17 Şubat 2017 Cuma

Bir modern medeniyet eleştirisi olarak Ene Risalesi

"Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır." Mesnevî-i Nuriye'den.

Şimdi yazar-çizer takımından geçindiğime bakmayın aslında yayıncılık sektörüne ilk adımımı 'hamal' olarak atmıştım. Böyle söyleyince biraz kaba kaçıyor. Yumuşağını söyleyelim: Sevkiyatçıydım. Peki bir sevkiyatçı ne yapardı? Adı üstünde. Pazarlamadan gelen sipariş listelerini hazır eder, araca yükler (veya kargoya verir) ve müşterilere dağıtırdık. Tanıştığım güzel insanlar sayesinde zenginliğim oldu orası benim. Bu insanlardan birisi de Alaaddin abiydi.

Nasıl açıklanır bilinmez ama bir hüneri vardı Alaaddin abinin. Bana göre iki koliden aşağısının kurtarmayacağı siparişleri bir koliye tıkıştırırdı. Üç koli olacak malı iki kolide hallederdi. Daha sonraki yıllarda, Enbiya sûresinin 22. ayetini izah ederken, Alaaddin abiyle 'kolileme' üzerine yaşadıklarımızı sık sık anlattım. Önce ayetin kısa bir mealini alıntılayayım: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş'ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir."

Yaşadıklarımıza gelirsek: Alaaddin abi, benim kolilememi pek beğenmez, yeniden yapılmasını zaruri gördüklerinde (beni kızdırmak pahasına) koliyi elimden alıp öyle bir çalışırdı ki, son haliyle ilk halinin arasında benzerlik kalmazdı. Neredeyse bütün kitapları yerlerinden oynatır, kendi sistemine göre yeniden yerleştirir, en nihayet şaheserini bitirirdi. O vakit içimden derdim:

"Kainat da büyükçe bir koli misali işte. Bir kolide iki kişi çalıştığı zaman nasıl herşey böyle hercümerç oluyor, kainatta da iki (veya daha fazla) ilah beraber çalışsaydı herşey hercümerç olurdu. Biz nasıl birbirimizden (düzenleyişlerimizden) rahatsız oluyoruz, o ilahlar da birbirlerinden öylece rahatsızlık duyarlardı. Biz insanız. Farklılığımızın da, herşeyimiz gibi, bir sınırı var. Sınırlarımızdan dolayı yardımlaşmak zorunda kalıyoruz. İki ilah arasındaki farklılıklar ise sonsuzluğa uzanır. Kudretlerinin sonsuzluğu da yardımlaşmaya ihtiyaç duymaz. Bu sonsuz farklılık ve kudret onların beraber çalışmalarına müsaade etmezdi. Düzen tevhidin delilidir." Mürşidim bu sadedde der ki:

"Hem bin neferin idaresi ve kumandanlığı bir tek zâbite verilse, bir cihette bir nefer kadar kolay olur, eğer on zâbite veya neferlere bırakılsa, pek karışık ve müşkül düşer. Aynen öyle de, herşey Vâhid-i Ehade verilse, birtek şey gibi kolay olur. Eğer esbaba isnad edilse, birtek zîhayat, zemin kadar müşkül, belki imkânsız olur. Demek vahdette kolaylık, vücub ve lüzum derecesine gelir. Ve kesretli eller karışmakta suûbet, imkânsızlık derecesine düşer."

Geçtiğimiz günlerde, Daniel Quinn'in kaleminden okuduğum İsmail ismindeki bir kitap, konu hakkında tekrar düşünmeme sebep oldu. Ene Risalesi'nde Bediüzzaman'ın insandaki 'sahiplenme yetisi' ile 'şirk' arasında kurduğu ilgi (ve bunu emanet ayetinin tefsiri sadedinde dile getirmesi) o kitapla birlikte daha zengin şekillendi dünyamda. Sahip olma yetisinin insana veriliş hikmetini 'kendisine ait mevhum bir alan oluşturarak oradan Allah'ın marifetine yol bulma' perspektifinde ele alan Bediüzzaman, malum ayetteki 'emanet' ifadesinin bir açıdan da bu 'ene'ye baktığını ifade eder:

"Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit vücuhundan bir ferdi, bir vechi enedir. Evet, ene, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir."

