelim diye imtihan etmemiş bizi. Aksine kazanalım diye her kolaylığı sağlamış. Nereden mi biliyorum? Talebesinin kazanmasını istemeyen hoca cevabı bu denli fısıldamaz. Bu kadar her yeri bilgi bilgi nakışlamaz. Kendi derûnundan (enfüs) tut ta âlemin en uzak köşelerine kadar (âfâk) ipuçlarıyla sarmaz. Bütün bunlar er-Rahman, er-Reşîd, el-Hâdî olan Allah'ın kul talebelerine yardım etmesidir. Doğrudur. İnsan bu dünyada sınav olmaktadır. Ancak, unutmayalım, bu sınavda kitaba bakmak da serbesttir. Her anlamda serbesttir üstelik. İster 'kendilik' kitabına bakar insan. Oradan Rabbini bulur. İster 'âlem' kitabına bakar insan. Oradan Rabbü'l-Âlemîn'i bulur. Yahut da 'nübüvvet' kitabını temaşa eder. O kâmil insanlardan bir kopya alır. Veyahut elinde bizzat Mâlik-i Hakikisinin Kelam-ı Kadîm'i vardır. Oradan lazım gelen cevapları edinir. Yani, arkadaşım, insan öyle bir sınav olmaktadır ki, sınav salonunun tamamı doğru cevabı haykırmaktadır. Yalnız bizden azıcık dikkat isterler. Çünkü, mürşidimin de hatırlattığı gibi, "Nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir."

Dikkati sakın küçük görme arkadaşım. Çünkü neyi okuyacağını o seçiyor. Âleminde neyi galip kılacağın, âlemin kendisinden ziyade, sana bakıyor. Tasarımla ilgilenenler bilirler. Tasarım aslında bir 'boşluk yönetimi'dir. Yani tasarımcı neyi göreceğin kadar neyi görmeyeceğini de belirler. İkisinin dilini birden kullanır. Ve vurgu da azı çoğa galip eder. Yüz satır mutluluktan bahseden bir sayfada tek cümle keder geçse, ben de onu vurgulasam, bakar bakmaz onu görürsün. Manipülasyonumu aşmanın yolu bütüne dikkat etmektir. Dikkat etmeni istemediğim detaylara da dikkat etmek. Göreceklerine dair bir niyete, nazara, usûle, imana sahip olmak. Dayatılanla aslolanı ayırabilmek.

Evet. Hakîm olan Allahımız yarattıklarına dikkat etmemizi istiyor. Bu dikkatin 'mana-i harfî' usûlünü de öğretiyor: Şeylere, kendileri için değil, ötesi için bakılır. Eşyaya gaybı için, gaybıyla birlikte, iman edilir. Parça, onda boğulmaya değil, bütüne çıkmaya vesiledir. Yüzeyin adamlarıysa dikkatimizi yüzeye dağıtmak istiyorlar. Kalabalığı derinlik sandırıyorlar. Dikkatimizi yüzeyde hapsediyorlar. 'Medeniyet fantaziyeleri' diyor Bediüzzaman onlara. 'Deccalın yalancı cenneti' diye de tesmiye ediyor bir yerde. Kabul edelim: Sahiden İblis'ten dersini iyi okumuştur bu zamanın iblisleri. Cennet kadar nimet içindeyken, dikkatimizi tek bir ağaca, yenmemesi gereken meyvesine, boğdurabilirler. Zaten kişinin cenneti biraz da dikkat kesildiğidir. Dikkati yöneten iradeyi de yönetir. O halde kurtuluşun yolu da iradeden geçiyor. Dikkat ettiğimizi biz seçersek kazanırız. Dikkat ettiklerimizi başkası yerimize seçiyorsa vay halimize! İşgal ediliyoruz demektir.

Tefekkürün hüneri burada kendini gösteriyor arkadaşım. Tefekkür bir dikkat eğitimidir. Hatta iradesidir. Neye yoğunlaşacağını, tabir-i diğerle, 'ne kesileceğini' seçtiğin zamandır. (Sivas'ta çok ıslanan insanlar için "Su kesilmiş!" derler. Manası: Yani neredeyse suya dönüşmüş. Çok üşüyenler için de denir: "Buz kesilmiş.") Yoksa az bir saatiyle senelik ibadeti geçebilmesi nasıl mümkün olabilirdi? Evet. Tefekkür dikkatimizi bütünüyle mülküne alıyor. Ona hükmediyor. Onu yönetiyor. Dikkat ettiğimizinse varlığı âlemimizde genişliyor. Açılıyor. Vurgulanıyor. Bizi fethediyor. Dikkat, hatta zamana edilse, onu bile yavaşlatıyor. (Sıkıldığınız yerlerde geçmeyen dakikaları düşünün.)

İbadetlerde bunu başarabilenlerimizin sayısı kaç tane? Ahirzamanda, İmam Ali radyallahu anh gibi, namazdayken vücudundaki okun çıkarıldığını farkedemeyenler kaldı mı? Halbuki tefekkür bizzat buna kastediyor arkadaşım. Müşterisi olduğu şey bu. Gayrısını unutmayı/geriletmeyi amaçlıyor. (Vahdetü'ş-Şuhud sırrıdır dokunduğumuz belki de.) Dalgınlık olmadan düşünürlük olmaz. Âlimin âbide üstünlüğü de buradan bize gözkırpıyor diyebiliriz. Âlim hayatını yöneten dikkati Allah'a satmıştır. Hem öyle bir satmıştır ki, Onun dikkati sayesinde, çoklarının dikkatsizliği de bağışlanır. Telafi olur. Bazen dikkatli tek yolcu sayesinde bütün bir kervan kurtulur. Çünkü uçurumu o görür.

Ahirzaman uçurumu görmemizi sağlayacak boşlukları yoketmek azminde. Yalancı ışıklarıyla gözlerimizi işgalde. Yola fıtratımızın saflığıyla bakabilsek herşey açık. Lakin insan manipülasyondan da hâli değil ki. Nefsin terbiyesi istediklerinin sayısını azaltmakla olur. Azdırılması da aksine arttırmakla. Hatta isteyebileceği yeni yeni şeylerle de tanıştırmakla. Yalancı cennetlerin hammaddesi nefse sunulan bu gibi tahayyül imkanlardır. Kurgulattılan-özletilen bu gibi ihtimallerdir. Yani nefis ihtimalleri de özler.

John Berger, Manzaralar'ında, bu zamanın fakirliği hakkında der ki: "Yüzyılımızın yoksulluğu bundan öncekilere benzemiyor hiç. Eskiden olduğu gibi doğal bir kıtlık sonucu değil bu yoksulluk. Bir dizi önceliğin zenginlerce geri kalan herkese dayatılmasının sonucu." Başka bir yerde ekler: "Üretkenlik kıtlığı azaltmıyor. Bilginin yayılması ille de daha yaygın demokrasiye yol açmıyor. Boş zamana kavuşma (sanayileşmiş ülkelerde), kişisel doyum sağlayacak yerde, kitlelerin daha fazla manipüle edilmesine yol açıyor."

Nefse kadar isteyeceği öğretilirse o kadar canavarlaşır. O kadar sınırlarını zorlar. O kadar güçlenir. Kişkilendiğinde köpek zincirini bile koparır. Nefsin tabiatında böyle bir köpeklik var. Günaha meyletmemesi için (mümkünse) o günahla tanıştırılmaması gerekiyor. Tanışmışsa da işlendiği ortamlardan uzak durmakla bir derece sakinleşiyor. Dizginleniyor. Zincire güven olmuyor. "Zinaya yaklaşmayın!" buyuruyor Cenab-ı Hak. "Yapmayın!" değil "Yaklaşmayın!" Çünkü zinciri elinizdeki köpek süs köpeği değil. Kontrolünü kaybetmezseniz gücünüzdür. Kaybederseniz herkese bela kesilir.

Yarının Dünyası filminde duymuştum ilk. Aslının Mesnevî'de geçtiğini söylediler. (Bizzat okumadım. Dolayısıyla kesin diyemem.) Şöyle bir hikmet var arkadaşım: "Siyah/beyaz iki kurdunun olduğunu düşün. Dövüşseler hangisi kazanır?" Cevabı musırrane öncesine dikkatimizi çekiyor: "Hangisini beslersen."

Kavgayı hangi yanımızın kazanacağını biraz da bu belirliyor: Kimi besliyoruz? Dikkat de beslenmenin yollarından biridir. Tefekkürse onun himayesidir. Ya zaman akçesini Allah'ın razılığını kazandırır kumbaralara atacağız, yahut da başkaları kumbaralarını akçemizle dolduracak. Biliyorsun. Dikkat edileceklerin sayısı o kadar çoğaldı ki. O kadar çok detaytan haberdar oluyoruz ki. Gerekli-gereksiz, faydalı-faydasız, zararlı-zararsız... Bu haberdarlığın kendisi bizzat imtihan olmaya başlıyor. Duymanın şiddeti öğrenmenin imkanını bastırıyor. "Gaflet hissi iptal ediyor." Uçuruma bakacak dikkatin kalmadı. Zira sağda-solda çok cici temaşalar var. Temaşadan kaçırdığın zamanların olmazsa mahvın işten değil arkadaşım. Allah hem seni hem beni muhafaza etsin. Firarımız Ondan değildir Onadır. Umudumuz da yalnız rahmetindendir. Bizi lütfundan bir an esirgemesin. Âmin.

