doğruluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
doğruluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ekim 2022 Cuma

Sahi bu çiçekler niye gülüyor?

Burada keder yok. Kederini insan getiriyor arkadaşım. (Tıpkı cehenneme odununu kendisi götüreceği gibi.) İnan olsun. Doğarken. O olmasa keder de varolmazdı. Gözün eksikliğiyle çirkinlik belirginleşti. Bizden evvel eksik gözler de yoktu. Bütünü görmeyi ilk biz ihmal ettik. Hatta İblis de bize bakarken kör oldu. Varlığa katılmış eksikliğiz biz. Sınırlarımızdan dolayı köreliyoruz. Bizden bakanı da köreltiyoruz. Seçemeyen gözlerimize vahiy lütfediliyor. Kabullenildikçe duvarlar duvarlardan korunuluyor. Varlık bizsiz eksikti üstelik. Ayın tutulması için bize ihtiyacı vardı. Mevsimleri dört sayacak idrak bizdeydi. Güneşin bir kandil olduğunu ancak biz farkederdik. Bizsiz herşey anahtarsız kilit. Tamamlanmamız için imtihan ediliyoruz. Tılsım bizimle açılacak. Belli. Veyahut ilk açılacak tılsım biziz. Biz tamamlanınca âlem de tamamlanacak. Gökler hep cennet olacak. Yerler hep çiçek kesilecek. Fanilik bekayla ödüllendirilecek. Melekler alkış tutacak. Sonlular sonsuzlaşacak. Tamamlanmazsak sonsuza dek cehennemde eksiğiz.

Hariç tutarsan bizi dünyanın neşesi yerinde. Nereden mi biliyorum? Çiçeklerinden. Yeryüzü de çiçek çiçek gülümsüyor arkadaşım. Farkedilmek istiyor. Muhabbetin tezahürü tebessümdür. Kim sevilmek istese tebessüm eder. Kim görülmek istese süslenir. Tebessüm daima öncesinden güzelidir. Öncesinden güzel ne görsek tebessüm bilmeliyiz. Etrafımızda tebessüm edenleri görmüyor musun? Bu kadar hüsün amaçsız olabilir mi? Toprak neden bu kadar takıştırıyor? Ki görünmemek güzelliği hikmetsiz kılar. Evet. Görünmeyecekse daha güzelin anlamı yoktur. Yoksa Hüda çiçeksiz de bitkileri çoğaltabilirdi. Meyvesiz de ağaçlar varolabilirdi. Kuru kozalağı çam ağacına yetmiyor mu? Şeftalinin güzelliğine ne mecburiyeti var? 

Hem nice çiçeksiz şey var da yayılmakta zorlanmıyorlar. Arzın herbir köşesini dolduruyorlar. Bunlar böyleyken onlar neden öyle? Galiba yüzleşmemiz gereken asıl soru şu arkadaşım: Varolan güzel olmaya mecbur mu? Varolmak güzel olmayı zaruri kılar mı? Güzel olmayanlar varolamıyorlar mı? Bir de üstüne çiçek kadar cennet olmaya ne gerek var? Sahi ya. Çiçek minyatür cennettir. Bahçen cennetin bir misal-i musağğarıdır. Bunu yaratanın ötekini de yaratacağından şüphe edilmez. Madem toprağı gül yapabilecek kudreti/sanatı vardır. Madem kışı bahar kılabilecek hikmetin sahibidir. Bu evreni de cennete çevirebilir. Belki biraz da bu yüzden mürşidim der: "(İnsan) Hem nasıl ki küçük bahçesini sever; öyle de; hadsiz ebedî Cenneti dahi müştakane sever." Çünkü sevmek bir kanundur. Kütleçekimi gibi. Çakıl taşını çeken göktaşını da çeker. Sevmeyi bilen güzelliği bilir. Ve güzellik de sevilmekten haberdardır sanki. Yârini beklemektedir.

