Eskimek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eskimek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Temmuz 2017 Salı

Allah nasıl sevilmez?

Allah'ı seviyorum. Varlığından memnunum. Olmasından razıyım. Daha açık nasıl ifade edilebilir? Sevmek, en önce, varlığından mutlu olmak değil midir? İşte ben de Allahın varlığından öyle mutluyum. Öyle razıyım. Öyle memnunum. Hem zaten bir insan Allah'ı nasıl sevmez? (Yokluğuna inanmak da varlığından memnun olmamak değil midir?) Hiç anlamam bunu. Hep daha fazlasını isteyen insan, iş varlığın sonsuzlaşmasına geldiğinde, nasıl daha azına razı olur? Neden bu kuvvetli ihtimale gönül vermez? Öyle ya! Eğer varlığından haberdar etmeseydi bizi hep kendimizi konuşacaktık. Hep kendimizle takılacaktık. Hep kendimize kalacaktık. Hep kendimizde sıkışacaktık. Korkutucu birşey değil mi şu? Benim sadece benden ibaret olmam. Senin sadece sana dair olman. 'Ötekisizlik' değil bakınız. 'Ötesizlik' korkunç birşey değil mi? Yaşanan herşey yaşandığı andan ibaret kalır o zaman. Bu feci değil mi?

Salt bir nehrin yüzeyindeki süprüntülerle meşgul olan birisi gibi hissediyorum onu konuşmazken kendimi. Bunlar akıp gidecek. Bunlar yokolacak. Bunlar unutulacak. Benim sözüm hiçbirşeyi değiştirmeyecek. Aşkımın güzele faydası yok. Çünkü faniliğini iyileştirmez. Aşkımın bana da faydası yok. Çünkü; hissetiğim en iyi şeyler bile, bu nehrin akıp gidenleri üzerine söylendiğinden, eskiyecek. Onlarla meşgul oldukça ben de bir parça akıp gideceğim. Ardımda bıraktıklarımı eskimiş bulacağım. Çoğusundan pişman olacağım. Bazısından tiksineceğim. Zaten yanlış yerlerde oyalandığımı en çok buradan anlıyorum: Akıp gidenler canımı yakıyor. Nehrin süprüntüleriyle meşgul olmasaydım bu çizikler ellerimde kanamazdı.

Allah öyle mi ama! Değil. Allah hakkında konuşulanlar eskimiyor. Allah hakkında yazılanlar eskimiyor. Allah için yapılanlar yokolmuyor. Bunu daha bu dünyadayken görüyorum. Nasıl? Yazılarımdan anlıyorum mesela. Gündelik olaylar üzerine yazdığım o kadar çok şey var ki. Hepsi eskimiş. Hepsi yitmiş. Anlamını yitirmiş. Değersizleşmiş. Ben de değişmişim. Onları bayağı buluyorum artık. Zaten birçoğunu da zaman yanlışlamış. Tahminlerim tutmamış. Hayallerim olmamış. Hakikat tasavvurlarımdan uzağa düşmüş.

Görüyorum bunu. Ayaklarım geleceğe yürürken en çok kendi cesetlerime çarpıyor. Bu yaşayagiden doğru en çok kendi geçmişini yanlışlıyor. Sonsuzluk yoksa insanın en derin yarası kendisidir. En büyük yokluğu varlığıdır. Çünkü tüm yoksunluklarının anasıdır. Nasıl? Yitirmeyi varolmakla öğrenmiştir. Ardımda bıraktıklarım beyhudeleşiyor o zaman. Geleceğe taşınamadıkları belli. Kalmamışlar. Akıp gitmişler. Gündeme dair yazdıklarım gündemle beraber ölmüş. Gün dönerken onları da öldürmüş. Ancak Allah'a dair yazdıklarım öyle mi?

Sonsuzluk Sahibi hakkında yazdığımı, yahut da hakkında yazdığımın Sonsuzluk Sahibi olduğunu, onun hakkında yazdıklarımın eskimemesinden tanıyorum. Ona dair olanlar onun tecellisinden hisse alıyorlar. İşte Allah'ın sonsuzluğunun bencileyin bir delili: Ancak hakkında yazdıkların eskimemişler sonsuzdur. Eğer birşey hakkında yazdıkların, daha o yazıya noktayı koyar koymaz geçmişte kalıyorsa, fani olduklarından emin olabilirsin. Nehrin üzerindeki süprüntülerle meşgul olduğun çok belli. Akıp gitmişler. Ellerini çizmişler. Onların yazıldığı ortam gitmiş. O cümleleri doğru kılan şartlar kaçmış. Sen bile beğenmiyorsun onları. O halde neden kendini bunlarla öldüresin? Zaten ölüyorsun. Neden normalden daha fazla ölesin?

