Allah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Allah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ağustos 2023 Cuma

Allah konuşmak zorunda mı?

“Kâinatın envâı insanı tanıyor değil. Belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.”
Sözler’den.

Elhamdülillah. Müslümanın Allah’ı tutarsızlıktan münezzehtir. Deistlerin tanrısındaysa bir dizi tutarsızlık vardır. İlk tutarsızlığı ‘ilgi’ eşiğinden kendisini gösterir. Fakat, bir saniye, hızlı gidiyoruz. Bu mevzua dalmadan önce birşeyi itiraf etmeliyim: Bediüzzaman’ın bazı ifadelerini ilk okumalarımın üzerinden yirmi yıl kadar geçtikten sonra anlayabiliyorum. Evet. Sanki, daha önce hiç okumamışım, sadece yanlarından geçmişim gibi. “Kimbilir anlamadan yanından geçtiğim daha neler neler var?” diye kederleniyorum böyle anlarda. Eh, ne yapalım, kabımız bu kadarcık. Rabb-i Rahîmimiz azımızı çoğa saysın. Bahsi açtık. Misali de geliyor. İşte onlardan birisi: “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur.”

Ben bu cümleyi her okuduğumda ‘yapmak ile bilmek’ arasındaki zarureti kavrar fakat ‘bilmek ile konuşmak’ arasındaki lüzumu kavrayamazdım. Nihayetinde her bilen konuşmak zorunda değildi. En azından beşerî düzlemde bu zarureti kavramamı sağlayacak kıyaslamalar bulamıyordum. Susmak da insanlığın bir parçasıydı. Ve bazen insanlar bile bile susarlardı. Peki Bediüzzaman bu zarurete nasıl intikal etmişti? Aradaki boşluğa(!) dair düşünmeye başladım. O düşünmek mesaisi epey bir sürdü.

‘Yapmak ile bilmek’ arasında ise aynı güçlüğü çekmediğimi belirtmiştim. Zira bilmesiz yapmak ancak yıkmak türünden ‘vücudî görünen ademîlikler’ için mümkündü. (Yokuş aşağı yuvarlanan bir kaya ne yaptığını bilemezdi, ama birşey de yapmış olmazdı zaten, yıkardı sadece.) Sistemli herşeyin inşasıysa bilgi isterdi. Kasıt isterdi. Dikkat isterdi. Israr isterdi. Bütüncül bakış isterdi. Çay yapmasını bilmeyenler çay yapamazdı. Bina yapmasını bilmeyenler inşaata girişemezdi. İlim, irade, kudret üçlüsü her eserin arkasında zaruret olarak kendisini gösteriyordu. Kader de, daha büyük resimde, kainatı varlığa çıkaran (ve onu varlıkta tutan) bilişin/ilmin adıydı. Evet. Kadere iman edilmeden iman tamam olamazdı. Çünkü Allah’ın yarattıklarını önceden (aslında, zamandan aşkın bir şekilde, ezelden) bilmeden yarattığını söylemek olurdu bu. Dolaylı olarak da, ne yaptığını bilmeden yaratan Allah gibi, hâşâ, imkansız birşeyin tasavvuruna giderdiniz. Kainatı binbir harikalıkla yaratan Allah, ilminin izleri her eserinde okunan Allah, nasıl böyle birşeyle itham edilebilirdi? Düpedüz iftira olmaz mıydı denilen?

Buraya kadar tamam. Fakat bilen neden konuşmak zorundaydı? İşte şu eşikten sonra deistlerin ilah tasavvurundaki tutarsızlık kendisini ele vermeye başladı arkadaşım. Deistler bize diyorlardı ki: “Kainatla ‘yaratacak’ kadar ilgilenen Allah insanlarla ‘konuşacak’ kadar ilgilenmedi.” Halbuki yaratmak ilgilerin en şiddetlisiydi. Cenab-ı Hak, daha varlık sahnesinde yokken, sadece ilm-i İlahî’de mevcutken, o kadar ilgilendi ki bizle, o kadar teveccüh etti ki keremiyle, varlık sahnesine çıkardı bizi. Sadece bizi değil cümle mahlukatını. Cenab-ı Hakkın ilgisi en çok rahmetiyle görünür. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Rahmetiyle bildiğini bildirir.” Kainatta rahmet olarak okuduğumuz aslında Cenab-ı Hakkın, bize, bizi bildiğini bildirme şeklidir. Kusurlu bir ifade olsa da, kendi aramızda bunu, ‘ilgi’ olarak isimlendiriyoruz.

Zaten ilgi dediğimiz şey de genelde belirli seviyelerde ‘muhabbet’ ve ‘merhamet’ tecellileriyle kendisini gösterir. Sözgelimi: Ben yeğenimle ilgileniyorum. Nereden belli? Çünkü onunla oynuyorum. Çünkü onunla geziyorum. Çünkü ona dondurma alıyorum. Çünkü, çünkü, çünkü… Daha birçok şeyi sayabilirim. Bunlar hep belirli düzeylerde ‘yeğenimin varlığına düşkünlüğüm’ ile belli olmuştur. Evet. Ben yeğenimi severim. Ben yeğenime şefkat ederim. Eğer bu iddialarda yalancı değilsem hayatta tezahürleri olur illa ki. “Ben yeğenimi çok severim ama hiç yüzüne bakmam!” gibi bir ‘inkılab-ı hakaik’ (hakikatlerin tersyüz olması) yahut da ‘cem-i zıddeyn’ (zıtların birlikteliği) hakikatte varolamaz.

Tezat bir kusurdur. Nihayetsiz kemalde olan Allahımız kusurlardan münezzehtir. Madem ki, yoku vara çıkaracak kadar ilgilidir, o halde konuşacak kadar da ilgilidir. Esasında yaratması zaten bir tür konuşmasıdır. Konuşmasının dolaylı bir biçimidir. Yüzünüze güldürdüğü her bebek, uçarken gösterdiği her kelebek, açarken bulduğunuz her çiçek, Onun kendisini size bildirmesinin yollarıdır.