Zâhirin doğruluğu güzelliktir. Bâtının güzelliği doğruluktur. Cemîl-i Mutlak şu dünyada ilk güzelliği muhatap kılmıştır bize. Güzele baktığımızda ölümü unuturuz. Mü'min-kâfir hepimiz hemfikir bir şekilde meftunu oluruz. Her neyi sevsek ona bir tahayyül beka sûreti veririz hatta. Sonsuzlaştırdığımızı severiz. Sevdiğimizi sonsuzlaştırırız. Doğruysa faniliğimizi hatırlatır. Doğru olan güzelliğin asıl sahibine işaret eder çünkü. Diğer parmağıyla da aslolmadığımızı imâ eder. Doğruya dair anlaşmazlıklarımız bitmez bir türlü. Neye güzel dediğimizse o kadar tartışılmaz. Bir çiçek herkes için güzeldir mesela. Bir bebek herkes için neşedir. Ama anlamı herkese bir değildir. Celle Celaluhu güzellikle tanıştırır önce. Güzel herkesi çağırır kendine. Mü'min-kâfir güzel hakkında tartışmaz. Sınav böyle başlar. Bitmesiyle başka şekildir. Onun umumî daveti içinde doğruyu aramaktır hüner. Doğru hatta bazen güzelden vazgeçmeyi de gerektirir.

Biz de bir kâfir gibi güzeli sevmekle başlıyoruz işe. Çiçeği seviyoruz işte. Fakat onu doğrunun kapısı kılmakla da terketmeye başlıyoruz. Çiçek kendisi için olmamakla terkediliyor. Mazruftan zarfa dönüşüyor. Güzelden geçmek zor imtihan. Burada sınanıyoruz. Bu güzelliğin amacında mesaj görüyoruz. Hayretimiz hevamıza galip geliyor. Oyalanmıyoruz. Aşıyoruz. Okuyoruz. Bu kadar güzel olmaya mecbur olmayan herşeyin güzelliğinde mesaj var. Arkasına yöneliyoruz. Her tasarımın arkasında bir matematik yok mu? Her matematiğin arkasında bir ilim görünmez mi? Üstelik her çiçeğin matematiği diğerinden başka. Lalelik başka, güllük başka, şebboyluk başka. Bir irade ile muhtemel matematikler içinde bir seçim gerekmez mi? Onları varlığa çıkarmaya kudret lazım değil mi? Bu ilme, iradeye, kudrete bir sahip bulmak gerek doğrusu. 

Allah'ı bulduktan sonra da iş bitmiyor. Çiçek kadar güzel birşey, onu yaratabilecek kadar güzel bir Allah, sanatını hiçlik çamuruna atmaya kıyar mı? Onca hikmetten sonra böyle hikmetsizlik işler mi? Hakîm olan emeğini abes eder mi? Ahiret gözkırpmaya başladı şimdi arkadaşım. Bitmedi. Yürüyelim. Güzellik görünmekle tamam olur. Halbuki gözümüzün yetmediği ne güzellikler var şu çiçekte. Onları görmek için de başka gözler gerekmez mi? İşte melek kardeşlere de iman ediverdik. Bitti mi? Hayır. Var. Bizimle bu kadar çiçek çiçek mektuplaşan Allahımız peygamberle de haberleşmez mi? Şu zor okunanların 'elif-ba'sını bir muallim vesilesiyle öğretmez mi? Öğretmezse şunca mektubu okunmamış kalmakla ziyan olmaz mı? Peygamberlere ve kitaplara iman de geldi dünyamıza işte. Durmayalım. Cennete bir kapı bulduk. Koşalım. 'İlim' dedik. Çiçekte ne güzellikler takdir edilmiş anladık. Kâfir-mü'min hepimiz güzelliğine hakverdik. Peki, çiçeği yaratan, 'çiçeğin nasıl birşey olacağını önceden bilmeden' onu yaratabilir mi? Takdirsiz, ölçüsüz, tayinsiz, bilmeksiz çiçeklik mümkün mü? İşte kadere imana da "Hoşgeldin!" demelisin artık arkadaşım.

