Tevazu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tevazu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Aralık 2022 Cuma

Yokluğunda bir varlık var

"Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani, kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, herşeyi bulur." Sözler Risalesi'nden.

Kibir avuçlarını kapamaktır. "Ben bana yeterim!" demektir dünyaya. Hatta "Ben hepinize yeterim!" Bu sadedde tekebbür ancak el-Mütekebbir olan Allah'ın hakkıdır. Çünkü es-Samed olan yalnız Odur. Herşey varlığa çıkmak (ve de varlıkta kalmak) için yaratışına muhtaçtır. Oysa hiçbirşeye muhtaç değildir. el-Kayyum Odur. Bir projektörün görüntüyü perdede tuttuğu gibi her ân bizleri varlıkta tutar. Allah büyüklendiğinde kendisini olmadığı birşeyle tavsif etmez arkadaşım. Bunu sakın yanlış anlama. Çünkü büyüklenmek 'fazlası görünmek' gibi anlaşılıyor bizde sadece. Doğru değildir. Allah büyüklendiğinde Zât-ı Kudsîsini hakkıyla tarif etmiş olur. Senasını ettirdiğinde hakettiği övgüyü işitmiş olur. Şükrümüz de zaten hakettiği teşekkürdür. Yani ki, arkadaşım, Hak Teala bizden her ne istese hakkı olanı ister. İhtiyacından istemez. Gereğinden ister. Adaleti öğretir. 'Mış gibi' sahası değildir orası. 

'Mış gibi'yi biz aramızda yaparız. Çünkü hakikatte sahibi olmadığımız şeylerin ticaretini yapıyoruz şu hayatta. Emanetçisi olduklarımızı al-satıyoruz. Emanetçi sahiplik iddia ettiğinde hakikatin gurbetine düşer. Kibri terkettiğimizde tevazu sılamız olur. O 'vazedildiğin gibi' olma halidir. 'Alçakgönüllülük' diyorlar ya karşılamıyor. Aslı şu: Alçalmak, alçaktaymış gibi yapmak, yok. Zaten alçaktasın. Ait olduğun yerden konuşmaktır tevazu. Yapmacıklık değildir. Tasannuyu kibirliyken yapan biziz. Cenab-ı Hakkın büyüklenmesi ise yapmacık değildir. Kemalini tarifidir.

"İnsan kendisini müstağni gördükçe azgınlaşır!" buyruluyor Alâk sûresinde. İşte Kur'an'ın kelamullah olduğuna bir delil. Sen bundan daha isabetlisini duydun mu? Kur'an'da sahiden Allah konuşuyor. Zira bu derece teşhis başkasının sözünde bulunamaz. Ancak Ustası eserini bu denli 'tastamam' tarif edebilir. Evet. Gerçekten de 'kendimizi ihtiyaçsız gördükçe' azgınlaşmaya başlıyoruz. Yoldan çıkışımız da biraz şuna benziyor: Bir fabrikanın herhangi bir çarkı, çevresiyle uyumlu şekilde görevini yürütmesi gerektiğini unuttukça, kendi başına buyruk şeyler yapmaya başladıkça, düzenin zararına işliyor. Kendimizi yeterli görmek bizi büyük resme ilgisizleştiriyor. Lekemizle uğraştırıyor. Uyumdan habersizleştiriyor. Hodbinlik, hodgamlık, hodendişlik... Yani ki 'ben merkezcilik' hükmü altına alıyor herşeyimizi. Ve bu odaklanma hatasıyla parçası olduğumuz bütüne zarar vermeye girişiyoruz artık. Halbuki, arkadaşım, konu biz değiliz. Konu hep beraber Allah'ın senasını edebilmek. Bir orkestrada konu davulcu değildir. Hizmetçisidir. Davulcu gümgümünü konunun ta kendisi sanrılarsa bütün ahengi altüst edebilir. İstiğnamız bizi böylesi bir yanlış tezahüre götürüyor. Harf kendisini kelimenin tamamı sandığında okunacakları okutmaz olur. Vurgu azı çoğa galip eder. Varlıkta elbette tuttuğumuz bir yer var. Ancak tutamadığımız yerler tuttuğumuzdan çok.

'Kanser' nedir bilir misin? Kanser sorunlu bir hücrenin bedenin yerine geçmeye çalışmasıdır. Amitoz bölünmeyle meczup çoğalarak içinde yaratıldığı âkilliği mahvetmesidir. En nihayet yıktığı uyumun enkazında kendisi de kalır. Öldürdüğü canlının vücudunda kendisi de ölür. Bindiği dalı kesen oduncu gibidir yani. Fakat bu ebleh halini sonu gelene kadar farketmez. İnsanın tekebbürü de onun kanserleşmesidir işte. Tevazusu şifasıdır. Bunu şuradan da anlayabilirsin ki: Tevazu gösterdikçe, varlık, yaptığının doğruluğuna işaret eder gibi seni ödüllendirir. Bir Kanser Hastasından Yakınları İçin 75 Faydalı Öneri isimli kitapta okumuştun. Sonra Vücudunuz Hayır Diyorsa: Duygusal Stresin Bedelleri eseri de öğrendiklerini desteklemişti. Ölümcül hastalıklara yakalananlar genelde hayatın yükünü tek başlarına kaldırmaya çalışanlar. Hastalık sürecinde ilk öğrendikleri şeyse 'insanlardan yardım istemeye alışmak'tır. Hatta, yazar Deborah Hutton'ın tecrübesiyle de altını çizdiği üzere, sanki kanser, acizliğini bilmeyen insanlara 'yardım istemeyi belletmek' için gönderilmiştir. Aslını idrak ettikçe bir nebze hafifler.

