Ene Risalesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ene Risalesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Haziran 2023 Cumartesi

Parça bütünlüğünden vazgeçebilecek mi?

İnsan 'bütünlüğünden haberdar edilmiş' bir parçadır. Öyle ki, bilmesi, ağacını da geçmiş bir meyvedir. Toprak kendisini bu şiddette bilmez. Su kendisini bu şiddette tanımaz. Âdemoğluysa özünü en şiddetli şekillerde idrak eder. Hayatının temeli budur. Zaten hayat, zatını ayrı bir bütünlük görürse ancak, hayatta kalır. Menfaatini kollar. Zararlardan kaçınır. Has dairesini yabancısı dengelere sahip hariçten ayırır. Yani bu kollayış hayatın lazımıdır. 

Üstelik, dahilini tanıdığı gibi, haricindeki bütünlükleri de tanır hayat sahibi. Onlara isimler takar. Belki zaten fıtratlarına nakışlanmış aşinalığı bulur. Tutunur. Tutunduğunu tanımlar. Tanımlarına tutunur. Bilebildiğini bu yolla bildirir. ('Sarman!' diye seslenir mesela, kedisi de isimlendirilmesinden bilindiğini anlar, bilir, gelir.) Bilgi de ancak bu yolla doğar-gelişir. (Hatırlayalım ki, Hz. Âdem babamız, melek kardeşlere 'tâlim-i esma' sınavındaki muvaffakiyetiyle parmak ısırtmıştır.) Bütünlüğünün böylesi şuurunda bir parça, başka parçaları da, bütünlüğüne kıyaslayarak tanıyabilir. Yolcu yolunda isim takarak ilerler.

Fakat, işte düğüme geldik, imtihan da burada başlar arkadaşım. Kendisine dair böylesine yüksek bir bilince sahipken, hakikatin 'aslında parça olan bütünlüğüne' görünen eksik şekillerini terkedip, 'Bütünün Hakiki Sahibi'ne veya 'Hakiki Bütünün Sahibi'ne (ki 'Âlemler Rabbi'dir O) teslim olmayı becerebilecek midir insanoğlu? Vahyiyle kendisine ihsan ettiği 'Hakiki Bütünün Bilgisi'ne veya 'Bütünün Hakiki Bilgisi'ne râm olacak mıdır? Yoksa bir parçacık bütünlüğüyle, yani ona sığdırdığı kadarıyla, baştan mı çıkacaktır? O yalancı bütünlüğü hakiki bütünlüğün yerine, hatta en üstüne, koymayı mı deneyecektir? 

Ene Risalesi'nin çizdiği resim buna benziyor:

"Ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş'um nazarıyla mânâ-yı ismî cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır. (...) Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdahale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder."

Bir 'ben-sen' diyebilme yeteneği var ki bizde pek tehlikeli. Parça için hem hazine hem endişe kaynağı. Çünkü asabiyetle durulursa arkasında bütünden kopuşu ifade ediyor. 'Ben' diyorsun mesela. O 'ben'den hariç herşeyi 'sen' yerine koyuyorsun. Halbuki aldığın her nefeste kainatın hakkı var. Vücudundaki elementler ölen yıldızların tozları. Fiziğindeki tüm dengeler âlem hiçten çıkarken kurulmuş. Kimyası öyle. Biyolojisi öyle. Neler neler belki daha öyle. Şecere-i hilkatin bir ulu meyvesisin. Ezelden takdir edilmiş, nihayet zamandaki yerine asılmış, varolmuşsun. Ağaçla beraber ağaçsın. Yani bir 'Kün!/Ol!' emrinin içine herşeyle birlikte sığınmışsın. Ama ağacına dönüp tekebbürle "Ben ben, sense sen!" diyebiliyorsun. Bütünlüğünü kendine rakipleştiriyorsun. Hatta üzerinde hak iddia ediyorsun. Terbiyesiz tasavvurlara-tasarruflara girişiyorsun. Haddini o kadar aşıyorsun ki, herşeyi yoktan vareden Malik-i Hakiki'ye dahi, 'sen-ben' çekebiliyorsun. Halbuki güneşin tecellisi bir an olmasa yansıma kalır mı? Aynadaki sûret, hakikisine 'sen-ben' çekse, hakikatini küstürmez mi?

Parça yüzünü bütüne, Bütünün Sahibi'ne, dönerse dengesini bulur. Kendisindeki kayıtlılığın arızalarından bir parça kurtulur. Evet. Büyük resme yaklaşan hayra da yakınlaşır. Çünkü Muhakemat'ta denilmiştir: "Hayır küllî, şer cüz'îdir." Melekler, sayısı ne kadardır Allah bilir, Âdem aleyhisselama secde eder. Yalnız İblis bundan sakınır. Demek şer yalnızdır. Yalnızlara daha yakındır. Hele parçasında boğulanlara pek yakındır. (Kibir bu türden bir yalnızlık değil midir arkadaşım?) Kendisini, kendisinde tanımladığı bütünlüğü, Bütünün Sahibi'nin hakikat tarifine tercih edenler rahmetten hep kovulacaktır. 

Rahmet, parçasından başını kaldırıp, bütüne bakanları sever ancak. Bütündeki yerini kollayanları sever. Bu yüzden belki yine mürşidim der: "Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı." Kendisini geniş aynalarda sınayan, cüz'î bütünlüğüne emniyet etmeyen, başta yanlışta olsa bile, akıbette istikamete sevkolunur. Parçasını mutlaklaştıran, onu 'bütünler üstü bütün' gören, başta istikamette olsa bile, en nihayet hakikatle irtibatını kaybeder: "Bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor." Ahirzamanda, beşerin kendi konumunu bu derece merkeze almasıyla, çevresel felaketlerin atbaşı gitmesi, 'cidden uyandırıcı' bir niteliğe sahiptir. 