Daldan dala atlayan şu yazı için beni hoşgör. Avuçlarım küçük. Doğruya yer vermeye çalıştıkça güzellikten kaybediyorum. Örtünüyorum. Halbuki güzelin tebliği daha umumîdir. Güzel doğrudan önce gelir. Güzelin doğruluğunda herkes hemfikir. Fakat doğrunun güzelliğinde hemfikir değiliz. Bu yazı güzel olsaydı daha çok sevilecekti. Fakat doğru olanı da Allah daha çok seviyor. Tesettür, mütesettirin, doğruyu güzele tercih ettiğinin resmidir. Allahım, senin sevgini, nâsın sevgisine tercih ediyorum. Sen de hakkımda rahmetini azabına tercih et. Taksiratımı affet. Âmin. Ve'l-hamdülillahi Rabbi'l-âlemîn.

15 Şubat 2021 Pazartesi

Yalan zinayı nasıl geçebilir ki?

Arkadaşım, bunu da "Allahu'l-a'lem!" tereddüdüyle sar-sarmala, çünkü cidden muhtaç bir tefekkürdür. Kaynağını bilmemekle birlikte Aleyhissalatuvesselam Efendimizin şöyle bir hadisini hep işitirim: Birisi sorar: "Müslüman içki içebilir mi, hırsızlık yapabilir mi, zina edebilir mi?" Herhalde muradı mezkûr günahların 'kişiyi imandan edip-etmeyeceğini' öğrenmektir. Veya kişinin müslümanlığını sevdiği halde 'böyle hatalara düşüp-düşmeyeceğini' sorgulamaktır. Veyahut böylesi günahların 'münafıklığa yorulup-yorulamayacağını' anlamaktır. (En doğrusunu Allah bilir.) Aleyhissalatuvesselam Efendimizin cevapları da sualin böyle anlaşıldığını imâ eder sanki. Çünkü her defasında yanıt olarak "Evet!" der. Yani: Evet. Müslüman, müslüman kaldığı halde, böyle hatalara düşebilir. Nitekim Ehl-i Sünnet olarak biz de, Mutezile'nin rağmına, böyle iman ederiz: "Büyük günahları işlemek kişiyi dinden çıkarmaz!" An şart ki: Günahını helal görmeye. Yanlışının yanlışlığını bile. Yüzü tevbeye baka. Dinin hakikatini incitmeye.

Cevapların 'Evet'liği devam eder ta ki 'yalan'dan soruluncaya kadar. Evet. Ne zaman ki, "Peki yalan söyleyebilir mi?" şekline bürünür sualin sûreti, Aleyhissalatuvesselamın cevabı da değişir o vakit: "Hayır!" der. "Müslüman yalan söylemez." Doğrusu, arkadaşım, bu Asr-ı Saadet sahnesi beni hep düşündürmüştür. Zira ilk sorular içinde 'yedi büyük günah'tan sayılan şeyler de vardır. Onların da dahil olduğu bir ortamda en büyük tepkiyi yalanın alması enteresandır. Hikmetlidir. Düşünülesidir. Çünkü ahirzaman müslümanı olan bizlerin yalansız geçirdiğimiz gün yoktur. (Olanları tenzih ederim. Nefsime baktım. Kendimi yazdım.) Üstelik, yalanın dereceleri bulunmakla birlikte, ilmihalden öğrendiğimiz: Yalan öncekiler kadar büyük bir günah değildir. En azından her yalan değildir. Onun günah olduğunu bilmekle birlikte böyle iman ederiz.