19 Ekim 2020 Pazartesi

Kalbinin de bir kuantumu var

"Cenab-ı Hakkın bana ettiği ihsânâtı yad edip, bir şükr-ü mânevî nev'inde birkaç nümunesini söyleyeceğim. Bir şükr-ü mânevî olmakla beraber, korkuyorum ki, bir riya ve gururu ihsas ederek o mübarek bereket kesilsin. Çünkü müftehirâne gizli bereketi izhar etmek kesilmesine sebep olur. Fakat, ne çare, söylemeye mecbur oldum." Mektubat'tan... 

Kuantum fiziği ileride yanlışlanır-yanlışlanmaz, birşey diyemem, fakat bize bir bakış açısı öğretti: Madde latifleştikçe üzerindeki etkimiz artıyor. Çift yarık deneyini hatırlayalım. Gözlemcinin şahitliğiyle taneciklerin davranışı nasıl da değişiyordu. Bu durumun bir açıdan tasavvufun varlık hikmetine de ışık tuttuğunu düşünüyorum. 

Evet. Maddeden manaya doğru gidildikçe varlığın yasaları da değişiyor. İçimizin düsturları dışımızla bir değil. Fıkh-ı bâtına yönelik ihtiyaçlar da buradan doğuyor. Ne demek bu? Açalım: Fıkh-ı zâhirde yerine getirilmiş bir namazın fıkh-ı bâtındaki şartları tamamlanmamış olabiliyor. Mesela: "Görsünler!" diye yapılan ibadetlerin zâhirdeki isabeti içindeki yaraları onaramıyor. İhlassız herşey isabetsiz. Kalbin pusulası rıza-i ilahîden kaydı mı, saat doğruyu gösterse de, kendisi istifade edemez. Bizim bu nedenle içimizin yasasını öğrenmeye ihtiyacımız var. Çoğu tecrübeyle ilgili bu yolda mürşidlere muhtaçlığımız var. Dergâhın kapısı tam buradan açılıyor. Yani dışımızdan içimize.

'Fıkh-ı ekber' denilen akidemiz/imanımız ancak zâhir-bâtın dengesinin korunmasıyla hakkı verilen bir kemal. Allah 'bir' dedin, elhamdülillah ve de maşaallah, iman ettin. Muştu olsun. Peki bu 'bir'in sıddıkiyetine nasıl ulaşacaksın? 1) Bir'se zâhirini o bir'den gelen vahye göre şekillendireceksin. Kur'an'a ve sünnete emredilen-nehyedilen şeylere uyacaksın. Yani dışın itibariyle ikiliklerden/şirkten boşanacaksın. 

2) İçini de vahye göre boyayacaksın. Amellerin şekil itibariyle ikincilerin/şirklerin etkisinden kurtarıldığı gibi beğenisinden de kurtarılacak. Onlar sebep olamadıkları gibi sonuç da olamayacak. Tohum onlardan alınmadığı gibi meyve de onlara verilmeyecek. Ne 'başkasının dediği şekilde' ne de 'başkası için' olacak. Ne demek bu? Yani şu demek: 'Başkasının dediği şekilde' olmadı, fakat 'başkası için' oldu, zarardasın. 'Başkası için' olmadı, ama 'başkasının dediği şekilde' oldu, yine zarardasın. Tasavvufla fıkhın ilişkisi tam bu noktada kemalin vesilesidir. Tasavvuf 'başkası için' olmasını engeller. Fıkıh 'başkasının dediği şekilde' olmasını... İmam-ı Malik rahimehullaha atfedilen "Kim ki fakih olur da mutasavvıf olmazsa fasık olur. Kim ki mutasavvıf olur da fakih olmazsa zındık olur. Kim de her ikisini birleştirirse muhakkik olur..." hakikati buradan anlaşılır.

Risale-i Nur'u okurken içimin yasasına dair birçok şeye gözüm açılıyor. Mesela: İhlas Risaleleri kalbimi tartmakta çok yardımcı oluyor. Gerçi dökülüyorum. Ama olsun. Buranın padişahlığı dilenciliktedir. Dışarıda 'Var!' denildikçe varoluyorsa bazı şeyler, burada 'Yok!' denildikçe varolması ümit edilir. Kerametler bu nedenle gizlenilir. Hatta onlardan sıkılınır. Çünkü 'Var!' demektedirler. Allah dostları bu yüzden harikalarından sıkılırlar. Ya içleri 'kendilerine' atfederse? Ya cahiller o fiileri 'kendilerinden' bilirlerse? Eyvah. Bu iddia fenafillah arzulayanlar için ne korkutucudur! Fakat 'tahdis-i nimet' aynı endişeye dahil değildir. Çünkü 'tahdis-i nimet'te failin Allah olduğu teşhisi daha açıktır. Bediüzzaman bu nedenle 'kerametlerini' anmaktan şiddetle sakınırken 'ikram' dediği güzellikleri aktarmayı beğenir. Zira bu ikramların yapısı kendisine atfedilmekten aşkın şeylerdir. Çoğunlukla da yaşanan hâdiseye zatından başka birçok kişi dahildir.

"İ'lem eyyühe'l-aziz! Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et..." gibi bahislerin söylediği de yine bu eşikten girilince açılır arkadaşım. Niyet ettiğinde, tıpkı çift yarın deneyinde anlatıldığı gibi, içindeki harikanın şahidi olmaya niyetleniyorsun. Şahit olmaya kastettiğin anda harika ölüyor. Tanecik dalga hareketini terkediyor. Âdeta gözlemcinin dikkatine küsüyor. "Bereketim bakmamandadır!" diyor. Çünkü sen şahitliğinde hâlâ arızalısın. Hamsın. Şahit olduklarını sahiplenmeyi seversin.

Bunu hep kötü de görme. Yukarıda mürşidim menfaatine olacak dikkatleri de anlattı. Salihlerin yolundan giderek kusurlarına dikkatini çoğaltabilirsin. Onların dalga dalga çoğalan tesirlerini dikkat-i nazarınla taneciğe çevirebilirsin. Azaltabilirsin. Nitekim İslamî metinlerde bize öğütlenen itiraf/istiğfar ikilisi de ancak böyle bir dikkatle varolabilirler. Demek sivrisinekleri öldürmeden önce bataklığı iyice kurutmak gerek. İnsanın ham yanlarına dikkat-i nazarı da böylesi bir faydaya müncer oluyor. Gördükçe ölüyor bazı şeyler. Ki, hatırlarsın, yine mürşidim bir yerde diyor: "Şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir." Yine diyor: "Şu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi, şu hâletin aksidir. Yani, nisyân-ı nefis içinde nisyan etmemek. Yani, huzuzat ve ihtirasatta unutmak; ve mevtte ve hizmette düşünmek." Ve yine diyor: "Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir." Ve yine ekliyor: 

"Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani, kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, herşeyi bulur." 

Hepsini alıntılayarak yazıyı uzatmayayım arkadaşım. Bütün bunlar bana hep aynı hakikati nasihat ediyor gibi geliyor: Dikkatimiz de bir tür dua yerine geçiyor. Şikayetçi olarak baktığımızda kemliklerimizi kontrol altında tutmayı başarabiliyoruz. Gözümüzden kaçırdığımızda işler nereye vardı içimizde kestiremez oluyoruz. Yine fazilete dair övünülecek şeyleri görmezden geldikçe azalmaları tehlikesinden korunuyoruz. Sahiplenmiyoruz. Bakmamızla tanecik hareketi yapacakları tekrar el-Hâdî'nin bahşıyla dalgalanmaya bırakıyoruz. Yani, kusurumuza dikkat ede ede "Subhanallah!" dedikçe, hüsnümüzden göz kaçıra kaçıra "Elhamdülillah!" diye hakiki sahibine verdikçe, birincinin 'azalmasını' ikincinin 'çoğalmasını' ümit edebiliyoruz. Fıkh-ı ekberin "Allahu ekber!" bereketine kavuşuyoruz. Elhamdülillah! 

Evet, arkadaşım, "Şükür nimeti ziyadeleştirir!" hâdis-i şerifi de belki bu sırrı kulağımıza fısıldıyor. Nimetin sahipliğini terkedince taneciği dalgaya dönüşüyor. Çünkü taneciğin sahibi artık 'Allah' oluyor. Yani ki biz artık gölge etmeyi bırakıyoruz. Arızamızı (arızî varlığımızı) aradan çıkarıyoruz. Demek bereket en çok şu cürmümüzden sıkılıyor.

30 Mart 2019 Cumartesi

Sen elmayı seviyorsun diye elma hep 'elma' kalmak zorunda mı?

Onlardan ne denli şikayetçi olursak olalım. Tekrarlara muhtaç olduğumuzu derinlerde bir yerde hissediyoruz. Evimize gittiğimizde onu aynı yerinde bulmak, kapısını sabah kilitlediğimiz anahtarla açabilmek, gece dost olarak bıraktığımızı gündüz de öyle karşılamak, bunlar bizi hayatta tutuyor. Daha doğrusu: Hayatı güvenilir kılıyor.

Hayatta tekrar edenler değişenlerden fazladır. Aksi takdirde pek kolay delirebilirdik. Anların birbirini takip eden düzenlere sahip olmayışı an'dan an'a geçerken kafayı yememize neden olabilirdi. Çünkü dikkat, tutunacak birşey bulamadığında, aklın etini dişlemeye başlar. Kendisiyle beraber onu da dibe çeker.

Sizin de dinlediğiniz yaşanmışlıklar varsa onları hatırlamaya çalışın. Benim dinlediklerimde insanlar hep kaldıramayacakları büyük değişimlerin eşiğinde deliriyorlardı. Örneğin: Kendi hatasından dolayı bir anne evladını yitiriyor. An'dan an'a büyük bir sıçrayış. Dikkatin elinden büyük bir kopuş. Değişimi anlamlandıramıyor. Geçişteki bağı kuramıyor. İşte o an deliriyor.