Aleyhissalatuvesselam Efendimiz "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremeyecektir!" buyuruyor. Onun bu inci-mercan beyanına şu açıdan da iman ediyorum: Evet. Öyle. Kibri yokedemeyen insan hayatından tasannuyu da çıkaramıyor. Tasannuyu yokedemeyense 'mış gibi' yapmaktan kurtulamıyor. 'Mış gibi' gemiye atabileceğimiz yükleri sırtımızda taşımamızın en büyük müsebbibi. Yani, her neyde kibir yapıyorsak, onun fazladan yükünü çekiyoruz. Bu fazla yük de 'mümkün cennet fırsatı'ndan uzaklaştıyor bizi. Çünkü, cennet, ona ihtiyacımızı bildikçe bizi tamamlıyor. Bizim tamamlanmamız cennetimiz oluyor. Eğer ihtiyaçlarımız olmazsa Allah'ı bilemezdik. Yaralarımız olmasaydı bedenimize ışık sızamazdı Mevlana Hazretlerinin tabiriyle. Eksik bırakıldık ki tamamlanalım. Avuçlarımız boş bırakıldı ki oraya bağışlarda bulunulsun. Rahmet dolsun. Sahibi bulunsun. İnkâr etmek yerine açmalıyız. Açtıkça zenginleşeceğiz. Açtıkça hayatımız bereketlenecek. Açtıkça cennete dönüşecek.

Hem yine denmiyor mu: "Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür. Yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür. Yani tekebbürdür."

Dua da bu anlamda bir 'kabullenme eğitimi' değil mi? Mürşidim bir başka yerde diyor ki: "Bir müslim ne derece dine mütemessik ise, o derece kibrinden, gururundan, hatta izzet-i rütebîden fedakârlık etmek gerektir." Çünkü sebeplere hallakiyet/yaratıcılık vermemenin (tevhidin) sonucu kendini detaylaştırmaktır. Hatta şunun arkasında, arkadaşım, 'yaralarınla barışmak' da vardır. Bediüzzaman'ın 'elyazısının kötülüğünü kabullenmekle-barışmakla' elde ettiği zenginliği düşünsene: "Eskiden beri diyordum: 'Ya Rabbi! Ben o kadar muhtaç iken ve nazmı severken, bu iki nimet bana verilmedi' diye, teşekkî değil, tefekkür ediyordum. Sonra bana kat'î tebeyyün etti ki: Şiir ve hat bana verilmemek de büyük bir ihsan imiş. Hem o hatta ihtiyacımı sizin gibi kalem karamanlarının muavenetleri temin ediyor. Hat bilseydim, hatta itimad edip, mesâil ruhta kararlayarak nakşedilmeyecekti. Eskiden, hangi ilme başladım, hattım olmadığı için ruhuma yazardım. Fevkalâde bir meleke ihsan edildi." 

Eksiklerimize "Bakalım nasıl tamamlanacağız?" diye baktıkça cennetimizin kapısı açılıyor. İstiğnaya kapıldıkça bizden küsüyor. Allah korusun. Cennetinden kopan cehennemine yuvarlanıyor. Sahi şu da enteresan değil mi: Cehennem sürekli yandırılmakla sanki bir 'eksiltilme' yeridir. Adem memleketidir. Yıkım cenderesidir. Cennetse nimetlenmekle sürekli 'arttırıldığımız' bir semttir. Vücud yurdudur. İnşa menzilidir. Eğer cehennemin müsebbebi içimizde barındırdığımız kibirse, yani ki o ateşi "Ben hepinize yeterim!" iddiası tutuşturuyorsa, "Bak bakalım yetiyor musun?" tarzı 'mütemadiyen eksiltilmeyle' cezalandırılması mâkul değil midir? Hem madem cennetlik olanlar mütevazı davranıyor. Eksikliğini biliyor. Onların da 'mütemadiyen çoğaltılması' manidar görünmez midir? Ben; hem bu dünyadaki hem ahiretteki tecellileriyle; kibir ile adem, tevazu ile vücud arasında bağlar görüyorum. Ama gösterebiliyor muyum? İşte ona da sen karar vereceksin arkadaşım. Yani onu da sen tamamlayacaksın. Ne de olsa yorum şahit olunanı tamamlar. Zenginleştirir. Ve şahit olunduğunun bir delilidir. 


14 Haziran 2019 Cuma

"Büyük görünme küçülürsün!"

Mürşidimin, Lemeat isimli eserinde, "Büyük görünme küçülürsün!" başlıklı bir metni var. Çok da uzun olmadığı için bu yazıya onu alıntılayarak başlayacağım: "Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî binada, görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak. Ger pencere kamet-i himmetinden alçaksa, tevazuyla tekavvüs edecek, eğilecek. Kâmillerde büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda küçüklük mizanıdır büyüklük."

Bu metinden bencileyin anladığımı aktarmamı istersen diyebilirim ki: Eğer bir insanın işgal ettiği yerin adamı olup olmadığını anlamayı dilersen orada kalmak için sergilediği tavırlara bakacaksın. Eğer koltuk onu bozmuyorsa, yani nerede olduğunu çevresine hissettirmek-kabullendirmek için kasım kasım kasılmıyorsa, yapmacık tavırlar sergilemiyorsa, dengesizleşmiyorsa, bil ki: O adam durduğu yerin adamıdır. Hele bir de makamıyla birlikte tevazu artıyorsa, işgal ettiği koltukla birlikte gönlü de yüceliyorsa, çevresine ulaşabilmek için daha fazla eğiliyorsa, bil ki: O adamın asıl yeri şu an durduğundan da yücedir. Yani özetlersem: Parmaklarının ucunda dikilmeye çalışması gösterir ki: Küçüktür. Penceresi ona göre yüksektir. Kibirleniyordur. Eğilmesi gösterir ki: Büyüktür. Penceresi ona göre alçaktır. Tevazulanıyordur. İşte kişinin ahlakından tuttuğu koltuğun adamı olup olmadığı böylece anlaşılır.

