4 Şubat 2017 Cumartesi

Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı?

Sürekli bu tarz konular hakkında yazmamdan bıktınız belki. Fakat ne çare? Tekrar tekrar karşıma çıkıyor. Ben de çenesini tutamaz bir adamım. İster istemez haklarında karalamak zorunda kalıyorum. Bu defa yazımın girizgâhını oluşturacak soruyu müdakkik abim Hamdi Akyol sordu. Facebook'ta yaptığı bir fotoğraf (sol köşede gördüğünüz) paylaşımının üstünde şunlar yazıyordu:

"Fotoğraftaki rivayet Ebu Davud'dan. 1617 numaralı hadis olarak Cem'u'l-Fevaid'de yer alıyor. Şimdi ilahiyatçı ve konuya ilgi duyanlarla bir konuşalım bakalım: Peygamberimiz namaz kılıyor. Önünden bir adam merkebiyle geçiyor ve peygamberimiz beddua ediyor, adam ömrünün geri kalanını kötürüm olarak geçiriyor. Bu rivayete göre sebep, merkebiyle namaz kılan peygamberimizin önünden geçmesi. Şimdi önümüzde iki seçenek var: Ya bu rivayeti uydurma, yalan olarak değerlendireceğiz. Veya 'âlemlere rahmet olarak gönderilen' peygamberimizin (haşa) gaddar, hoşgörüsüz, kinci biri olduğunu tasdik edeceğiz... Veya önümüzde bir üçüncü seçenek varsa, onu da bilelim?"

Öncelikle herkesin zaten az-çok bildiği şu hakikati tekrar ifade edelim: Din, her duyana, duyar duymaz inanması kolay gelen hakikatlerden oluşmaz. (Sadece bunlardan oluşmaz.) Bizzat miraç hadisesinin kendisi bunu söyler bize. İnanmak için bir nebze Ebu Bekir'leşmek (r.a.), "O söylüyorsa doğrudur!" kıvamına ermek, yani sahabenin düşünüş ve aklediş biçimine yakınlaşmak gerekir. Ki bu 'aslında bizlere sıradan gelmesi gereken' mü'min tavrıdır.

Okuyanlar bilirler: Bediüzzaman, 24. Söz'ün 3. Dalı'nda 12 Asıl ile bir usûl öğretir talebelerine. "Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı?" dersi veren bir yerdir bana göre. O metnin 10. Asıl'ını şöyle bağlar mürşidim: "Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır' de, ilişme..."

Yine Hz. Ebu Bekir (r.a.) üzerinden konuşursak: "O söylüyorsa doğrudur!" sadakatinin öncesi "Bunu o mu söyledi?" sualini sormak ve emin olmaktır. Bir hadisin tenkidi de öncelikle senedinin tenkididir. Yani; rivayetler sağlam bir/birçok nakil silsilesiyle Efendimize (a.s.m.) bağlanabiliyor mu? Cevap aranması gereken ilk soru budur. Rivayetin sorunsuz bir şekilde Efendimize (a.s.m.) dayandırılıp dayandırılamayacağıdır.

İşin bu kısmını, ancak ehli olan âlimler, ilgili ilimlerin sağlama sistemleriyle sınayabilirler. Eğer burada hadis sorunlu çıkarsa zaten tartışılacak birşey kalmaz. Çünkü hadis ilmine göre de bir problemi vardır naklin. Ama ya senedi sağlam çıkarsa? Bu noktada artık mü'min kendi aklını merkezden veya doğrunun tek kıstası olmaktan çekerek rivayeti anlamanın yollarına koyulur.

Bu örneği Caner Taslaman'a yazdığım eleştiride de anmıştım. Yeri geldi. Yine anayım: Malumunuz, Hz. Hızır ve Musa kıssasında, Hz. Hızır (a.s.) bir masum çocuk öldürür. Kur'an'da geçen birşeydir bu. Ve Hz. Musa (a.s.) bu cinayete şaşırır. "Sen günahsız birisini öldürdün!" diye itiraz eder. Kıssa uzun. Tafsilatına girmeyeyim. Çoğunuz hatırlamıştır zaten. Hz. Hızır (a.s.), Hz. Musa'nın (a.s.) ilgili kıssa boyunca yaptığı bütün itirazları sahip olduğu ilm-i ledünle cevaplar. Kıssada geçen mezkûr çocuk için der mesela: "Erkek çocuğa gelince. Onun ana-babası mü'min kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlükle boğmasından korktuk." Yani cinayeti göründüğü şekilde 'çocuk öldürmeyi canı istediği için' işlememiştir.