Peki Aleyhissalatuvesselam Efendimiz ona en büyük tepkiyi neden vermiştir? Mevzuu kafamda çevirirken kendimce bulabildiğim bazı cevaplar var. İşte bu yazıda, eğer becerebilirsem, onları aktarmaya çalışacağım arkadaşım. Sen de baştaki tereddüdü unutmadan hisseni al. Yoksa bırak. Bismillah. Başlıyoruz: 

1) Hani bir tabir vardır: Neyin ölçüsü kaçsa çaresi vardır. Fakat ölçünün ölçüsü kaçarsa çaresi yoktur. Yani hizası bozulmuş şeyleri cetvelle doğrultabilirsin. Ağırlığı karışmış şeyleri tartıyla düzeltebilirsin. Fakat cetvelin-tartın bozulmuşsa hiçbirşeyi düzeltemezsin. Hatta, bırak düzeltmeyi, düzgünü bile dağıtırsın. Bozarsın. Aynen öyle de: Doğruluğu insanın sair günahlarını düzeltebilmesinin yegane aracıdır. Zira insan ancak Rabbine, dinine, nefsine karşı dürüst olursa günahının günahlığını tayin eder. Hatasına hata der. Aksi takdirde avukat gibi nefsini savunur. Günahını unutur. Hatta hatasını da sevap sayar. İşte bu nedenle diyorum ki arkadaşım: Belki de Aleyhissalatuvesselam yalana "Hayır!" derken ölçünün bozulacağı sınırı çizmiştir. Bize mihengi bozmamayı ders vermiştir. Yani burada taviz verildi mi işin ayarı kaçar. Ayarsızlık ayar olur. Daha da insan hiçbir amelini düzeltemez. Zira tevbe edemez. Tevbe, hatasını hakikat gibi savunan İblis'in değil, kabullenen Âdem'in işidir. Bediüzzaman bu sadedde der: "Sıdk, İslâmiyet'in üssü'l-esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyleyse, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvi etmeliyiz."

2) Belki de arkadaşım cevap biraz da Asr-ı Saadet'in berraklığıyla ilgilidir. Şöyle ki: Mürşidim yine der: "Sahâbeler ekseriyet-i mutlaka itibarıyla hakka âşık, sıdka müştak, adalete hâhişgerdirler. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe Arştan ferşe kadar açılmış, esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzab'ın derekesinden âlâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber aleyhissalâtüvesselâmın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür." Barekallah onlara. Yalanın-doğruluğun arası bu kadar açılmışken, sosyoloji bu kadar berraklaşmışken, Aleyhissalatuvesselam Efendimiz bu berraklığın üstüne tekrar 'yalanın normalleşemeyeceğine' dikkat çekmiş olabilir. Üstelik sahabe İslam'ın tedrisi için referans nesildir. 

Din onların mübarek dillerinden/amellerinden bizim hayatımıza taşınmıştır. (Allah ecriyle mükafatlandırsın.) Öyle bir eşikte Aleyhissalatuvesselamın yalan hususunda büyük günahlardan daha hassas bir tavır sergilemesi, önemsemesi, uyarması şu hikmetten uzak görülmez. Hatta mürşidim de metnin ahirinde der: "Halbuki, şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek pek kolay gidiliyor. Hattâ, siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının marifetine ve sözüne itimad edip körü körüne alınmaz." Bu izahın içtihad bahsinde geçtiğini hatırlamak da tefekkürümüze ayrıca yardımcı olabilir arkadaşım. Yani ağzımızdan çıkanlar sahabeninki gibi referans alınmazlar. Referans alınacakların hassasiyetleri de elbette bizimkiyle bir olmaz. Başka yüce olur.

3) Bu da yine mürşidimin metinlerinde dikkat çektiği birşey. Kizb ile küfür arasındaki ilişki. O diyor: "Sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise Sâni-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir. Küfür, bütün envâıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var. Şark ve Garp kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lazım. Halbuki, gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemâlâtını da karıştırmış." Yani, nasıl ki insanoğlu küfrüyle Cenab-ı Hakkın uluhiyyetine-rububiyyetine iftira ediyor, yalancılıkla da kudretine iftira ediyor. Öyle yaratmadığı birşey için 'öyle' diyor. Böyle yaratmadığı birşey için 'böyle' diyor. Halbuki hadise konu olan diğer günahlarda böyle bir mahiyet yok. Yine an şart ki: Haramlıkları helal bilinmeye. Savunulmaya. Eğer savunulur duruma gelirlerse elbette onların da beşerin kemalatına kem tesirleri olur. Eğriyle doğru karışır. Yalanda ise zaten bizzat kastedilen varlık algımızdır. Yalancı hem kendisinin hem çevresinin algısını bozar.