Fakat bugünlerde, Yunus sûresindeki bir ayet-i kerimenin de yardımıyla, bu metne bakışım biraz değişti. 'Değişti' derken 'renklendi' veya 'zenginleşti' gibi manaları kastediyorum. Evet. Ne oldu peki? Anlatayım: Şu 'pencere' meselesini biraz da 'frekans' gibi düşünmeye başladım. "Hop, az yavaş gel, ne demek frekans?"

Onu anlamak içinse bir parça eski radyoların çalışma şeklini bilmeniz lazım. Eskiden nasıl bulurduk dinlemek istediğimiz istasyonu hatırlayanınız var mı? Radyonun irice bir düğmesi olurdu. Onu çevirirdik. Dinlemeyi arzuladığımız radyonun frekansına yaklaştığımız zaman önce hafiften hafiften sesi gelirdi. Cızırtılarla karışık olurdu bu ses genelde. Sonra yaklaştıkça cızırtılardan kurtulurdu. Netleşirdi. Aman, sakın, eğer düğmeyi fazla hızlı çevirirsek bu defa da diğer tarafa geçmekten dolayı cızırtılarla karşılaşırdık. Yani her şekilde alıcının ayarının vericiye, ne eksik ne fazla, tam uygun olması lazımdı. Olmazsa ses cızırtılanırdı.

İşte Yunus sûresinin 75. ayeti bu sadedde buyuruyor ki: "Sonra bunların arkasından Musa ile Harun’u ayetlerimizle Firavun’a ve cemaatine gönderdik. İman etmeyi kibirlerine yediremediler ve günahkâr bir kavim oldular." Bu ayetten başka kibrin hidayete engel olduğunu anlatan birçok ayet-i kerime var. Bir tanesi de şöyle mesela: "Allah: Ey İblis! O benim kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun, dedi." Evet. Daha bunlar gibi birçok ayette, kibir, ayetleri görememenin, hidayete erememenin, hakikati farkememenin sebebi olarak zikrediliyor.

Tabii Ahmed kardeşiniz bu ayetleri böyle tokat tokat karşısında görünce düşünmeden edemiyor: Kibri böylesine tuzak kılan ne? Onun da cevabını bencileyin şöyle veriyorum: Kibir bizim çevremizle olan etkileşimimizi azaltır. Bizi küçültür. Aldıklarımızı/alabileceklerimizi ufaltır. Evet. Kibirli bir insan, her ne kadar çevresiyle ilişki içerisinde olsa da görünürde, etkileşimi ancak zahirdedir. Hiçbir parmağın içine dokunmasına izin vermez. Enfüsündeki hiçbir taşı yerinden oynatmaz. Kendisini işgal ettiği yerden etmez. Edecek olanlara da fırsat vermez. Tıpkı İblis'in Âdem aleyhisselam ile kendisine öğretileceklere fırsat vermemesi gibi.

Halbuki, başta hidayet olarak, tüm irfanî öğrenmelerin yeri insanın içidir. İnsan değişmesi gerekenin kendisi olduğunu kabul etmeye başladığında ancak tesir etmeye başlar hidayet. Psikoloji de dahil olmak üzere tüm ruhî şifalar böyledir. Orada değişmesi gereken hiçbirşeyin olmadığını düşünen, ne kadar bilgili de olsa, en fazla bir İblis olur. Öğrendikleri olduğuna körkütük inandığı yerin basamaklarına dönüşür. Uymuyorsa da tevil edilir. Hem kendisini en yukarıda gördüğünden bencilliğini de tetikler. Daha yukarıda olan elbette daha fazla savunulmalıdır. Daha merkezde olmalıdır. İsrafını da çoğaltır. Daha yukarıda olana daha fazla pastadan pay ayrılmalıdır. O herkesten daha fazlasını hakeder.

İş burada da kalmaz. Hırs başlar. Hakettiği yerin hep 'daha fazlası' olduğu düşüncesinden dolayı karamsarlık da işgal etmeye başlar her yanını. Çünkü karamsarlık dışa dönük cezalandırmadır. İnsanın özüne dokunulmasını, benliğinin yargılanmasını, egosunun sınanmasını engellemek için giyindiği bir zırhtır. Başarısızlık anında kendini sorgulamaktansa suçu dışarıda aramak daha kolay gelir.

Yani kibrin yüzünü nereye çevirirsek çevirelim özünde bir etkileşimsizlik yatıyor. Bir küçülme vukû buluyor. Kibirli insan içindeki hiyerarşiyi besleyecek bilgileri kabul ediyor sadece. Beslemeyenleri reddediyor. Fakat doğru elbette kişilere göre eğilip-bükülmekten müstağnidir. Bu nedenle de o dar eşikten, delikten, dehlizden geçmez. Müşteri aramaz.