Kim buz parçasını eritmiyorsa tehlikede! Evet. Özümüzü kayırmak yok. Hadi bakalım. Ben kendime 'cemaatsiz nurcu' diyorum mesela. Eğer kastettiğim "Ben kendime yeterim!" ise tehlikedeyim. (Hem de ne tehlikedeyim.) Fakat yalnız ben tehlikede değilim arkadaşım. Bir cemaat "Bizim cemaat bize yeter!" diyorsa o da tehlikede. Bir kavim "Bizim kavim bize yeter!" diyorsa o da tehlikede! Bir devlet "Benim devletim bana yeter!" diyorsa o da tehlikede! Kim tehlikede değil peki? Ümmet tehlikede değil. Çünkü Aleyhissalatuvesselam Efendimiz buyurmuş: "Ümmetim dalalet üzerine birleşmez!" Fakat, bir saniye, acele etme. Teenni gerek. Ümmet dediğin de sadece bugünün müslümanlarından oluşmuyor. 14 asra yayılmış bir bütünlük var. O bütünlüğün içinde bir büyüklük var. Bir nuranî çizgi var. İşte onlar, bin maşaallah, Ehl-i Sünnet'tir. Parçalarımızı sınayacaksak sahabe mesleğinin esasları üzerine sınayacağız. Belki o zaman büyüklerimizin hizaya çekmesiyle tehlikeden kurtulacağız. Allah büyüktür. Umudumuz, kendimizden değil, Ondandır. Bizi istikametten ayırmasın. Âmin.

17 Şubat 2017 Cuma

Bir modern medeniyet eleştirisi olarak Ene Risalesi

"Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır." Mesnevî-i Nuriye'den.

Şimdi yazar-çizer takımından geçindiğime bakmayın aslında yayıncılık sektörüne ilk adımımı 'hamal' olarak atmıştım. Böyle söyleyince biraz kaba kaçıyor. Yumuşağını söyleyelim: Sevkiyatçıydım. Peki bir sevkiyatçı ne yapardı? Adı üstünde. Pazarlamadan gelen sipariş listelerini hazır eder, araca yükler (veya kargoya verir) ve müşterilere dağıtırdık. Tanıştığım güzel insanlar sayesinde zenginliğim oldu orası benim. Bu insanlardan birisi de Alaaddin abiydi.

Nasıl açıklanır bilinmez ama bir hüneri vardı Alaaddin abinin. Bana göre iki koliden aşağısının kurtarmayacağı siparişleri bir koliye tıkıştırırdı. Üç koli olacak malı iki kolide hallederdi. Daha sonraki yıllarda, Enbiya sûresinin 22. ayetini izah ederken, Alaaddin abiyle 'kolileme' üzerine yaşadıklarımızı sık sık anlattım. Önce ayetin kısa bir mealini alıntılayayım: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş'ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir."

Yaşadıklarımıza gelirsek: Alaaddin abi, benim kolilememi pek beğenmez, yeniden yapılmasını zaruri gördüklerinde (beni kızdırmak pahasına) koliyi elimden alıp öyle bir çalışırdı ki, son haliyle ilk halinin arasında benzerlik kalmazdı. Neredeyse bütün kitapları yerlerinden oynatır, kendi sistemine göre yeniden yerleştirir, en nihayet şaheserini bitirirdi. O vakit içimden derdim:

"Kainat da büyükçe bir koli misali işte. Bir kolide iki kişi çalıştığı zaman nasıl herşey böyle hercümerç oluyor, kainatta da iki (veya daha fazla) ilah beraber çalışsaydı herşey hercümerç olurdu. Biz nasıl birbirimizden (düzenleyişlerimizden) rahatsız oluyoruz, o ilahlar da birbirlerinden öylece rahatsızlık duyarlardı. Biz insanız. Farklılığımızın da, herşeyimiz gibi, bir sınırı var. Sınırlarımızdan dolayı yardımlaşmak zorunda kalıyoruz. İki ilah arasındaki farklılıklar ise sonsuzluğa uzanır. Kudretlerinin sonsuzluğu da yardımlaşmaya ihtiyaç duymaz. Bu sonsuz farklılık ve kudret onların beraber çalışmalarına müsaade etmezdi. Düzen tevhidin delilidir." Mürşidim bu sadedde der ki:

"Hem bin neferin idaresi ve kumandanlığı bir tek zâbite verilse, bir cihette bir nefer kadar kolay olur, eğer on zâbite veya neferlere bırakılsa, pek karışık ve müşkül düşer. Aynen öyle de, herşey Vâhid-i Ehade verilse, birtek şey gibi kolay olur. Eğer esbaba isnad edilse, birtek zîhayat, zemin kadar müşkül, belki imkânsız olur. Demek vahdette kolaylık, vücub ve lüzum derecesine gelir. Ve kesretli eller karışmakta suûbet, imkânsızlık derecesine düşer."

Geçtiğimiz günlerde, Daniel Quinn'in kaleminden okuduğum İsmail ismindeki bir kitap, konu hakkında tekrar düşünmeme sebep oldu. Ene Risalesi'nde Bediüzzaman'ın insandaki 'sahiplenme yetisi' ile 'şirk' arasında kurduğu ilgi (ve bunu emanet ayetinin tefsiri sadedinde dile getirmesi) o kitapla birlikte daha zengin şekillendi dünyamda. Sahip olma yetisinin insana veriliş hikmetini 'kendisine ait mevhum bir alan oluşturarak oradan Allah'ın marifetine yol bulma' perspektifinde ele alan Bediüzzaman, malum ayetteki 'emanet' ifadesinin bir açıdan da bu 'ene'ye baktığını ifade eder:

"Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit vücuhundan bir ferdi, bir vechi enedir. Evet, ene, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir."

İnsan, Allah'ın mülkünden herhangi birşeyi, hakikatsiz bir şekilde sahiplenebilmektedir. Bu sahiplenme mevhum olduğu için özünde sadece emanetçiliktir. Araçsal bir fonksiyonu vardır. Fakat kimi insanlar (kimi zamansa hepimiz) mezkûr farkı göremediklerinden emanetlerinin sahibi olmaya çalışırlar. Ayetin devamında insanın 'çok zalim' ve 'çok cahil' olarak anılışı bu potansiyelle ilgilidir. Böylesi bir hırsızlık hem zalimlik hem cahilliktir. Kaldıramayacağı yükün altına giren, bu cahilliğinden dolayı, hem yüke hem kendisine zulmeder. Fakat devası da yine bu iki durumu hatırda tutmaya bağlıdır. Sahiplendikleri ellerinde kaldıkça (hem kendilerine hem başkalarına) 'zalimlik' ve 'cahillik' yaptıklarını farkedenler ancak mevhum sahipliklerini terkedip emanetçiliğe geçebilirler.

"Sual: Niçin Cenâb-ı Hakkın sıfât ve esmâsının marifeti enaniyete bağlıdır? Elcevap: Çünkü, mutlak ve muhit birşeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez; ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ, zulmetsiz, daimî bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlıkla bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte, Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz eder. 'Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur' diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar."