4) Bir de 2. Lem'a'dan beslenen bir tefekkürüm var ki şöyle: Bir günahta yalan o günahın akaide tesir ettiği eşiğe de işaret ediyor gibi. Yine mürşidimin cümlelerine dokunalım: "Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor." Yani bir insan günahın günahlığı noktasında dürüstlüğünü koruduğu sürece günahın akaide tesir etmesi zor. Fakat işin içine bir de yalan girdi mi, artık son eşik de aşılmış oluyor, kalenin bendi yıkılıyor. Zarar amelden itikada taşınıyor. Aleyhissalatuvesselam, mezkûr hadis-i şerifte, bu eşiğe de işaret etmiş olabilir. Yalanın geçilmemesi gereken bir hudut olduğuna vurgu yapmış olabilir. Allahu'l-a'lem.

Arkadaşım bunlar benim aklıma gelenlerdi. Elbette hakikat benim gördüğüme de münhasır değildir. Belki de daha nice nice hikmetler bu bahiste saklanmaktadır. Zaten sen Aleyhissalatuvesselamın yüce dersanesinden kalkıp bir psikoloğun tedrisine de otursan aynı nasihati işitirsin: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar." Dürüstlük olmadan hiçbir yara şifa bulmuyor. Çünkü yaranın yaralığını kabul etmek de, şifa istemek de, hatta canının acıdığını anlamak da hep bir dürüstlük istiyor. Hepsinin çaresi var da yalancılığın çaresi yok. Yönünü kaybetsen pusulayla tekrar bulursun. Pusulayı kaybedince yönünü neyle bulursun? Ne diyelim: Cenab-ı Hak sırat-ı müstakimini kaybettirmesin. Âmin.

4 Şubat 2017 Cumartesi

Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı?

Sürekli bu tarz konular hakkında yazmamdan bıktınız belki. Fakat ne çare? Tekrar tekrar karşıma çıkıyor. Ben de çenesini tutamaz bir adamım. İster istemez haklarında karalamak zorunda kalıyorum. Bu defa yazımın girizgâhını oluşturacak soruyu müdakkik abim Hamdi Akyol sordu. Facebook'ta yaptığı bir fotoğraf (sol köşede gördüğünüz) paylaşımının üstünde şunlar yazıyordu:

"Fotoğraftaki rivayet Ebu Davud'dan. 1617 numaralı hadis olarak Cem'u'l-Fevaid'de yer alıyor. Şimdi ilahiyatçı ve konuya ilgi duyanlarla bir konuşalım bakalım: Peygamberimiz namaz kılıyor. Önünden bir adam merkebiyle geçiyor ve peygamberimiz beddua ediyor, adam ömrünün geri kalanını kötürüm olarak geçiriyor. Bu rivayete göre sebep, merkebiyle namaz kılan peygamberimizin önünden geçmesi. Şimdi önümüzde iki seçenek var: Ya bu rivayeti uydurma, yalan olarak değerlendireceğiz. Veya 'âlemlere rahmet olarak gönderilen' peygamberimizin (haşa) gaddar, hoşgörüsüz, kinci biri olduğunu tasdik edeceğiz... Veya önümüzde bir üçüncü seçenek varsa, onu da bilelim?"