Yeğenime gösterdiğim ilginin ederi nedir? Çok cüzî şekillerde varlığına katkılar sunabilirim. Hak Teala ise bizimle yokluktan varlığa çıkaracak kadar ilgilenmiştir. Bize bütün kainatı kitap kılacak kadar ilgilenmiştir. Herşeye herşeyden kendisini bildirecek kadar ilgilenmiştir. Herşeyi yüzbin dilli bir mektub-u Samedanî kılacak kadar ilgilenmiştir. Kainattaki bu ilmî doluluk, bu iletişim zenginliği, bu daldıkça dibi görünmeyen marifet, ancak Cenab-ı Hakkın ‘konuşmaktaki arzusu’ ile açıklanabilir. Yani zaten Onun yaratmasında konuşmak/bildirmek arzusunun (Bu ifadenin de kusurlu olduğunu biliyorum. Fehminize yaklaştırmak için bir araç olarak görün lütfen. Münezzeh manalarla tefekkür edin.) tezahürleri okunmaktadır. Varlığa çıkışımız Onun eserleri üzerinden konuşmasıdır.

O halde, bizi yoktan vara çıkaracak, herşey üzerinden kendisini bildirecek kadar bizimle ilgili bir Allah; ağzımıza attığımız her lokmanın nereye/ne kadar dağılacağına kadar ilgilenen bir Allah; âlemin başından sonuna vücuda lazım yasalarını devam ettirecek dikkatte bir Allah; bu kadar detaylı bir kuşatıcılıkla iradesi üzerimizde bir Allah; nasıl olur da en çok ‘acaba’ya düştüğümüz yerlerde kalbimizi ‘konuşmasız’ bırakır? Nasıl dolaylı bir şekilde kendisini bu kadar çok anlatır da doğrudan mesajı ihmal eder? Halbuki dolaylı mesajın kavranması da çoğu zaman doğrudan mesajın varlığına bağlıdır.

Yine bir misale müracaat edelim: Diyelim ki bir mecliste konuşma yapıyorsunuz. Boynunuza da nereden geldiği bilinmez bir akrep çıktı. Seyirciler içindeki arkadaşınız durumu farketti. Size kaş-göz işaretleriyle durumu anlatmaya çalışıyor. Anlayamıyorsunuz. (Zaten işaret diliyle birşeyi anlatmak doğrudan anlatıştan her zaman daha zordur. Böylesi oyunlar oynayanlar bilirler. İşaret dili dolaylı bir dildir. İkincil bir dildir. Semboller insanların dünyasında her zaman aynı anlamlara karşılık gelmezler. Kelimelerse genelde yakın anlamları bulurlar.) Nihayetinde akrep de sizi sokuyor. O zaman arkadaşınıza sitem etmez misiniz: “Birader niye ağzını açıp söylemedin? İmâlarını anlamadım ki.”

Cenab-ı Hak da bize kainat üzerinden sonsuz akıbetimizi etkileyecek olan bilgiyi sürekli aktarıyor. Zaten yaratılış bu bilgi aktarımı ile anlamlı oluyor. (Belki, daha ileri bir hayalgücüyle, yaratılışın da ‘çok boyutlu bir bilgi aktarım şekli’ olduğunu söyleyebiliriz.) Böyle bir ilmin katman katman varolduğunu bilimdallarının herbiri bize, hatta en sekülerlerimize bile, gösteriyor. Daldıkça bilgi çıkıyor. Kazdıkça bilgi fışkırıyor. Kurcaladıkça bilgi kaynıyor. Kendisini bu denli şiddetli bir şekilde, böylesine yoğun bir ilgiyle, ama dolaylı olarak anlatan bir Alîm-i Hakîm, o dolaylı mesaj karşısında ‘acaba’ya düşmüş kullarına, yine sonsuz rahmetinin bir gereği olarak, göz açıcı doğrudan mesajlar da iletmez mi? Doğrudanı dolaylı ile birleştirerek hikmetini tamam etmez mi? Âlem kitabını, Resul kitabıyla ve vahy-i Furkanıyla ‘Ya Rabbi anlayamadım!’ bahanesi kalmayacak şekilde okunulur kılmaz mı? Bence “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur…” böyle de okununca daha bir anlaşılır oluyor: Madem bildiğini bu kadar yapmakla (dolaylı biçimde) gösterir, elbette, konuşmakla da (doğrudan biçimde) bizzat gösterir. Çünkü yapması zaten bilmesindendir. Bu kadar eser üzerinden konuşmak arzusunu gösteren bilmek, elbette aciz değildir ki, bizzat kelamullahıyla da konuşmasın.

“Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev'iyle konuşacaktır. Madem insan nev'iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kàbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üç yüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.”

Bir de meselenin şu boyutu var arkadaşım: Dolaylı anlatım imtihanlıdır. Yukarıda da altını çizmeye çalıştım. İşaretler aynı karşılıkları bulmayabilir. Yine Bediüzzaman’ın “Küçük âlemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tâğutlardandır…” demesini hatırlayalım. Allah’ın yarattığı ‘ene’ veya ‘tabiat’ neden ‘tağut’ oluveriyor? Çünkü dolaylılığına takılınıyor. Mana-i harfî ile işaretleşmesi gereken mana-i ismî ile bütün nazarı kendisine hapsediyor.

“Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek Hâlıkın evâmirine mübarezeye başlar. Küçük âlemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tâğutlardandır.”