Allah göstermesin. Buna benzer dinlediğim daha birçok misalde değişimler deliliğin önsözü oluyorlardı. İşte bu tip yaşanmışlıkların yukarıda söylediğim şeyle ilgisi var bence. Dikkat tutunabileceği bir devamlılık bulamazsa batarken aklı da yanında götürür. Sabır dikkatin tutunacağıdır. Bu yüzden 'eşiklerin bilgisi' insan için hayatîdir. Her ikramın öncesindeki ikramdır. Doğduğunda hazır bulduğudur.

Eşiklerin bilgisi derken bir anlamda İslam'ın bize öğütlediği bakışı kastediyorum. Daha üst boyutta ise Cenab-ı Hakkın Hakîm, Rahîm, Kerîm, Cemîl gibi isimlerine nazarlarını çevirmek istiyorum. Bu isimler, bencileyin tabir edersem, 'eşik atlatıcı isimler'dir. Boşlukta hayatta kalmayı sağlarlar. Onların varlığına iman edildiği zaman an'dan an'a sıçramalar kolaylaşır. Dikkat tutunabileceği birşey bulamadığında bu isimlerden istifade eder. Onlara tutunur. Sırt verdikleri yüce mana dünyası sabrı tazeler. Ve böylece biz delirmekten kurtuluruz.

Hatıralarınızı bir yoklayın lüften. Mutlaka anlattığım şeye hissen yaklaştığınız durumlar bulursunuz. Mesela: Başınıza gelen kötü bir işte önce bir donarsınız. Bu an'dan an'a sıçramanın başladığına işarettir. Sonra elleri boşta kalan dikkatiniz hemen refleks olarak ona öğrettiğiniz manaları arar. Bu da arkaplanınızı ne ile beslediğinizle ilgilidir. Eğer arkaplanınızda Allah'ın Esmaü'l-Hüsna'sı varsa, dikkat hemen onlara el atar, birini-birkaçını yakalar. Boşluğun üzerinde onlarla uçar. Sonra diğer an'a geldiğinizde size pek sevdiğim bir türküdeki gibi şöyle der: "Ağlama gözlerim. Mevla Kerîm'dir."

Mürşidim bir yerde diyor ki: "Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki, en keskin tarik olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecazîye yapışır. Onun zevâlini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakikîye gider." Ben burada bahsedilen 'aczin aşka olan üstünlüğünü' de yukarıda verdiğim misallerle anlayabiliyorum. Yani, aynı şekilde, dikkatin acze düşüp boşlukta kaldığı an aklına gelen şeylerin 'eşik atlatıcı isimler' olduğunu zannediyorum. Ancak aşka düşüldüğünde böyle bir boşluk hissi yaşanmıyor. Gafil dikkat Allah'tan gayrı sevilebilecek çok şey bulabiliyor.

Çok dağıttım. Sadede geleyim. Mürşidim İşaratü'l-İ'caz'da 'inayet' ile 'intizam'ı birbirine bağlayan ilginç bir tarif yapıyor. Diyor ki: "Bu âyetin, Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de, inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır."

Hani başta demiştim ya. Tekrarlara da ihtiyaç duyuyoruz biz. Evet. Aynılık aklımızı delirmekten alıkoyuyor. Çünkü an'dan an'a geçerken ünsiyet hissimizi koruyabilmeyi tekrarlar sayesinde başarabiliyoruz. Çayı her içişimizde seviyoruz. Suyu her tadışımızda kanıyoruz. Yemeği her yiyişimizde doyuyoruz. Bize bağışlanan her inayet öncesinde kurulmuş bir düzene dayanıyor.

Elma bir ikram mı? Evet. Ama elmadan önce 'elmanın hep elma olma kanunu' bir ikram. Güneş bir ikram mı? Evet. Ama güneşten önce 'güneşin hep güneş olma kanunu' bir ikram. Yani "Allah'ın inayetiyle..." dediğimiz vakit, Rabbimizin o an edeceği müstakil bir ikramı değil sadece, evreni kuşatan kanunlarıyla zamanlar ötesinden verdiği desteği ifade ediyoruz aynı zamanda. Her eylediğimizin onunla bağlı olduğu şuuruna gönderme yapıyoruz. Yani kıvırmayı becerdiğimiz her işin ancak ucunu kıvırdığımızı geri kalanın tamamının Cenab-ı Hakkın kudretiyle vücuda geldiğini itiraf ediyoruz. Allahu'l-a'lem.

29 Aralık 2017 Cuma

Tekrarda bir şefkat var

Monotonluktan sıkıldığını biliyorum. Belki faydası dokunur. O yüzden sana bunu da yazmak istiyorum arkadaşım: Tekrarda bir şefkat de var. Ben gördüm. Bunu bana gördüren/düşündüren okuduğum bir yazardır. Ki o yazar, eserlerinde, aynı konulara sık sık değinir. Aynı hakikatlerin altını sık sık çizer. Ancak bunu bir özenle yapar. Tekrar özenle yapılırsa insanı bıktırmaz. Ne demek istedim şimdi? İzah edeyim: Eğer bir insanın 'özellikle' ve 'yeni özenişlerle' birşeyi tekrar ettiğini hissedersen sıkılmazsın. Arkasındaki kastı/ilgiyi hissedersin. Görünüşteki sıradanlığı aşarsın. Fakat aynı insan özensizce/ilgisizce ve yenilenmeyen bir emekle tekrarlar yaparsa bu seni bıktırır. Çünkü görmezden gelindiğini, aradan çıkarıldığını veya ıskalandığını düşündürür.

Niyet bu yüzden azizdir. Sevdiğinin, gözlerine dikkatle bakarak "Seni seviyorum!" demesiyle, her konuşmanın ardına farklı farklı sevgi sözcükleri iliştirmesi arasında bir fark vardır. İlkinde 'tekrar içinde bir yenidenlik' ikincisinde 'yenidenlik içinde bir tekrar' yaşanır. İşte, benim sevdiğim yazar da aynı şeyleri tekrar tekrar yazıyor, fakat bunu yeni cümleler ve bağlamlarla yaptığı için 'metni şişirmeye çalışmadığı' anlaşılıyor. Bunu farketmek beni 'aradan çıkarılmadığım' hissiyle besliyor. İnsan özenilmekten beslenir mi? Mutlaka beslenir. Allah'ın üzerimizde yarattığı açlıklardan birisi de budur.

Ehadiyeti, yani Allah'ın bütün isimleriyle her an herbirimizin yanında olduğunu, herbirimize ayrı ayrı yönelişi olduğunu ve hiçbirimizin onun, tabir-i caizse, dikkatinden kaçmadığımızı biz bu açlık sayesinde biliriz. Pardon, önce böyle bir dikkatin üzerimizde olmasını arzularız, buna şiddetli bir açlık duyarız, sonra da yaşadığımız 'bize özel' harikalar/mucizeler üzerinden bunu okur, bilir ve doyarız. Zaten ancak bu olursa (buna inanıyorsak) dua ederiz. Çünkü ancak böyle inanılırsa istenilir ve isteriz.

Fatiha'daki geçişin öğrettiği sırdır bu. Bundan umutlanırız. Dikkatten asla kaçmadığımız hissidir ki, bizi, Allah ile birebir irtibatlı, birebir ona âşık, birebir ondan ister/diler kılar. "Malikiyevmiddin." Hesap gününün sahibi ise, yani bize bir hesap soracak ise, bize ilgisi var demektir. Üzerimizde nazarı var demektir. Hesap sormak ilgi işidir çünkü. O zaman isteyebiliriz: "İyyake nabüdü ve iyyake nestain." Çünkü bizi duyar. Çünkü bizi görür. Çünkü bize ilgilidir. Geri kalan herşeye dudak kıvırabiliriz böylece. Şirk bu dudak kıvırmayla tarumar olur.

İzzetimiz de en çok buradan beslenir. Allahımız Ehad olduğu için hiçkimseye eyvallahımız yoktur. Çünkü onların üzerimizdeki gözeticinin bilişini ve tasarrufunu perdeleme imkanları yoktur.

Tekrardaki şefkate geri dönelim. İşte, bu yazar, metinlerindeki tekrarla beni güzelce teselli ediyor. Bana şefkat ediyor. Nasıl? Bu tekrar sayesinde umutlanıyorum ki: Metnin tamamını okumayı başaramamış olsam da, hatta bazı satırlarda şaşırsam da, herşeyi kaçırmamış olabilirim. Yani okuyamadığım kısımları da bir nebze okumuş olabilirim. Eğer bu mesaj, eşit şekilde metnin tüm katmanlarına nüfuz etmişse, ki bu nüfuzu en çok 'tekrar' gösterir, o halde okunmamışlar da birazcık okunmuş sayılabilir. Evet! Kaçırılanlara üzülünmez artık. Çünkü kaçırılanlar da aslında tastamam kaçırılmamıştır.

İşte, bu yüzden, o yazarın okumadığım bir metni varsa bir yerlerde, okuyamadığım için dertlenmem. Eksik kaldığımı düşünmem. Elime geçeni okumaya çalışmak bana yeter. Çünkü kelamları birbirine bir şekilde benzer. Aynı hakikatleri söyler. Aynı gerçekleri bildirir. Bu açıdan, bana hakkında sorulsa, 'o yazarın okurlarına çok ama çok şefkatli olduğunu' söylerim tam bir inançla.