Aslında şu hakikat, bizim, daha imanın kapısından girerken kabul ettiğimiz/kuşandığımız birşeydir. Kur'an, bizi, "Onlar ki gayba iman ederler" diye tarif ve tasvir ettiğinde biraz da bu 'aklediş biçimimize' işaret eder. Özetlersek: Biz müslümanlar, herhangi bir meselede, beş duyu organıyla bilinenden daha fazlasının olabileceğine iman eden kimseleriz. Bu zengin farkındalık ve zihnî uyanıklık sayesinde zaten amentünün esaslarına iman edebiliyoruz. Kainatı deterministler gibi kendisinden ibaret görmüyoruz. Materyalistler gibi hakikati görünene hapsetmiyoruz. Ötesinde bir gayba uyanık kalplerimiz var. Neyi ele alsak başka mümkünlüklere teyakkuzla ele alıyoruz. Böyle bir bakışımız olmasa; ahiret gibi, haşir gibi, kader gibi, melekler gibi varlık ötesi hakikatlere iman etmemiz de mümkün değil zaten.

Hem sonra biliyoruz ki: Gayr-ı metlüv vahiy dediğimiz bir haberdar edilişi daha var Efendimizin (a.s.m). Bunun Kur'an'da ve sünnette pekçok delilleri mevcut. Hatta bizzat Kur'an, Efendimize (a.s.m.) bildirilen öyle şeylerden bahsediyor ki, onlar hakkında ayet yok, ama 'bildirdik' diyor. Şuralardan anlıyoruz ki: Vahiy Kur'an'dan ibaret değil. Farklı haberdar oluşlar ve bu haberdar oluşlara yönelik tedbirler, amel veya emredişler vâki hayat-ı nebeviyede.

Din sadece Kur'an değil ehl-i sünnet ve'l-cemaat için. Dinin şekillenmesinde vahy-i metlüv kadar vahy-i gayr-i metlüvun da payı var. Zaten sünnet olmadan en önemli ibadetlerin bile içeriği bize meçhulleşiyor. Hem hadiseleri anlamak zorlaşıyor. Bazen, gayr-i metlüv vahiy, eşleri hakkında bir bilgi veriyor Efendimize (a.s.m.), bazen bir suikaste karşı uyarıyor, bazen de Kur'an'da bildirilmemiş ahkama dair bilgiler paylaşıyor. Bunların hepsi "normal mü'minler için" meşhur ve makbul şeyler. Siyerde örnekleri çoklukla mevcut.

İşte, bizim, evvelemirde kapalı gelen hadis-i şeriflere bakışımıza bu kıymetli tereddüt şekillendiriyor. Diyoruz ki hemen temkinle: Varlık bizim gördüğümüzden ibaret değil. Diyoruz ki hemen: Vahiy Kur'an'dan ibaret değil. Diyoruz ki: Hakikat anladığımızdan ibaret değil. Ve öncesindeki bu güzel tevakkufta yeşeren şu tefekkürle anlama mesaisine girişiyoruz: "Belki de o adama dair Allah Resulü'nün (a.s.m.) başka bir bilişi sözkonusu? Bu iş sadece namaz bozma meselesi değil. Belki o adama dair bir kemlikten haberdar edildi? Belki şu olay göründüğünden ibaret değildi? Belki mü'minlerin bir ders almasını diledi Cenab-ı Hak? Meselenin bizce gayb olan bir bilişe bakan yönleri de olabilir..." diyoruz. Hemen reddetmiyoruz.

"Âlemlere rahmet olan bir Peygamber (a.s.m.) nasıl öz amcasına beddua eder?" deyip, yani meselenin Ebu Leheb'e dair derinliği ıskalanıp, Tebbet sûresini onun şan-ı şefkatine uygun görmemek ve inkâr etmek nasıl mümkün değilse, mezkûr rivayeti inkâr etmek de öyle mümkün değildir. Bu en azından içerik bakımından böyledir. Aksi tavrı benimsemek zararlı bir kolaycılık olur.

Kavimlerine beddua eden peygamberler de (ki Kur'an'da geçen şeylerdir) bize bu sırrı söylüyorlar. En nihayet şunu kabul etmek lazım düzlüğe çıkabilmek için: Hakikat göze görünenden ibaret değildir. Vahiy de sadece Kur'an'dan ibaret değildir. Efendimiz (a.s.m.), birçok örnekle de gördüğümüz gibi, çeşitli şekillerde/şeylerden haberdar edilir. Ve onlara yönelik tedbirlerde ve tavırlarda bulunur. Biz "Allahu'l-alem mezkûr meselenin böyle bir derinliği de olabilir!" deriz. Senedi sıhhatliyse reddetmeyiz. Anlamasak da önce tevakkuf ve sonra hakkında tefekkür ederiz. Özetle: Evet, Hamdi Akyol abi, üçüncü yol mümkün. Hatta mecburî. Yoksa bu itirazın dinin her yerine sirayet etmesi kaçınılmazdır. Çünkü din modern aklın eseri değildir.

3 yorum:

  1. Örnek olarak zayıf bir hadisi getirmeseydiniz keşke.

    YanıtlaSil
  2. allahu a'lem bissavab. Teşekkürler.

    YanıtlaSil
  3. Uydurma hadisleri nasil savunurum adli calisma. Akli olan uydurma hadislere inanmaz. Tek kaynak kurandir. Nokta.

    YanıtlaSil

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...