Esere baktığınızda müessiri görmek ikincil bir dikkate muhtaçtır. Eğer esere aşkınsız dikkat ederseniz, onda boğulursanız yani, göstermek için yaratılan şey görmenin engeli olmaya başlar. Mürşidimin ‘ene’ ve ‘tabiat’ta hissettiği tuzak budur. Cenab-ı Hak sırr-ı imtihan gereği varlığı bu şekilde halketmiştir. Ötesini görmeye çalışan öteyi bulur. Gördüğünden ibaret sayansa onda boğulur. Ancak, ötenin varlığından haberdar edilmemişlerse, nasıl öteden sorumlu tutulabilirler? İşte, Cenab-ı Hakkın peygamberleri göndermesi, bu hikmetin eda edilmesi için de gerekiyor. Mektubu vermeden önce okumayı öğretmek lazım. Yazıyı ‘okunacak’ bilmeyenin elinde mektup sırf resimden ibaret kalır. Ne diyelim? Cenab-ı Hak, bizi, huzurunda gözü başkalarına kayanlardan eylemesin arkadaşım. Âmin.

3 Ağustos 2023 Perşembe

Psikolojinin Allah’ı yok mu?

"Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır.”
Mesnevî-i Nuriye’den.

Allah amellerini mübarek etsin. Geçenlerde ODTÜ mezuniyet töreninde “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur!” ayet mealinin pankart olup gezdirildiğini gördük. Cenab-ı Hak, kelamullahından nur alan böyle sineleri çoğaltsın, müslüman memleketini müslümansız bırakmasın. Âmin. Fakat elbette yarasa tabiatlıların bu nurdan gözleri kamaştı. Hemen başlarını mâbâdlarına çevirdiler. Hatta mırıldandılar: “Böyle birşeyi savunmak akademinin/psikolojinin değerlerini aykırıdır!” Neden efendim? Onlar açık açık söylemezler ya. Biz çekinmeyip deyiverelim: Zira kafalarındaki bilimin Allah’ı yoktur. Yani Allah varsa bilim yoktur. O yüzden yanlarında ‘Allah’ denildiğinde ‘Euzü’yü duyan İblis’e dönerler. Şeytanlarından önce kendileri çarpılırlar. Kaçacak mağaralar ararlar.

Will Smith’in, yaşanmış bir hikâyeye dayanan, dişe dokunur, mesaj içerir filmlerinden Doğruyu Söyle’de (Concussion/2016) buna benzer bir sahne olduğunu izleyenler hatırlar. (Hafızamda kaldığı kadarıyla nakledeyim.) Nijeryalı dindar bir hristiyan olan Dr. Bennet Omalu ABD’de adlî tabiblik yapmaktadır. Amerikan futbolu yıldızlarının emekliliklerinin ardından intihara kadar varan psikolojik sorunlar yaşamaları dikkatini çeker. Böyle vakalardan birisini, cebinden de para harcayarak, özel olarak incelemeye tâbi tutar. Teşhisini kesinleştirir. Durum apaçıktır. Futbolcuların oyunun sertliği içinde kafalarına aldıkları darbeler beyinlerinde hasara neden olmaktadır. Ve bu hasar ilerleyen yaşlarda kendini iyice belli etmektedir. Dr. Omalu’nun asıl mücadelesi bu teşhisten sonra başlar. Kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışır. Bulgularını yayınlamak ister. Bir bilimsel derginin editörüne verileri aktardıktan sonra şöyle bir cümleyle sunumu bitirir: “Tanrı insanı futbol oynasın diye yaratmamış!” Editörün bu finale tavrı gariptir: “Tamam. Güzel. Tanrıyı çıkar. Elindekileri makaleye dönüştür. Bunu dergide yayınlayalım.”

“Tanrıyı çıkar!” dindarlığın, sahadaki bilimsel muvaffakiyeti ne olursa olsun, titri/yetki sahibi Nemrutlardan gördüğü muamelenin özüdür. Belki biraz da bu yüzden, Bediüzzaman, “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar!” diye yakınan lise talebelerine şöyle cevap vermiştir: “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla, mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil onları dinleyiniz.” Devamında birçok misalle bu uyanışın yöntemini de belirtir mürşidim. Teberrüken birisini alıntılayalım: “Meselâ, nasıl mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir. Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıb mikyasıyla, küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâli, hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.”


Bu meselede yukarıda zikredilenlerden daha garibi de şudur bence arkadaşım: Bu sekülerizm kaselislerinin din düşmanlığındaki gayreti, bönlüğü, basitliği, iptidaîliği, hamlığı vs. Batılı pirlerinde dahi bulunmaz. Mesela: Psikolojinin Freud ve Jung ile birlikte ‘üç kurucu babasından biri’ sayılan Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı isimli eserinde, ‘ben merkezciliğin’ psikolojik sağlığa verdiği zararı izah sadedinde, sözü ilginç bir yere getirip der ki:

“Gelişmiş bir toplumsallık duygusunu içinde barındıran ve ‘Başkalarına ne verebilirim?’ sorusunu soran biri tüm karşıtlığıyla kendini beğenmiş kişiyle yanyana getirildiğinde arasında ne büyük bir değer farkının bulunduğu hemen anlaşılacaktır. Bu da ulusların binlerce yıl önce müthiş bir kesinlikle sezdiği ve İncil’in o bilgelik dolu ‘Vermek almaktan daha hayırlıdır!’ sözünde dilegelen bakış açısına götürür bizi. Alabildiğine eski bir insanlık deneyiminin dışavurumu sayılan bu sözün anlamı üzerine düşündük mü görürüz ki: Burada anlatılmak istenen ruhsal bir durumdur; vermenin, kollayıp gözetmenin, yardım elini uzatmanın insanın ruhunda yarattığı havadır; bu hava, ruhsal yaşamda kendiliğinden bir denge ve uyum sağlar, veren kimsenin kendiliğinden ele geçirdiği bir Tanrı armağanıdır adeta. Daha çok almaya eğilimli kimse ise çoğu zaman dağınık ve tutarsız biridir. Hoşnut olmak nedir bilmez. Tam bir mutluluğa ulaşabilmek için elindekiler dışında daha nelere kavuşması ve neleri kendisine maletmesi gerekeceği düşüncesiyle oyalanıp durur hep. ‘Gözlerimi çevirip başkalarının gereksinimlerine bakayım’ demez. Başkalarının mutsuzluğunu kendi mutluluğu saydığından, bir uzlaşmanın sağlayacağı huzur düşüncesine kafasında yer yoktur. Dikkafalılığıyla yarattığı yasalara başkalarının boyun eğmesini ister amansız bir tutumla, varolandan başka bir gökyüzü ister, bir başka türlü düşünce ve duygu ister. Kısaca: Onda gördüğümüz herşey gibi hoşnutluk ve alçakgönüllülük duygusundan uzaklığı da dehşet vericidir.”

