Firavun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Firavun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Haziran 2022 Pazartesi

Johnny nasıl Depp'ti Amber'i Heard'ün mü?

 "Şüphesiz, ahirete iman etmeyenler, meleklere dişi isimleri veriyorlar." (Necm sûresi, 27)

'Gavur' deyip geçmeyin muhterem kârilerim. Adamlar ahiret işlerinden anlamasalar da dünyanın nasıl döndüğünü biliyorlar. Kârlarını-zararlarını ayırıyorlar. Nitekim bu iş görür muhakeme yeteneği sayesindedir ki, Johnny Depp abimiz, Amber Heard yengenin elinden itibarını kurtarabildi. Yaaa... Eğer "Kadının beyanı esastır!" gibi bir saçmalık orada olsaydı, abimiz şuan Kaptan Jack Sparrow gibi kodeste gün saymaktaydı. Bir verdiği karşı geldi galiba. (Muhtemelen pahalı avukatlara verdikleridir.) Paçayı sıyırdı. Tabii büsbütün sıyırma diye birşey sözkonusu değil. Zira eskiler böyle durumlar için derler: Şuyûu vukûundan beterdir. 

'Kadın iftirasına uğramış bir peygamberin kıssasını'  Kudsî Kitab'ında okuduğu halde "Kadının beyanı esastır!" gibi bir garabete tutunmuş pek az topluluk vardır herhalde tarihte. Ahirzamandır efendim. Olur. Belki (ve de Allah korusun) daha fenası da olur. "Erkeğin beyanı zerzevattır!" diye bir kanun da çıkabilir. Çünkü artık kadın-erkek hukukunda neyin 'doğru' neyin 'yanlış' olduğuna kadın hukukçular karar vermektedir. (Ve her nedense bu kadınların erkeklere bir husumeti sezilmektedir.) Kârilerim, yanlış anlamayın, Züleyha'nın durumunu insan kendisine şöyle-böyle açıklar. Fakat bu ablalarımızın hayattan istediklerini aldıkları zannedilir. Çünkü erkekliği geriletme davasına gönül vermiş mücahidelerin çoğusu evlidir. Maşaallah. Eh, yakıştırmayız, eve iş taşımak yanlış iken bir de evi işe taşımak hiç doğru olmaz. Sorun varsa bunları Türkiye'yi karıştırmadan çözmek en muteberi olur.

Bilmediğimiz hakkında konuşmayalım. Zannın çoğu haramdır. Bildiğimizse şu: Ta Firavun'dan beri, dünyacı/küfranî akıl, menfaatinin hangi gelecek senaryosunda olduğunu bilir. İsrailoğullarının erkeklerini öldüren Kıptîliğinde rahat eder. Çünkü 'erkekleri öldürmek erkekliği öldürmek'tir. Musa aleyhisselamın muvaffakiyeti bu 'erkek katliamına' karşı Allah'ın muhafazasında bulunmasındandır. Hayatına dair okuma yapanlar hakvereceklerdir. Musa aleyhisselam karakterçe de erkektir. Şimdi 'erkek' kelimesini 'olumlu' anlamda çok kullandık ya. Buradan da başımıza işler açılacak. Üşenmeyip o konuya dair birşeyler karalayalım:

Efendim, müslüman, erkeği 'erkek' kadını da 'kadın' iken sever. Çünkü herşeyin Allah'ın yarattığı şekilde doğru olduğuna iman etmiştir. Allah Hakîm'dir. Nihayetsiz hikmet sahibidir. Yaptıklarında abes-yanlış yoktur. Yani ki beşer tashihine ihtiyaç yoktur. O nedenle yaratışında 'adres şaşırması' olduğu düşünülemez. Evet. Bütün renkler Allah'ındır. Farklılıkları yaratan Allah'dır. Fakat Allah'ın yarattığı renkte yanlış olduğu imâ edilemez. "Bu mavi görünüyor ama aslında sarıdır!" diye birşey yoktur bizim itikadımızda. Allah'ın mavi olarak yarattığı mavidir. Sarı olarak yarattığı da sarıdır. Bu sebepten mavi maviliğe, sarı da sarılığa teşvik edilir. Mavi sarılıktan, sarı da mavilikten men edilir. Fıtratlarının aksine yönlendirilmez. Aksine yönlendirme Allah'ın yaratışı hakkında terbiyesiz ithamlar taşır. 

Doğruyu görmek istemeyenlere ise modern(!) çağda tabiata (daha doğrusu kevniyata-kainata) firavunane yapılan müdahalelerin küremizi düşürdüğü durum misal gösterilmelidir. Beşerin küfranî hendesesi, hangi ölçüsünde-tartısında dünyayı 'daha iyiye' götürmüştür ki, cinsiyet konusunda isabet ediyor olabilsin? Elbette buradan da varacağı yeni bir kıyamettir.

Şunu bir türlü anlatamıyoruz bu arkadaşlara: Bir erkeğe "Karı gibi konuşup durma!" nasıl bir uyarıysa kadına da "Erkek Fatmalık yapma!" o derece uyarıdır. Birincinde 'karı' ikincisinde ise 'erkek' hakaret kastıyla kullanılmıştır. Yani sadece 'kadınlığın aşağılanması' diye birşey sözkonusu değildir. Erkekliğin de yersizliğinde kınandığı olur. Kastolunan tavrın hikmetsizliğidir. Ümmetin burada korumaya çalıştığı aradaki çizgidir. Çünkü müslüman herşeyi, hem Yaradandan ötürü, hem de tam yarattığı şekilde sever.

Diyorum ya: Gavuru küçük görmemek lazım. Gavur, tüm gavurluğu içinde, dünya işinin nasıl döndüğünü biliyor. O yüzden Gone Girl (Kayıp Kız) gibi filmleri de çekiyor. Yani uyarıyor: Arkadaş, bu kadını melekleştirmeye çalışıyorsunuz amma, bu da bir ifrattır. Eğer bir kadın şeytanının oyuncağı olursa erkeğin başına türlü işler getirebilir. Bunu da kendisinin melekliğine toz kondurmadan halleder. İnanmayan varsa filmin hikâyesini araştırıp okusun. (Aslı romandır zaten. Onun da Türkçesi mevcuttur. Boş vakti olan kurcalayabilir.) Zaten ümmete bu hastalık da arız oldu artık. Kendi kitabındaki doğruları bile ancak gavurlardan onayını işitirse kabul edebiliyor. Onlar onaylamasa kenarda bekletiyor.