Allah insanı ölümlü yaratmıştır. Doğru. Hayat ölüme borçlanarak başlar. Doğru. Hayat yavaş yavaş ölmektir. Doğru. Fakat bu ölümü 'anların ölümü' kılmak veya kılmamak insanın elindedir. Bir kere ölmek mecburî. Ondan kaçamayız. (Fani olduğumuza mutlaka 'bizzat yaşarak' şahit olacağız.) O da lazım. Ama her an yeniden ölmek zorunda değiliz. Elimizden çıkanların ölümünü görmek zorunda değiliz. Bunu kendi başımıza kendimiz getiriyoruz.

Süprüntülere sevdalanmasak bu kadar ayrılık başımıza gelmeyecek. Yüzeyle o kadar meşgulüz ki dibindeki okyanusu kaçırıyoruz. Suyun hiç değişmeyen hakikatini kaçırıyoruz. Çağıltının zamanüstü sesini... Gaybı kaçırıyoruz. Akmazların bölgesini kaçırıyoruz. Bizi akmazların varlığından haberdar edense, işte, vahyin ve sünnetin kendisidir. Allah'ın, kulunu kendisinden haberdar etmesi, nehrin karşısında her gün bin Leyla kaybetmekten mahzun Mecnun'lara ne büyük tesellidir! Ya Bâkî! Sen bizi kendinden haberdar etmesen biz sonsuzu nereden bilirdik? Ona dair nasıl konuşurduk? Onun hakkında nasıl yazardık? Ona dair nasıl ümitlenirdik? Arkadaşım, böyle Mevla sevilmez mi, ki bin Leyla'nın azabından kurtarmıştır.

17 Eylül 2015 Perşembe

Eskimek, uyum sağlamaktır

Gençlerinizin en iyisi, ihtiyarlarınıza benzeyenlerdir. İhtiyarlarınızın en kötüsü de gençlerinize benzeyenlerdir.[1]

Bizde eskimek hep kötü anılıyor. Fakat eskimek aslında uyum sağlamaktır. Kalabildiğini, kabul edildiğini gösterir. Varolan her nesne, bir fıtrî temayül gibi, içinde varolduğu nesnelerle uyum sağlamaya gayret eder. (Tarihî eserler neden güzeldir?) İstediğiniz kadar sıradışı yapılar inşa edin. Onları sıradışı renklere boyayın. Sıradışı kılıflar giydirin biçimlerine. Bir süre geçtikten sonra, nesnenin, çevresine göre büküldüğünü görürsünüz. Bükülmek derken, sadece anladığımız tarzda bir bükülmeden bahsetmiyorum. Mesela; boyadığınız en parlak renkler solar. Yavaş yavaş çevresindeki renklere karışır. Kibri gider, tevazusu artar. "Bana bakın!" demekten vazgeçer. (Tevazu da bir uyumdur.) Verdiğiniz keskin hatlar, biraz da kullanılmanın verdiği yıpranmayla, o keskinliklerini yitirirler. Bazen çukurlaşır, bazen yuvarlaklaşır, bazen kırılırlar. Civarlarındaki sair nesnelerin/hatların devamı gibi olmaya başlarlar. Gözleriniz bile onu sıradanlaştırır.

Etraftaki bitkiler, herşeyin üstünü kapladıkları gibi, o nesnenin de üstünü sararlar yavaş yavaş. Ağır ağır kendileştirir çevre, sıradışıyı. Böcekleri, kuşları, kokuları, sesleri, tatları... Ve daha nice tür eskimeler var ki, aslında, hepsi bir tür uyumun ifadesi. Herşey, biz ne kadar onu sıradışı müdahalelerimizle bozmaya çalışırsak çalışalım, kevnî şeriata uyum sağlamaya çalışıyor. Yaşlanmak bile bir uyumdur. Yaşlılara biz neden olgun diyoruz? Çevreyle daha uyumlu (mantık da belki bu demek) kararlar verebildikleri için değil mi? Demek ki, insan da zamanla çevresine, daha doğrusu kevnî şeriata uygun adımlar atabilmeyi öğreniyor. İçimizdeki fıtrat, dışımızdaki fıtrat ile sulhün yollarını buluyor. Bana öyle geliyor ki; salt dünya için yaratılmış olsaydık, yani ki imtihan olmasaydı, en doğru formumuz yaşlılıktı. Daha az zarar verdiğimiz, daha az bencil olduğumuz bir devrimizdir çünkü yaşlılığımız. Ve bilirsin: Yaşlının değişmesi de zordur. Çünkü alışkanlıklarının üzerinde yılların izleri vardır.