Kibirli hidayete yüz vermez. Çünkü önce hidayet ona yüz vermez. İşte, arkadaşım, ben de kendime şu hisseyi aldım: Hidayet bağışlayan metinler karşılarında bir parça kararsız insanlar isterler. Uygun frekansları budur çünkü. Onların istasyonlarından nasiplenmek istersen sen de kendini havf/korku ve reca/ümit arasında tut. Aman düğmeyi iki tarafa doğru da fazla çevirme. Duyulması gerekeni duyamazsın. Ne 'yeis'e ne 'ucb'a sığınamazsın.

17 Eylül 2015 Perşembe

Eskimek, uyum sağlamaktır

Gençlerinizin en iyisi, ihtiyarlarınıza benzeyenlerdir. İhtiyarlarınızın en kötüsü de gençlerinize benzeyenlerdir.[1]

Bizde eskimek hep kötü anılıyor. Fakat eskimek aslında uyum sağlamaktır. Kalabildiğini, kabul edildiğini gösterir. Varolan her nesne, bir fıtrî temayül gibi, içinde varolduğu nesnelerle uyum sağlamaya gayret eder. (Tarihî eserler neden güzeldir?) İstediğiniz kadar sıradışı yapılar inşa edin. Onları sıradışı renklere boyayın. Sıradışı kılıflar giydirin biçimlerine. Bir süre geçtikten sonra, nesnenin, çevresine göre büküldüğünü görürsünüz. Bükülmek derken, sadece anladığımız tarzda bir bükülmeden bahsetmiyorum. Mesela; boyadığınız en parlak renkler solar. Yavaş yavaş çevresindeki renklere karışır. Kibri gider, tevazusu artar. "Bana bakın!" demekten vazgeçer. (Tevazu da bir uyumdur.) Verdiğiniz keskin hatlar, biraz da kullanılmanın verdiği yıpranmayla, o keskinliklerini yitirirler. Bazen çukurlaşır, bazen yuvarlaklaşır, bazen kırılırlar. Civarlarındaki sair nesnelerin/hatların devamı gibi olmaya başlarlar. Gözleriniz bile onu sıradanlaştırır.

Etraftaki bitkiler, herşeyin üstünü kapladıkları gibi, o nesnenin de üstünü sararlar yavaş yavaş. Ağır ağır kendileştirir çevre, sıradışıyı. Böcekleri, kuşları, kokuları, sesleri, tatları... Ve daha nice tür eskimeler var ki, aslında, hepsi bir tür uyumun ifadesi. Herşey, biz ne kadar onu sıradışı müdahalelerimizle bozmaya çalışırsak çalışalım, kevnî şeriata uyum sağlamaya çalışıyor. Yaşlanmak bile bir uyumdur. Yaşlılara biz neden olgun diyoruz? Çevreyle daha uyumlu (mantık da belki bu demek) kararlar verebildikleri için değil mi? Demek ki, insan da zamanla çevresine, daha doğrusu kevnî şeriata uygun adımlar atabilmeyi öğreniyor. İçimizdeki fıtrat, dışımızdaki fıtrat ile sulhün yollarını buluyor. Bana öyle geliyor ki; salt dünya için yaratılmış olsaydık, yani ki imtihan olmasaydı, en doğru formumuz yaşlılıktı. Daha az zarar verdiğimiz, daha az bencil olduğumuz bir devrimizdir çünkü yaşlılığımız. Ve bilirsin: Yaşlının değişmesi de zordur. Çünkü alışkanlıklarının üzerinde yılların izleri vardır.

"En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukcasına, hevesât-ı nefsaniyeye tâbi olur."

Pekçok ahlakî öğütün mahiyeti de bu perspektiften bakınca anlaşılıyor. "İsli kazana yaklaşma isi sana bulaşır..." veya "Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim..." gibi atasözleri bizim 'iradesiz' veya 'akılsız' oluşumuza değil, içimizde varolduğumuz dünyayla uyum arayışımıza işaret ediyor. Çoğu genç, bu sözleri duyduğu anda, aptallıkla veya iradesizlikle suçlandığını sanır. Fakat eskimek/uyum sağlamak insanda bir fıtrî temayül olarak hep varolmuştur. Bunu yaparken yaptığınızı bile farketmezsiniz çoğu zaman. Coğrafyanın karakter üzerinde yaptığı etkiler de bu nevidendir.

Sık rastlanan 'uzun boyluların kamburlaşması' biraz da çevrelerindeki kısalarla sağlamak istedikleri uyumun neticesidir. Eğilerek konuşurlar. O kadar sık yaparlar ki bunu, sonunda vücutları da uyuma geçer. Buradan seni bir ayete de götürmek istiyorum. Nisa sûresi, 140. Diyor ki: "Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kafirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz." Belki bu da söylemek istediklerime bir karine oluşturur. Neyin içinde eskiyorsan, hem onu normalleştiriyor, hem de ona uyum sağlıyorsun. Çünkü eskimek, uyum sağlamaktır. Zaman, bizi içinde bulunduğumuz ortamın rengine boyayan bir mürekkep gibi. Yalnız kendimize değil, ona da dikkat etmemiz gerek.



[1] Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, X/270; İbn Hacer, el-Metalibu’l-Aliye, III/3; Feyzü'-l Kadîr, 15:776.

2 Nisan 2015 Perşembe

Onu gösteremediğin yerde sen de görünme!

"Belki de ün tutkunuz ölüm korkusudur?"

Bertolt Brecht’ten Öyküler kitabından.