Firavun zeki adamdı muhterem kârilerim. Tek gözlü, yani Deccalî, yani yalnız dünyanın işine konsantre bir akılcılığı vardı. O yüzden köle statüsünde yaşattığı İsrailoğulları'nın erkeklerini/erkekliğini öldürmüştü. O kavim ki, gördükleri nice mucizeye rağmen, Musa aleyhisselama defalarca kaypaklık ettiler. Savaşa gittiklerinde "Senle Allah'ın savaşsın!" deyip gevşediler. Tur dağına çıkınca hemen bir buzağı heykeli yapıp tapınmaya başladılar. Daha türlü türlü oyunları Musa aleyhisselamın müstakim erkekliğine çevirdiler. Onların kıssalarını okuduğunuzda Yakub aleyhisselamın oğullarına "Şehre ayrı kapılardan girin!" demesinin sırrına da bir derece vâkıf olursunuz. Kıptîlerin bu kadar erkek gibi erkeği beraber görünce rahatsız olacağını sezen bir feraset vardır bu nasihatte. Allahu'l-a'lem. Ki Mısır serüvenleri boyunca da İsrailoğulları'nın erkekliği Kıptîlerin devletini rahatsız etmiştir.

Bizim erkekliğimiz de elbette birilerini rahatsız ediyor. Sadece erkekliğimiz mi? Bizim kadınlığımız da aynı şekilde rahatsızlık verici. Küresel akıl, Deccalî tek gözlülük, yine hedefini ıskalamıyor. Hemen gelecek senaryoları üzerine çalışmaya başlıyor. "Bu kadar müslüman erkek-kadın olmamalı!" Eh. Firavun gibi doğanları kundağının içinde öldürecek değil ya. 'Nüfus kontrolü' diyor. 'Aile planlaması' diyor. Algı yönetiyor. Kapısından girecek erkek sayısını düşürmeye çalışıyor. Yetmedi mi? Erkekliği bastırıyor. Kadınlığı erkekleştirerek erkekliği geriletmeye gayret ediyor. Bunu da apaçık yapacak hali yok tabii. Bir meşruiyet inşası şart. O da nedir? 'Kadın hakları'dır. 'Pozitif ayrımcılık'tır. 'Eril gelenek'tir. 'Cinsiyet eşitliği'dir. Hatta bizzat devletin-piyasanın kadınları erkeklerden daha çok beğenmesidir. 

Sonuç ne olur peki? Bediüzzaman, 5. Şua'da, "Ahirzamanda bir erkek kırk kadına nezaret eder!" hadisini rahatsız edici bir şekilde tevil ediyor arkadaşlar: "Allahu a'lem bissavab, bunun iki te'vili var: Birisi: O zamanda meşru nikâh azalır veya Rusya'daki gibi kalkar. Bir tek kadına bağlanmaktan kaçıp başıboş kalan, kırk bedbaht kadınlara çoban olur. İkinci te'vili: O fitne zamanında, harplerde erkeklerin çoğu telef olmasından, hem bir hikmete binaen ekser tevellüdat kızlar bulunmasından kinayedir. Belki hürriyet-i nisvan ve tam serbestiyetleri kadınlık şehvetini şiddetle ateşlendirdiğinden fıtratça erkeğine galebe eder; veledi kendi suretine çekmeye sebebiyet verdiğinden, emr-i İlâhî ile kızlar pek çok olur." 

Biz bu 'rahatsız edici tevil'e (ne mutlu ki rahatsız ediyor) tecrübelerimizle şunu da ekleyelim: Musa karakterli erkeklerin sayısı kırktabire düşerse sırrın bir başka vechi de ortaya çıkmış olur. Çünkü yine Bediüzzaman der: "Erkekler hevâ ve hevesle kadınlaşırsa, kadınlar da nâşizelikle erkekleşir." Rakamlar bu hileyle de oynatılabilir yani. 

Öyle. LGBT üzerinden çevrilen 'erkekleştirme-kadınlaştırma' oyunlarına kanarsak, bırakın Allah rızasını, kendi şerefini-menfaatini-namusunu korumak için bile savaşmayı göze alabilecek erkekler-kadınlar bulamayacağız. İçimizdeki Musalar her çağrılarında "Senle Allah'ın savaşsın!" kaypaklığına maruz kalacaklar. Fitnenin en can yakıcı yeri ise yine şurada düğümleniyor: Bizi kesen baltanın sapı da bizden. İşin o kısmını bile çalışmışlar sanki. KADEM(e) KADEM(e) inşa edilen bir Amber Heard'lar ordusu Kızıldeniz'e doğru ümmeti kovalıyor. Kimse diyemiyor: "Bu kanunlar Johnny'e-Tony'e, uyar mı Ali'ye-Veli'ye?" Cenab-ı Hak denizi geçebilmeyi nasip eylesin muhterem kârilerim. Ama geçince de zor bitmeyecek.

30 Mart 2022 Çarşamba

Kandırmayanı olmayan kanmaz

"(Diyanete itaat etmeyen felsefe) riyâkâr bir hüsnü istihsan ettiği için riyâkârları alkışlamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbide yapmıştır. Yani; o sanem-misâller, perestişkârlarının hevesatlarına hoş görünmek ve teveccühlerini kazanmak için, riyakârane gösteriş ile ibadet gibi bir vaziyet gösteriyorlar."

'Bismillah' demenin bir 'tebliğ' bir de 'teslim' yönü var sanki arkadaşım. Evet. Verirken 'Bismillah' diyen özbir kalbine 'asıl mülk sahibinin Allah olduğunu' hatırlatır. Elhamdülillah. Alırken 'Bismillah' diyen de az farklısıyla aynısını yapar. Yani anımsar: Asıl bağışlayan muhatabı değil Allah'tır. Esbap yalnızca perdedir. Buradaki görünümler mecazîdir. Fakat her ikisi de 'Bismillah'larını birbirlerine (veya çevrelerine) işittirdiklerinde mübelliğ makamına geçerler. Çünkü işitenlere de alışverişin Malik-i Hakiki'si ihtar edilmiştir. İç-dış dengesi böylece kurulur.