Adler bu hususta daha birçok önemli şey söylüyor. Fakat yazıyı daha fazla uzatmayalım. Yalnız şu noktaya bir dikkat çekelim: Adler’in bahsettiği bilgelik, sadece İncil’de değil, hadis-i şeriflerde de bulunuyor. “Veren el alan elden hayırlıdır!” buyuran Aleyhissalatuvesselam Efendimiz de bize mezkûr duruşu bir anlamda tavsiye ediyor. Biz; Bediüzzaman’ın ifadeleriyle; hodbin, hodgam, hodendiş bakanlardan değiliz varlığa. Olmamalıyız. Kainatı kendi merkezimizde şekillenmeye zorlamamalıyız. Bu yalnızca ‘nazarımızda pek fena bir memlekete’ düşmemize sebep olur. Halbuki memleket fena değildir. Nazarımızda öyledir. Mü’mine yakışan hüdabinliğinden kaynaklanan bir “Herşeyle beraber birşeyim!” neşesine sahip olmaktır. Tevhide iman tevhidle yaratılmış herşeye bağlar bizi. “İman bir intisabdır.” Artık bu zeminde, varlığın merkezini Allah’ın esmaü’l-hüsnası şekillendireceğinden, mü’min ben merkezciliğin vartalarından kurtulur. İnsaniyetini bütünün amacına kattıklarında arar. Kendi varlığına kapanmaz. 

Aman, neler söylüyoruz, çenemiz düştü, Adler Efendi bizi tehlikeli(!) sularda yüzdürdü. Psikoloji adına cür’et edip İncil’e gittik, hadis-i şeriflere uğradık, Allah’lı-Kur’an’lı lâflar ettik. Cık, cık, cık. Oldu mu hiç? Şimdi Allahsız bilimcilerimiz böyle şeylere müsaade ederler mi? “Çaaat!” diye tanrıyı çıkarmazlar mı aradan? Bir antidepresan yazıp yollayacaklarken müşteriyi camiye yönlendirirsek elbette ekmeklerine kan doğramış oluruz. Kalpler Allah’ın zikriyle tatmin olur, tamam, ama bazılarının gözü maddeden başka şeylerle tatmin olmaz. O yüzden ne Adler’e, ne Bediüzzaman’a, ne hadis-i şeriflere, ne de Kur’an’a uyup böyle lâflar edilmesin dilerler. Bunların psikolojisinin Allah’ı yok çünkü. Eh, evet, ODTÜ’de ayetli bilim yürek ister. Kardeşlerimizin yüreğini tekrardan tebrik ediyoruz.

17 Haziran 2022 Cuma

Cemil Kılıç'ın fendi, vay canına, bilmek inanmayı nasıl yendi?

"Onun hak olduğunu anlayıncaya kadar ayetlerimizi (delillerimizi) onlara hem âfâkta hem de enfüste göstereceğiz. Rabbinin herşeye şahid olması yetmez mi?" (Fussilet sûresi, 53. ayet)

Ahirzaman ne demek efendim? 'Bunamak' gibi birşey. İnsanın bildiğini dahi bilmez hale gelmesi. Neden? Çünkü ihtiyarlıkta öyle olur. 'Ahir' demek 'son' demek. İnsanlığın sonu yaklaştığı için bunaklığı da arttı. Daha önce bildiklerini de bilmez oldu. İşte ahirzaman fitnesi de bizim bu yönümüzden pek faydalanıyor. Bunaklığımızın yanaklarından tutup pışpışlıyor. Diyor ki: "Sen birşeye inanıyorsan aslında onu bilmiyorsun demektir. Birşeyi biliyorsan da ona aslında inanmıyorsun." Dedeler-nineler böyle pışpışlanır mı? Büyüklerinin ileriki yaşlarını görenler bu tasvirimi yadırgamazlar. Zira onlar da tıpkı çocuklar gibi 'kandırılarak' ikna edilir. Cenab-ı Hak cümlemizin ihtiyarlık imtihanını kolay eylesin. İhtiyarımızı elimizden almasın. Âmin.

Zaten benim kusurum budur: Oyundan önce topu görürüm. Komplo teorisyeni değilim. Ya? Futbol pratisyeniyim. Ve benim pratisyenliğim diyor ki: Ortalıkta bir çeşit top çok gezmeye başlamışsa kesin oyunu da vardır. Işık varsa güneş vardır. Aydınlık varsa gündüzdür. Bu kadarıcık akıl yürütmeyi de herkes yapar. O yüzden Ahmed'in çok zeki bir adam olması gerekmez. Seken topa gözü ilişsin yeter. Geç de olsa görsün.

Seken toplara da gözüm iyi ilişir. Geçenlerde de hem Atatürkçü hem ilahiyatçı, yani ki hem karada yaşar hem denizde gider, ne perhizden ne turşudan vazgeçer Cemil Kılıç Bey'in nüktedanlığına denk geldim. Hoş bir lâtife işitmiş gibi tebessüm ettim. Çocukluğuma döndüm. Bizim zamanımızda 'Portakalı soydum, başucuma koydum, ben bir yalan uydurdum...' tarzı şeyler vardı. Elbette koskoca ilahiyatçı bu kadar basit metinlerle takılacak değil. Kendisi twitter'da daha yükseğini beyan etmiş:

"Allah'ın varlığı kanıtlanabilir bir kesinlikte olsaydı Allah bizden kendisine inanmamızı istemezdi. Zaten imanın değeri de, anlamı da kendisine konu olan şeyin kanıtlanamaz oluşundan gelmektedir. İman kanıta dayanmaz. Kanıt, imanı çökertir. Ben Müslümanım; Allah'ın var olduğunu iddia etmiyorum, var olup olmadığını da bilmiyorum. Zaten var olduğunu bilseydim; inanmazdım. Bilmediğim ve kanıtlayamadığım için inanıyorum. Kanıtlayabilseydim; inanmazdım, bilirdim. Allah'a inanmak bana huzur veriyor."