Şu noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum: Alaaddin abiyle niza meselemiz olan koliyi kainattan koparabilmem mümkün mü? Aslında hayır. Çünkü o da herşey gibi kainatın parçasıdır. Bütünlüğüne dahildir. Peki kainatı yaratan kimdir? Allah'tır. Ondan başkasının gücü yetmez. Kainat gibi birşeyi ancak sonsuz ilim, kudret ve irade sahibi bir ilah yaratabilir. O halde ben nasıl o koliyi ayırıp 'yaptığım' veya 'yaptığı' olarak tarif edebildim? İşte, bu sahipleniş, yani bu 'mış gibi' düzen, aslında mevhum bir sahiplenişti. Hakikati yoktu. Fakat ne oldu? Ben o koliyi bir biliş aracı olarak kullanarak Allah'ın marifetine ulaştım. İki kişinin bir koli ile yaşadığı karmaşa/niza üzerinden kainatın tevhid üzere olduğuna delil çıkardım. Bu enenin doğru kullanımıydı. Ya yanlış kullanımı nasıl olurdu? Bediüzzaman, insanlık tarihi boyunca ortaya çıkmış tüm dalaletlerin böylesi bir 'enesel sapmanın' sonuçları olduğunu ifade ediyor.

Bu kısmı hızlı geçerek İsmail'e gelelim. Kitabın bir yerinde şöyle söylüyor Daniel Quinn: "Yaşamak için dünyayı mahvetmeye devam etmenizi neredeyse zorunlu kılan bir uygarlık sistemine tutsak olmuşsunuz." Bu aslında kitabın üzerine kurulu olduğu modern medeniyet eleştirisinin bir parçası. Peki İsmail'e göre bu yıkım neden gerçekleşiyor? Bizim olmayan bir dünyayı sahiplenmekten. Hatta bu hakikat kitabın içinde şöyle bir cümleyle ifade ediliyor: "Hiçbir tür, dünyadaki tüm yaşamı sahiplenemez." Ancak İsmail'e göre; insan olmanın kibri, beşeri, kendisini diğer türlerden daha üstün görmeye ve onların yaşamlarını da kendi merkezinde şekillendirmeye zorluyor. Dünyada iki tür insan var İsmail'le göre. Yanlışı seçen 'alanlar' ve doğruyu seçen 'bırakanlar.'

"Bu kibirli aptallığın pençesine bir kez düştü mü, olgunluğa erişecek kadar yaşar mı acaba? (...) O kibirle bahçeye göz gezdirip, kendi kendine diyebilir ki: Herşey yanlış. Niçin hayat ateşimi tüm bu canlılarla paylaşmak zorunda kalayım ki? Şuraya bak; kendime ayıracağım tüm hayvanları aslanlar, kurtlar ve tilkiler avlıyor. Bu çok kötü. Tüm bu canlıları öldüreceğim ve herşey iyi olacak."

Bu, insanın, evrende yapacağı yıkımın sadece başlangıcıdır Daniel Quinn'e göre. Çünkü bir kere 'bazı şeylerin değişmesi gerektiğini' düşünmeye başlayan insan, örgü kazaktan ip çeker gibi, sonunu getirmeden duramaz. Mülkün, Allah'ın değil, kendisinin olduğunu düşünen beşer, onu, kendi hevasınca yeniden dizayn etmek ister. Her tasarrufu, kainatın bütünlüğü savunduğu şeyi desteklemediği ve zaten evren onun hevası üzerine yaratılmadığı için, daha yukarıdan bir itirazla karşılaşır. Her teşebbüsü birşeyleri yıkar. Tavukları öldürdüğünde keneler çoğalır. Tilkileri öldürdüğünde fareler artar. Bu defa, güya hatasını düzeltebilmek için, sahiplik iddiasını daha yukarılara çıkarır. Ki böylece herşeyi en baştan (hatanın başladığı yerden) kurgulayabilecektir. En nihayet kazağın sonuna gelir. Ancak elinde yeni bir kazak olmaz. Söktüğü kazaktan çıkan bozuk iple kalakalır.

İsmail bize bu durumu şöyle ifade ediyor: "Evet, ama bazı şeylerin hâlâ elimizde olmadığı açık. Genel bir ekolojik çöküşü kontrol edemeyeceğimiz gibi. Böyle bir durumda sağ da çıkamayız./O zaman henüz güvende değilsiniz. Ne zaman tam anlamıyla güvende olacaksınız?/Tüm dünyayı tanrıların elinden aldığımızda." Peki, bunu yapmak yerine, neden dünyayı kendi haline bırakamıyor insanoğlu? Bunun cevabı da şöyle ifade ediliyor İsmail'de: "Ondan vazgeçmeleri... En baştan beri yanıldıkları anlamına gelir. Dünyanın nasıl yönetileceğini meğerse hiçbir zaman bilmedikleri anlamına gelir. Ondan vazgeçmeleri tanrılık hakkından feragat ettikleri anlamına gelir."

İşte, tam da bu bakış açısıyla, Bediüzzaman'ın 'enenin suistimaiyle şirk arasında kurduğu bağıntı' ve 'şirkten-ateizme geçiş' daha anlaşılabilir oluyor. Bir kere emanetçiliği bırakıp sahiplenmeye başlarsanız, bu durum, tıpkı dansa yanlış ayakla başlamak gibi, sonuna kadar uyumsuzluğunu sürdürüyor. Tevhid üzerine yaratılan koca kainat, hevanızla/bencilliğinizle şekillendirmeye çalıştığınız küçük dünyanızla uyum sağlamadığından, arızalar kaçınılmaz hale geliyor. Güya, bu arızaları giderebilmek için, teolojinizi daha da sapkın bir hale sokuyorsunuz. Bir an geliyor ki; değil yaratıcılıkta tek olması, Allah'ın varolması dahi sizi rahatsız etmeye başlıyor. Sizin mülkünüzü, yüzbin kere hâşâ ve kella, Allah sizden gasbediyor gibi geliyor. İşte o noktada şirkten ateizme geçiş yaşanıyor. Bütün kainatı onun mülkü olmaktan çıkarmakla yeni ve muhteşem düzeninizi kurabileceğinizi sanıyorsunuz. Ama pek feci yanılıyorsunuz. Çünkü İsmail'in de dediği gibi: "Sizi kıyamete götüren şey aracınızın ta kendisi."

"Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünemâ bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel' eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle adeta ene olur. Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder. Sonra, kıyas-ı binnefis suretiyle, herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenâb-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder, gayet azîm bir şirke düşer."

19 Kasım 2016 Cumartesi

Ahirzaman Samirileri...

Bediüzzaman, Ene Risalesi'de 'nefsin firavuniyetinin' üç türlü yansımasından bahseder: Red, tahrif ve inkâr... "(...) Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdâhale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkar, ya tahrif eder."

Ben ne zaman bu kısmı okusam, nefis ve firavunluk arasında kurulan ilgiden dolayı zihnen kıssa-i Musa'ya giderim. Orada, Firavun'un, Hz. Musa aleyhisselamın davetini duyduğunda takındığı tavrı 'red' kavramı içinde değerlendirirken, sihirbazlarının yenilgisinden sonraki tavrını ise 'inkar' şeklinde ele alırım. Çünkü redde salt bir 'kabul etmeme' anlamı saklıyken; inkarda, 'şahit olduğu şeyi görmezden gelme' veya 'saklama/bastırma' anlamları saklıdır. Firavun, Hz. Musa aleyhisselamın mucizelerini açıkça görmüş, bu konuda ehl-i ihtisas sayılacak sâhirler de 'onun yaptıklarının sihir olmadığını' tasdik etmişlerdir. Peki, Firavun'u böylesi delillere rağmen hakikate direnir kılan nedir? Belki de inkar, diğer kuvvelerin akla baskın çıkıp, onu 'hakikati görmezden gelmeye' zorladığı bir zemindir.

Red ve inkârın aynı olmadığını kullanımlarımızdan da anlayabiliriz: Mahkemeler davaları usule uygun bulmadıkları için reddedebilirler, ama varlıklarını inkar etmezler. Evlilik teklifleri de uygun görülmeyerek reddedilebilir, ama varlıkları inkar edilmez. Bir misafirlikte tarafınıza yapılan ikramı reddebilirsiniz, ama "Bana hiç ikram yapılmadı!" diye inkâr etmezsiniz. Bunlar farklı şeylerdir. İkincisi birincisinin yerine kullanıldığında söylenen şey 'yalan' olur. Biraz da bundan cesaret alarak diyebilirim ki: Firavun'un şahit olduğu mucizelerden sonraki haleti redden ziyade inkardır. Allah'ın varlığının şahidi olduğunu ise Kızıldeniz'de garkolurken söylediklerinden anlarız: "Musa'nın ve Harun'un Rabbine iman ettim."

Tahrif kelimesini anlamak içinse kıssanın biraz daha ilerisine götüreceğim sizi. Sözlükte 'değiştirme, karıştırma, bozma, bid'at çıkarma' gibi çeşitli anlamlara sahipse de, kelimenin kökeni 'harflerin yerini değiştirmek'ten geliyor. Ve benim bu fiili kıssa-yı Musa'da daha çok yakıştırdığım kişi Samiri. Çünkü Samiri, Hz. Musa aleyhisselamın dinini topyekün reddetmiyor. Hatta Taha sûresi, onun İsrailoğullarını saptırırken kullandığı argümanları şöyle naklediyor: "Nihayet Sâmirî böğüren bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. Bunun üzerine Sâmirî ve adamları: 'İşte sizin de, Musa'nın da ilâhı budur, ama o unuttu' dediler."

Yani görüldüğü üzere Samiri'nin yaptığı Hz. Musa aleyhisselamın şeriatını toptan bir red veya inkar değil. Fakat dinini bükmeye çalışıyor. Hatta Hz. Musa ile yaşadıkları diyaloglarda söyledikleri manidar: "Sâmirî: 'Onların görmedikleri bir şey gördüm: (Sana gelen) ilâhî elçinin (Cebrail'in) izinden bir avuç (toprak) aldım ve onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Bunu, bana böylece nefsim hoş gösterdi' dedi." Belki bu ayetlerden bir işarî mana olarak şunu anlayabiliriz: "Onların görmediğini gördüm" demekle kastedilen "Ben senin getirdiğin vahyin, İsrailloğulları'nın bile görmediği yanlarını (veya farklı şekilde) anladım..." demek olabilir.

"Elçinin izinden bir avuç (toprak) aldım ve onu (erimiş mücevheratın içine) attım!" ifadesini ise, değerli bulduğu eskinin bilgisinin içine bir miktar da vahiy bilgisinden kattığını, yani vahiyle malumatını karıştırıp birlikte sunduğunu ve bu sayede tahrifinin hem nefsine, hem İsrailoğullarına hoşgeldiğini, bir işarî mana olarak, anlayabiliriz. (Allahu'l-alem.) Bu açıdan diyebiliriz ki: Samiri vahyin hakikatini inkar ediyor değil. Ama keşfiyatını (onların görmediğini gördüm) ve eskinin bilgisini (erimiş mücevheratın içine attım) de, vahyi ikincil derecede bırakacak şekilde, kullanıyor. Ondan alıp şuna katıyor.

Bugünlerde Ignace Goldziher'in (1850-1921) Klasik Arap Literatürü'nü okurken hissettiklerim de buna yakın. Ne açıdan? Şu açıdan: Müsteşriklerin (ve onların öğrencileri olan İslam modernistlerinin) din üzerinde yaptıkları şey de buna benzer. Goldziher, kitabında, İslam tarihine dair verdiği doğru bilgilerin arasında kendi yorum ve çarpıtmalarını katarak 'bir avuç ondan alıp şuna atmayı' başarıyla uyguluyor. Mesela, Mekkî ve Medenî ayetler arasındaki üslûp farkını ele alışı şöyle Goldziher'in: "Bir bütün olarak ele alındığında, Kur'an'ın dili ve üslûbunun aynı biçimde olmadığı doğrudur. İlk vahiyler, gerçek ve yüce ilhamların bir ifadesi olup, kelimenin tam anlamıyla şiirseldir. (...) Bununla birlikte Medenî sûrelerde Muhammed'in peygamberlik coşkusu gitgide azalmakta, hatta nesir düzeyine inmektedir."