Ne güzeldir. 'Alan' Bismillah dediğinde 'veren' içine söylediğini dışından tekrar işitir. Zikr-i hafîsi zikr-i cehrîyle destek bulur. Enfüsüne nasihati âfâkta şahitlenir. Kuvvetlenir. Delillenir. Veren 'Bismillah' dediğinde de alanın gönlüne aynı tebliğ dokunur. Hayy'dan gelen Hû'ya gitmiştir. Nedenlerin-sonuçların yaratışta tesiri yoktur. Böylece vesileler vesileliklerini ilan ederler. Demek 'Bismillah' müslümanca varlık algımızın bir tür alemidir. Sembolüdür. İşaretidir. Onu her deyişinde çarkların üstünde bir okumayı, şuursuzca da olsa, kasteder.

Mürşidim bir yerde bu sadedde diyor ki: 

"Hem veren 'Bismillah' demeli, hem alan 'Bismillah' demeli. Eğer o 'Bismillah' demiyor, fakat sen de almaya muhtaçsan, sen 'Bismillah' de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükürle öp, ondan al. Yani, nimetten in'âma bak, in'amdan Mün'im-i Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et. Çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi." 

İşte, arkadaşım, alanın 'Bismillah' deyişindeki yeterlilik, sanki biraz da 'tebliğ' makamına bakar. Allahu'l-a'lem. Veren 'Bismillah' şuurunu taşımıyor olsa da, alanın 'Bismillah' deyişi, vesilenin aşkınlık sanrısını berhava eder. Şahit arayışını boşa düşürür. İçindeki dalaleti köreltir. Tevehhümünü dağıtır. Firavun'un, "Rabbiniz değil miyim?" diye sormakla kavminden aldığı tasdik, sihirbazlarının imanına karşı sergilediği kızgınlık, bu meyanda söylenenleri haklı çıkarır. Kur'an yaşanan diyaloğu elbette pekçok hikmetle nakletmiştir. Onlardan belki birisi: Her sahtekâr kandırmacasına şahit ister. Kandırmayanı olmayan yeterince kanamaz. Öyledir. Perestlerin putlarına tutunduklarından fazla putlar perestlerine tutunur.

Kandırmadığımızda kanabilecekleri de kurtarıyoruz demek ki arkadaşım. Ne mutlu. Hatta derim ki: Mü'minin mü'mine aynalığı buradan da tefekkür edilebilir. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz, onu 'dilinden-elinden emin olunan' diye tarif ederken, aynalığının mahiyetini de nazara veriyor sayılamaz mı? Şunu yalnız 'zararsızlık' olarak da düşünmemek lazım. Eksik kalıyor çünkü. Yeri geldiğinde 'faydasızlığımız' da faydadır. Şeytana yardım etmeyen meleğin yanındadır. 

Yine zulmünden alıkoymamızın zalime yardım olduğunu Ondan öğreniyoruz. (Öğrendiklerimiz sayısınca salat u selam olsun.) Dikkat ettin mi? Hepsinin özünde dürüstlüğümüze yapılmış bir gönderme var sanki. Evet. Eğer kavmi Firavun'u iddiasında tasdik etmeseydi bu derece şaşırır mıydı? Herkes alırken 'Bismillah' deseydi verenler mağrur olabilirler miydi? Dürüstlüğümüze de bir başlangıç arıyorsan itikadımızı düşün isterim. Allah'ın yarattığı herşeyi yine Allah'a vermek doğruluğun bidayetidir bence. Burayı şaşırdıktan sonra aşağıda o ahlak kolay kolay toparlanmaz. İlk düğmesi yanlış iliklenmişi yukarıda toparlayamazsın çünkü. 

7 Mayıs 2021 Cuma

Kur'an Firavun'un imanından neden bahseder?

Bismillahirrahmanirrahim. Bu konuda uzunca sarf-ı kelam edip halt yemeceğim. Çünkü çapımı aşan bir mevzu olduğunun farkındayım. Hem mürşidim de ilgili bahiste bir 'haşiye' ile demiş: "Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattir." Sera nere Süreyya nere? Ahmed gibi sinek nere o göğün kartalları nere? Fakat bir tevafuk hatırına hakkında azıcık konuşacağım. Cenab-ı Hak sırat-i müstakimden ayırmasın. Kırık sözler söyletmesin. Hidayetinden bahşetsin. Kusurlarımızı affetsin. Sürç-i lisanım olursa şimdiden özür dilerim. Müsamahanızı dilerim.

Sadede geleyim. Kader Risalesi'nde şöyle bir metin yeralıyor: "Cüz-ü ihtiyarînin üssü'l-esası olan meyelân, Maturidîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş'arî ona mevcut nazarıyla baktığı için, abde vermemiş. Fakat o meyelândaki tasarruf, Eş'ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref' etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise o anda onu terk edebilir. Kur'ân ona o anda diyebilir ki: 'Şu şerdir, yapma.' Evet, eğer abd, hâlık-ı ef'âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref olurdu."

İşte birgün şu bahsi okumuşum. Kafamda dönüyor, dönüyor, dönüyor. Ama ne anlatıyor? Kavrayamıyorum. Kuşatamıyorum. Cehaletimden sıkılıyorum. Daralıyorum. Üzülüyorum da. Her neyse. Öyle bir vaziyette Kur'an okumaya karar verdim. Çünkü Kur'an okuduğum zaman, başkalarına da böyle oluyor mu bilmem, kafamdaki telaş dağılıyor. Fikrim duruluyor. Kalbim bir parça sükûnet buluyor. Düzensiz çalkalanmalar ritmik dalgalanmaya dönüşüyor. Elhamdülillah. Şüphesiz Allah'ın kelamı, kendisi hakkında buyurduğu gibi, hidayet ve şifadır. İki tesiri birden gösterir. Hem yanlıştan çevirir hem hakikate götürür. O gün de böyle hoş bir tevafuk oldu.

