Ebu Davud etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ebu Davud etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Şubat 2017 Salı

Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı? (3)

Üç ayrı rivayet şekliyle birçok hadis kaynağında geçen meşhur bir hâdise var. 'Muhallim' ismiyle rivayet edileni esas alırsam: Muhallim b. Cessame, Âmir b. Azbat'ı, 'içinde bulunduğu mücahid grubunu müslüman selamıyla selamladığı halde' şahsî düşmanlığından dolayı öldürmüştü. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam kısas için gelenleri kan bedeli almaya razı ettikten sonra, Muhallim, affedilmesi kendisine müracaat etti. Aleyhissalatuvesselam ellerini açıp şöyle dua etti: "Allahım, Muhallim'i affetme!" Muhallim b. Cessame, bu beddua ile öyle sarsıldı ki, bir hafta içinde vefat etti. Gömdüler. Yer dışarı attı. Tekrar denediler. Tekrar dışarıya attı. Sonunda cesedinin üzerine taş yığarak öylece bıraktılar. Durumu Efendimiz aleyhissalatuvesselama ilettiklerinde şöyle buyurdu: "Vallahi yer çok daha kötülerinin üzerini örtmüştür. Fakat Allah size gösterdiği bu hadiseyle aranızdaki (haksız yere adam öldürme) yasağı hakkında öğüt ve ibret vermek istemektedir."

Huzuruna geldiğinde Muhallim b. Cessame'ye şöyle tepki gösterdiği nakledilir Aleyhissalatuvesselamın: "Demek, sen, ona (Âmir b. Azbat'a) Allah'ın emanıyla eman verdin (selamına karşılık selam verdin) ve sonra da vurup öldürdün, öyle mi?" Kanaatimce, mezkûr ifadeler üç şeye dikkatimizi çeker: 1) Mü'minlerin birbirlerini haksız yere öldürmeleri Allah katında büyük bir cürümdür. 2) Muhallim b. Cessame'nin toprak tarafından kabul edilmeyişine bakarak, onun, insanların en kötüsü olduğuna hükmetmek doğru değildir. 3) Cenab-ı Hak, bazen, önemli hakikatlere dikkatimizi çekmek için, kişileri veya cezaları ibret ve öğüt aracı olarak kullanabilir. Mahlukatı üzerindeki bu tarz tasarruflarında kimse Hakkın hikmet elini alıkoyamaz. Malikü'l-Mülk odur. Ve mürşidimin de ifade buyurduğu gibi: "Mülkünde istediği gibi tasarruf eder."

"Üçüncü Sualiniz: Cenâb-ı Hak musibetleri veriyor, belâları musallat ediyor. Hususan masumlara, hattâ hayvanlara bu zulüm değil mi? Elcevap: Hâşâ! Mülk Onundur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Hem acaba, san'atkâr bir zât, bir ücret mukàbilinde seni bir model yapıp, gayet san'atkârâne yaptığı murassâ bir libası sana giydiriyor; hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor, seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki, 'Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana oturtup kaldırmakla zahmet verdin?' Elbette diyemezsin. Dersen divanelik edersin."

Bu noktada, gerek (bu serinin ilk yazısında zikrettiğim) Hamdi Akyol abinin şüphesinin, gerek (artık sıkça karşılaştığımız) benzer şüphelerin kaynağının sadece 'hadis ilmiyle' ilgili olmadığı nazarımıza çarpıyor. Bu endişeler, en özünde, mülk algısına dair mü'min zihinlerinde yaşanan erozyonun sonucu olarak ortaya çıkıyorlar. Çarçabuk inkâra gidilebilmesinin ardında yatan psikoloji bu. İster Hamdi Akyol abinin Ebu Davud'dan naklettiği 'merkeple Efendimiz aleyhissalatuvesselamın namazını bozan adamın bedduaya uğrayıp felçli kalması' meselesini ele alalım, ister Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde naklettiği 'Efendimiz aleyhissalatuvesselamın namazını bozan yaramaz bir çocuğun bedduaya uğrayıp sakat kalması' hâdisesine odaklanalım, sonuç değişmiyor. Burada öncelikle edilen itiraz şu: "Şu kadarcık fiile insan böylesine ağır bir bedduayı ve cezayı hakeder mi?"

İşte, bu tarz suallerin modern zamanlardan önce sorulmamasının veya böylesi rivayetlerin (en azından şu yönleriyle) bizden önce tartışmaya medar olmamasının değişen mülk algımızla ciddi bir ilgisi var. Salih seleflerimizin zihinleri, mürşidimin de ifade buyurduğu gibi, "Mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder!" çerçevesinde şekillendiği için, onlara göre bu rivayetlerde (eğer sened sorunu yoksa) tartışmaya medar olacak hiçbirşey yoktu. O Allah'tı. Hak Teala, şan-ı Rububiyeti iktizasınca, böylesi tasarruflarda bulunabilir ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da beddualarıyla bu hikmet ve ibret derslerinin vesilesi olabilirdi. Ancak modern zaman müslümanı bu tür konulara seleflerinden daha farklı bir perspektiften bakıyordu. Kendisi farkında olsun veya olmasın, bu farklı perspektif, hadislere bakışında yansımalarını gösterdi.