İslam tarihi hakkında tarafsız(!) bilgiler içerdiğini düşündüğümüz kitapta ne demeye getirmektedir Goldziher? Kur'an'ın Mekkî ve Medenî sûrelerindeki üslûp değişiminin 'hikmetten' değil 'bıkkınlıktan' kaynaklandığının iması değil midir bu? Dolayısıyla bu ima ikinci bir imayı içinde saklamaktadır: Kur'an, hâşâ, Allah'ın kelamı değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şiirsel metinleridir. Zaman geçtikçe de, hâşâ, ilk günlerdeki kalitesi kalmamış, şiirsellikten nesire bir düşüş olmuştur. Çünkü müellifi, her insan gibi, yorulmuştur. Peki, Bediüzzaman nasıl izah eder bu üslûp değişimini:

"Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyânın Mekkiye sûreleriyle, Medine sûreleri belâğat noktasında ve i'caz cihetinde ve tafsil ve icmal vechinde birbirinden ayrı olmasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Mekke'de, birinci safta muhatap ve muarızları, Kureyş müşrikleri ve ümmîleri olduğundan, belâğatça kuvvetli bir üslûb-u âlî ve îcazlı, muknî, kanaat verici bir icmal; ve tespit için tekrar lâzım geldiğinden, ekseriyetle Mekkiye sûreleri erkân-ı imaniyeyi ve tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve i'cazlı bir îcaz ile ifade ve tekrar edip ifade ederek, mebde' ve meâdı, Allah'ı ve âhireti, değil yalnız bir sahifede, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede, belki bazan bir harfte ve takdim, tehir, târif, tenkir ve hazf, zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli ispat eder ki, ilm-i belâğatın dâhî imamları hayretle karşılamışlar."

İşte Goldziher gibi müsteşriklerin İslam modernistlerinin beyinlerine attıkları toprak böyle birşeydir. Onların nefislerine bu işi tatlı gösteren de, tıpkı Samiri'de olduğu gibi, doğruların yanlışlarla karışık bir şekilde ortaya konulmasıdır. Ehl-i bid'a'yı ehl-i küfürden daha tehlikeli bir hale getiren yanları da budur. Budur ki, Hanbelî mezhebinin ileri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehâri'yi şöyle demeye mecbur etmiştir:

"Gidişatı kötü, fasık, facir, günahkâr ve zalim bir kişi, eğer ehl-i sünnete mensup ise onunla arkadaş ol ve meclisinde otur. Zira onun işlediği günahlar sana zarar vermez. Buna mukabil ibadete çok düşkün, âbid bir kişi heva ve bid'at ehli ise, onunla oturup kalkma, sözünü dinleme ve yolda birlikte yürüme. Zira böyle bir kişinin, tuttuğu yola sana güzel göstermeyeceğinden ve böylece seni de kendisiyle birlikte helaka sürüklemeyeceğinden emin olamam."

17 Haziran 2015 Çarşamba

Akıl tek başına yeterince akıllı değildir

Metin Karabaşoğlu abiyle Siyer Okumaları'na dair notlarımı konuşmaya devam edelim. Metin abi, mirac okumalarımızda 'manevî asansör' ifadesini sık kullandı. Tabii bu kullanım ister istemez hatırıma Ene Risalesi'nin ahirini getirdi. Okuyanlar hatırlarlar, Ene Risalesi üç yol (Fatiha'nın ahirindeki üç yol: mağdub, dallin ve sırat-ı müstakim ehilleri.) analiziyle biter.

Bu yollardan birisi yeraltından gider ki, müellif-i muhteremin ifadesiyle; "O zemin tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârıyla hakikate yol açmak için açtıkları meslektir." Diğeri, yeryüzünü kateder. O da "(...) esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, meşâiyyun hükeması gibi yalnız akılla, fikirle hakikatü'l-hakaike ve Vâcibü'l-Vücudun marifetine yol açanların mesleğidir." Üçüncüsü Bediüzzaman'ın da 'asansör' ifadesiyle zikrettiği havadan bir yolculuktur. "Baktım ki, o asansörler gibi nuranî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur'ân'-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir." Mürşidim bu yolun da aslını şöyle tarif eder: "(...) üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur'ân'ın cadde-i nuraniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî ve Rahmânî ve nuranî bir meslektir."

Üç yolda da kendisine emn u eman sağlayan Kur'an'dan ikram edilmiş aletler ve vasıtalardır. Bediüzzaman'ın bir Eş'arî olduğu hatırlanırsa, üç yolun üçünde de vahye yüzünün dönük olması ve vahiysiz o yolların hiçbirinde kurtuluş görmemesi daha derin anlaşılır. Fakat ben bugün o konuya dair konuşmayacağım. Asansör meselesine geri döneceğim.

Ders sırasında twitter paylaşımları yaparken 'manevî asansör' ifadesinin Ene Risalesi'nin ahirini hatırlattığını da yazmıştım bir dinleyici notu olarak. Bir sonraki hafta Metin abi, o not hakkında ağzımdaki şekeri bala çeviren birşey söyledi: "Ben de öyle düşünüyorum. Dikkatini çekti mi bilmem, zaten Mirac Risalesi de 31. Söz'dür. Yani Ene Risalesi'ni de içeren 30. Söz'den hemen sonra..." Ahmet'in kafasında nasıl flaşlar patladı bilemezsiniz. Gerçi Metin abinin Risale metinlerindeki sıralamaların nazm-ı maani eksenli bir nizamının olduğunu daha önce de anlattığı hatırlıyordum. Fakat bu sefer ki, aklı kapı açıp ihtiyarı elden almayan cinsten birşey değildi benim için. Aklıma da kapı açtı, ihtiyarımı da elimden aldı. 30. Söz'ün asansörünün 31. Söz'ün miracıyla bir ilgisi olduğuna artık yakînim var. (Bu arada Metin abinin inşaallah Risale metinlerinin sıralamasındaki mezkûr nazm-ı maaniye dikkat çeken bir makalesini de okuruz. Bu 'farkındalıklar' küçük paylaşımlar olarak hafızalarda kalmamalı yalnız.)

Benim 'Parçalarda boğulmak..." başlıklı yazı serimi okuyanlar bilirler. "Hayır küllî, şer cüzidir..." ifadesinden itibaren mürşidimden mülhem iddiam şudur ki: Biz, şer dediğimiz herşeyde aslında parçada boğuluyoruz. Bütüne çıkamıyoruz. Bütüne çıkıldıkça ancak varlığın hayır ciheti görünüyor. Parçada kalındıkça nazar körleşiyor.