Birden Yunus sûresinin 90. ayeti karşıma çıktı. Parladı. Hatırlayacaksınız: Firavun'un Kızıldeniz'de boğuluşunu anlatır. Kısacık bir mealiyle şöyle buyrulur: "Derken İsrâiloğullarını denizin öteki yakasına geçirdik. Firavun ve ordusu da haksız yere onlara saldırmak üzere peşlerine düşmüştü. Sonunda Firavun boğulmak üzereyken şöyle dedi: Elhak, inandım ki, İsrâiloğullarının iman ettiğinden başka ilah yokmuş! Ben de artık kendini Ona teslim edenlerden biriyim." İşte, şükür, bu ayetle yukarıdaki bahiste ne söylendiğini bir parça kavradım gibi geldi. Hem de bu bahsin Kur'an'da yeralışının büyük bir hakikate işaret ettiğine uyandım. Nasıl? Açayım:

Firavun gibi dalaletin zirvesi bir adam bile Kızıldeniz'in kapandığı hengamede imanın 'asıl kurtuluş' olduğunu onaylıyorsa, demek ki, dalalet yapısal birşey değil. Yani Firavun fıtrî olarak 'dalalete düşmek' üzerine yaratılmış değil. Yapısal olsaydı bundan dönemezdi. Direksiyon kıramazdı. Çünkü yapısal şeylerin aksiyle amel edilemez. Tren rayından başka yol izleyemez. O zaman azaba uğraması da adaletsizlik olurdu. Zira mecbur edilmişler cezaya uğratılamazlar. Halbuki bir imtihandır sürüyor. Âdemoğlu hayır-şer ekseninde sınanıyor. Dünyadaki varlığımız anlamını böyle buluyor. Cenab-ı Hak bir ihtiyar/irade vermeseydi sınamanın anlamı da kalmazdı. Yani seçim olmasaydı sınanma da olmazdı. İşte bu seçimler irademizle oluyor. Kur'an'da Firavun'un son nefeste denediği imanı da belki biraz bu hikmetle aktarılıyor. Allahu'l-a'lem. Böylelikle Firavun'un dalalet üzerine yaratılmadığı gösteriliyor. Elinden iman da geliyor çünkü.

Tabir-i caizse, biz neden "Düşen uçakta ateist bulamazsınız!" cümlesini tekrar ediyorsak, Kur'an da biraz o hikmetle bize Firavun'un bu durumunu bize naklediyor. "Adam/kadın iman edemiyor!" diye bir durum yok yani. "Allah da beni imansız olayım diye yaratmış!" diye bir bahane olamaz. Vücubiyeti savunulamaz. Herkesin içinde 'iman edebilme' potansiyeli var. Hep var. Ancak bazıları o potansiyeli kullanmamayı seçiyorlar. Eğer bu bir fıtrat meselesi olsaydı, mecburiyet karışsaydı, Firavun gibi işin dibine vurmuş birisi, son nefesinde böyle bir yolu seçemezdi. Hoş, seçimi de onu kurtaramadı, çünkü o kertede iman makbul olmaz. Bunu da devamındaki ayetlerin verdiği dersle biliyoruz. İyisi mi ateistler uçaklarının düşmesini beklemesinler iman etmek için. Kızıldeniz kapanırken öncüllerinin işine yaramadı çünkü. Hem bu kıssayla mü'minlere verilen bir ders de şu belki: Tevbe için son demleri beklemek doğru değil. Denizler üzerimize kapanmadan iradenin hakkını vermek gerekir. Duayla da beslemek gerekir.

Evet, arkadaşlar, Rabb-i Rahîm'in affına sığınarak kalbime gelen birşeyi beyan ettim. İnşaallah halt etmemişimdir. Pot kırmamışımdır. Hidayeti, inayeti ve tevfiki Haktan dileriz. Âmin.

16 Ocak 2020 Perşembe

Göğün göğsünün aldığı kadardır

Dağa çıkmışlar bilirler. İnsan yükseklere vardıkça göğsü daralır. Aldığı nefes yetmiyormuş gibi gelir. Bunun en büyük sebebi hava basıncındaki düşmedir. Hava basıncı düştükçe ciğere dolan oksijen miktarı da düşer. Bu düşüşten dolayı kandaki oksijen miktarı azalır. Hassas bünyeli olanların böyle yüksekliklerde rahatsızlandığı çok olur. Fakat bugün mevzuun bu tarafından bahsetmeyeceğiz. Ben sizi asıl En'am sûresinin 125. ayetine çıkarmak istiyorum. Haydi kısa bir mealine tutunarak yamacında soluklanalım: "Allah, her kimi doğruya erdirmek isterse, göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, göğsünü göğe çıkıyormuşçasına daraltır, sıkar. Allah inanmayanlara azap (ve sıkıntıyı) işte böyle verir."

Elbette göğsün daralması göğün daralması değildir. Hatta, aksine, insan yükseklere çıktıkça mekansal bir genişliğe kavuştuğunu zanneder. Tamam. Dünyada tuttuğu yer gıdım değişmez. Ama gözleri daha uzaklara kavuşur. Âdemoğlunun/kızının tabiatında bu kadim bir aldanıştır. Dünyası ancak elinin/ayağının yetiştiği yere kadarken o gözlerinin aldığı yeri de kendisinin sanrılar. Bu nedenle yükseklere çıkmak, sadece bir 'sanki' olarak, genişleme hissi uyandırır. Genişlik bizi mutlu eder. Şunu da biliyoruz ki: Varolan herşey varolmaya âşıktır.

Eksik söyledim: Varolan herşey 'varolmaya' âşıktır. Doğrudur. Fakat söz pür-şer beşere geldiğinde o 'daha çok varolmaya' da âşıktır. Belki de kavuştuğu genişliğin onda tetiklediği mutluluk da biraz bununla ilgilidir. Her ne ki gözüne girmiştir, manzarasına dahil olmuştur, bir şekilde ona sahip olduğunu 'sanki'ler. Bu sahiplik hissiyle gönlü ferahlar. Varlığı artmıştır. Birşey yukarıya doğru çıkıyorsa aşağıya iniyor olamaz. O halde, yani varlığı arttığına göre, o an yokluğa gidiyor olamaz. Belki de manzaralar bizi bu yüzden rahatlatıyor? Kimbilir. Bunu söylerken mevzuun başka zenginlikleri olabileceğini de reddetmiyorum elbette. O yüzden, yeri gelmişken, haddimizi bildirir o ifadeyi de konuştuklarımıza katık edelim: Allahu'l-a'lem.

Efendim, yine sözü uzatıyorum, 'Göğsün daralması göğün daralması değildir' demiştik. Oradan devam edelim: İsviçreli olan-olmayan bütün çeşit bilimadamları bize diyorlar ki: Yüksekte nefes alamama işi oksijenin suçu değil. Ya? Yukarıda da bir parça konuşmuştuk: Atmosfer kalınlığının suçu var. Yoksa Kösedağ'a çıkınca oradaki oksijen miktarı düşüyor değil. Lakin atmosfer inceldiği için ciğerlerden içeriye kendisini yeterince bastıramıyor. Akciğer kesecikleri yeterince açılmıyor. Oksijensiz kalma sıkıntısı da oradan doğuyor. Olanı içine alamıyorsun yani. Hani biraz idmanlı olsan belki de bu sorunu yaşamayacaktın. Alyuvarların da biraz serpilseydi. Zaten oranın insanları da bu sorunları şu şekil adaptasyonlarla aşıyorlar.