Bir ‘arada kalmışlığımız' var arkadaşım. Hiç geçmiyor. Başımızdan hiç gitmiyor. Nedir? Belki şöyledir: İnsan, içinde bir yerde ‘asıl’ olmadığını, 'başkasının varetmesiyle' ve 'işaret etmek için' varolduğunu seziyor. Bu sezgi uyandırıcılığıyla bir saklanma hissi doğuruyor. Sığınıyor. Kendiliğinden sığınıyor. Kendinden sığınıyor. Bir çeşit detaylaşma temayülüyle. Tevazuyla. İsim olmaktan soyunarak. 'Gülüm görünsün' diye sıradanlaşan diken gibi. Baharın sinemasına perdelik eden boz toprak gibi. Herhangiliğini sarınıyor. Çünkü tezahürü bu makamda bir işgal. Fontun ziyade dikkat çekmesi manaya tecavüzdür. Bütün tasarımcılar bilir bunu. Gösteren görünenden fazla görünmemelidir. Dolayısıyla gösterenin hilkatten hakkı mana-i harfîdir. Odak değil detaydır.

Kendi varlığından varedenin varlığına sığınması lazım. Hayat da böyle başlıyor zaten. Yuvası olmayanın kabuğu var. Kabuğundan çıkanın yuvası var. Aksi tehlike. Aksi düzenin reddettiği. Aksi yaratılışa muhalefet. Aksi işgal. Bu işgale hakkı olmadığını hissediyor insan. Kimi yerlerde dokunacak gibi oluyor. Evet. Fazla sevilmek rahatsız ediyor. Fazla övülmek rahatsız ediyor. Buradan besleniyor utangaçlık ayrıca. Hayâ bunun ahlakı. Hayrı gizli yapmak da öyle. Görünmenin işgalinden/şehvetinden kurtarmak göstereni. İhlas da bu değil mi? Ne biliyorsun: Asosyal dedikleri de belki bunun izinde. Fakat o da bu sezginin ifratında. Nihayetinde pekçok hissimiz fıtrî sezişlerin gölgesinde rengini buluyor arkadaşım. Herşeyin ifratı var, tefriti var, istikameti var. Ama hep var.

Bir de bazı açılardan sınırsızlığını hissederek o sınırsızlığın sonuna kadar koşmayı arzulayan diğer bir yanımız var. Yani ki, mürşidimin ifadesiyle, “İnsan gerçi cahil, zulmetli birşeydir, amma öyle bir istidadı vardır ki, âleme bir enmuzeç ve bir nümune olmaya liyâkatı vardır. Hem o insanda öyle bir emânet vedia bırakılmıştır ki, onunla gizli defineyi bulur, açar. Hem o insandaki kuvvetler tahdit edilmeyerek mutlak bırakılmıştır.” Mutlak bırakılmak ne demek? Varolmak baştan çıkarıcıdır. Bir kez varolan hep varolmak ister. Bir kez varolan daha çok varolmak ister. Hep varolmayı istemesi kuvve-i gadabiyeye bakar. Zararlardan sakınır. Varlığına tehdit istemez. Daha çok varolmayı istemesi kuvve-i şeheviyeye bakar. Menfaatlerine saldırır. Alabileceğinden alıkonulsun arzulamaz. Erenlerin de dediği gibi: Ruh bedene nefisle âşık kılınmıştır. el-Halık ismi varlık sahnesine çıkışımıza bakıyorsa el-Kayyum ismi de o varlığın devamını arzulamıza bakıyor.

Ve dahi arkadaşım, insan, Allah'ın her ismine aç yaratılmıştır. Esmaü’l-Hüsna’nın herbirisinin bizde bin rızkı vardır. Aleyhissalatuvesselamın buyurduğu gibi tıpkı: “Fakirliğimiz fahrımızdır.” Çünkü bilmemizdir. Allah’ı sezmemizdir. Hikmet aklımızı doyurur, cemal gözümüzü, rahmet gönlümüzü. Herbir yarımlığımız o yarımlığı giderecek tecellileri arzular. Devamı kadar arttırılışı da varlığa dairdir. Halbuki ‘daha çok olmak’ ruhun lügatinde nefisten başka tarif edilmiştir. Daha çok varolmak, bedensel/maddî zeminde daha çoğuna sahiplik ve daha uzun süre varolmakla karıştırılır nefis tarafından. Doğrusu aksidir: Ne kadar çoğuna sahip olursan o kadar azı senin olur. Ne kadar çok diken tutarsan o kadar çok yara sahibi olursun. Eksilirsin. Azalırsın. Çünkü “Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır.” Yahut “Zevâl-i elem lezzet olduğu gibi, zevâl-i lezzet dahi elemdir.”

Senin sahipliğin yalan. Ancak şahitliğin hakikattir. Elinden gidiyorsa, engel olamıyorsan, senin olamaz. Arızî olan aslolandan faniliğiyle ayrılır. Şahitliğinse senden gitmez. Sahicidir. Fakat şahitler de yalnız emanetçidir. Arkadaşım, hatırlarsın, Âdem aleyhisselam ve Havva annemizin İblis tarafından "Ancak bu yasak meyveyi yerseniz cennette sonsuza dek kalırsınız!" diyerek kandırıldığı anlatılır. Demek varolma arzumuz şeytanî kancaya en kolay gelen ağzımız. Eyvah. Hem de sahi. Kabil de Habil'i elindeki 'daha güzele' sahip olmak için şehit etmemiş miydi?