"Andolsun ki onlara, 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, mutlaka 'Allah' derler..." buyuran Lokman sûresi de aslında buna dikkatimizi çeker. Kafir, nazarı 'yerlere ve göklere' kadar çıktığında Allah'ın varlığını ve kudretini kabul etmekten kaçamaz. Fakat kendince küçük gördüğü muamelatta ve fiillerde (mesela yine Kur'an'ın ifadesiyle 'çürümüş kemikleri kimin dirilteceği' hususunda) Allah'a ortaklar/yardımcılar veya imkansızlıklar şart koşabilir. Şirk zaten budur. Allah'ı inkar değildir. Allah'ın herşeyi idare ettiğinin inkarıdır.

İçinden şer ve dalalet çıkan bu nazar boğulması aslında 'parçada boğulmaktır' ve eşyada görünen teavün/yardımlaşma, tesanüd/dayanışma, teanuk/konuşma, tecavüp/cevaplaşma gibi fiilerin hakikati de ancak küllî bir bakışla keşfedilir. Tevhidin en büyük delili de işte bu tarz 'etkileşimden haber veren' fiillerdir. Fakat modern aklın parçalayıcılığı, herşeyi varlık adacıklarına ayırarak böylesi fiilerin okunmasına engel olur. Yine yüzümüzü Ene Risalesi'ne dönelim: "Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarını birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de, 'Kendime mâlikim!' diyen adam, 'Herşey kendine mâliktir!' demeye ve itikad etmeye mecburdur." Selahaddin Yusuf, Sirenleri Taşa Tutun'un hemen başlarında yeralan bir yazısında Alan Watts'tan şöyle bir alıntı yapar:

"Doğa bilimi incelemeleri başladığı zaman önce ayrıntılı bir biçimde türlerin ayrımı işine girişilmişti. Ekolojinin inceleme alanına alınması ancak son zamanlarda oldu. Son zamanlardadır ki, türlerin arasındaki ilişkilerin incelenmesine başlanıldı. Şöyle bir bakacak olursak aklın yapabildiği şey, olsa olsa dünyayı nesnelere ve olaylara bölmekten başka birşey değil. Bu da nesnelerin birbirinden bağımsız ve bağlantısızlığı ve tıpkı bunun gibi bizim de nesnelerden bağımsızlığımız bağlantısızlığımız üzerine abartılı bir vurgu yapmış oluyor. Aklın bundan sonraki görevi böylece bölünmüş olan şeyler arasındaki bölünüp koparılması olanaksız olan bağlantıları ve ilişkileri yeniden keşfedip sayısız parçalara bölünmüş olan evreni bütünlüğe kavuşturmak olmalıdır. Bunu yaparken akıl kendi sınırlarını görüp anlayacaktır. Anlayacaktır ki, akıl bunun için yeterli değildir. Akıl tek başına yeteri kadar akıllı olamaz. Nasıl suyu içtiğiniz zaman soğuk olduğunu anlıyorsanız, bunun gibi içgüdülerden gelen bir duyarlılıkta dünyaya yaklaşılmadıkça bu bağlantıları, bu ilişkileri bilmek olanağı olamaz..."

Aklın tek başına yeterince akıllı olmaması bize yukarıdaki üç yolda Bediüzzaman'ın Kur'an'dan gelen alet ve vesaitlere verdiği önemi hatırlatıyor. Ve de Eş'arîliğin hakikati arayışta vahye biçtiği 'olmazsa olmaz' konumu. 'İçgüdülerden gelen bir duyarlılık' ifadesi de bizdeki fıtratı çağrıştırıyor. Üzerine yaratılmış olduğumuz doğruları yani. Özümüzde olanı. Fakat ben yazımda bu konulara da girmeyeceğim.

Bu parça ve bütün meselesi; parçada kalışın insanda her an bir hüzne/şekvaya neden oluşu ve hakikatin keşfinin ise bütüne bakmakla mümkün olabilmesi meselesinin miracla şöyle de bir ilgisi var bence: Bir insan düşünün ki; parçalarda boğulabilmek tehlikesi adına en çetin sınavları tatmış ve vermiş. Kendi kavminden, kabilesinden, hatta öz amcasından düşmanlık görmüş. Boykotu yaşamış, baskıyı yaşamış, eşi Hz. Hatice annemizi kaybetmiş, ardından amcası Ebu Talib vefat etmiş, ardından Taif'e gitmiş ve orada taşlanmış... Parçada boğulup boğulmamaksa eğer bu dünyadaki sınav, en çetinlerini vermiş Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Ve hepsini aşmış. Taif'te üzeri kan içinde ettiği o meşhur münacaatta vurguladığı gibi; eğer Onun rızası varsa bütün bunların önemli olmadığını söyleyebilmiş. Yüzü bu denli bütüne dönük. Bütünün sahibine dönük. Her hayrın onun elinde olduğunun farkında.

İşte yüzü böylesine bütüne dönük olanı, bütünden dönmez olanı, Allah'ın, miraca çıkarıp, bir manevî asansörle bütünün bütün parçalarını göstermesi neden garip olsun? Allah parçalarla imtihan ettiği kulunu, onlarda boğulmaz görünce, iman ettiği bütünü görmek şerefine erdirmiş olamaz mı? Ki o zaten görmüş gibi iman ediyordu.

Bütünü görmek beşer için ferahlatıcıdır. Ki parçalarda boğulanların merhemi de her zaman bütündür. Allah Resulünün vefatı hengamesinde acısından dolayı çevresine sert sözler söyleyen Hz. Ömer'i vahyin bütünlüğü ile tedavi eden de Hz. Ebu Bekir efendim değil miydi? Zaten vahiy bizi bütünlüğü hatırlatarak tedavi eder. Allan Watts'ın ideal akılda hayal ettiği şeyi vahiy yapar aslında. Şimdi, istersen yüzünü tekrar Ene Risalesi'nin ahirine çevir. Orada da parçalarda boğulmamayı başarmış bir kula, Allah, asansörünü lütfetmiyor mu? Yerin altıdan veya üzerinden geçmeyi başaran; bu çetin yolculuklarda Kur'an'ın verdiği vesait ve araçları elinden bırakmayan/yola yenilmeyen bir kula asansör lütfetmek... Belki de hakikat-i mirac böyle birşeydir: Yola yenilmeyenin yoldan kurtarılması. (Asansör olarak Kur'an'ı ise bir sonraki yazıda konuşalım, inşaallah.)