Ne mutlu bana! Bir kere onu okumayı öğrenmişimdir ya! Ellerim ne kadar küçük olursa olsun içine bir dünya sığmıştır demek ki. Varlığımdan bu dünyanın yalnızca bir parçası değil bir özeti geçmiştir. Sahibim, şahitleri olamadığım, ama varlıklarından haberdar olduğum hiçbirşeyden benim mahrum etmemiştir. Hepsinden bir kaşık şu küçük damağa dokunmuştur. Şükürler olsun.

Buraya kadar bana katlanan arkadaşım. Biraz da mürşidimin şu güzel cümlelerini dinle. Belki buradan hem Kur'an'daki tekrarlara hem de bazen hata ile şikayetçisi olduğun kainatta tekrar be tekrar yaşanan fiillere gönül tazeleyen bir bakış bulursun: "Hem herkes her vakit bütün Kur'ân'ı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sûreye galiben muktedir olur. Onun için, en mühim makàsıd-ı Kur'âniye ekser uzun sûrelerde derc edilerek, herbir sûre bir küçük Kur'ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için, tevhid ve haşir ve kıssa-i Musa gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş."

Evet, Kur'an'da çok şefkatli bir tekrar var, ama yalnız Kur'an'da değil bu tekrar. Kainatta da var. Hayatta da var. Bir döngü çerçevesinde yaşanıyor herşey. Bu döngü herşeyi herşeyin özeti haline getiriyor. Kem bahtından şikayetçi olma. Yaşadığımız özet bütünden nasipsiz değil. Onun sayesinde insanlığa söylenen hiçbirşeyi kaçırmamış oluyoruz. Şimdi yazının başında dediklerimi aklına getir ve düşün: Bu inceliği, hiçbir söylediğini/yarattığını diğerine benzetmek zorunda olmayan sonsuz bir yaratış sahibine yaptıran, rahmetinden başka, nedir sence?

7 Şubat 2017 Salı

Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı? (3)

Üç ayrı rivayet şekliyle birçok hadis kaynağında geçen meşhur bir hâdise var. 'Muhallim' ismiyle rivayet edileni esas alırsam: Muhallim b. Cessame, Âmir b. Azbat'ı, 'içinde bulunduğu mücahid grubunu müslüman selamıyla selamladığı halde' şahsî düşmanlığından dolayı öldürmüştü. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam kısas için gelenleri kan bedeli almaya razı ettikten sonra, Muhallim, affedilmesi kendisine müracaat etti. Aleyhissalatuvesselam ellerini açıp şöyle dua etti: "Allahım, Muhallim'i affetme!" Muhallim b. Cessame, bu beddua ile öyle sarsıldı ki, bir hafta içinde vefat etti. Gömdüler. Yer dışarı attı. Tekrar denediler. Tekrar dışarıya attı. Sonunda cesedinin üzerine taş yığarak öylece bıraktılar. Durumu Efendimiz aleyhissalatuvesselama ilettiklerinde şöyle buyurdu: "Vallahi yer çok daha kötülerinin üzerini örtmüştür. Fakat Allah size gösterdiği bu hadiseyle aranızdaki (haksız yere adam öldürme) yasağı hakkında öğüt ve ibret vermek istemektedir."

Huzuruna geldiğinde Muhallim b. Cessame'ye şöyle tepki gösterdiği nakledilir Aleyhissalatuvesselamın: "Demek, sen, ona (Âmir b. Azbat'a) Allah'ın emanıyla eman verdin (selamına karşılık selam verdin) ve sonra da vurup öldürdün, öyle mi?" Kanaatimce, mezkûr ifadeler üç şeye dikkatimizi çeker: 1) Mü'minlerin birbirlerini haksız yere öldürmeleri Allah katında büyük bir cürümdür. 2) Muhallim b. Cessame'nin toprak tarafından kabul edilmeyişine bakarak, onun, insanların en kötüsü olduğuna hükmetmek doğru değildir. 3) Cenab-ı Hak, bazen, önemli hakikatlere dikkatimizi çekmek için, kişileri veya cezaları ibret ve öğüt aracı olarak kullanabilir. Mahlukatı üzerindeki bu tarz tasarruflarında kimse Hakkın hikmet elini alıkoyamaz. Malikü'l-Mülk odur. Ve mürşidimin de ifade buyurduğu gibi: "Mülkünde istediği gibi tasarruf eder."

"Üçüncü Sualiniz: Cenâb-ı Hak musibetleri veriyor, belâları musallat ediyor. Hususan masumlara, hattâ hayvanlara bu zulüm değil mi? Elcevap: Hâşâ! Mülk Onundur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Hem acaba, san'atkâr bir zât, bir ücret mukàbilinde seni bir model yapıp, gayet san'atkârâne yaptığı murassâ bir libası sana giydiriyor; hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor, seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki, 'Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana oturtup kaldırmakla zahmet verdin?' Elbette diyemezsin. Dersen divanelik edersin."

Bu noktada, gerek (bu serinin ilk yazısında zikrettiğim) Hamdi Akyol abinin şüphesinin, gerek (artık sıkça karşılaştığımız) benzer şüphelerin kaynağının sadece 'hadis ilmiyle' ilgili olmadığı nazarımıza çarpıyor. Bu endişeler, en özünde, mülk algısına dair mü'min zihinlerinde yaşanan erozyonun sonucu olarak ortaya çıkıyorlar. Çarçabuk inkâra gidilebilmesinin ardında yatan psikoloji bu. İster Hamdi Akyol abinin Ebu Davud'dan naklettiği 'merkeple Efendimiz aleyhissalatuvesselamın namazını bozan adamın bedduaya uğrayıp felçli kalması' meselesini ele alalım, ister Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde naklettiği 'Efendimiz aleyhissalatuvesselamın namazını bozan yaramaz bir çocuğun bedduaya uğrayıp sakat kalması' hâdisesine odaklanalım, sonuç değişmiyor. Burada öncelikle edilen itiraz şu: "Şu kadarcık fiile insan böylesine ağır bir bedduayı ve cezayı hakeder mi?"

İşte, bu tarz suallerin modern zamanlardan önce sorulmamasının veya böylesi rivayetlerin (en azından şu yönleriyle) bizden önce tartışmaya medar olmamasının değişen mülk algımızla ciddi bir ilgisi var. Salih seleflerimizin zihinleri, mürşidimin de ifade buyurduğu gibi, "Mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder!" çerçevesinde şekillendiği için, onlara göre bu rivayetlerde (eğer sened sorunu yoksa) tartışmaya medar olacak hiçbirşey yoktu. O Allah'tı. Hak Teala, şan-ı Rububiyeti iktizasınca, böylesi tasarruflarda bulunabilir ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da beddualarıyla bu hikmet ve ibret derslerinin vesilesi olabilirdi. Ancak modern zaman müslümanı bu tür konulara seleflerinden daha farklı bir perspektiften bakıyordu. Kendisi farkında olsun veya olmasın, bu farklı perspektif, hadislere bakışında yansımalarını gösterdi.

Hayatın içinden bir örnek vermeyi deneyelim: Askerde, öyle yerlerde nöbet tuttuğunuz olur ki, oraya değil bir düşman askerinin, yönünü kaybetmiş hayvanların bile yolu düşmez. Henüz inşaatı süren binaların veya boş depoların önünde nöbet tuttuğunuz olur. (Aslında depo doluyken tutulacak bir nöbettir o.) Bu nöbetlerde bazen mermi de verilmez erlere. (Şahsen ben 'şarjör atar' diye tesmiye ettiğimiz silahlarla çok nöbet tuttum.) Fakat yaptığınız iş ne kadar boş gelirse gelsin, uyumaktan korkarsınız, çünkü cezası ağırdır. Nöbet yerinin önemsizliği veya nöbetçinin bahanesi 'nöbette uyumanın' cezasını hiçbir zaman yumuşatamamıştır. Komutanlar, uyurken yakaladıkları erlere ağır cezalar verirler ki, diğerleri böyle birşeyi akıllarından dahi geçirmesinler. Bunun hikmetini herhangi bir komutana sorsanız alacağınız cevap aşağı-yukarı şöyle birşey olur: "Bugün sen boş deponun önünde uyursan yarın bir başkası da cephaneliğin önünde uyur." Yani size verilen ceza aslında zincirin hiçbir yerinde zayıflık oluşmaması içindir. Üzümlerin birbirlerine bakarak kararmalarını engellemek için ilk kararan üzümü iyice beyazlatırlar.

Peki, bu yanlış bir tedbir midir? Doğrusu, kendi tuttuğunuz nöbetleri ve nöbet yerlerini hakikatin tek mihengi olarak almazsanız, 'yanlıştır' diyemezsiniz. Çünkü öyle nöbet yerleri vardır ki, hakikaten uyku kaldırmaz, dalgınlığınız dahi sizinle birlikte birçok kişinin hayatını tehlikeye sokar. (Dağ filminin birincisinde nöbet yerinde uyuyan er üzerinden komutanın birliğe anlattıklarını hatırlayanlar ne dediğimi daha kolay anlayacaklardır.)

Bu hakikati, mürşidim, 24. Söz'ün 3. Dalı'ndaki Asıllar'da, zâhiren küçük görülen bazı günahların tehlikesine vurgu yapan hadisler hakkında da ifade eder:

"Meselâ, 'Gıybet, katl gibidir.' Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır. Meselâ, 'Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.' Şimdi, tergib veya teşvik için, o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir."