Herşeyin idmanı kendine göre. İslam'ın idmanı da kendine göre. Mesela: Ben şu an bunu yazarken bir idman yapıyorum. Sen bunu okurken bir idman yapıyorsun. Namaz kılarken bir idman yaşıyoruz. Oruç tutarken yine bir idmandayız. Hatta öyle ki: Aleyhissalatuvesselamla gelen mübarek sünnetinden her neye ittiba etsek bir çeşit idman oluyor. Böyle şeylerle meşgul olanların da, elbette takvaları miktarınca, göğüsleri açılıyor. Mürşidim de bu sadedde diyor: "Mevcudatın kemalleri Sânie müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. İbadeti terk eden mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder." Yani sanki aynı şeyi söylüyor bize: Göğsün daralıyorsa kesinlikle idmansızlıktan. Yoksa kainat yine baştan sona Cenab-ı Hakkı anlatan ayetlerle dolu. Onlara ulaşamayışın varolan oksijeni ciğerlerine alamayışın gibi. Keselerindeki büzüşmeden dolayı giremiyorlar.

Burası aslında 'yanlışa nasıl talip olduğumuzu' da gösteriyor bize. Allah bizi dalalete mecbur etmiyor. Hâşâ. Biz gayretsizliğimizle dalaleti hakediyoruz. Kazanıyoruz. Eğer yüzümüz alyuvarlarımızı arttırmaya baksa idmanda da olacağız. Yok. Hayır. Hiç o taraklarda bezimiz yok. Hiç o kısımlarda takılmıyoruz. Bedeli olarak da 'idmanın zenginleştiriciliği' elimizden alınıyor. Eksilmiyoruz da aynı kalıyoruz. Azaltılmıyoruz da arttırılmıyoruz. Çalışmamız bir dua yerine geçtiği gibi tembelliğimiz de bir dua yerine geçiyor. Allah, göğsünü daralttığını, gayretsizliğinden dolayı daraltıyor. Göğsünü açtığını, gayretinden dolayı ödüllendiriyor, açıyor. Herkes duasının elverdiğini alıyor. Aramadığına körleşiyor.

Bu benim ayetten kendi hisseme birinci aldığım. Bir de ikinci bir inci var: İnsan İslam'a kapandıkça kainatla bir hırlaşma içine girer. Bunu sadece ekolojik dengeyi bozar falan manasında söylemiyorum. O kısmı açık zaten. Sonuçlarını giderek daha net görüyoruz. Fakat bir de kendi içinde hırlaşma yaşar. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" ferman-ı Subhanîsi sırrınca başka herşeyin zikrinde bir yürek daralması vardır. Yeterli oksijen gitmez. Kişi dalalette ilerledikçe huzursuzluğu omuzlarında biriktirir. Zahirde, tıpkı dağlarda olduğu gibi, üzerindeki atmosfer incelmiş gibi görünür. Fakat alamadığı nefese sorsan en büyük ağırlık ondadır. Modern insanın yaşadığı psikolojik sorunların altında yatan başka nedir?

İslam'dan uzaklaşanın gönlü daralıyor. Çünkü asıl alması gereken şeyi alamıyor. Zikretmesi gereken şeyi zikretmiyor. Tatmin edecek şeyden azalıyor. Gözleri ne kadar kesif bir manzarayla dolarsa dolsun. Onların hiçbirisi aslında onun değil. Onun olmadığını en çok göğsü ona söylüyor. Yani göğsü gözünü yalanlıyor: "Aldıklarına bakma. Benim alamadığıma bak. Sen istediğini alamasan bu âdem ölmez. Fakat ben istediğimi alamazsam ölümümüz yakındır." Hülasa arkadaşım: Bu ayette daha çok sırlar var. Allah'ın hazinesi geniş. Biz garip. Daha yükseğe çıkmayalım. Ellerimizi daha yükseğe doğru açalım. Kibirlenmekte hayır yok. Haman'ın yaptığı kuleden Firavun'a bir hayır gelmedi. Musa'nın (a.s.) secdesi lazım bizlere.

14 Haziran 2019 Cuma

"Büyük görünme küçülürsün!"

Mürşidimin, Lemeat isimli eserinde, "Büyük görünme küçülürsün!" başlıklı bir metni var. Çok da uzun olmadığı için bu yazıya onu alıntılayarak başlayacağım: "Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî binada, görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak. Ger pencere kamet-i himmetinden alçaksa, tevazuyla tekavvüs edecek, eğilecek. Kâmillerde büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda küçüklük mizanıdır büyüklük."

Bu metinden bencileyin anladığımı aktarmamı istersen diyebilirim ki: Eğer bir insanın işgal ettiği yerin adamı olup olmadığını anlamayı dilersen orada kalmak için sergilediği tavırlara bakacaksın. Eğer koltuk onu bozmuyorsa, yani nerede olduğunu çevresine hissettirmek-kabullendirmek için kasım kasım kasılmıyorsa, yapmacık tavırlar sergilemiyorsa, dengesizleşmiyorsa, bil ki: O adam durduğu yerin adamıdır. Hele bir de makamıyla birlikte tevazu artıyorsa, işgal ettiği koltukla birlikte gönlü de yüceliyorsa, çevresine ulaşabilmek için daha fazla eğiliyorsa, bil ki: O adamın asıl yeri şu an durduğundan da yücedir. Yani özetlersem: Parmaklarının ucunda dikilmeye çalışması gösterir ki: Küçüktür. Penceresi ona göre yüksektir. Kibirleniyordur. Eğilmesi gösterir ki: Büyüktür. Penceresi ona göre alçaktır. Tevazulanıyordur. İşte kişinin ahlakından tuttuğu koltuğun adamı olup olmadığı böylece anlaşılır.

Fakat bugünlerde, Yunus sûresindeki bir ayet-i kerimenin de yardımıyla, bu metne bakışım biraz değişti. 'Değişti' derken 'renklendi' veya 'zenginleşti' gibi manaları kastediyorum. Evet. Ne oldu peki? Anlatayım: Şu 'pencere' meselesini biraz da 'frekans' gibi düşünmeye başladım. "Hop, az yavaş gel, ne demek frekans?"