13 Haziran 2013 Perşembe

Gazalî'den Bediüzzaman'a ene ve kuvveler...

Metin Karabaşoğlu abiyle bir grup talebe her pazartesi yaptığımız Ene Risalesi okumalarında enteresan şeyler keşfediyoruz. Bunların bir kısmı oraya gelirken yanımızda oluyor. Bir kısmını ders sırasında farkediyoruz. Bu açılımlar, bana, Risale-i Nur’u ideal okuma şeklini de öğretiyorlar. Şahs-ı manevinin eline verilmiş bu emaneti, ancak farklı fıtratlardan mürekkep bir şahs-ı manevi anlayabiliyor. Kişilerin, bireysel okumalarla istifadesi ise, her zaman mukayyet. Zaman cemaat zamanı, ama belki de böyle bir cemaat zamanı. Hakikati birbirleriyle yardımlaşarak bulmaya çalışanların zamanı. Yoksa lider kültünün altında ezilen iradesizlerin zamanı değil.

Bu okumalar esnasında elbette herkes kendi dünyasını getiriyor oraya. O sırada elimizde olan, gözümüze çarpan başka metinler var. Ve bazen o kafamızda takılı olan metin, Ene Risalesi’ni okurken bir karşılık buluyor. Kâinat, aynı katibin kaleminden çıkma olduğuna göre (ki buna imanımız var) oradan çıkan bilgide de bir paralellik, bir uyum var. Bazen alakasız gibi duran birşey, bir başkasının kapısı oluyor. Hiç böyle düşünmeden okuduğunuz bir kitap, bir diğerinin kalbinize nüzulüne sebep oluyor. Tevafuk, ara sıra karşılaşılan bir sıradışılık değil. Kaderin kafiyesi. Yalnız şu da var ki: Biz bu kafiyeyi bazı bazı farkediyoruz.

İşte bu tevafuklardan birisini de ben İmam Gazalî’nin Tevbe Risalesi’ni (Etkileşim Yayınları) okurken yaşadım. O kitap elimdeyken karşılaştığım satırlar, diğer taraftan Ene Risalesi’ne yönelik mesaimiz, ikisi arasındaki tevafukları okumamı sağladı. Ki bunlardan en hoşuma gideni de kuvveler bahsine dairdir.

Bediüzzaman’ın insanın içdünyasını anlatırken en çok kullandığı terimlerdendir bu kuvveler. Çoğunuz bilirsiniz isimlerini: Kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i şeheviye. Bu üç kuvvet, üç farklı estetik algısı, üç farklı temayül şekillendirir insanın his dünyasını. Özellikle Ene Risalesi’nde Bediüzzaman kuvveler bahsine büyük vurgu yapar insanı okurken. İnsanlık tarihinin tamamına onların ekseninden yaklaşır.

Fakat klasik metinleri taramaktan uzak kalışımızdan mıdır bilinmez, pek bilmeyiz bu kuvvelerin literatürdeki yerini. Yani onları ilk Bediüzzaman mı bulmuştur? Yoksa daha evvel başka âlimler de bu kuvvelerden bahsetmiş midir? Yine mesela Ene, Bediüzzaman’ın keşfi midir? Yoksa Ondan önce de Ene’ye benzer/yakın tarifler yapılmış mıdır? Pek kurcalamayız bunları. Halbuki gelenekle irtibatlı okumalar, Bediüzzaman’ın, nasıl bir özden beslendiğini ortaya koymak açısından çok anlamlıdır.

İşte Tevbe Risalesi’ni okurken İmam Gazalî’nin o leziz metinleri içinde bu kuvvelerin ve hatta enenin tariflerine rastladım ben de. O zaman Bediüzzaman’ın bu tarifleri yaparken nasıl kaynaklardan beslendiğini daha iyi anladım. Zikrettiğim eserin ikinci bölümünde Gazalî şöyle bir yere getiriyor tevbe meselesini: “Günaha sevk eden sıfatlar dört gruptur: Rububiyet sıfatı, şeytanî sıfat, hayvanî sıfat, yırtıcı sıfat.”

Metnin ilerleyen kısmında bu sıfatların tariflerini de yapan İmam Gazalî, adeta, kuvveleri kendi cümleleriyle anlatıyor oralarda. Ve ilave olarak ilk zikrettiği Rububiyet sıfatını da şöyle tarif ediyor: “Bu sıfatların etkisindeki insan adeta ‘Ben sizin en büyük rabbinizim’ demek ister. Bütün büyük günahlar bu sıfattan çıkıp dal budak salar.”

Durun bir saniye. Bu son cümleyi ben bir yerden hatırlıyorum. Evet, Bediüzzaman da eneyi anlatırken yakın bir ifade kullanır: “Evet, ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir.” Fakat bir farkla: Gazalî malum sıfatın sadece şer yönünü nazara verirken, Bediüzzaman hayır ve şer yönünü beraber nazara verir.

Metnin devamında yapılan tanımlarda ise yırtıcı sıfat kuvve-i gadabiyeye, hayvanî sıfat kuvve-i şeheviyeye, şeytanî sıfat ise kuvve-i akliyeye çok yakın tariflerle izah edilir. Yalnız bunlarda da yine İmam Gazalî meselenin sadece şer boyutuna bakar. Bediüzzaman ise hayır ve şer ekseninin ikisine birden bakarak kuvvelerin izahlarında bulunur. Ama aynı kaynaktan su içtikleri o kadar bellidir ki.

Dahası da var: Biz bu dersi yaparken Metin abi; “İşte, o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında...” ila ahir devam eden kısımda Bediüzzaman’ın önce kuvve-i şeheviyeyi, sonra kuvve-i gadabiyeyi ve daha sonra kuvve-i akliyeyi zikretmesinden hareketle dedi ki: “Bu aslında küfrün hareket şeklini de gösteriyor bizlere. Çünkü daha evvelinde kuvvelerin hayra yönelik istimalini anlatırken (‘küre-i zeminin bağında mübarek dalları, kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn...’ ila ahir devam eden kısım) önce kuvve-i akliyeyi, sonra kuvve-i gadabiyeyi, sonra kuvve-i şeheviyeyi zikrediyordu. Demek ki, imanın hareket tarzı akıl kuvvesinden şehvet kuvvesine doğru. Küfrün hareket tarzı ise önce şehveti elde edip oradan aklın küfrüne kadar yol bulma şeklinde...” Bunun üzerine konuştuk bir miktar. İkinci Lem’a’da geçen “Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var” cümlesi hatırımıza geldi.