Her merkebiyle namaz bozan felç olası mıdır? Değildir. Her namaz bozduran çocuk felç olası mıdır? Değildir. Her gıybet adam öldürmek gibi günah mıdır? Değildir. Her güzel söz bir insanı özgürlüğüne kavuşturmak gibi sevaplı mıdır? Değildir. Fakat, hepsinin böyle olmaması, içlerinden bazılarının (harika fertlerin) bu ayarda olmasını engellemez. Bazen, gıybet olur, bir insana (veya insanlara) onu öldürmekten daha fazla zarar verir. Bazen, güzel bir söz olur, onu duyanı/duyanları özgürlüğüne kavuşturur. (Mürşidlerin güzel sözleri böyledir. Bizi nefsimize, şeytanımıza ve günahlarımıza esir olmaktan kurtarır.) Böyle harika fertler bulunabilir nesneler ve olaylar içinde. Onların bulunması da bir hikmet ve ibret dersi içindir.

Tıpkı Muhallim b. Cessame'nin yaşadıkları gibi. Sahabeden birisinin, işlediği cinayet nedeniyle toprak tarafından kabul edilmemesi, nasıl Mülk Sahibi'nin bize üzerinden ders vermek istediği bir vesileye dönüşüyorsa; aynen öyle de, bir çocuğun veya merkepli insanın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama (veya namazına) gereken saygıyı göstermemesi de yine ibret ve hikmet dersine dönüşebilir. Kur'an'da, hakkında, mü'minlere 'seslerini dahi sesinden yüksekte tutmamaları' emredilen bir Nebi aleyhissalatuvesselamdan bahsediyoruz. Allah'ın kudret ve hikmet elini böylesi derslerden kim alıkoyabilir? En nihayet demek istediğim şu: Yeter ki, hazine sandığının önünde tevakkuf edelim, dikkatli bakınca görünecek inci çoktur. Hem yine mürşidim demez mi: "Nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir."

3 Eylül 2016 Cumartesi

Yoksa İsrailoğulları yahudiler değil mi?

Bu, bencileyin bir 'komplo teorisi' yazısı olacak. Belki endişesinde isabet de etmeyecek, ama (huyumu biliyorsunuz) yine de yazılacak. Son zamanlarda birçoklarında İsrailoğulları ile ilgili ayetleri 'ırk/millet' üzerinden değil de 'zihin/ahlak kodları' üzerinden okumaya bir yatkınlık görüyorum. Üstelik son on yılda arttı da bu yatkınlık. (Konu hakkında yazılmış makaleler ve çıkarılmış kitaplar dahi var.) Bu yaklaşım bir açıdan doğru da. Kur'an'daki ayetlerin sadece 'olay okuması' olarak değil, o olayın haber verdiği 'her zamanda geçer kanunların okuması' olarak düşünülmesi bakışaçımızı çok zenginleştiren birşey.

Mürşidimin kıssa-i Kur'aniye bahsinde dikkatimizi çektiği gibi: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Ancak bu okumalar sırasında unutulmaması gereken hassasiyet kanaatimce şudur: Küllî düsturun arayışında olan kişi, o düstur-u küllînin adına/sarhoşluğuyla haddini aşıp, zikredilen olayı inkâra yeltenmemelidir. Eğer inkâra başlarsa, bu, Cenab-ı Hakkı (yüzbin defa hâşâ) Kur'an'da yalan buyurmakla itham olur ki, mü'min böyle bir halt işlemez. İşte bu püf noktası, bizi, Kur'an'a tarihselci bakanlardan ayırır. Biz kıssa-i Kur'aniyeyi 'düstur-u küllîler adına' inkar etmeyiz. Ancak kıssa-i Kur'anîyeyi 'salt tarihsel olaylar' diye de okumayız. Onlara inanır, düne ve bugüne bakan pencerelerimiz kılarız. Kim 1. ve 2. Lem'alara veya 20. Söz'e bu gözle baksa, işin sırrını çözer.

Peki, İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin bir 'ırk/millet' analizi gibi değil de salt bir 'zihin/ahlak kodu' olarak okunmasının ne gibi tehlikeleri var? Bencileyin arzedeyim: Birinci tehlike; yukarıda da ifade ettiğim şekilde, Kur'an'ın ırk/millet üzerinden buyurduğu hakikatlerin 'aslında öyle olmadığı halde Kur'an'da öyle denildiği' imasıyla okunmasıdır ki, bu, 'bâtınî sapkınlığında' bir Kur'an okumasıdır. Çünkü ayetin zahiri bu imkanı bize vermez.

Fakat yanlış anlaşılmış olmayayım: "Burada tek kastedilen İsrailoğulları değildir!" demek başkadır, "Burada kastedilen İsrailoğulları değildir!" demek başkadır. Birincisine işarî mana kabilinden hakk-ı hayat tanınsa da ikincisine bu kolaylık gösterilmez. Çünkü burada verilecek bir serbestî Cenab-ı Hakkın 'öyle demek istemediği halde öyle dediği' iması taşır. Bu dolaylı yoldan Allah'ın aczle ithamıdır. Biz, Rabbimizi her türlü eksikten/kusurdan tenzih ettiğimiz gibi, böylesi bir acz imasından da tenzih ederiz.

Bizim Allahımız 'öyle söylemek istediği halde böyle söyleyen' veya 'öyle söylemek istediği halde böyle söylemek zorunda kalan' bir Allah değildir. Ki, hatırlayacaksınız, Kur'an-ı Hakîm'de müşrikler/münafıklar üzerinden 'ırk/millet' tayini yapılmadan ifade buyrulmuş ahlak saptamaları da vardır. Allah vahyinde böyle bir yolu zaten murad etmiş ve yine edebilecekken İsrailoğullarını kavim olarak anmışsa, şüphesiz bunda aklını kullanan bir topluluk için farklı tefekkür imkanları vardır.

İkinci tehlike: İlgili ayetlere böyle bakmaya başladıktan sonra kıssa-i Kur'aniyenin tamamının bu zehirli bakışaçısından hissedar olmasını engelleyecek duvar yoktur. Kur'an, böylesi bir okumayla, tam da tarihselcilik iddiasında bulunanların beyan ettiği şekilde, 'alınacak dersler adına okunan mitolojik/masalcı bir kitap' haline gelir. Bu maraz bir insanda hasıl olursa, Kur'an'a istediği herşeyi dedirtecek veya demeye getirtecek bir cür'et görür kendinde. (Allah cümlemizi korusun.) Üçüncü tehlike; selef-i salihîn döneminden beri yapılan/yazılan tefsirlerin, İsrailoğularını, tam da olması gerektiği şekilde 'İsrailoğulları' olarak tefsir ettikleri için eksik veya yanlış görülmeye başlanmasıdır. Ki bu tefsirlerden birisi de Risale-i Nur'dur:

"Yahudilere müteveccih şu iki hükm-ü Kur'ânî, o milletin hayat-ı içtimaiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müthiş düstur-u umumîyi tazammun eder ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa'y-u ameli, sermaye ile mübareze ettirip fukarayı zenginlerle çarpıştıran muzaaf ribâ yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud'a ile cem-i mal eden o millet olduğu gibi; mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükûmetlerden ve galiplerden intikamlarını almak için her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor."

Bu maraz bir insanda hasıl olursa, dinî hükümlerin üzerine bina edildiği eski tefsirlerle veya onların ifade ettikleri sarih manalarla cedelleşmeye ve kendince hata/eksik bulduğu konularda reform talep etmeye başlar. (Artık hepiniz az-çok aşinasınız bu meseleye.) Kur'an'ın modernist okumaları ve bid'akâr faaliyetler hep bu damardan beslenir.

Şimdi asıl konuya gelelim: "Kur'an yahudi düşmanlığı barındırmaz!" yahut "Kur'an ırkçılık yapmaz!" veyahut da "Kur'an'da dinsel milliyetçilik olmaz!" tarzı spotlar altında yedirilmeye çalışılan yeni 'yahudi yaklaşımını' bize bugün ne ninni söylemektedir? Bu soruya cevap vermeden önce şunun altının çizilmesi önemli: Mezkûr ayetlerin 'olduğu gibi anlaşıldığı' hangi dönemde müslümanlar yahudi düşmanlığı yapmıştır? İddia sahiplerinin buna vereceği bir cevap var mıdır? Onların yoksa biz verelim: Hiçbir dönemde müslümanlar yahudilere karşı ırksal/dinsel bir zulüm yapmamışlardır. Bunu, tarih boyunca İslam toplumunda huzurla yaşayan yahudiler söylemezse, Endülüs'ten kaçıp Osmanlı'ya sığınan yahudiler söyler. Buradan da anlaşılır ki: Zikredilen uyarı 'husumet' için değil 'temkin' içindir.

Komplo teorisine gelirsek: Bence bu yeni yaklaşım, yani yahudiliğin salt bir ahlak/zihin koduna indirgenmesi, müslümanların yahudilere karşı karınlarını yumuşatmaya yönelik sistemli bir çalışmanın parçasıdır. Kur'an'daki İsrailoğulları ile ilgili ayetleri 'ırk/millet' bağlamından koparıp 'zihniyet/ahlak kodlarına' indirgemek, aynı zamanda Kur'an'daki tesbitleri kişisizleştirmektir.

Dikkat edin: Son zamanlarda sıkça duyar olduğumuz, hatta kitapları dahi yazılan 'yahudileşme temayülü' veya 'yahudi psikoloji' gibi kavramlar, teenni içinde olunması gerekenin yahudiler değil kendimiz olduğunu bize aşılar. Bunu anlatırken de genelde İsrailoğulları ile ilgili ayetleri kullanırlar. Aslolanı reddetmediği ve vurguyu ondan şuna kaydırmadığı sürece bunda sakınca yoktur.