 Vay arkadaş. "Ulan yoksa bu genç yaşımda ben de mi bunadım?" deyu eseflendim muhterem karilerim. Çünkü müslüman oğlu müslüman birisinin 'kanıtın imanı çökerttiğini' söylemesini yeni işittim. Ve dahi birçok yaşıma hızlı bir şekilde giriverdim. Bir de düşündüm ki: Koskoca ilahiyatçı neden top çeviriyor böyle? Ne de olsa oyun dediğin çocukların işi. Sonra aklıma geldi: Çocuğu kandırırken büyükler de bir şekilde oyuna dahil olmuş sayılırlar. Samimi değillerdir. Lakin kafeslemek için 'mış gibi' yapmak gereklidir. Oyun olmazsa oynanmaz. Elbette koskoca ilahiyatçının da canı portakal çekebilir. Vitaminini kabuğunda aramaz. Soyabildiği kadar soyar onu.

O vitamin aramıyor ama biz de akl u fikrimizi peynir ekmekle yemedik ya. Arıyoruz. Düşünüyoruz: Kurban olduğum Allah, diyoruz. Taşa-toprağa, kediye-köpeğe, ota-ağaca, dağa-ovaya, yıldıza-seyyareye, hatta ışığı yutan karadeliğe bile 'kanıtlanabilme' nimetini bağışlamış da kendisi nasıl bundan mahrum kalmış? "Herşeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet, herşeyi gösteren, kendini herşeyden ziyade gösterir." Hani daha bunamadığımızı kendimize ispat etmek için soruyoruz. Mürşidim gibi diyoruz hatta: "Bir harf kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde kâtibini bir satır kadar ifade ediyor." Nasıl oluyor da insan yazısında böyle oluyor da Allah'ın yaratışında olmuyor? Allah'ın yaratışı insanın yazısından geri mi?

Sonra yine takılıyoruz: İmanın değeri niye kanıtlanamaz oluşundan geliyor? Ben şimdi Sevimli Hayalet Casper'a inansam, ne de olsa kanıtlanamaz birşey, bu imanım değerli mi olacak? Yoksa uzun kollu gömleği giydirip en yakın tımarhaneye yolcu mu ederler beni? Yani demem o ki muhterem karilerim: Deli dediklerimizin 'deliliği' kanıtlanamayan şeylere inanmalarından gelmiyor mu biraz da? Bu ayracı aradan kaldırınca kim 'akıllı' kim 'deli' karışmaz mı? Hem kim yalancı kim doğru farkı kalır mı? Madem ki ispatlanmayınca imanın kıymeti artıyor. Yalancıdan daha kıymetlisi yok o zaman. Ne de olsa hiçbir dediği ispatlanamıyor. Cemil Bey'e birşey demiyoruz tabii.

"İman kanıta dayanmaz. Kanıt imanı çökertir!" de ne yahu? Şimdi ben burnuma gelen kokularla mutfakta yemek olduğuna iman etsem, ki koku dahi bir kanıttır, gidip gördüğümde imanımın tadı mı kaçacak? Yoksa düzeyi mi yükselecek? Hani 'ilmelyakin-aynelyakin-hakkalyakin' deriz ya. Dumanı görmek, ateşi görmek, ona dokunmak diye de kademelendiririz. Herbirinin farklı bir iman katmanı olduğunu ifade ederiz. Cemil Bey'e göre herhalde alametlerine vâkıf oldukça ateşe inanılmamaya başlıyor. Yani normal insanın aksine Cemilbeygillerde süreç şöyle işliyor: (Ateşe dair hiçbir alamet yok.) Ateşe inanıyorum. (Ateşin dumanı göründü.) Ateşe imanım kalmadı. (Ateşi gördüm.) Ateşe inanmıyorum. (Ateşe elimi soktum.) Acımadı ki, acımadı ki!

Peh! Allah'ın varolduğunu iddia etmeyen müslüman ahirzamanda bulunur ancak. Varolup-olmadığını bilmiyorum diyeni din-i İslam'a davet ederlerdi eskiden. Kelime-i Şehadet getirince bizden olurdu. Şimdi ilahiyatçı yapıyorlar demek ki. Eh. Ne yapalım? Olabilir. Ama kuzum şu ne oluyor: "Zaten var olduğunu bilseydim; inanmazdım. Bilmediğim ve kanıtlayamadığım için inanıyorum. Kanıtlayabilseydim; inanmazdım, bilirdim." Bilmek ile inanmanın arası ne ara bu denli açıldı? Kim küstürdü onları? Hem nasıl küstüler? Çünkü bir elmanın iki yarısı gibiydiler. İnsan birşeyi bildiği zaman ona inanırdı. İnandığı şeyi de bilirdi. Peki Cemil Bey'in çağına yetişince ikisi birden nasıl konumlarından istifa ediverdi? Biz bu süreci nasıl kaçırdık?

Sözgelimi: Ben suyun 100 derecede kaynayacağına inanıyorum. Ama suyun 100 derecede kaynayacağını biliyorum da. Eğer suyun 100 derecede kaynayacağını biliyorsam, artık 100 derecede kaynayacağına inanmıyor muyum? Peki neden kaynatıyorum? Eğer kaynayacağını bilmiyorsam onu neden ısıtıyorum? Öncesinde 'inanmıyorsam' sonrasında 'bilmek' nasıl vücuda geliyor? Öncesinde bilmiyorsam sonrasına nasıl inanıyorum? Şahitliğimle aldığım mesafenin kıymet-i harbiyesi ne?