Yapıtaşımız bu bizim. Öyle anlaşılıyor. ‘Ol’ denilen bu lütûftan vazgeçemiyor. Varolan hep varolmak istiyor. Varolan daha çok varolmak istiyor. İmtihansa bu varlığı nerede aradığımızda ilgili. Mana-i ismîde mi? Mana-i harfîde mi? Parça mı olacağız, bütün mü? Detay mı kalacağız, asıl mı? Demek ki, Allah'ın varettiği, o varedişin lezzetinden sarhoş olmuştur, aksini düşünemez artık. (Bizi sarhoş edene sonsuz şükürler olsun.) Aşk-ı beka dediğimiz şey de biraz bu. İşte bu varolma arzusunun ifratını biz 'görünme arzusu' veya 'tüketme arzusu' ile müşahade ediyoruz. Görünerek sanki daha çok varoluyoruz. Başkalarının gözlerinde de ‘ol’uyoruz. Anlarını çalıyoruz. Ve tüketerek de varlığı kendimize katıyoruz. Yiyoruz. Sarıyoruz. Hapsediyoruz. Hakikatteyse israf ediyoruz.

Kibir bir parçası. Şöhret diğer yanı. İsraf arka kapısı. Gevezelik bile bundan besleniyor. Arsızlık da yine bundan. Daha çok varolma isteğimizin, işgal hareketimizin, farklı kuvvelerden kaynaklı duygularla-hislerle farklı suretlerle/renklerde karşımıza çıkması hepsi. Yemekte-içmekte sanırsan varlığını obez olursun. Konuşmakta sanrılarsan geveze. Şehvetten umarsan sapık. İsraf da kibir de aynı derecede işgal hareketleridir. Kibir ‘sen’le israf ‘seninle’ yapılan bir işgaldir yani.

İmtihanın konusu sanki bu: ‘Ol’makla baştan çıkmışız-çıkmamışız. Varolma, görünme, tüketme, tanışma arzuları içinde bir denge arıyoruz. İstikametimiz, Bediüzzaman'ın Kur'an tilmizini tarif için kullandığı şu cümlede gülümsüyor: "Nihayet izzet içinde nihayet tevazuu cem ediyor." Bir cem makamı var ki yakalamak gerek. İfratını çok gördük Firavun'la, Nemrut'la, Hitler'le, Stalin'le, M.K.’yle... Veya daha çok görünmek adına girmedikleri rezillik kalmayan şöhretperestlerle. Tefritine de şahit olduk. O da bir hastalık. O da bir sapma. Yaratılışına-Yaratana güvenememe. Mesela: İntihar ile varlığından kaçmak. Mesela: Depresyonla varlığından utanmak. Mesela: İzzetsizlikle kula kulluk eder derekelere düşmek. Allah'ın varettiği, varlığını büsbütün sakladığı zaman da mutlu olamıyor, haddinden fazla göründüğünde de. 'Tahdis-i nimet' dengemiz bizim. Hem tefekkürle mükellefiz hem de tebliğle. Bahtımızda ‘bilmek’ kadar ‘ilancılık’ da var. 

"Hayâ imandandır!" buyuruyor Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Elbette saklanmak Şems-i Ezelî'nin varlığını ilan makamında en doğru harekettir. İnsan içindeki rububiyet iddialarına karşı ne kadar saklansa yeridir. Ama izzet, yani Şems-i Ezelî'yi görmeyen örtücü/kâfir, karartıcı/zalim gözlere "Onu görmüyorsan, beni gör, şahitliğimi işit!" demek, bu da imanın bir cüzü, imtihanın bir parçasıdır. Bitirirken, kendim için dilediğimi sana da dilerim, arkadaşım. Ne önceki ne öteki. Ne ifrat ne tefrit. Makam-ı cemde hem izzet hem tevazu lazım bize. Hayalimizi şöyle özetleyebilirim: Onu göstermek için görün. Görünebildiğin kadar görün. Onu gösteremediğin yerde sen de görünme. Ayna olurken varolmakta bir sıkıntı yok. Fakat perdeliğe başladığında ‘kâfir/örten’ sen oluyorsun.

15 Ocak 2015 Perşembe

Kibir, bir işgal hareketidir

Azapların en büyüğü, geç kalmaktır, keşkedir. Ehl-i cehennem de, bence, en çok bundan yanacaklar. En fenası o. Mantıksız acıya katlanmak daha zordur. Doğruyu yaparken çekilecek acılara, ödenecek bedellere katlanmak bile haz verir. Ama hatanın bedelini ödemek? Ve yanarken körkütük hatalı olduğunu bilmek? Kur'an'da şuna benzer ifadeler geçiyor: "O günahkarların, Rableri huzurunda başlarını öne eğecekleri, 'Rabbimiz! Gördük duyduk, şimdi bizi (dünyaya) geri gönder de, iyi işler yapalım, artık kesin olarak inandık...' diyecekleri zamanı bir görsen!"

Bir evlat için en acı şey; babasını, ancak onun baba olduğu yaşlara gelince anlamasıdır. Bu yönüyle babama karşı yeniden ilgiliyim. Oğlu gibi değil, onu tanımaya çalışan yaşıtı gibi. Vefatının üzerinden geçen yıllar, Allah rahmetiyle sarsın sarmalasın onu, bu ilgimi azaltmadı, arttırdı. Babam benden uzaklaşırken cismanî anlamda, kalbim sanki bu mesafeyle orantılı bir şekilde ona yaklaşmamı sağladı.

İnsan tuhaf şey. İçinin bir mantığı var ki, ayrıdır, bazen dışına takla attırıyor. Neşeyi mutlak bir unutkanlık toprağı altına atabiliyor, ama acıyı sıradanlaştırarak ancak bir derece örtebiliyor. Ben babamı unutmadım. Unutmaktan da Allah'a sığınıyorum. Aklımdan geçmediği bir gün bile yok. Kötü bir evlat değildim, ama keşkesi olmayan evlat yoktur. Keşkesi yoksa o evlat, iyi bir evlat değildir. Üstelik 'keşke' sanıldığı gibi kötü birşey de değildir. Keşkesi olmayanın tevbesi olur mu?