Hayatın içinden bir örnek vermeyi deneyelim: Askerde, öyle yerlerde nöbet tuttuğunuz olur ki, oraya değil bir düşman askerinin, yönünü kaybetmiş hayvanların bile yolu düşmez. Henüz inşaatı süren binaların veya boş depoların önünde nöbet tuttuğunuz olur. (Aslında depo doluyken tutulacak bir nöbettir o.) Bu nöbetlerde bazen mermi de verilmez erlere. (Şahsen ben 'şarjör atar' diye tesmiye ettiğimiz silahlarla çok nöbet tuttum.) Fakat yaptığınız iş ne kadar boş gelirse gelsin, uyumaktan korkarsınız, çünkü cezası ağırdır. Nöbet yerinin önemsizliği veya nöbetçinin bahanesi 'nöbette uyumanın' cezasını hiçbir zaman yumuşatamamıştır. Komutanlar, uyurken yakaladıkları erlere ağır cezalar verirler ki, diğerleri böyle birşeyi akıllarından dahi geçirmesinler. Bunun hikmetini herhangi bir komutana sorsanız alacağınız cevap aşağı-yukarı şöyle birşey olur: "Bugün sen boş deponun önünde uyursan yarın bir başkası da cephaneliğin önünde uyur." Yani size verilen ceza aslında zincirin hiçbir yerinde zayıflık oluşmaması içindir. Üzümlerin birbirlerine bakarak kararmalarını engellemek için ilk kararan üzümü iyice beyazlatırlar.

Peki, bu yanlış bir tedbir midir? Doğrusu, kendi tuttuğunuz nöbetleri ve nöbet yerlerini hakikatin tek mihengi olarak almazsanız, 'yanlıştır' diyemezsiniz. Çünkü öyle nöbet yerleri vardır ki, hakikaten uyku kaldırmaz, dalgınlığınız dahi sizinle birlikte birçok kişinin hayatını tehlikeye sokar. (Dağ filminin birincisinde nöbet yerinde uyuyan er üzerinden komutanın birliğe anlattıklarını hatırlayanlar ne dediğimi daha kolay anlayacaklardır.)

Bu hakikati, mürşidim, 24. Söz'ün 3. Dalı'ndaki Asıllar'da, zâhiren küçük görülen bazı günahların tehlikesine vurgu yapan hadisler hakkında da ifade eder:

"Meselâ, 'Gıybet, katl gibidir.' Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır. Meselâ, 'Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.' Şimdi, tergib veya teşvik için, o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir."

Her merkebiyle namaz bozan felç olası mıdır? Değildir. Her namaz bozduran çocuk felç olası mıdır? Değildir. Her gıybet adam öldürmek gibi günah mıdır? Değildir. Her güzel söz bir insanı özgürlüğüne kavuşturmak gibi sevaplı mıdır? Değildir. Fakat, hepsinin böyle olmaması, içlerinden bazılarının (harika fertlerin) bu ayarda olmasını engellemez. Bazen, gıybet olur, bir insana (veya insanlara) onu öldürmekten daha fazla zarar verir. Bazen, güzel bir söz olur, onu duyanı/duyanları özgürlüğüne kavuşturur. (Mürşidlerin güzel sözleri böyledir. Bizi nefsimize, şeytanımıza ve günahlarımıza esir olmaktan kurtarır.) Böyle harika fertler bulunabilir nesneler ve olaylar içinde. Onların bulunması da bir hikmet ve ibret dersi içindir.

Tıpkı Muhallim b. Cessame'nin yaşadıkları gibi. Sahabeden birisinin, işlediği cinayet nedeniyle toprak tarafından kabul edilmemesi, nasıl Mülk Sahibi'nin bize üzerinden ders vermek istediği bir vesileye dönüşüyorsa; aynen öyle de, bir çocuğun veya merkepli insanın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama (veya namazına) gereken saygıyı göstermemesi de yine ibret ve hikmet dersine dönüşebilir. Kur'an'da, hakkında, mü'minlere 'seslerini dahi sesinden yüksekte tutmamaları' emredilen bir Nebi aleyhissalatuvesselamdan bahsediyoruz. Allah'ın kudret ve hikmet elini böylesi derslerden kim alıkoyabilir? En nihayet demek istediğim şu: Yeter ki, hazine sandığının önünde tevakkuf edelim, dikkatli bakınca görünecek inci çoktur. Hem yine mürşidim demez mi: "Nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir."