Kafanız karıştı değil mi? Benimki de. Mevzuu biraz daha açmaya çalışalım. Lemaat'ta Bediüzzaman Hazretlerinin 'dimağdaki meratip' isimli bir izahı var. Azıcık alıntı yapalım oradan: "Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir." Şimdi metinden hareketle şu 'kaynama' mevzuuna geri dönelim. Ben bir suyu kaynatıyorum. Çünkü suyun kaynadığı bilgisine sahibim. Ama kaynattığım suyun kaynadığı bilgisine değil. Onu kaynarken hiç görmedim. Zaten kaynamış olsa tekrar kaynatmama gerek yok. Yani ki bende bir 'tahayyül' var. Daha önceki şahitliklerimden biliyorum ve de inanıyorum ki: Kaynama olayı tekrar edecek. Elimdeki su henüz kaynamadı. Bu kesin(!) bir bilgi değil. Fakat iman ediyorum: Kaynayacak. Ve su kaynadığında doğrulanmış oluyor.

Her bilimsel keşif bir imana dayanıyor. Tonlarca ağırlıkta bir metal yığınının uçabileceğini hayal ediyorum. Buna hayal düzeyinde inanıyorum. İnanmasam peşinden gitmem. Bu bir çeşit bilmek. Tahakkuk etmemiş birşeyi bilmek. 'Sezgi' diyelim isterseniz buna. Fakat kanıtsız değil. Çünkü 'uçulabildiğini' biliyorum. Benim metal yığınım uçmadı ama kuşlar uçuyor. Kuşların uçtuğunu bildiğim için, bu şahitliğimden hareketle, hayalime bir iddia taşıyorum. Sonra o hayal diğer meratipten geçiyor. Teşebbüslerle-başarılarla gelişiyor. Uçaklar uçuyor. Ben de itikad ediyorum. Uçaklar uçar. Uçakların uçtuğunu bildiğim anda ona imanım yokolmuyor. Aksine uçakların uçtuğunu gördüğüm anda imanım daha yüksek bir düzeye çıkıyor.

Kanıtlar eğer imanı yokediyorsa neden imanlar kanıtlarla kovalanıyor? Neden bilimsel teoriler sahiplerinin elinde deney deney ispatlanmaya çalışılıyor? Madem imanları yokolacak? Birşey kendisini yoketmek için çalışır mı? İmanı yokolacak 'bilim âdemi' neden bir de onu ispatlamaya çalışıyor ki? Kanıtsızken makbul oluyorsa hayalde kalmaya devam etsin. Hiçbir bilimsel gayret gösterilmesin. Değerli madem.

Ahirzaman bunaması sizi de sarmadıysa burada şunu seçebilirsiniz: İnanmak farklı katmanlarıyla bilmenin hem başı hem sonu. Bilmek de farklı katmanlarıyla inanmanın hem başı hem sonu. Anlamak için yine Bediüzzaman'ın zarf-mazruf ilişkisine dair bir metnine bakalım: "Herşeyin, içine melekût, dışına da mülk denir. Bu itibarla insan ile kalb, birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünkü, insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur, melekût cihetiyle de mazruf olur." 

O ona sarılmış. Öteki de ona sarılmış. Bambaşka boyutlarda ikisi de birbirini sarıyor. 'Bilgi' ekseninde baktığınızda bütün bilimsel çabalar 'inanmak-inanmak' arasında geçiyor. 'İnanmak' ekseninde baktığınızda bütün itikadlar 'bilmek-bilmek' arasında dönüyor. Bilinebileceğin bilinebileceği bildiriliyor. İnanılacağa inanılabileceği inandırılıyor. İnsan yaratılışından bildiği İslam'a yaşayarak bir kez daha şahit oluyor. 'Kalu Bela'daki sözümüz maşherdeki tasdikimizle birleşiyor. Biliyorduk. Yine bildik. Yine bileceğiz. İnanıyorduk. Daha fazla inandık. Çok daha fazla inanacağız.

İşin şu boyutu da var: Başta Kur'an olmak üzere İslamî bütün metinler 'acaba'yı değil 'kesinliği' ifade ediyorlar. Yani hiç öyle "Aman kullarım, kâfirlere karşı iddiaya girişmeyin, ben kesin bilinmem!" tarzı bir Cemil Bey söylemi işitilmiyor Kur'an'dan. Ya? Tam aksine: "Akletmez misiniz? Tefekkür etmez misiniz? Görmez misiniz?" tarzı iddialı/ispatlı bir metod izliyor bizim yüce vahyimiz. İslamî bütün metinler de bu minval üzere gidiyor. Ama belli ki hiçbiri Cemil Bey'i yeterince ikna edemiyor.

"Allah'a inanmak bana huzur veriyor!" diyor bir de. Sanki 'huzur' bir bilgi türü değilmiş gibi. Bir delil oluşturmayacakmış gibi. Ayağına giydiğin doğru numara ayakkabı da bir huzur veriyor Cemil Bey. Huzuru sayesinde doğru ayakkabıyı giydiğini anlıyorsun. Çok sıkışıp helaya gittiğinde de bir rahatlama hissediyorsun. İçin nasıl huzurla doluyor. "Aaa, nasıl?" Sürpriz: Çünkü o huzur da boşaltım organlarını zamanı geldiğinde kullanmanın doğru olduğunun bir delili. Yani Allah'a inandığında içinde bir huzur varsa iman ispatlanabiliyor demektir. 'İspatlanamaz' ama 'huzur verir' demekle kendinle çelişmeye başlarsın. Zaten ahirzaman bunaklığının neyi ayıramadığına ben şöyle ayıldım muhterem karilerim: Bunlar, "Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz!" sırrını kavrayamıyorlar.