Öncelikle herkesin zaten az-çok bildiği şu hakikati tekrar ifade edelim: Din, her duyana, duyar duymaz inanması kolay gelen hakikatlerden oluşmaz. (Sadece bunlardan oluşmaz.) Bizzat miraç hadisesinin kendisi bunu söyler bize. İnanmak için bir nebze Ebu Bekir'leşmek (r.a.), "O söylüyorsa doğrudur!" kıvamına ermek, yani sahabenin düşünüş ve aklediş biçimine yakınlaşmak gerekir. Ki bu 'aslında bizlere sıradan gelmesi gereken' mü'min tavrıdır.

Okuyanlar bilirler: Bediüzzaman, 24. Söz'ün 3. Dalı'nda 12 Asıl ile bir usûl öğretir talebelerine. "Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı?" dersi veren bir yerdir bana göre. O metnin 10. Asıl'ını şöyle bağlar mürşidim: "Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır' de, ilişme..."

Yine Hz. Ebu Bekir (r.a.) üzerinden konuşursak: "O söylüyorsa doğrudur!" sadakatinin öncesi "Bunu o mu söyledi?" sualini sormak ve emin olmaktır. Bir hadisin tenkidi de öncelikle senedinin tenkididir. Yani; rivayetler sağlam bir/birçok nakil silsilesiyle Efendimize (a.s.m.) bağlanabiliyor mu? Cevap aranması gereken ilk soru budur. Rivayetin sorunsuz bir şekilde Efendimize (a.s.m.) dayandırılıp dayandırılamayacağıdır.

İşin bu kısmını, ancak ehli olan âlimler, ilgili ilimlerin sağlama sistemleriyle sınayabilirler. Eğer burada hadis sorunlu çıkarsa zaten tartışılacak birşey kalmaz. Çünkü hadis ilmine göre de bir problemi vardır naklin. Ama ya senedi sağlam çıkarsa? Bu noktada artık mü'min kendi aklını merkezden veya doğrunun tek kıstası olmaktan çekerek rivayeti anlamanın yollarına koyulur.

Bu örneği Caner Taslaman'a yazdığım eleştiride de anmıştım. Yeri geldi. Yine anayım: Malumunuz, Hz. Hızır ve Musa kıssasında, Hz. Hızır (a.s.) bir masum çocuk öldürür. Kur'an'da geçen birşeydir bu. Ve Hz. Musa (a.s.) bu cinayete şaşırır. "Sen günahsız birisini öldürdün!" diye itiraz eder. Kıssa uzun. Tafsilatına girmeyeyim. Çoğunuz hatırlamıştır zaten. Hz. Hızır (a.s.), Hz. Musa'nın (a.s.) ilgili kıssa boyunca yaptığı bütün itirazları sahip olduğu ilm-i ledünle cevaplar. Kıssada geçen mezkûr çocuk için der mesela: "Erkek çocuğa gelince. Onun ana-babası mü'min kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlükle boğmasından korktuk." Yani cinayeti göründüğü şekilde 'çocuk öldürmeyi canı istediği için' işlememiştir.

Aslında şu hakikat, bizim, daha imanın kapısından girerken kabul ettiğimiz/kuşandığımız birşeydir. Kur'an, bizi, "Onlar ki gayba iman ederler" diye tarif ve tasvir ettiğinde biraz da bu 'aklediş biçimimize' işaret eder. Özetlersek: Biz müslümanlar, herhangi bir meselede, beş duyu organıyla bilinenden daha fazlasının olabileceğine iman eden kimseleriz. Bu zengin farkındalık ve zihnî uyanıklık sayesinde zaten amentünün esaslarına iman edebiliyoruz. Kainatı deterministler gibi kendisinden ibaret görmüyoruz. Materyalistler gibi hakikati görünene hapsetmiyoruz. Ötesinde bir gayba uyanık kalplerimiz var. Neyi ele alsak başka mümkünlüklere teyakkuzla ele alıyoruz. Böyle bir bakışımız olmasa; ahiret gibi, haşir gibi, kader gibi, melekler gibi varlık ötesi hakikatlere iman etmemiz de mümkün değil zaten.