4 Şubat 2017 Cumartesi

Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı?

Sürekli bu tarz konular hakkında yazmamdan bıktınız belki. Fakat ne çare? Tekrar tekrar karşıma çıkıyor. Ben de çenesini tutamaz bir adamım. İster istemez haklarında karalamak zorunda kalıyorum. Bu defa yazımın girizgâhını oluşturacak soruyu müdakkik abim Hamdi Akyol sordu. Facebook'ta yaptığı bir fotoğraf (sol köşede gördüğünüz) paylaşımının üstünde şunlar yazıyordu:

"Fotoğraftaki rivayet Ebu Davud'dan. 1617 numaralı hadis olarak Cem'u'l-Fevaid'de yer alıyor. Şimdi ilahiyatçı ve konuya ilgi duyanlarla bir konuşalım bakalım: Peygamberimiz namaz kılıyor. Önünden bir adam merkebiyle geçiyor ve peygamberimiz beddua ediyor, adam ömrünün geri kalanını kötürüm olarak geçiriyor. Bu rivayete göre sebep, merkebiyle namaz kılan peygamberimizin önünden geçmesi. Şimdi önümüzde iki seçenek var: Ya bu rivayeti uydurma, yalan olarak değerlendireceğiz. Veya 'âlemlere rahmet olarak gönderilen' peygamberimizin (haşa) gaddar, hoşgörüsüz, kinci biri olduğunu tasdik edeceğiz... Veya önümüzde bir üçüncü seçenek varsa, onu da bilelim?"

Öncelikle herkesin zaten az-çok bildiği şu hakikati tekrar ifade edelim: Din, her duyana, duyar duymaz inanması kolay gelen hakikatlerden oluşmaz. (Sadece bunlardan oluşmaz.) Bizzat miraç hadisesinin kendisi bunu söyler bize. İnanmak için bir nebze Ebu Bekir'leşmek (r.a.), "O söylüyorsa doğrudur!" kıvamına ermek, yani sahabenin düşünüş ve aklediş biçimine yakınlaşmak gerekir. Ki bu 'aslında bizlere sıradan gelmesi gereken' mü'min tavrıdır.

Okuyanlar bilirler: Bediüzzaman, 24. Söz'ün 3. Dalı'nda 12 Asıl ile bir usûl öğretir talebelerine. "Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı?" dersi veren bir yerdir bana göre. O metnin 10. Asıl'ını şöyle bağlar mürşidim: "Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır' de, ilişme..."

Yine Hz. Ebu Bekir (r.a.) üzerinden konuşursak: "O söylüyorsa doğrudur!" sadakatinin öncesi "Bunu o mu söyledi?" sualini sormak ve emin olmaktır. Bir hadisin tenkidi de öncelikle senedinin tenkididir. Yani; rivayetler sağlam bir/birçok nakil silsilesiyle Efendimize (a.s.m.) bağlanabiliyor mu? Cevap aranması gereken ilk soru budur. Rivayetin sorunsuz bir şekilde Efendimize (a.s.m.) dayandırılıp dayandırılamayacağıdır.

İşin bu kısmını, ancak ehli olan âlimler, ilgili ilimlerin sağlama sistemleriyle sınayabilirler. Eğer burada hadis sorunlu çıkarsa zaten tartışılacak birşey kalmaz. Çünkü hadis ilmine göre de bir problemi vardır naklin. Ama ya senedi sağlam çıkarsa? Bu noktada artık mü'min kendi aklını merkezden veya doğrunun tek kıstası olmaktan çekerek rivayeti anlamanın yollarına koyulur.

Bu örneği Caner Taslaman'a yazdığım eleştiride de anmıştım. Yeri geldi. Yine anayım: Malumunuz, Hz. Hızır ve Musa kıssasında, Hz. Hızır (a.s.) bir masum çocuk öldürür. Kur'an'da geçen birşeydir bu. Ve Hz. Musa (a.s.) bu cinayete şaşırır. "Sen günahsız birisini öldürdün!" diye itiraz eder. Kıssa uzun. Tafsilatına girmeyeyim. Çoğunuz hatırlamıştır zaten. Hz. Hızır (a.s.), Hz. Musa'nın (a.s.) ilgili kıssa boyunca yaptığı bütün itirazları sahip olduğu ilm-i ledünle cevaplar. Kıssada geçen mezkûr çocuk için der mesela: "Erkek çocuğa gelince. Onun ana-babası mü'min kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlükle boğmasından korktuk." Yani cinayeti göründüğü şekilde 'çocuk öldürmeyi canı istediği için' işlememiştir.