Peki, babamı neden bu kadar özledim? Çok mu hayatımın her yerinde bir insandı? Tam aksine, babam hayatımın her yerini bana bırakan bir insandı. Onun varlık hali (bir davranış şekli olarak da değil, tam olarak varlık şekli) tevazu idi. Daha az yer işgal etmek üzerine kurgulamıştı herşeyini. Bir gün boyunca, eğer zorunda bırakmazsanız, konuşmadan günü bitirebilirdi.

Annem yüzünün asıklığından şikayet ederdi çokça; fakat neden bilmiyorum, bana asık gelmezdi. Bir memnuniyetsizlik gibi değildi o sanki. Bir derinlikti. "Benim burada ne işim var?" der gibi bakıyordu hayata. Kalabalıktan sıkılıyordu. Çok konuşmaktan sıkılıyordu. Yabancılardan sıkılıyordu. Misafirlikten sıkılıyordu. İlgiden sıkılıyordu. Kendine kalmaktan öte ve çalışmaktan başka bir isteği yok gibiydi. Hayvanları çok severdi. Çok şefkatliydi onlara karşı. Zaten işi de hayvanlara bakmaktı, bir nevi çobanlıktı. Hiçbir zaman ev sahibi olamadı. Üzerine düzgün birşey giyemedi. Ama bunu istemiyordu da, sanki hiç hevesi yoktu.

Bir tartışma olduğunda tarafları susturamazsa çekip gidişi, bence aynı naifliğin sesiydi. İnciniyordu. Duyarsızlıkla suçlayabilirsiniz böyle bir ilgisizliği, ama öyle değildi. Bu dünyanın karmaşası, tartışması, kavgası, telaşı, herşeyini o kadar yadırgıyordu ki; hayata adapte olamıyordu galiba. Belki böylesi bir insanın yalnız yaşaması en doğrusuydu, ama o iyi ki baba olmuş. Böylece ben babamı tanımış oldum. Fabio Volo, Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'da şöyle bir halet-i ruhiye tasvirinde bulunur:

"Önceden, sevdiğim herşeyi tüketiyordum, harcıyordum, kullanıyordum, zorla ele geçiriyordum. Seviyordum ama başkalarına alan bırakmıyordum. Kendi varoluş ve sevme biçimlerine izin vermiyordum. Onları aşkla istila ediyordum, kendi alanlarını dikkate bile almadan. Ve böyle çok sevdiğime inanarak, onların beni yeterince sevmediğini zannediyordum. Aynı aşırılıkla sevilmek istiyordum."

Bence bu tasvir tam bir kibir tasviridir. Bediüzzaman da ehl-i şirkin varlıkla ilişkisini 'tecavüz' kelimesiyle çok anar. Özünde zaten kibir, 'ene' adına bir işgal hareketidir. Enenin kalınlaşıp sahibini yutmasından sonra öteki olanlara da dilini ve dişini değdirmesini biz kibir ile okuruz. Varlık hiyerarşisi 'ben' merkezine girdiğinde davranışlar da kibir kokar. Mütekebbire göre varlık 'kendisi ve diğerleri'nden ibarettir. Bir süre sonra diğerleri de yok olur.

"(...) güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır..."

Babamın varlığı ise, aksine, varlığa yönelik bir çekingenlik, bir 'daha az varolma' isteğiydi. Tevazusu böyle bir tevazuydu. Bilmiyorum, başkaları da onu öyle mi görürdü? Hatta şimdi beş evladının diğer dördü onu anlatsa nasıl anlatırlar? Fakat ben otuzumu aştığım şu yaşlarda babamı daha çok anlıyorum. Daha çok anlamak daha çok keşke demek, daha çok can yanması.

Halbuki birkaç defadan fazla bana nasihat de etmemiştir. O cümleleri de kafamda döner durur, kısa şeylerdir. Mesela hırsla odun taşıdığım bir gün şöyle demişti: "Oğlum, çok çok taşıma, ormanı çok götüren değil, sık götüren bitirmiş." Bir keresinde de kavga etmememi salık verirken şöyle demişti: "Her yaramaz adama bir tokat atsan, eve geldiğinde kolunu kaldıramazsın."

Konuştuğunda kelimeleri karıştıran, yürürken sağına soluna hiç bakmayan, selam verildiğinde tebessüm edip sonra yüzü hemen tekrar eski haline dönen, yirmilerimde bile koşup elinden alışveriş poşetini kaptığımda vermemekte direnen, yük olmaktan hoşlanmayan, vefatına kadar bir adım gerisinde yürümekten mutlu olduğum, giderken böylesi pekçok güzelliği beraberinde götüren babam, ben senden razı idim, inşaallah Rabbim de razı olur. Çünkü varlığın bir tevazu idi. İncitmeden yaşadın. Allah da seni incitmesin. Bunları söylerken mübalağa yapmıyorum. Abdestini almış cuma ezanını beklerken vefat etmişti. Birkaç gün sonra rüyamda bana şöyle dedi: "Oğlum, niye bu kadar üzülüyorsun, bak ben iyiyim. Bu kadar üzülme." Beni kimse bunun rüya olduğuna inandıramaz.