Fakat tersi olduğunda, bu, müslümanların 'ılımlı İslam' projesi içinde sokulmak istendiği "Yaşadığım her belanın suçlusunu sadece benim!" psikolojisini besler. Üzerine basan düşmanının ayağını öpme arzusu uyandırır. Moğolların da İslam ülkelerini işgal ederken müslümanların direnişini benzer argümanlarla kırmaya çalıştığı anlatılır. Mesela derler ki: "Zalim Allah'ın kılıcıdır. Haketmeyene onu musallat etmez. Cengiz de zulmedebildiğine göre onlar bunu hakediyor olmalıdırlar. O halde Allah'ın verdiği bu hükme nafile yere karşı koyulmamalıdır. Müslümanlar düzelirlerse Cengiz de onlara musallat olmaz..." Tam bir âl-i Cengiz oyunu öyle değil mi?

Müslüman coğrafyada her ne bela zuhur etse, küresel güçleri (yüzbin kere hâşâ) Allah'ı tenzih eder gibi tenzih edip, alabildiğine kendi değerlerine ve milletine saldıran, sürekli kendi mazisinde ve itikadında kusurlar arayan müslümanlarla bizleri tanıştıran bu ve benzeri sapmalardır. Ben, şimdilerde, Kur'an'daki İsrailoğulları ile ilgili ayetler üzerine geliştirilen bu yeni okuma şeklini de endişeyle karşılıyorum. Bu tür tefsir ve tevillerin bizi götüreceği yer; İsrailoğullarına karşı Kur'an'ın bize aşıladığı/öğütlediği teenniyi yitirmek ve bu teenniler eşliğinde sahip olduğumuz izzeti ve feraseti kaybetmektir. Teenni ve temkin hem ferasetin hem de izzetin yarısıdır. Temkininizde direnin! Zannın fazlası zarar olduğu gibi hüsnüzannın da fazlası zarardır.

23 Ağustos 2016 Salı

Yoksa Ahmed, Nouman Ali Khan'ı kıskanıyor mu? (2)

Daha önce de belirttiğim birşeyin altını tekrar çizmem gerek: Ben Numan Ali Han'ı çok bilmiyorum. İnternette denk gelen birkaç videosu dışında dinleyicisi olmadım. O yüzden şahsı veya itikadı hakkında yapacağım hiçbir tesbit isabetli olmaz ve yapmayacağım da zaten. Ancak hadis-i şerif sırrınca şuna inanıyorum: "Acele şeytandandır. Teenni ise Rahman'dandır." Bu yüzden özellikle muasırlarımlarımdan dinlediğim/okuduğum herkese karşı bir teenni sahibiyim. Bildiğim kadarıyla ehl-i sünnet mizanlarıyla sözlerini tartmaya meyyalim. Tartmadan yapılacak bir intisabın, en son örneğini FETÖ'de gördüğümüz şekilde, nasıl acı sonuçları olabileceğini biliyorum. Bu yüzden 'acaba' demekten vazgeçemiyorum.

Hem mürşidim, bizzat kendisini mevzubahis ederek, bana şöyle demiş: "Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."

Hem yine demiş: "Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesâili takliden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakikati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki eder."

Ben de bu sözlerden ders alarak kulağıma gelen seslere karşı teenni ediyorum. Halkın teveccühünün ondan yana olması endişemi azaltmıyor. Özellikle 'aniden çok muteber olan' isimler hakkında teennim ziyadeleşiyor. Kısa sürede büyük başarılar elde edenlere karşı endişelerim artıyor. Neden böyle oluyor? Çünkü biliyorum: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın İslam'ı yayması zorluklarla dolu 23 yıldır. Ama Müseyleme'nin koca koca kitleleri irtidat ettirmesi birkaç aylık hâdisedir. Yine mürşidimin dediği gibi: 'On senede yapılan bir sarayın bir dakikada harap olması...' mümkündür. Mesleği yıkmak olanın yapmak olanlara nazaran daha tumtraklı görünmesi, daha çok göze batması, daha faal telakki edilmesi mümkündür.

Teenni, parçada hızlı olana değil, bütünde haklı olana şartlanmaktır. Acele işe neden şer/şeytan karışır? Çünkü Muhakemat'ta dendiği gibi 'hayır külli, şer cüzi'dir. Çünkü acele edildiğinde muhatap olunan varlığın bütünü değil parçasıdır. Teenni sizi zamansal boyutta, zihinsel boyutta, kavramsal boyutta daha çok beklemeye zorlar ve parçasıyla muhatap olduğunuzun bütünüyle de muhatap olmayı sağlar. Hem Mevlana'nın (k.s.) körler ve fil örneğinde, hem Bediüzzaman'ın (k.s.) gavvas ve hazine örneğinde dikkatimizi çektiği şey aynıdır: Parçayla muhatap olanın bir gözü de teenniyle bütünü aramazsa hükmünün yanlış olması kaçınılmazdır.

"Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer. Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakikî rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır. Hattâ, bazan inkâr ve tâtile kadar giderler. Hükema-yı işrâkıyyunun kitaplarını ve sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudâtına itimad eden mutasavvıfînin kitaplarını teemmül eden, bu hükmümüzü bilâşüphe tasdik eder. Demek, hakaik-ı Kur'âniyenin cinsinden ve Kur'ân'ın dersinden aldıkları halde—çünkü Kur'ân değiller—böyle nâkıs geliyor."

Peki, 'hızlı büyümek' konusundaki endişelerim nereden geliyor? Öncelikle FETÖ'den geliyor. Bilindiği gibi FETÖ, ortaya çıkış süreciyle yayılış süreci arasında korkunç bir hızın bulunduğu, dehşetli bir yapıydı. 70'lerde Nurculardan ayrıldıktan sonra, bırakın Türkiye'yi, dünyanın her bir köşesine yayılmaları birkaç on yıldan fazla sürmedi. Bediüzzaman'ın 1926'larda Yeni Said dönemiyle başlayan hayatından 2000'lere kadar devam eden nurcu geleneğe mensup bütün cemaatleri toplasanız FETÖ'cüler kadar çok değillerdi. Hatta neredeyse Türkiye'deki bütün dinî grupları geçtiler sayı çokluğunda... (İmkanlar açısından ise kesinlikle geçtiler.) Bu korkunç başarı da hem onların hem de bakanların başını döndürdü. Muvaffakiyetleri ihlasların delili sanıldı ve sayıldı. Sürece şahit olan herkes bu sözümü tasdik eder. Halbuki 5. Şua'da irdelenen rivayetlerin çoğu bizi 'az zamanda çok ve büyük işler yapanlara' karşı uyarıyordu:

"Rivayetlerde var ki; 'Deccalın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür.' (...) İkinci te'vili ise: Hem Büyük Deccalın, hem İslâm Deccalının üç devre-i istibdatları mânâsında üç eyyam var. 'Bir günü, bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üç yüz sene yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede, otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır...' diye, gayet yüksek bir belâğatla ümmetine haber vermiş."

Hem yine diğer bazı rivayetler fitnenin yayılış hızındaki korkunçluğa dikkat çekiyor gibiydi: "Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar..."

Şimdi ben diyorum ki: Numan Ali Han'ı tanımadan/bilmeden ehl-i dalalet olmakla suçlarsam bu benim hatam olur. Bundan ve benzerlerinden Allah'a sığınırım. Hiçbir metnimde bunu demedim. Demem de... Ancak Numan Ali Han'ın gördüğü itibardan/ilgiden dolayı ona karşı teenniyi terkederseniz bu da sizin hatanız olur. Ehl-i ilim olanınız ilmiyle zaten onun sözlerinden kömür ile elması ayırır, ama ehl-i ilim olmayanların mezkûr teenniyi yitirmemesi gerekir. Çünkü teenniyi yitiren 'burhan' ile değil, 'kazıye-i makbule' ile çalışmaya başlar. Kazıye-i makbule ise en nihayet işte FETÖ fitnesinde olduğu gibi 'kişinin inanılmış muteberliğinden başka delil aramayan' adanmış robotlar ordusu çıkarır ortaya. Bir tek Numan Ali Han için geçerli değil bahsettiğim teenni. Bütün 'yabancı' daî ve âlimler için geçerli. (Aliya İzzetbegoviç'i severiz, ama mehdiyi inkâr etmesine katılmayız mesela.) Her gün internette birileri fenomen oluyor. Eğer itikadımızı veya amelimizi selef-i salihinin eline değil de internet fenomenlerinin ellerine bırakırsak mahvolduğumuzun resmidir, vesselam.

14 Temmuz 2015 Salı

Emre Dorman nereye koşuyor 7: Deccal'i konuşurken Süfyan'ı unutmak...

Bu çok önemli: Ahirzaman hadislerine baktığımızda iki fitneye karşı uyarıldığımızı görüyoruz. Bunlardan birisi Deccal fitnesi, diğeri Süfyan fitnesi. Her iki fitnenin zihin kodları açısından bazı nüansları yakalayabiliyoruz Bediüzzaman'ın 5. Şua isimli eserinin satır aralarında. Mesela Hz. İsa aleyhisselama 'mesih' dendiği gibi neden diğer iki Deccal'e de (Deccal ve İslam deccali olan Süfyan) 'mesih' dendiğini Bediüzzaman şöyle cevaplıyor:

"Allahu a'lem, bunun hikmeti şudur ki: Nasıl ki emr-i İlâhî ile İsâ aleyhisselâm, şeriat-ı Mûseviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyâtı helâl etmiş; aynen öyle de, büyük Deccal, şeytanın iğvâsı ve hükmüyle şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hıristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak anarşistliğe ve Ye'cüc ve Me'cüc'e zemin hazır eder. Ve İslâm Deccalı olan 'Süfyan' dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleriyle kaldırmaya çalışarak, hayat-ı beşeriyenin maddî ve mânevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak hürmet ve merhamet gibi nuranî zincirleri çözer, hevesat-ı müteaffine bataklığında birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdat bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdattan başka zapt altına alınamaz."