İnsan, Allah'ın mülkünden herhangi birşeyi, hakikatsiz bir şekilde sahiplenebilmektedir. Bu sahiplenme mevhum olduğu için özünde sadece emanetçiliktir. Araçsal bir fonksiyonu vardır. Fakat kimi insanlar (kimi zamansa hepimiz) mezkûr farkı göremediklerinden emanetlerinin sahibi olmaya çalışırlar. Ayetin devamında insanın 'çok zalim' ve 'çok cahil' olarak anılışı bu potansiyelle ilgilidir. Böylesi bir hırsızlık hem zalimlik hem cahilliktir. Kaldıramayacağı yükün altına giren, bu cahilliğinden dolayı, hem yüke hem kendisine zulmeder. Fakat devası da yine bu iki durumu hatırda tutmaya bağlıdır. Sahiplendikleri ellerinde kaldıkça (hem kendilerine hem başkalarına) 'zalimlik' ve 'cahillik' yaptıklarını farkedenler ancak mevhum sahipliklerini terkedip emanetçiliğe geçebilirler.

"Sual: Niçin Cenâb-ı Hakkın sıfât ve esmâsının marifeti enaniyete bağlıdır? Elcevap: Çünkü, mutlak ve muhit birşeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez; ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ, zulmetsiz, daimî bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlıkla bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte, Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz eder. 'Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur' diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar."

Şu noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum: Alaaddin abiyle niza meselemiz olan koliyi kainattan koparabilmem mümkün mü? Aslında hayır. Çünkü o da herşey gibi kainatın parçasıdır. Bütünlüğüne dahildir. Peki kainatı yaratan kimdir? Allah'tır. Ondan başkasının gücü yetmez. Kainat gibi birşeyi ancak sonsuz ilim, kudret ve irade sahibi bir ilah yaratabilir. O halde ben nasıl o koliyi ayırıp 'yaptığım' veya 'yaptığı' olarak tarif edebildim? İşte, bu sahipleniş, yani bu 'mış gibi' düzen, aslında mevhum bir sahiplenişti. Hakikati yoktu. Fakat ne oldu? Ben o koliyi bir biliş aracı olarak kullanarak Allah'ın marifetine ulaştım. İki kişinin bir koli ile yaşadığı karmaşa/niza üzerinden kainatın tevhid üzere olduğuna delil çıkardım. Bu enenin doğru kullanımıydı. Ya yanlış kullanımı nasıl olurdu? Bediüzzaman, insanlık tarihi boyunca ortaya çıkmış tüm dalaletlerin böylesi bir 'enesel sapmanın' sonuçları olduğunu ifade ediyor.

Bu kısmı hızlı geçerek İsmail'e gelelim. Kitabın bir yerinde şöyle söylüyor Daniel Quinn: "Yaşamak için dünyayı mahvetmeye devam etmenizi neredeyse zorunlu kılan bir uygarlık sistemine tutsak olmuşsunuz." Bu aslında kitabın üzerine kurulu olduğu modern medeniyet eleştirisinin bir parçası. Peki İsmail'e göre bu yıkım neden gerçekleşiyor? Bizim olmayan bir dünyayı sahiplenmekten. Hatta bu hakikat kitabın içinde şöyle bir cümleyle ifade ediliyor: "Hiçbir tür, dünyadaki tüm yaşamı sahiplenemez." Ancak İsmail'e göre; insan olmanın kibri, beşeri, kendisini diğer türlerden daha üstün görmeye ve onların yaşamlarını da kendi merkezinde şekillendirmeye zorluyor. Dünyada iki tür insan var İsmail'le göre. Yanlışı seçen 'alanlar' ve doğruyu seçen 'bırakanlar.'