Yani 'bilmek' alanını 'kâfir-mü'min ortak alanı' olarak görüyorlar. Ona münhasır sayıyorlar. İmtihan sırrı gereği 'acaba' kalan başlıkları da 'inanmak' alanına taşıyorlar. "Acaba varsa bilmek yoktur!" diyorlar. "Bilmek olsaydı kâfirler de kesin öyle bilirdi." İyi de na-mübarekler, o zaman imtihan nerede kalırdı, Ebu Bekirler ile Ebu Cehiller birbirinden nasıl ayrılırdı? İslam, Kur'an, sünnet elbet akla kapı açıyor. Eğer akla kapı açmasa kendisine inanılmasını zarurî tutamaz. İspatlanamayan şeye inanmak mecburiyeti olamaz çünkü. İspatlanma-ispatlanmama ayrımı gözetilmedikten sonra her vehim bir iman olabilir. Naklî bile olsa delil delildir. Kainat-fıtrat ayrı birer delildir. İddia bile edilemedikten sonra cennet-cehennem bahsini açmaya gerek olabilir mi? İnanmayanlar cezalandırılabilir mi? Zaten bilinmeyecek şekildeymiş madem.

Biz bu tuzağa düşmeyelim muhterem karilerim. İnandığımızın bilmekten ayrı olduğunu zannetmeyelim. 'Bilmek' alanı Kur'an'ın-sünnetin açtığı yere kadar geniştir. Kâfirlerin de müslümanlar gibi aynen iman ettikleri alana münhasır değildir. O belki 'imtihan edilmediğimiz alan'dır. Hakikat bilgisi tam da müslümanların kâfirlerden ayrıldıkları noktada başlar. Müslümanlar bu bilgiye ihtiyarlarıyla-iradeleriyle talip olurlar. Cenab-ı Hak da kalplerinde bir nur yakar. Onlara delillerini gösterir. Deliller göründükçe iman ziyadeleşir. Azalmaz. Yokolmaz. Kanıtlandıkça iman genişler.

Aman, ne çok konuştum, estağfirullah, yazdım. Sizi de sıktım. En iyisi burada bırakalım. Ve diyelim ki: Allah bizi Atatürkçü ilahiyatçı yapmasın muhterem karilerim. Çünkü bunlar Atatürk'ü Allah gibi biliyorlar ama Allah'a Atatürk kadar inanmıyorlar.

5 Nisan 2022 Salı

Allahsız aslında 'Bismillahsız'dır

“Allah’ın 99 ismi vardır. Yüzden bir eksik. Bu isimleri bir kimse ezberlerse Cennet’e girer. O tektir, teki sever.” (Buhârî, De’avât 68)

Mercek ki görmek içindir. Yanlışsa gözü kör eder. Yakını görmeye başkadır. Uzağı görmeye başkadır. Hipermetrop gözlüğüyle uzak bakılmaz. Miyop gözlüğüyle yakın gezilmez. Optiğin bu dersinin nurla ilgili her meselemize tuttuğu bir ışık var. Madem hidayet de bir nurdur. Yani: İrade duasından sonra el-Hâdî'nin kalbimizde yaktığı ziyadır. O halde onda da 'hangi merceğin takılı olduğuna' dikkat edilecek. Yanlışı olursa her manzara çaresiz kalır. Peki, maddiyatın mercekleri bellidir de, maneviyatın mercekleri nelerdir? İşte onları ben iki kısma ayırıyorum arkadaşım: 

Bu merceklerin bir kısmı insandadır-insandandır. Dürbünün şu ucu ta kalbimize sokulur. 'Ben'e dokunur. Neredeyse ondan yapılır. Yani: İçimizin ayarları bozulursa dış algımızı da bozar. Karamsar için dünya karanlıktan ibarettir. Ruhuna güneşin sızmasına izin vermez gözlükleri. Sadece bugünden değil geçmişten ve gelecekten de. Suizan da vardır her karamsarlığın içinde. Yaratılana karşı bir suizan. Yaradana karşı bir suizan. Yaratışına dair bir suizan. Zaten salt 'şimdinin kötülüğü' değildir karamsarı karamsar yapan. Bedbinliğin esas kuvveti mâziye-âtiye uzanan kollarıdır. Karamsar sırf şimdiyi kötü bulduğu için geçmişe-geleceğe iftira etmez. Geçmişe-geleceğe suizan beslediği için de şimdiye iftira eder. Suizan ettiği esasında Allah'tır.

Allahsız 'Allahsız' değil Allahlı 'Allah düşmanı'dır. Kendisine Allah olacak yer bırakmadığı için Allah'a husumet eden bir Allahlıdır Allahsız. Yani: Allah'ı anlaması için verilmiş 'ene'yi hakikatte Allah olmadığına ikna edemediğinden Allah'ın tek olmasını haksızlık sayar. Ona (hâşâ) bir gâsıp gözüyle bakar. Ben derim ki arkadaşım: Ene Risalesi'nde özetlendiği gibidir mesele. Bizdeki rububiyet 'mevhum'dur. Meridyenler gibi 'olmadığı halde var farzedilen'dir. Bu farzediş elbette bir ölçüm-kıyas kolaylığı sağlar. (Bilmek de zaten buradan doğar.) Hakikatteyse kainat iki sonsuzluğu birden kaldırmaz. Sonsuzluğun şanında tek olmak vardır. Sonsuzluğun  başka bir sonsuza sonlandırılması mantıksızdır. Birşey ya sonsuzdur yahut da sonlu.

'Benim, ben yaptım, benim gücüm...' gibi kullanımlarımız 'aslını tanıtması gereken taklitler'dir en özünde. Tanıtmadıkları anda aslın da hasmı olmaya başlarlar. Gökleri, yeri, dağları yüklenmekten korkutan budur. Bu ikinci ihtimaldir. Emaneti sahiplik sanmak tehlikesidir. Kılavuzun yolu kaybetmesidir. Hatta menzili bizzat kendisi sanmasıdır. Kervanını ekseninde döndürüp maksuddan etmesidir. Sana bu dozer yolu açman için verilmiştir. Keyfolsun diye yol yıkarsan kapatan sen olursun.