Demek Deccal'in sorunu doğrudan Allah'la ve uluhiyet hakikatiyle olacak. Onun inkarına çalışacak. Ama Süfyan'ın derdi daha çok Peygamber'le ve nübüvvetle... Onunla uğraşacak. Onun bozmaya çalışacak. Nasıl? Doğrudan inkarına çalışarak mı? "Muhammed (hâşâ) peygamber değil!" diyerek mi? Tam öyle değil gibi. Başka bir yerde, yine bu iki fitnenin Allah ve Peygamber düşmanlığı üzerinden ayrımı adına şöyle diyor Bediüzzaman:

"Hazret-i Mehdi'nin cemiyet-i nuraniyesi, süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid'akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek, yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cemiyetinin mucizekâr mânevî kılıcıyla öldürülecek ve dağıtılacak. Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve 'Müslüman İsevîleri' ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak."

'Sünnet-i seniyye' vurgusuna dikkat çekmek istiyorum bu metinde. Demek, Hz. Mehdi'nin mücadele sahasında Allah'ı inkardan ziyade Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın sünnetlerini tahrip etmeye çalışanlardan oluşmuş bir bid'a komitesi olacak. (Kur'an müslümanlığına ne kadar da benziyor değil mi?) Hz. Mehdi buna karşı mücadele verecek. Yine nüans dersi aldığımız yerlerden birisini daha alıntılayayım: "İslâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali'nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyandır, İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır. Yoksa Büyük Deccalın cebir ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz."

Başka beyanları da var ki, yeri geldikçe temas edeceğim, Bediüzzaman iki fitnenin kodları adına kimi ayrımları anlamamızı sağlıyor onlarla. Fakat burada hemen ilk elden görüp söyleyebildiğimiz şu: Fitnelerden birisi içimizde çıkacak, aldatmakla iş görecek, yani teşhis etmekte zorlanacağız. Dost sanacağız. Kanacağız. Kapılacağız. Diğeri ise, müslümanlar açısından sapkınlıkta olduğu bariz bir görünüşle ortaya çıkacak, zaten menşei de bizim içimizde olmayacak, onu rahatlıkla tanıyacağız. İkisi de girdikleri toplumun düzenini bozacaklar. Zâhiren 'kolaylaştırıcı/özgürleştirici' bir çizgi takip edecekler. Özellikle Süfyan'ın bu yöndeki vurgusu çok olacak. (Geleneğin/sünnetin zincirlerini boşvermeye ve vahyin özgürlüğüne çağıracaklar bizi belki de, kimbilir?) Ama aşıladıkları bu özgürlük şeriatın istikametli sınırlarına, sünnet hassasiyetlerine sahip olmadığından anarşistliğe sebep olacak, merhamet bağlarını kaldıracak vs... Benim burada yazamadığım noktaları siz yukarıdaki iki metni analiz ederecek çıkarabilirsiniz. Uzatmıyorum. Arife işaret yeter.

Benim daha çok dikkatinizi çekmek istediğim, ahirzaman fitnelerinin Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarafından iki başlık (belki de ekol) altında ifade edilmesi. Ve iki şahsın (belki de şahs-ı manevi) eşliğinde anlatılması. Bediüzzaman başka bir yerde Hz. Mehdi'ye ve ona dair rivayetlere değinirken onların da (tıpkı 20. Söz'de Kur'an kıssalarını anlatırken dikkatimizi çektiği gibi) 'umumi birer kanuna' işaret ettiğini belirtiyor. Her zamanda ümmete istikametli yönü gösterecek bir 'mehdi-misal'in bulunduğuna, bunun da Allah'ın bir lütfu olduğuna dikkat çekiyor. (Ki bu noktada, tesbitini destekleyen müceddid hadisi gibi hadisler de var.) Her devirde yaşamış ve ümmete ışık tutmuş evliya/asfiya binlerce zat-ı mübarekin (Allah bizi şefaatlerine nail eylesin) çevrelerindeki müminler adına böylesi bir fonksiyonu icra ettiğini nazara veriyor. Ahirzaman'da gelecek Hz. Mehdi'nin ise bu silsilenin en ucu olduğunu, yani meseleye böyle 'kanun' penceresinde bakılması gerektiğini vurguluyor.

Bu bahsi aklımızda tutup Deccal ve Süfyan meselesine baktığımızda, onların da böylesi bir silsilenin uçları olabileceğini ve o silsilenin daha birçok ferdi bulunabileceğini söyleyebiliriz. Mesela; Cengiz-Hulagu fitnesinin, Deccal'e ve Ye'cuc/Me'cuc'a dair pekçok rivayete masadak olduğunu yine Bediüzzaman belirtiyor. Yine Süfyaniyet kanununa bir fert teşkil ettiğini söylediği bazı isimler de var. Zaten 5. Şua isimli eserinden dolayı mahkemede yargılanmasının sebebi de işaret ettiği ölmüş-gitmiş kişi adına gösterilen rejim hassasiyeti. Her neyse... Bunlar hepinizin malumu. Uzatmıyorum.

Bugünlerde Emre Dorman ile başlayıp Mustafa İslamoğlu, Caner Taslaman, Yaşar Nuri Öztürk, Abdulaziz Bayındır, Edip Yüksel gibi isimlere de dokundurduğum eleştirel yazılarımdan dolayı hem iltifat hem tepki almaktayım. İltifatlarda bir ilginçlik yok. Zaten böylesi endişelerle kalpleri çoktan beridir meşgul olan insanların 'kendileriyle ve dertleriyle kardeş bir ses duymaktan' hissettikleri mutluluklar onlar. Allah hepsinden razı olsun.

Fakat bazı tepkiler çok ilginç. İçlerinde sevdiğim insanların sitemleri de var. Neden mi sitem ediyorlar? Çünkü hassaten bir ismi o yazılarda anmamdan rahatsızlar. Onu böyle eleştirmemin hakikat sevdasından değil Nurculuk asabiyetinden olduğunu, hatta müfteri olduğumu, büyük kul hakkına girdiğimi, ahirette de çok çekeceğimi vurguluyorlar. Böylesi tepkilere daha evvel Fethullah Gülen'i eleştirdiğim yazılarda da rastladığımdan şaşırmıyorum. Hatta daha ilerisini söyleyeyim: Yazanların samimiyetlerine de inanıyorum. Bu iş en başından beri böyle oluyor çünkü. Bediüzzaman'ın altını çizdiği iki fitne hakikatinin bir sırrını daha anlıyorum böylece. Aldatmakla işgörenin, içimizden çıkanın, dilimize ve kavramlarımıza sahip olanın, nübüvvetle uğraşanın daha tehlikeli olabileceği...

Hatta Bediüzzaman demiyor mu yine: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar." Demek bir cerbezesi/demagojisi de olacak bu adamın/adamların. Süfyaniyet kanununun fertleri her devirde aldatmakla işgördükleri gibi, her zamanda da pekçok âlimi kendilerine çekecekler. Hatta öyle ki: En yakın çevrelerindeki insanlar, belki de halkın dindarlıklarına/doğruluklarına evvelden beri itibar ettikleri samimi insanlar olacak. İyiliğin hası diye kötülüğün hasını destekleyecekler.

Geçenlerde Nur talebesi bir dostum, 'Nur talebesi olduğum halde böyle bir şahsiyete nasıl sataştığımı' sorarak bir video gönderdi bana. TRT'den bir program kaydı. Mezkûr isimlerden birisi ortada oturuyor. İki yanında, Nur talebesi olarak isimleri temayüz etmiş iki kişi, ona soruyorlar/cevap alıyorlar. Hürmette de hiç kusur etmiyorlar. Yani demek istiyor ki: "Senin çapın ne be kırpıntı? Bu kadar büyük Nur talebeleri iki yanında oturuyor. Onun fikirlerine karşı çıkmıyorlar. Sen kim oluyorsun da yaşına başına, boyuna posuna bakmadan böylesi cüretkâr isnadlarda bulunuyorsun?"

Tabağı boş göndermedim tabii. Ne mi yaptım? Mukabilinde şu metni yolladım ve büyük puntolarla sordum kendisine: "Süfyan olur da serasker ve sadrazamsız olur mu?"

"Hem bazı ehl-i velâyetin istihracatıyla anlaşılıyor ki, İslâm devletinin başına geçecek olan süfyanî Deccal ise, gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve dâhiyâne icraatlarını, riyasızlıklarından istifade ile kendi şahsına isnat ve o vasıtayla koca ordunun ve hükûmetin teceddüt ve inkılâp ve harb-i umumî inkılâbından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyatı şahsına isnad ettirerek şahsında pek acip ve harika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işâa ettirir."

Fitnenin dehşetli olmasının tam karşılığı da bu zaten: Öyle bir oyun düşünün ki; kadim dostlar, emniyet duyduğunuz isimler, itimat ettiğiniz yüzler üzerinden geliyor. Ellerinden şüphe duymuyorsunuz ki, ellerinden gelene şüphe duyasınız, sınayasınız. (Fevzi Çakmak'ın namazı, Mustafa Kemal'in rakı sofrasını siperliyor mesela.) Yazılarımda, durdukları yerden dolayı bazı abilerime sert çıktığımı düşünenler! Yoksa Deccal'le uğraşmaktan Süfyan'ın nasıl arkayı dolaştığını unuttuk mu? Bakınız Hanbelî mezhebinin ileri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehâri ne söylüyor: "Gidişatı kötü, fasık, facir, günahkâr ve zalim bir kişi, eğer ehl-i sünnete mensup ise onunla arkadaş ol ve meclisinde otur. Zira onun işlediği günahlar sana zarar vermez. Buna mukabil ibadete çok düşkün, âbid bir kişi heva ve bid'at ehli ise, onunla oturup kalkma, sözünü dinleme ve yolda birlikte yürüme. Zira böyle bir kişinin, tuttuğu yola sana güzel göstermeyeceğinden ve böylece seni de kendisiyle birlikte helaka sürüklemeyeceğinden emin olamam."