Ders bitti. Daha sonra ben Tevbe Risalesi’ndeki metne bir de bu gözle bir baktım. İmam Gazalî’nin cümleleri, Metin abinin Ene Risalesi’nden yaptığı çıkarımı doğrular nitelikteydi: “Bu sıfatlar insan fıtratında tedrici olarak gelişir. Önce hayvanî sıfatlar baskın gelir. Ve yırtıcı sıfatlar onu takip eder. Sonra ikisi birlikte aklı aldatma, hile ve kandırma gibi şeytanî sıfatlar için kullanmaya başlarlar. Ardından rububiyet sıfatı galip gelir. Övünme, izzet, yücelik, büyük sayılma beklentisiyle bütün yaratılmışları istila etmek ister.”

Küfrün hareket tarzını konuşmayı başka vakte erteleyelim. Bu yazıdan muradım aralarında asırlar bulunan iki ses arasındaki ahengi göstermekti. Bunun böyle olduğunu zaten düşünsek de izlerini görmekle insan daha bir mutlu oluyor. Bu yazı da biraz garip kalmakla birlikte, bu kadar...

15 Nisan 2013 Pazartesi

Marifet geometrisi...

Daha ilköğretim yıllarından ders aldığımız birşey var: Benzerlikler... Açı-kenar-açı veya kenar-açı-kenar şeklinde (daha farklı şeyler de vardı belki, ama anımsamıyorum) kurulan benzerlik bağıntısı, iki şekil içinde değeri sorulan herhangi birşeyin cevabını bulmamızı sağlayabiliyor. Üç öğesi arasında farkettiğiniz matematiksel oran, her iki üçgenin diğer öğeleri arasında da aynı matematiksel oranın bulunduğuna hükmetmenizi sağlıyor. (Üniversiteye hazırlananların kafasında kesin bir ampul parlamıştır şimdi.) Ve böylece problemde sizden istenen cevabı oran kullanarak bulabiliyorsunuz.

Bu benzerlikler bahsini ne zaman düşünsem aklıma ene geliyor. Enenin bizde yaptığı görevlerden birisi de buna benziyor sanki. Mesela ene; Allah’a dair meselelerde kâinatla Onun arasında kuramayacağımız bağıntıları, ikinci bir gerçeklik alanı daha oluşturarak, kurabilmemizi sağlıyor. Bediüzzaman’ın Ene Risalesi’nde bahsettiği gibi, insanın içinde bir tasavvur ve tahayyül aracı ene... Tahayyülleri va tasavvurları, bize geometrideki ikinci üçgene benzer bir alan sağlayarak, asıl üçgenle benzerlik bağıntıları kurmamızı öğretiyor. Fakat bu alan gerçekte yok. Tıpkı geometrik şekiller gibi...

İkinci bir alan kurgulayarak kendinizde var farzettiğiniz fiileri, gerçekte varolanla benzerliklerini de ortaya koyarak, bilgiye dönüştürüyorsunuz. Bu, belki sadece yukarıdaki tarzda bağıntı formülü elde edebilmek için yapılan birşey. Açı-kenar-açı, kenar-açı-kenar gibi bir benzerliği yakaladığınız anda üçgenlerdeki diğer öğeler arasında bir benzerlik kurgulayabiliyorsunuz:

“Ben nasıl bu odayı temizliyorsam, Allah da kainatı öyle temizliyor ki, kainat temiz kalıyor...” diyorsunuz mesela. Bu yönüyle sanırım orantıyla da bir bağıntısı var enenin ölçüm yönteminin. Fakat burada kritik pozisyon esmanın tamamından geçildikten sonra ism-i Kayyum’a varıldığında alınması gereken pozisyon. Ona varıldığında var farzettiğimiz alanın tamamını yıkmak gerekiyor. Çünkü onlar kendi başlarına varolamazlar. ism-i Kayyum tefekkürü, hepsinin köklerini kesmemizi tembihliyor bize. Devam ettiren yalnız O... Ya biz? Biz sadece enedeki farzetme yeteneğiyle bunları anlayabilenleriz.

Ben buradan daha evvelki yazılarda dikkat çektiğim sırr-ı temsil dürbünü meselesine bir paragraf daha açacağım: Kur’an’daki misallerin de aslında böyle bir ölçü verme tarafı var bize. Cenab-ı Hakkın gayba dair şeyleri bizlere anlatırken çoklukla kullandığı misaller, aslında bize işte aynı benzerlik bağıntısını kurmayı öğretiyorlar. Mesela baharın haşre misal gösterildiği ayet, yine aynı kenar-açı-kenar benzeri bir bağıntıyı; ölümle kış, baharla hayat, dirilmeyle yeşerme arasında kurmamızı ve bu benzerlikten hareketle gaybî meseleyi tıpkı “Mahrem bir suale cevaptır” bahsinin son kısmında denildiği gibi şuhuda yakın bir şekilde anlamamızı sağlıyor.

İnsan, anlamaya çalıştığı herşeyi anladığı şeyler üzerine bina ederek öğrenen bir canlı. Bu yönüyle uzağı yaklaştıran, dağınık meseleleri toplattıran, işte bizim malumatımız üzerine inşa edeceğimiz bilgi. Bu yönüyle benim “Mahrem bir suale cevaptır” bahsinin sonundan hareketle anladığım öğretim şekli; insana bildiği üzerinden benzerlik bağıntıları kurabilmesini sağlayabilecek bir öğretim şekli. Bir nevi marifet geometrisi veya matematiği.

Kurgu alanlardan hakikat alanına çıkarımlar yapabilme... Bu öyle bir bilgi üretim metodu ki, eğer böyle benzerlikleri bulabilir bir akla sahip olabilirseniz; herşeyin içinden Allah’a uzanan yollar çıkarabiliyorsunuz. Bilginize göre... Çünkü kenar-açı-kenarı bulduğunuz an aklınız temsilin diğer ucundaki bağlantı noktalarına gidiyor. Bir yönüyle gayba iman ediyorsunuz. Ne güzel dersler var şu sırr-ı temsilde veya enede. Belki sünneti de bu gözle okumak gerek. Ama o konuyu işlemek bu yazının haddi değil.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...