Aslında şu hakikat, bizim, daha imanın kapısından girerken kabul ettiğimiz/kuşandığımız birşeydir. Kur'an, bizi, "Onlar ki gayba iman ederler" diye tarif ve tasvir ettiğinde biraz da bu 'aklediş biçimimize' işaret eder. Özetlersek: Biz müslümanlar, herhangi bir meselede, beş duyu organıyla bilinenden daha fazlasının olabileceğine iman eden kimseleriz. Bu zengin farkındalık ve zihnî uyanıklık sayesinde zaten amentünün esaslarına iman edebiliyoruz. Kainatı deterministler gibi kendisinden ibaret görmüyoruz. Materyalistler gibi hakikati görünene hapsetmiyoruz. Ötesinde bir gayba uyanık kalplerimiz var. Neyi ele alsak başka mümkünlüklere teyakkuzla ele alıyoruz. Böyle bir bakışımız olmasa; ahiret gibi, haşir gibi, kader gibi, melekler gibi varlık ötesi hakikatlere iman etmemiz de mümkün değil zaten.

Hem sonra biliyoruz ki: Gayr-ı metlüv vahiy dediğimiz bir haberdar edilişi daha var Efendimizin (a.s.m). Bunun Kur'an'da ve sünnette pekçok delilleri mevcut. Hatta bizzat Kur'an, Efendimize (a.s.m.) bildirilen öyle şeylerden bahsediyor ki, onlar hakkında ayet yok, ama 'bildirdik' diyor. Şuralardan anlıyoruz ki: Vahiy Kur'an'dan ibaret değil. Farklı haberdar oluşlar ve bu haberdar oluşlara yönelik tedbirler, amel veya emredişler vâki hayat-ı nebeviyede.

Din sadece Kur'an değil ehl-i sünnet ve'l-cemaat için. Dinin şekillenmesinde vahy-i metlüv kadar vahy-i gayr-i metlüvun da payı var. Zaten sünnet olmadan en önemli ibadetlerin bile içeriği bize meçhulleşiyor. Hem hadiseleri anlamak zorlaşıyor. Bazen, gayr-i metlüv vahiy, eşleri hakkında bir bilgi veriyor Efendimize (a.s.m.), bazen bir suikaste karşı uyarıyor, bazen de Kur'an'da bildirilmemiş ahkama dair bilgiler paylaşıyor. Bunların hepsi "normal mü'minler için" meşhur ve makbul şeyler. Siyerde örnekleri çoklukla mevcut.

İşte, bizim, evvelemirde kapalı gelen hadis-i şeriflere bakışımıza bu kıymetli tereddüt şekillendiriyor. Diyoruz ki hemen temkinle: Varlık bizim gördüğümüzden ibaret değil. Diyoruz ki hemen: Vahiy Kur'an'dan ibaret değil. Diyoruz ki: Hakikat anladığımızdan ibaret değil. Ve öncesindeki bu güzel tevakkufta yeşeren şu tefekkürle anlama mesaisine girişiyoruz: "Belki de o adama dair Allah Resulü'nün (a.s.m.) başka bir bilişi sözkonusu? Bu iş sadece namaz bozma meselesi değil. Belki o adama dair bir kemlikten haberdar edildi? Belki şu olay göründüğünden ibaret değildi? Belki mü'minlerin bir ders almasını diledi Cenab-ı Hak? Meselenin bizce gayb olan bir bilişe bakan yönleri de olabilir..." diyoruz. Hemen reddetmiyoruz.

"Âlemlere rahmet olan bir Peygamber (a.s.m.) nasıl öz amcasına beddua eder?" deyip, yani meselenin Ebu Leheb'e dair derinliği ıskalanıp, Tebbet sûresini onun şan-ı şefkatine uygun görmemek ve inkâr etmek nasıl mümkün değilse, mezkûr rivayeti inkâr etmek de öyle mümkün değildir. Bu en azından içerik bakımından böyledir. Aksi tavrı benimsemek zararlı bir kolaycılık olur.

Kavimlerine beddua eden peygamberler de (ki Kur'an'da geçen şeylerdir) bize bu sırrı söylüyorlar. En nihayet şunu kabul etmek lazım düzlüğe çıkabilmek için: Hakikat göze görünenden ibaret değildir. Vahiy de sadece Kur'an'dan ibaret değildir. Efendimiz (a.s.m.), birçok örnekle de gördüğümüz gibi, çeşitli şekillerde/şeylerden haberdar edilir. Ve onlara yönelik tedbirlerde ve tavırlarda bulunur. Biz "Allahu'l-alem mezkûr meselenin böyle bir derinliği de olabilir!" deriz. Senedi sıhhatliyse reddetmeyiz. Anlamasak da önce tevakkuf ve sonra hakkında tefekkür ederiz. Özetle: Evet, Hamdi Akyol abi, üçüncü yol mümkün. Hatta mecburî. Yoksa bu itirazın dinin her yerine sirayet etmesi kaçınılmazdır. Çünkü din modern aklın eseri değildir.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...