Onu anlamak içinse bir parça eski radyoların çalışma şeklini bilmeniz lazım. Eskiden nasıl bulurduk dinlemek istediğimiz istasyonu hatırlayanınız var mı? Radyonun irice bir düğmesi olurdu. Onu çevirirdik. Dinlemeyi arzuladığımız radyonun frekansına yaklaştığımız zaman önce hafiften hafiften sesi gelirdi. Cızırtılarla karışık olurdu bu ses genelde. Sonra yaklaştıkça cızırtılardan kurtulurdu. Netleşirdi. Aman, sakın, eğer düğmeyi fazla hızlı çevirirsek bu defa da diğer tarafa geçmekten dolayı cızırtılarla karşılaşırdık. Yani her şekilde alıcının ayarının vericiye, ne eksik ne fazla, tam uygun olması lazımdı. Olmazsa ses cızırtılanırdı.

İşte Yunus sûresinin 75. ayeti bu sadedde buyuruyor ki: "Sonra bunların arkasından Musa ile Harun’u ayetlerimizle Firavun’a ve cemaatine gönderdik. İman etmeyi kibirlerine yediremediler ve günahkâr bir kavim oldular." Bu ayetten başka kibrin hidayete engel olduğunu anlatan birçok ayet-i kerime var. Bir tanesi de şöyle mesela: "Allah: Ey İblis! O benim kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun, dedi." Evet. Daha bunlar gibi birçok ayette, kibir, ayetleri görememenin, hidayete erememenin, hakikati farkememenin sebebi olarak zikrediliyor.

Tabii Ahmed kardeşiniz bu ayetleri böyle tokat tokat karşısında görünce düşünmeden edemiyor: Kibri böylesine tuzak kılan ne? Onun da cevabını bencileyin şöyle veriyorum: Kibir bizim çevremizle olan etkileşimimizi azaltır. Bizi küçültür. Aldıklarımızı/alabileceklerimizi ufaltır. Evet. Kibirli bir insan, her ne kadar çevresiyle ilişki içerisinde olsa da görünürde, etkileşimi ancak zahirdedir. Hiçbir parmağın içine dokunmasına izin vermez. Enfüsündeki hiçbir taşı yerinden oynatmaz. Kendisini işgal ettiği yerden etmez. Edecek olanlara da fırsat vermez. Tıpkı İblis'in Âdem aleyhisselam ile kendisine öğretileceklere fırsat vermemesi gibi.

Halbuki, başta hidayet olarak, tüm irfanî öğrenmelerin yeri insanın içidir. İnsan değişmesi gerekenin kendisi olduğunu kabul etmeye başladığında ancak tesir etmeye başlar hidayet. Psikoloji de dahil olmak üzere tüm ruhî şifalar böyledir. Orada değişmesi gereken hiçbirşeyin olmadığını düşünen, ne kadar bilgili de olsa, en fazla bir İblis olur. Öğrendikleri olduğuna körkütük inandığı yerin basamaklarına dönüşür. Uymuyorsa da tevil edilir. Hem kendisini en yukarıda gördüğünden bencilliğini de tetikler. Daha yukarıda olan elbette daha fazla savunulmalıdır. Daha merkezde olmalıdır. İsrafını da çoğaltır. Daha yukarıda olana daha fazla pastadan pay ayrılmalıdır. O herkesten daha fazlasını hakeder.

İş burada da kalmaz. Hırs başlar. Hakettiği yerin hep 'daha fazlası' olduğu düşüncesinden dolayı karamsarlık da işgal etmeye başlar her yanını. Çünkü karamsarlık dışa dönük cezalandırmadır. İnsanın özüne dokunulmasını, benliğinin yargılanmasını, egosunun sınanmasını engellemek için giyindiği bir zırhtır. Başarısızlık anında kendini sorgulamaktansa suçu dışarıda aramak daha kolay gelir.

Yani kibrin yüzünü nereye çevirirsek çevirelim özünde bir etkileşimsizlik yatıyor. Bir küçülme vukû buluyor. Kibirli insan içindeki hiyerarşiyi besleyecek bilgileri kabul ediyor sadece. Beslemeyenleri reddediyor. Fakat doğru elbette kişilere göre eğilip-bükülmekten müstağnidir. Bu nedenle de o dar eşikten, delikten, dehlizden geçmez. Müşteri aramaz.

Kibirli hidayete yüz vermez. Çünkü önce hidayet ona yüz vermez. İşte, arkadaşım, ben de kendime şu hisseyi aldım: Hidayet bağışlayan metinler karşılarında bir parça kararsız insanlar isterler. Uygun frekansları budur çünkü. Onların istasyonlarından nasiplenmek istersen sen de kendini havf/korku ve reca/ümit arasında tut. Aman düğmeyi iki tarafa doğru da fazla çevirme. Duyulması gerekeni duyamazsın. Ne 'yeis'e ne 'ucb'a sığınamazsın.

19 Kasım 2016 Cumartesi

Ahirzaman Samirileri...

Bediüzzaman, Ene Risalesi'de 'nefsin firavuniyetinin' üç türlü yansımasından bahseder: Red, tahrif ve inkâr... "(...) Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdâhale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkar, ya tahrif eder."

Ben ne zaman bu kısmı okusam, nefis ve firavunluk arasında kurulan ilgiden dolayı zihnen kıssa-i Musa'ya giderim. Orada, Firavun'un, Hz. Musa aleyhisselamın davetini duyduğunda takındığı tavrı 'red' kavramı içinde değerlendirirken, sihirbazlarının yenilgisinden sonraki tavrını ise 'inkar' şeklinde ele alırım. Çünkü redde salt bir 'kabul etmeme' anlamı saklıyken; inkarda, 'şahit olduğu şeyi görmezden gelme' veya 'saklama/bastırma' anlamları saklıdır. Firavun, Hz. Musa aleyhisselamın mucizelerini açıkça görmüş, bu konuda ehl-i ihtisas sayılacak sâhirler de 'onun yaptıklarının sihir olmadığını' tasdik etmişlerdir. Peki, Firavun'u böylesi delillere rağmen hakikate direnir kılan nedir? Belki de inkar, diğer kuvvelerin akla baskın çıkıp, onu 'hakikati görmezden gelmeye' zorladığı bir zemindir.