"En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukcasına, hevesât-ı nefsaniyeye tâbi olur."

Pekçok ahlakî öğütün mahiyeti de bu perspektiften bakınca anlaşılıyor. "İsli kazana yaklaşma isi sana bulaşır..." veya "Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim..." gibi atasözleri bizim 'iradesiz' veya 'akılsız' oluşumuza değil, içimizde varolduğumuz dünyayla uyum arayışımıza işaret ediyor. Çoğu genç, bu sözleri duyduğu anda, aptallıkla veya iradesizlikle suçlandığını sanır. Fakat eskimek/uyum sağlamak insanda bir fıtrî temayül olarak hep varolmuştur. Bunu yaparken yaptığınızı bile farketmezsiniz çoğu zaman. Coğrafyanın karakter üzerinde yaptığı etkiler de bu nevidendir.

Sık rastlanan 'uzun boyluların kamburlaşması' biraz da çevrelerindeki kısalarla sağlamak istedikleri uyumun neticesidir. Eğilerek konuşurlar. O kadar sık yaparlar ki bunu, sonunda vücutları da uyuma geçer. Buradan seni bir ayete de götürmek istiyorum. Nisa sûresi, 140. Diyor ki: "Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kafirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz." Belki bu da söylemek istediklerime bir karine oluşturur. Neyin içinde eskiyorsan, hem onu normalleştiriyor, hem de ona uyum sağlıyorsun. Çünkü eskimek, uyum sağlamaktır. Zaman, bizi içinde bulunduğumuz ortamın rengine boyayan bir mürekkep gibi. Yalnız kendimize değil, ona da dikkat etmemiz gerek.



[1] Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, X/270; İbn Hacer, el-Metalibu’l-Aliye, III/3; Feyzü'-l Kadîr, 15:776.

20 Eylül 2013 Cuma

Bilgi eskir, hikmet eskimez

Belki evvel de bahsettim: Hikmeti biraz daha 'bakış açısı'na yakın anlıyorum. Tarifler genelde 'gaye, esas, maksat, fayda' eksenli olsa da, beni tatmin etmiyor. Ben hikmeti, salt bir bilgiden öte, elde edildiğinde; elinize geçecek veya halihazırda zaten zihninizde olan herşeyi anlamlandıran, amaçlandıran, nurlandıran bir üstbilgi gibi görüyorum. (Belki buna 20. Söz'den istifadeyle 'düstur-u küllî' demeliyim.)

Üstbilgi bence nedir, onu da açayım: Bence üstbilgi, bir asâ-yı Musa'dır. Kendinden aşağı seviyedeki bilgileri/doneleri, onunla anlamlandırabildiğiniz anabilgi türüdür. Mesela iman da bence bütün rükünleriyle bir üstbilgidir. Bir müslüman (veya başka bir inanç mensubu), sahip olduğu inanç ile ancak bilgisini değerlendirir. Bediüzzaman'ın 12. Söz'de Kur'an hikmeti ile felsefe hikmetini karşılaştırırken verdiği örneklere dikkat ederseniz, o satırlar, size iki hikmetin sahip olduğu bakış açılarından haber verirler:

"Ammâ hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimâiyede nokta-i istinâdı kuvvet kabul eder. Hedefi menfaat bilir. Düstur-u hayatı cidâl tanır. Cemaatlerin râbıtasını unsuriyet, menfî milliyeti tutar. Semerâtı ise, hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyiddir. Halbuki, kuvvetin şe'ni tecavüzdür. Menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe'ni çarpışmaktır. Unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur."

Burada anlatılan bütün kıyaslamalar, bilginin miktarına değil, türüne değil; bilginin anlamlandırılış ve kullanış şekline dairdir. Çünkü o anlamlandırma ve kullanmadan ortaya şe'nler (belki bir yönüyle ahlak) çıkar.

Ben bu yüzden "Rabbinin yoluna hikmetle çağır" ayetini de biraz farklı anlarım. Ki Fiziali'l-Kur'an'da verilen anlama yakındır anladığım: "İnsanları Rabbinin yoluna maharetli bir yöntemle ve güzel öğütlerle çağır, onlarla üslupların en güzel, en etkilisi ile tartış. Hiç şüphesiz Rabbin, yolundan sapanları herkesten iyi bildiği gibi, doğru yolda olanları da herkesten iyi bilir."