2 Ocak 2015 Cuma

Kaçınılmaz bir tevazudur insanın varlığı

"Önceden, sevdiğim herşeyi tüketiyordum, harcıyordum, kullanıyordum, zorla ele geçiriyordum. Seviyordum ama başkalarına alan bırakmıyordum. Kendi varoluş ve sevme biçimlerine izin vermiyordum. Onları aşkla istila ediyordum, kendi alanlarını dikkate bile almadan. Ve böyle çok sevdiğime inanarak, onların beni yeterince sevmediğini zannediyordum. Aynı aşırılıkla sevilmek istiyordum." Fabio Volo, Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'dan...

Ne kadar da düşkünsünüz zatınıza. Muhabbetiniz bile bir ihsan. Hediyelere boğmuşsunuz dünyayı, varolarak. Sevdiğiniz herşey, siz sevdiğiniz için var sanki. O kadar memnunsunuz ki kendinizden. Bir 'acaba'nız bile yok kararlarınızdan. Yanılmış olma ihtimaline açık kapıların anahtarları kayıp. İblis kadar düşkünsünüz onlara ve küskünsünüz tevbeye. Kulluğun ilk taşı çoktan yere devrilmiş. Gayba iman etmeyi bırakmışsınız. Dışınızdaki bir doğruya. (Ki biz bunu ahvalde merhamet diye okuruz.) Çünkü, sizin için, sizden ötede bir gayb kalmamış. Her yer istilanız altında. 'Anlamaya çalışmak' diye birşey yok.

Daha çok var olmak istiyorsunuz. Daha çok dinlenilmek, duyulmak, dikkate alınmak. Daha çok anılmak var kanınızda. Eğer bilinmemişseniz, farkedilmemekten; kıymetiniz bilinmemekten. 'Bilinmeye değmez' söz çıkmaz yoksa ağzınızdan. Tevazu ile değil dünyaya bakışınız. Dünya sizin arizî vücudunuz sanki. Sizin için var, sizden dolayı var, siz görünürseniz var, siz gösterirseniz var, sizinle var. Aynanızda yansıyan baştançıkarmış. Sizi göstermeyen dünya ile de, renk ile de, ekran ile de, toplum ile de, sevda ile de başınız hoş değil. "Benimle ilgilenmiyorlar!" diyorsunuz, çünkü dünya hakikaten sizin ben'inizle ilgilenmiyor. Arşimed'in dünyayı yerinden oynatmak için aradığı dayanak noktası, ama söylemek zorundayım, siz değilsiniz.

"(...) ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde (...) sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer; sonra sâir insanları, hatta esbabı (...) Hatta, Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdâhale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder."

Peki, aslımız ne bizim? Kaçınılmaz bir tevazudur insanın varlığı. Aslolmadığı için hiçbir şeyde ve yerde, yalnız ayna kaldığı için, tevazudan başka kaçarı yoktur. Allah karşısında mahlukatın doğal halidir tezellül, ekstra bir tavır değil. Bununla ikinci bir niyet, bir kurgu takva, kurgusal bir tavır sergileyip 'fıtrî ahvalini öldürmüş' olmaz. Eğer iyilik namına yaptıkların zaten canının istedikleri değilse ve sana iyilik yaptığın söylendiğinde "Olması gereken değil miydi bu?" demiyorsan. Yahut karşında heyecandan titreyen birisini gördüğünde, fıtratının saflığı ismet derecesinde olan aleyhissalatuvesselam gibi "Titremene lüzum yok, ben kral değilim, Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum!" diyecek doğallık, yani 'olduğun gibi olma hali' sende yoksa, yazık.

Eğer fıtratına dönsen, tevazuu tam bulursun; ama tevazuun ne olduğunu da unutarak. Tarık-ı Nakşibendî'de dedikleri gibi, 'terk-i terk'tir fıtrata dönüş. Yani dönüp geldiğin tasannuları, mış gibi yaşamları, terkettiklerini de terkedersin/unutursun. Öyle ki, neyi terkettiğini hatırlatsalar, o zaten kurgusal/sonradan olduğundan fıtratından gelen bir çığlıkla karşı koyarsın:

"Ey cemaat! Her zaman nasıl konuşuyorsanız, öyle konuşun! Şeytan sizi saptırmasın! Ben, Abdullah'ın oğlu Muhammed'im. Ben Allah'ın kulu ve Rasulüyüm. Vallahi! Sizin beni bulunduğum derecenin üzerine çıkarmanızı sevmem."

Dünyadaki varoluşun öyle yük olur gibi değil, daha az yer tutmak üzerine. Çünkü aslolanın sen olmadığını, senin birşeylere işaret etmek için dolayısıyla varolduğunu biliyorsun. Nebevî miras bunu öğretiyor bize. Kur'an'da geçen, Bediüzzaman'ın da ilgili ayete ('Rabbinin nimetlerini' durmayıp söyle!) atıfla andığı 'tahdis-i nimet' denilen şey bu zaten. Olduğu gibi göstermek herşeyi. Üstlenmeden, ama inkar da etmeden; işgal etmeden, 'benim olsun' ve 'yalnız benle olsun' demeden, ben'ine mal etmeden...

Ne yükünü yüklenmek dünyanın sırtına, ne de dünyanın sırtında yük olmak. Birşey daha diyeceğim, yazıyı bitirdikten sonra da düşünmeye devam edersin diye: Bediüzzaman neden şirk ve günahlar hakkında 'mahlukatın hukukuna tecavüz' ifadesini sık kullanıyor, hiç düşündün mü? Böylesi bir yaşayış bir 'zorla ele geçirmek' veya 'sevmek ama başkalarına alan bırakmamak' veya 'aşkla istila etmek' şeklinde olduğu için olabilir mi?

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...