Red ve inkârın aynı olmadığını kullanımlarımızdan da anlayabiliriz: Mahkemeler davaları usule uygun bulmadıkları için reddedebilirler, ama varlıklarını inkar etmezler. Evlilik teklifleri de uygun görülmeyerek reddedilebilir, ama varlıkları inkar edilmez. Bir misafirlikte tarafınıza yapılan ikramı reddebilirsiniz, ama "Bana hiç ikram yapılmadı!" diye inkâr etmezsiniz. Bunlar farklı şeylerdir. İkincisi birincisinin yerine kullanıldığında söylenen şey 'yalan' olur. Biraz da bundan cesaret alarak diyebilirim ki: Firavun'un şahit olduğu mucizelerden sonraki haleti redden ziyade inkardır. Allah'ın varlığının şahidi olduğunu ise Kızıldeniz'de garkolurken söylediklerinden anlarız: "Musa'nın ve Harun'un Rabbine iman ettim."

Tahrif kelimesini anlamak içinse kıssanın biraz daha ilerisine götüreceğim sizi. Sözlükte 'değiştirme, karıştırma, bozma, bid'at çıkarma' gibi çeşitli anlamlara sahipse de, kelimenin kökeni 'harflerin yerini değiştirmek'ten geliyor. Ve benim bu fiili kıssa-yı Musa'da daha çok yakıştırdığım kişi Samiri. Çünkü Samiri, Hz. Musa aleyhisselamın dinini topyekün reddetmiyor. Hatta Taha sûresi, onun İsrailoğullarını saptırırken kullandığı argümanları şöyle naklediyor: "Nihayet Sâmirî böğüren bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. Bunun üzerine Sâmirî ve adamları: 'İşte sizin de, Musa'nın da ilâhı budur, ama o unuttu' dediler."

Yani görüldüğü üzere Samiri'nin yaptığı Hz. Musa aleyhisselamın şeriatını toptan bir red veya inkar değil. Fakat dinini bükmeye çalışıyor. Hatta Hz. Musa ile yaşadıkları diyaloglarda söyledikleri manidar: "Sâmirî: 'Onların görmedikleri bir şey gördüm: (Sana gelen) ilâhî elçinin (Cebrail'in) izinden bir avuç (toprak) aldım ve onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Bunu, bana böylece nefsim hoş gösterdi' dedi." Belki bu ayetlerden bir işarî mana olarak şunu anlayabiliriz: "Onların görmediğini gördüm" demekle kastedilen "Ben senin getirdiğin vahyin, İsrailloğulları'nın bile görmediği yanlarını (veya farklı şekilde) anladım..." demek olabilir.

"Elçinin izinden bir avuç (toprak) aldım ve onu (erimiş mücevheratın içine) attım!" ifadesini ise, değerli bulduğu eskinin bilgisinin içine bir miktar da vahiy bilgisinden kattığını, yani vahiyle malumatını karıştırıp birlikte sunduğunu ve bu sayede tahrifinin hem nefsine, hem İsrailoğullarına hoşgeldiğini, bir işarî mana olarak, anlayabiliriz. (Allahu'l-alem.) Bu açıdan diyebiliriz ki: Samiri vahyin hakikatini inkar ediyor değil. Ama keşfiyatını (onların görmediğini gördüm) ve eskinin bilgisini (erimiş mücevheratın içine attım) de, vahyi ikincil derecede bırakacak şekilde, kullanıyor. Ondan alıp şuna katıyor.

Bugünlerde Ignace Goldziher'in (1850-1921) Klasik Arap Literatürü'nü okurken hissettiklerim de buna yakın. Ne açıdan? Şu açıdan: Müsteşriklerin (ve onların öğrencileri olan İslam modernistlerinin) din üzerinde yaptıkları şey de buna benzer. Goldziher, kitabında, İslam tarihine dair verdiği doğru bilgilerin arasında kendi yorum ve çarpıtmalarını katarak 'bir avuç ondan alıp şuna atmayı' başarıyla uyguluyor. Mesela, Mekkî ve Medenî ayetler arasındaki üslûp farkını ele alışı şöyle Goldziher'in: "Bir bütün olarak ele alındığında, Kur'an'ın dili ve üslûbunun aynı biçimde olmadığı doğrudur. İlk vahiyler, gerçek ve yüce ilhamların bir ifadesi olup, kelimenin tam anlamıyla şiirseldir. (...) Bununla birlikte Medenî sûrelerde Muhammed'in peygamberlik coşkusu gitgide azalmakta, hatta nesir düzeyine inmektedir."

İslam tarihi hakkında tarafsız(!) bilgiler içerdiğini düşündüğümüz kitapta ne demeye getirmektedir Goldziher? Kur'an'ın Mekkî ve Medenî sûrelerindeki üslûp değişiminin 'hikmetten' değil 'bıkkınlıktan' kaynaklandığının iması değil midir bu? Dolayısıyla bu ima ikinci bir imayı içinde saklamaktadır: Kur'an, hâşâ, Allah'ın kelamı değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şiirsel metinleridir. Zaman geçtikçe de, hâşâ, ilk günlerdeki kalitesi kalmamış, şiirsellikten nesire bir düşüş olmuştur. Çünkü müellifi, her insan gibi, yorulmuştur. Peki, Bediüzzaman nasıl izah eder bu üslûp değişimini:

"Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyânın Mekkiye sûreleriyle, Medine sûreleri belâğat noktasında ve i'caz cihetinde ve tafsil ve icmal vechinde birbirinden ayrı olmasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Mekke'de, birinci safta muhatap ve muarızları, Kureyş müşrikleri ve ümmîleri olduğundan, belâğatça kuvvetli bir üslûb-u âlî ve îcazlı, muknî, kanaat verici bir icmal; ve tespit için tekrar lâzım geldiğinden, ekseriyetle Mekkiye sûreleri erkân-ı imaniyeyi ve tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve i'cazlı bir îcaz ile ifade ve tekrar edip ifade ederek, mebde' ve meâdı, Allah'ı ve âhireti, değil yalnız bir sahifede, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede, belki bazan bir harfte ve takdim, tehir, târif, tenkir ve hazf, zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli ispat eder ki, ilm-i belâğatın dâhî imamları hayretle karşılamışlar."

İşte Goldziher gibi müsteşriklerin İslam modernistlerinin beyinlerine attıkları toprak böyle birşeydir. Onların nefislerine bu işi tatlı gösteren de, tıpkı Samiri'de olduğu gibi, doğruların yanlışlarla karışık bir şekilde ortaya konulmasıdır. Ehl-i bid'a'yı ehl-i küfürden daha tehlikeli bir hale getiren yanları da budur. Budur ki, Hanbelî mezhebinin ileri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehâri'yi şöyle demeye mecbur etmiştir:

"Gidişatı kötü, fasık, facir, günahkâr ve zalim bir kişi, eğer ehl-i sünnete mensup ise onunla arkadaş ol ve meclisinde otur. Zira onun işlediği günahlar sana zarar vermez. Buna mukabil ibadete çok düşkün, âbid bir kişi heva ve bid'at ehli ise, onunla oturup kalkma, sözünü dinleme ve yolda birlikte yürüme. Zira böyle bir kişinin, tuttuğu yola sana güzel göstermeyeceğinden ve böylece seni de kendisiyle birlikte helaka sürüklemeyeceğinden emin olamam."