Bu şekilde düşününce hemen öncesindeki ayetlerde ümmete Hz. İbrahim'in misal verilmesindeki sır da daha anlaşılır gelir. Öyle ya, Hz. İbrahim'in Nemrut'la ve kavmiyle girdiği mücadele tam bir 'bakış açısı' mücadelesidir. Ve İbrahim aleyhisselam, mücadelesi boyunca muhataplarının bakış açılarını değiştirmeye çalışmıştır. Öyle ki, Kur'an, Enbiya sûresinde, kavmiyle yaşadığı diyaloğu aktarırken, bir ara içlerinden şöyle söylediklerini nakleder: "Sonra vicdanlarına dönüp 'Doğrusu zalim olan biziz' dediler." İbrahim aleyhisselamın mantığı, onları çaresiz bırakmıştır.

Kanaatimce Hz. İbrahim'i bu denli güçlü ve tek başına bir ümmet kılan bakış açısı/hikmet üzerine sahip olduğu yetenektir. Nemrut'la münakaşası esnasında da onun ölüm ve hayat verme ekseninde takıldığını farkettiğinde, orada kalıp münazarayı sürdürmez. Sahip olduğu hikmet yeteneği gereği, bakış açısını başka yöne çevirerek ona kaçınılmaz olan mağlubiyetini tattırır: "Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene..." Kur'an bize Nemrud'un bu soru karşısındaki halini şöyle tasvir ediyor: "İnkar eden şaşırıp kaldı."

Metin Karabaşoğlu abiyle Ene Risalesi'nin ahirindeki üç yolu analiz ederken de buna benzer bir noktaya geldik. (Veyahut ben öyle sandım. Yanlış düşünüyorsam, Metin abiyi karıştırmayayım.) Yollardan birincisi olan dağı delip içinden yolculuk etme esnasında veya etrafından dolaşıp öteki tarafına geçme sırasında insanın yaptığı şey, malumatını arttırmaktı belki de.

Evet, hakikaten de mağdub ve dallin yollarında da bir bilgi var. Fakat bu bilgi, kendisinde başlayıp kendisinde biten bir bilgi. İsmî bir yapısı var; bir harf gibi alıp, harfî bakıp kainat kitabının size anlatmak istediği büyük dersin bir parçası haline getiremiyorsunuz. Kafanızda öbek öbek birçok şey oluyor. Ama bu birçok şey, toplanıp bir cümle haline gelemiyorlar. Asansörü göstermiyorlar çünkü.

Fatiha'nın ve Ene Risalesi'nin ahirindeki üç yol da biraz bize bu bakış açısını ders veriyor. Önce yerinaltından bakıyoruz herşeye. Karanlıkta ve sıkışık durumdayız. Kur'an'dan bir ışık almadan geçiş olmuyor. Sonra yerinüstünden bakıyoruz. Bir derece iyi ama eksik. Çok dolaşıyoruz. En nihayet yükselip yukarıdan bakıyoruz âleme. Bakış açımız daha kapsayıcı oluyor ve bu Kur'an'ın övdüğü, Ene Risalesi'nin tarif ettiği o nimete erişenlerin yolu oluyor. Anlıyoruz ki, mesele 'asansörleri' farketmekte.

"Baktım ki, o asansörler gibi nuranî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur’ân-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir."

Metin abi o derste güzel de bir örnek verdi: Eski Said'in yolculuğu da biraz böyle değil miydi? Sürekli yeni şeyler okuyan, okuduğunu ezberleyen ve ezberlediklerini tekrar eden bir genç Eski Said. Fakat Yeni Said'de dönüşürken meselenin daha çok şey bilmek değil, bildiğini doğru bir bakış açısıyla değerlendirmek olduğunu görüyor. Belki de bu yüzden bu dönüşümün en canlı şahidi olan Mesnevi-i Nuriye'sinde bütün tedris hayatını, sahip olduğu bakış açısını belirleyen şeylerle özetliyor:

"Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada, yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksat, mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar'dır."

Ben buraya nasıl geldim? Aslında beni bu yazıyı yazmaya iten yine 'bahtiyar doktor' mektubundaki ifadelerdi. Orada da sanki Yeni Said, işte bu yönüyle Eski Said'in malumatını masaya yatırıyor, mütefennin olduğunu düşündüğü muhatabına Eski Said'in yaşadığı tarzda bir uyanmayı tavsiye ediyordu:

"Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenâb-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin."

Rabbin yoluna hikmetle çağırmak, belki de muhatabına doğru bakış açısını kazandırmaya çalışmakla eş değerdi. Onu daha fazla odun sahibi yapmak veya oduna boğmak değil; elinde mevcut olan odunlarını yakmayı öğretmekti. Belki de bu yüzden bilimsel olan herşey eskirken Kur'an'ın tedrisi hiç eskimiyordu. Demek ki; bilgi eskir; ama hikmet, eskimezdi.



Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...