Hem sonra biliyoruz ki: Gayr-ı metlüv vahiy dediğimiz bir haberdar edilişi daha var Efendimizin (a.s.m). Bunun Kur'an'da ve sünnette pekçok delilleri mevcut. Hatta bizzat Kur'an, Efendimize (a.s.m.) bildirilen öyle şeylerden bahsediyor ki, onlar hakkında ayet yok, ama 'bildirdik' diyor. Şuralardan anlıyoruz ki: Vahiy Kur'an'dan ibaret değil. Farklı haberdar oluşlar ve bu haberdar oluşlara yönelik tedbirler, amel veya emredişler vâki hayat-ı nebeviyede.

Din sadece Kur'an değil ehl-i sünnet ve'l-cemaat için. Dinin şekillenmesinde vahy-i metlüv kadar vahy-i gayr-i metlüvun da payı var. Zaten sünnet olmadan en önemli ibadetlerin bile içeriği bize meçhulleşiyor. Hem hadiseleri anlamak zorlaşıyor. Bazen, gayr-i metlüv vahiy, eşleri hakkında bir bilgi veriyor Efendimize (a.s.m.), bazen bir suikaste karşı uyarıyor, bazen de Kur'an'da bildirilmemiş ahkama dair bilgiler paylaşıyor. Bunların hepsi "normal mü'minler için" meşhur ve makbul şeyler. Siyerde örnekleri çoklukla mevcut.

İşte, bizim, evvelemirde kapalı gelen hadis-i şeriflere bakışımıza bu kıymetli tereddüt şekillendiriyor. Diyoruz ki hemen temkinle: Varlık bizim gördüğümüzden ibaret değil. Diyoruz ki hemen: Vahiy Kur'an'dan ibaret değil. Diyoruz ki: Hakikat anladığımızdan ibaret değil. Ve öncesindeki bu güzel tevakkufta yeşeren şu tefekkürle anlama mesaisine girişiyoruz: "Belki de o adama dair Allah Resulü'nün (a.s.m.) başka bir bilişi sözkonusu? Bu iş sadece namaz bozma meselesi değil. Belki o adama dair bir kemlikten haberdar edildi? Belki şu olay göründüğünden ibaret değildi? Belki mü'minlerin bir ders almasını diledi Cenab-ı Hak? Meselenin bizce gayb olan bir bilişe bakan yönleri de olabilir..." diyoruz. Hemen reddetmiyoruz.

"Âlemlere rahmet olan bir Peygamber (a.s.m.) nasıl öz amcasına beddua eder?" deyip, yani meselenin Ebu Leheb'e dair derinliği ıskalanıp, Tebbet sûresini onun şan-ı şefkatine uygun görmemek ve inkâr etmek nasıl mümkün değilse, mezkûr rivayeti inkâr etmek de öyle mümkün değildir. Bu en azından içerik bakımından böyledir. Aksi tavrı benimsemek zararlı bir kolaycılık olur.

Kavimlerine beddua eden peygamberler de (ki Kur'an'da geçen şeylerdir) bize bu sırrı söylüyorlar. En nihayet şunu kabul etmek lazım düzlüğe çıkabilmek için: Hakikat göze görünenden ibaret değildir. Vahiy de sadece Kur'an'dan ibaret değildir. Efendimiz (a.s.m.), birçok örnekle de gördüğümüz gibi, çeşitli şekillerde/şeylerden haberdar edilir. Ve onlara yönelik tedbirlerde ve tavırlarda bulunur. Biz "Allahu'l-alem mezkûr meselenin böyle bir derinliği de olabilir!" deriz. Senedi sıhhatliyse reddetmeyiz. Anlamasak da önce tevakkuf ve sonra hakkında tefekkür ederiz. Özetle: Evet, Hamdi Akyol abi, üçüncü yol mümkün. Hatta mecburî. Yoksa bu itirazın dinin her yerine sirayet etmesi kaçınılmazdır. Çünkü din modern aklın eseri değildir.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...