7 Eylül 2013 Cumartesi

Firavun'dan günümüze ulusçuluk...

Efendim, malumunuz; hain ilan edilmenin çok kolay olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Hatta öyle ki; birazcık ezber bozan şeyler söylemeniz yetiyor hain ilan edilmeniz için. Çok yolu var: Mesela cemaati/hocaefendiyi eleştirirseniz cemaatin haini; devletçiliği, laikliği, Mustafa Kemal'i veya herhangi bir inkılabı eleştirirseniz vatan haini; abileri ve uygulamalarını eleştirirseniz nurculuğun haini sayılabilirsiniz.

Bunun yanında Türk olup da milliyetçilikle bir sorununuz varsa, kanınıza ihanet etmiş olmakla suçlanmanız da mümkün. (Aynısı diğer milletler için de geçerli.) Osmanlı'ya ve sistemine dair eleştirileriniz varsa, yine bir tür hainlikle yaftalanabilirsiniz. Çeşitler bol. Seç, beğen, al. Diyorum ya; kolay bu ülkede hain ilan edilmek. Özellikle de azınlık haklarına dair birşeyler söylüyorsanız. O zaman hemen yakanıza yapıştırılıyor hain damgası. Daha hiçbir lafınıza da güven olmuyor. Hainsiniz ya. Hainin sözünüze itibar edilir mi?

Kürtler, Ermeniler, Araplar, Arnavutlar, Rumlar, vs... Hangi azınlık yahut kurucu millet hakkında siteminiz varsa sisteme; hangi yakın tarih olayı sorgulanıyorsa, işiniz bitti, sizinle konuşulmasına gerek yok artık. Vatan adına ne yapmışsınız, nasıl bir hayat yaşamışsınız artık bunlar hiç mühim değil. Düpedüz hainsiniz. Ezber bozuyorsanız, sınıyorsanız, hainsiniz. Başka şık yok.

Ben bu hastalığın bir günümüz hastalığı olduğunu sanırdım. Ulus-devletçiliğin ve milliyetçiliğin yükselişiyle başımıza açılmış bir bela olduğunu düşünürdüm. Fakat değilmiş. Bugün okuduğum Tâhâ sûresi, meselenin böyle olmadığını bana gösterdi.

Malumunuz, Hz. Musa zamanında, Mısır'da Kıptîler ve İsrailoğulları beraber yaşamaktaydılar. Kıptîler iktidarda ve çoğunluktaydılar. İsrailoğulları da genelde köle olarak çalıştırılıyorlardı. Tamamı köle olmasa da Mısır'daki toplumsal hiyerarşide yerlerinin aşağıda olduğu çok belli. Ve içlerinden Hz. Musa ve Hz. Harun peygamberler çıktı. İki peygamber, beraberce Firavun'un sarayına vardılar ve onu hakikate çağırdılar. Firavun, kabul etmediği gibi, nasıl bir suçlamada bulundu biliyor musunuz? Tâhâ 57, şöyle naklediyor bizlere: "Dedi ki (Firavun): Bizi, yaptığın büyü ile yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin, ey Musa?"

Buraya dikkatinizi istirham edeceğim. Firavun, tehlikeyi nasıl algılıyor? Doğrudan ulus (bizi) ve ülke (yurdumuzdan) bazlı değil mi? Rejim ve toprak tehlikesi gibi görüyor olayı. Onun bu hali, ne kadar da bu zamanın cadı avcılarının haline benziyor. Bugünlerde de siz ezilen/ezilmiş bir azınlık için konuşmuş olsanız, (mesela 6-7 Eylül olaylarını, Dersim'i, Maraş hadisesini hatırlatsanız) sözlerinizin insafına bakılmadan ağzınıza aynı şey yapıştırılıyor: "Bu adam bölücülük yapıyor!" O zaman Firavuncuları veya bu zamanın farklı versiyonları. Tepkiler o kadar aynı ki...

İlerlemeye devam edelim. Birkaç ayet sonra sihirbazlar da fısıldaşırken aynı telkinde bulunuyorlar içlerinden Hz. Musa'ya meyledenlere: "Şöyle dediler: 'Bu ikisi, muhakkak ki, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin örnek yolunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdırlar sadece.'"

Bakınız, argüman aynı. Demek ki, ne o devrin ne de bu zamanın ulusçularında mantık farkı var. Her iki taraf da karşısındakinin sözlerini değerlendirmeden, onların vatan için tehlike oluşturduğu tezi üzerinden çalışıyorlar. İçlerinden meyledebilecekleri bu korkuyla vazgeçiriyorlar. Halbuki Hz. Musa, bir kez bile onları vatanlarıyla ilgili tehdit etmiyor.

Vahyi indiren Rabbe şükürler olsun ki, böyle kıssalarla yalnızlığımızı alıyor. Bu zamandan ta o zamana, haksız ve yalnız olmadığımızı, peygamber kıssalarıyla hatırlatıyor. Başkalarının dediği de artık umurunuzda olmuyor. Bediüzzaman'ın 20. Söz'de dediğine geliyorsunuz en nihayet: "Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umuminin ucu olarak gösteriliyor." İşte Hz. Musa'nın kıssasından bir düstur-u küllî: "Bir ulusçuluğun tağutuna ve sistem anlayışına eleştiri geliştirirseniz, alacağınız ilk tepki 'vatan hainliği' olacaktır."

Not: Burada 30. Söz'ün haşiyelerinden birisini anımsayalım. Sihir ile kastedilenin ne olduğuna dair bakışımızı değiştirebilir:  "Evet, Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dâyelik edip emziren eski Mısır ve Babil'in, ya sihir derecesine çıkmış, veyahut hususi olduğu için etrafındasihir telâkkî edilen eski felsefeleri olduğu gibi, âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnâmı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet, tabiatın perdesi ile Allah'ın nurunu görmeyen insan, her şeye bir ulûhiyet verip, kendi başına musallat eder."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...