"Bu kibirli aptallığın pençesine bir kez düştü mü, olgunluğa erişecek kadar yaşar mı acaba? (...) O kibirle bahçeye göz gezdirip, kendi kendine diyebilir ki: Herşey yanlış. Niçin hayat ateşimi tüm bu canlılarla paylaşmak zorunda kalayım ki? Şuraya bak; kendime ayıracağım tüm hayvanları aslanlar, kurtlar ve tilkiler avlıyor. Bu çok kötü. Tüm bu canlıları öldüreceğim ve herşey iyi olacak."

Bu, insanın, evrende yapacağı yıkımın sadece başlangıcıdır Daniel Quinn'e göre. Çünkü bir kere 'bazı şeylerin değişmesi gerektiğini' düşünmeye başlayan insan, örgü kazaktan ip çeker gibi, sonunu getirmeden duramaz. Mülkün, Allah'ın değil, kendisinin olduğunu düşünen beşer, onu, kendi hevasınca yeniden dizayn etmek ister. Her tasarrufu, kainatın bütünlüğü savunduğu şeyi desteklemediği ve zaten evren onun hevası üzerine yaratılmadığı için, daha yukarıdan bir itirazla karşılaşır. Her teşebbüsü birşeyleri yıkar. Tavukları öldürdüğünde keneler çoğalır. Tilkileri öldürdüğünde fareler artar. Bu defa, güya hatasını düzeltebilmek için, sahiplik iddiasını daha yukarılara çıkarır. Ki böylece herşeyi en baştan (hatanın başladığı yerden) kurgulayabilecektir. En nihayet kazağın sonuna gelir. Ancak elinde yeni bir kazak olmaz. Söktüğü kazaktan çıkan bozuk iple kalakalır.

İsmail bize bu durumu şöyle ifade ediyor: "Evet, ama bazı şeylerin hâlâ elimizde olmadığı açık. Genel bir ekolojik çöküşü kontrol edemeyeceğimiz gibi. Böyle bir durumda sağ da çıkamayız./O zaman henüz güvende değilsiniz. Ne zaman tam anlamıyla güvende olacaksınız?/Tüm dünyayı tanrıların elinden aldığımızda." Peki, bunu yapmak yerine, neden dünyayı kendi haline bırakamıyor insanoğlu? Bunun cevabı da şöyle ifade ediliyor İsmail'de: "Ondan vazgeçmeleri... En baştan beri yanıldıkları anlamına gelir. Dünyanın nasıl yönetileceğini meğerse hiçbir zaman bilmedikleri anlamına gelir. Ondan vazgeçmeleri tanrılık hakkından feragat ettikleri anlamına gelir."

İşte, tam da bu bakış açısıyla, Bediüzzaman'ın 'enenin suistimaiyle şirk arasında kurduğu bağıntı' ve 'şirkten-ateizme geçiş' daha anlaşılabilir oluyor. Bir kere emanetçiliği bırakıp sahiplenmeye başlarsanız, bu durum, tıpkı dansa yanlış ayakla başlamak gibi, sonuna kadar uyumsuzluğunu sürdürüyor. Tevhid üzerine yaratılan koca kainat, hevanızla/bencilliğinizle şekillendirmeye çalıştığınız küçük dünyanızla uyum sağlamadığından, arızalar kaçınılmaz hale geliyor. Güya, bu arızaları giderebilmek için, teolojinizi daha da sapkın bir hale sokuyorsunuz. Bir an geliyor ki; değil yaratıcılıkta tek olması, Allah'ın varolması dahi sizi rahatsız etmeye başlıyor. Sizin mülkünüzü, yüzbin kere hâşâ ve kella, Allah sizden gasbediyor gibi geliyor. İşte o noktada şirkten ateizme geçiş yaşanıyor. Bütün kainatı onun mülkü olmaktan çıkarmakla yeni ve muhteşem düzeninizi kurabileceğinizi sanıyorsunuz. Ama pek feci yanılıyorsunuz. Çünkü İsmail'in de dediği gibi: "Sizi kıyamete götüren şey aracınızın ta kendisi."

"Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünemâ bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel' eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle adeta ene olur. Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder. Sonra, kıyas-ı binnefis suretiyle, herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenâb-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder, gayet azîm bir şirke düşer."

1 yorum:

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...