11 Mart 2015 Çarşamba

Mutluluk 'dikkat edildiğini' mi bilmektir?

“İçimden ona şöyle bağırmak geldi: Beni fark etsene! Ben de senin gibi uyanığım. Ben de acı çekiyorum. Duy beni! Duy beni!” Stefan Zweig, Kadın ve Doğa öyküsünden.

Herşeye karşı o kadar telaşlıyız ki arkadaşım. Delik kovada kar tanesi biriktirmeye çalışanlar gibi. Hatta daha da beteri: Avuçlarıyla güneşten ışık toplayanlar gibi. Geçiciler aklımızı başımızdan almış. Uğraşmaktan dikkat etmeye zaman kalmamış. Yok, hâşâ, zaman var da şuur kalmamış. Rahmet/hikmet izlerine farketmeden yaşıyoruz. Bu hastalık insanlardan, insanlar kim yahu, kendimden nasıl giderilir bilmiyorum. Karamsar değilim. Hak Subhanehu’yu tanıyan karamsar olamaz. Ama endişeliyim. Baharı getiremiyorum. Bu sonuncu kış olmasın sakın?


Merakımız kalmamış. O olsa herşeyin çaresi var. Aç olan elbet rızkına gelecek. Fakat şimdilerde açlık da hissedilmiyor ki. Şeylerin varlığıyla değil ötesinin gerekliliğiyle sorunları var. ‘Mana-i İsmî’ sanki yetiyor. ‘Mana-i Harfî’ aranmıyor. Hakkında konuşmak bile başlarını çevirmelerine, daralmalarına, yanlış yerde oldukları hissine kapılmalarına sebep oluyor. Arayan birisine cevapları sunabilmek, bir ‘acaba’ bırakmak en azından, kolay. Fakat önemsemeyenlerle nasıl başedeceğiz? İlgiyi doğru adrese nasıl çevireceğiz? Nehrin yüzeyindeki süprüntüleri bırakıp gözlerini nasıl güneşe çevirecekler? Küçük şeylere karşı bu yoğun alaka, tantana, baştançıkma, sarhoşluk en büyük hakikate karşı kopkoyu bir ilgisizliği netice veriyor. Geçiciler o kadar cicili-bicili ki sonsuzluğu unutturuyor.

Bunun diğer adı arkadaşım bela çağırmaktır. Çünkü bela ilgiyi süprüntülerden alır. Bela fabrika ayarlarına dönüştür. Bela asl-ı insanı çağırıştır. Ama o zaman da yalnız kötüler zarar görmez ki! Sırr-ı imtihan gereği musibetler herkese isabet ederler. Böylece hakeden de haketmeyene karşı “Bana geldiği ne belli?” deyip kaçabilir. Böyle böyle seçimlerle cehennemi hakettiğini isbat edebilir. Sınavımız böyle. Akla kapı açılır ama ihtiyar elden alınmaz.

Yahu Allah âdemoğluna her zaman lazım değil mi? Değil gibi. Öyle olduğunu düşünmeden düşünüyorlar. Kastetmeden kastediyorlar. Düşünmemeleri içinden düşündükleri çıkıyor. Nihayetinde şer yokluksaldır. Mürşidim de diyor: “Ekseriyet-i mutlaka ile dalâlet ve şer, menfidir ve tahriptir ve ademîdir ve bozmaktır. Ve ekseriyet-i mutlaka ile hidayet ve hayır, müsbettir ve vücudîdir ve imar ve tamirdir.” İlgisizlikleri ‘öyle düşündükleri düşüncesine’ vücud veriyor işte. Bir emr-i itibari gibi. Varlığının yokluğundan yokluğunun varlığı çıkıyor.

Herşey o kadar çok ve çabuk olup bitiyor ve o kadar sebep sebep içinde ki arkadaşım. Hepsinin ardında Müsebbibü’l-Esbab olanı aramak cidden bir dikkat işi. Bir durmak işi. Odaklanma işi. Zaten dikkat önce ‘zaman ayırma’dır. Yani dikkat edeceğin şeye zamanının birazını ayırmak zorundasın. Zaman ayırmadığın anlar ki ona dikkat etmiyorsun. (Bu hep böyle değil midir?) Zamanı anlara bölebildiğin gibi ilgini/yönelişlerini de dikkatlere bölebilirsin. “Uyandım. Önce şuna dikkat ettim. Sonra şuna dikkat ettim. Sonra şuna...” İbadetler de aslında bizden böylesi bir dikkatli zamanlar istiyor. Allah kulluğumuzu onlarla ölçüyor.

Eşler arasındaki ilişkiyi ele alalım. Bazen boşanmaya kadar giden ‘ilgisizliği’ nasıl farkediyorlar? Zaman ayıramamaktan değil mi? Yalnızlık, eğer dikkatli bir yöneliş yoksa, beraberken de yaşanılan değil midir? İnsanın bir başınalığı cismen öyle olduğu anlamına gelmez her zaman. Kendisine dair ‘dikkatli bir yönelişin olmadığını düşündüğü’ anlamına gelir. Dikkatli bir yöneliş ve ancak bunun sonucu olabilecek bir ‘anlaşılma ve önemsenme hissi’ yoktur onun hayatında yani. Söylenmek istenen budur. Başını yastığa koyup ağlayan eş de okul sıralarına “Çok yalnızım!” cümlesini karalayan genç de aslında bunun altını çizer: “Bana kimse dikkatle yönelmiyor.” Bu dikkatin ölçüsü başka başka olabilir. Ancak şu kesindir: İkinci birşey arada olmayacak. Dikkatte asgarî bunu arıyoruz.

Eşini dinlerken televizyon izleyen birisinin “Senin için çalışıyorum” demesinin neden inandırıcı gelmediğini buradan anlayabiliriz. Onlar, yaratılmış olmanın açlığı olarak, ‘dikkatli bir yöneliş’ bekliyorlar. Bir detay farkındalığı, belki bir değişikliğin farkedilmesi, o gün alınan bir giysinin ayrımına varılması, neşelerinin-hüzünlerinin yüzlerinden okunması, bu onlara hayatın bir köşesine atılmadıklarını/unutulmadıklarını ve hep dikkate değer bulunduklarını düşündürüyor.

Arkadaşım, bana öyle geliyor ki, içimize Allah’ın koyduğu bir açlık bu. Aleyhissalatuvesselamın dahi Duha sûresinde “Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da...” şeklinde teselli edilmesi manidar değil mi? Kur’an’da Allah’ın ‘unutmaz’ oluşu, yani dikkatten ıskalamaz oluşu, hatta herşeyi en ince detayına kadar bilir oluşu, sık aktarılan bir bilgidir. Bence bu da bir devadır kalbimize. Evet. Öyle. Dikkat çekmek istiyoruz hepimiz. Farklı biçimleriyle dikkat çektikçe içten içe tatmin yaşayan açlarla dolu sokaklar. Saçlar, giysiler, tavırlar. İnsanın inkârı hiçbir olguyu hayatından çıkarmaya yetmemiştir. Ancak şekli değişmiştir.

Ve yine alıntılamadan geçemeyeceğim bir ayet bu konuya dokunan: “Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilendir.” Kocası hakkında şikayette bulunan bir kadının zikri geçen ayette ‘işitilmenin’ hususiyetle ve hikmetle zikri, kadınların işitilmeye/dikkate hassasiyetleri de düşünülünce, daha bir manidar değil mi? Allahu’l-a’lem kaydıyla ekleyelim bunu da.

Aslında hepimiz bir Ehadiyet açlığı yaşıyoruz. Bir Allah’ın, tüm isimleri ve sıfatlarıyla, birebir muhatap olunabilecek bir dikkatle (kelimelerin kifayet etmediği bir alanda tereddütle kullanıyorum) bizimle muhatap olduğunu bilmek zorundayız. Buna açız. “Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder...” derken Bediüzzaman’ın da altını çizdiği şey bu bence.

Birisinin dikkat ettiğini, dinlediğini, sızılarımızı işittiğini ve dolayısıyla bize değer verdiğini bilmeye ihtiyacımız var arkadaşım. Fakat bu ihtiyacı nasıl tekrar hatırlayacağız? Dikkat çekici felaketlerin gelmesini mi bekleyeceğiz? Ki aile meselelerinde de süreç böyledir. Dikkatsizlik her işte felaketi getirir. Varlık dikkat üzere kurulmuş gibi. Bir ism-i Kayyum sırrı sanki bu. İnsan-insan ilişkilerini de dikkat ayakta tutuyor. Varlık-varlık ilişkilerini de. Allah da kainattaki düzeni bize anlatırken ‘zatına uyuklama arız olmadığını’ vurgulamıyor mu Bakara sûresinde? “O’ndan başka ilah yoktur; O, Hayydir, Kayyumdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama...” Aleyhissalatuvesselamın hayatın hiçbir anını ıskalamayan dualarına dikkat et arkadaşım. Yine böyle bir teenni dersini barındırmıyor mu? Allah’ı hatırladığın, rızasını aradığın, rahmetini dilediğin her dakika sonsuzca varoluyor. Çünkü dikkat neyin adına gösterilirse ondan tereşşuh etmiş bir varlık katıyor.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...