Dürbünü çevirmek fonksiyonunu da çeviriyor. Yakınlaştıracak uzaklaştırıyor. Allahsız da, eğer kendisini 'Allahsız' diye tarif ediyorsa, yokluğu değil 'uzaklığı' kastediyordur ancak. Hatta giderek uzaklaşmayı. Marifetini düşüncesinden-dünyasından itişini. ("Bundan böyle evsizler gibi yaşayacağım!" diyen adam evleri yokedebiliyor mu?) Bu âlemi artık Allahsız okumaya-yaşamaya-tanımaya çalışacağını anlatmak istiyordur. Yani bizim 'Bismillah' ile kastettiğimizin tersine niyet ediyordur. Evet. Demek Allahsız aslında 'Allahsız' değil de 'Bismillahsız'dır. Allah'ın güzel adıyla-marifetiyle bakmamaya niyet etmiştir. Allahsızlığı gözlüğü kılmıştır. Nazar seçmiştir. Gayesinden dolayı görüşünü öyle tarif eder. Hakikati değil 'arayış niyetini' açık eder.

"Gözlem kuram yüklüdür!" der bilim felsefecileri. Allahsızların da kurguladıkları karanlık gözlemlerine tesir etmeye başlar. Gayrı kendilerinin istediği gibi olmayan herşeyden bir (hâşâ) 'Allah hatası' çıkarılabilir. Madem ki rububiyet hakkı ellerinden alınmıştır. Şeker gösterilmiş ama verilmemiştir. Dedikleri gibi olmamaktadır işler madem. O halde onlar da şekeri sulfato sayarlar. Uzanamadıkları ciğere mındar derler. Kavuşamadıkları üzüme 'ekşi' diye kızarlar. Varlıkla münasebetleri bu şekilde olduğundan içlerinde biteviye bir düşmanlık büyür. Bu düşmanlık ta inkâra dayanır. Güzele küsen yüzüne kezzap atamazsa güzelliğini inkâr eder. Dokunulamayana düşmanlık inkârla olur çünkü. İnkâr kindarlığın savunma sanatıdır.

Durun. Mercekle iş bitmiyor. Dürbünün iki ucu var. İçinizdeki düzelttiğinizde işin büyük kısmını halledersiniz. Maşaallah. Fakat yetinmemelisiniz. Bir de renkleri öğrenmeye ihtiyacınız var. Doğru ismin gölgesinde doğru tecelliye bakmak var. Mesela: Küçük şeylere bakarken cirmlerine takılmamalısınız. "Allah bunlarla neden uğraşsın ki!" deyip hataya sapmamalısınız. Çünkü o küçücük şeylerde de dönen büyük hikmetler var. Yani orada da Allah büyüklüğünü gösteriyor yine. Lakin üzerine hikmet elbisesini giydiriyor. el-Hakîm merceği olmayan göremez. Belki mahvolur.

Herşeyde Esmaü'l-Hüsna'nın hisseleri var. Kimisi öne çıkıyor. Kimisi arkada kalıyor. Öndekiler-arkadakiler arasında şaşkınlığa düşmemenin anahtarı 'bütün güzel isimlerin sahibi olan'ın yaratışı olduklarını unutmamak. Hemen gözüne çarpmayan isimlerin de müşterisi olmaya devam etmek. Savaşa baktığında mesela, el-Kahhar'ın tasarrufunu görüp, korkuyla ötekilerden baş çevirmemek. Evet. Böyle yaparsan Allahsızların düştüğü tuzağa sen de düşmüş olursun. Varlık hakkında suizan edersin. Halbuki kimbilir Rahman u Rahîm o sahnelerin arkasında-ilerisinde ne güzellikler yeşertiyor. Kendini-görüşünü tenzih etme. Bilakis Allah'ı suizannından tenzih et. Bu tenzihi başarabilmek için de Esmaü'l-Hüsna'nın öğreteceği 'acaba'lara muhtaçsın.

O acabaların birçoğunu Risale-i Nur'da "Nasıl müsaade eder?" diye aratarak bulabiliyorum arkadaşım: "Madem bu zelzele musibeti hataların neticesi ve keffâretü'z-zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Âdaletullah nasıl müsaade eder? (...) Şeytanların ve şerlerin halk ve icâdı, şer değil mi? Çirkin değil mi? Cemil-i Mutlak ve Rahim-i Alel-ıtlakın cemâl-i rahmeti nasıl müsaade etmiş? (...) Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitleri ve onların yüzünden çok insanlar küfre girip Cehenneme girmeleri, gayet müthiş ve çirkin görünüyor. Acaba Cemîl-i Alel'ıtlak ve Rahîm-i Mutlak ve Rahmân-ı Bilhakkın rahmet ve cemâli, bu hadsiz çirkinliğin ve dehşetli musibetin husulüne nasıl müsaade ediyor ve nasıl cevaz gösteriyor?" ve daha niceleri... 

Bu sualler Esma'dandır. Manzaranın bulanıklığını gidermek için merceğin ayarlanmasıdır. Hülasa: Dürbünün iki tarafı var arkadaşım. Bir tarafı içine konulmuş: Ene. Diğer tarafı da vahye serpiştirilmiş: Esma. Bu ikisini birden doğru şekilde ayarlayabilirsen cenneti dünyadayken görebilirsin. Hatta yaşarken cennete girmiş sayılabilirsin. Aleyhissalatuvesselam müjdeyi veriyor. Nail olmak gayretimize bağlı.

12 Şubat 2021 Cuma

Rabbine inanır da Allah'ı nasıl inkar eder?

Arkadaşım, bunu da 'acaba' avucunda tut, çünkü bir ihtimaldir. Zaten 'çünkü'ler hep ihtimaldir. "Allahu'l-a'lem!" demeden hakikat sahasına giremezler. Özetiyse şöyle: Kehf sûresinde iki arkadaştan birisi diğerine, kısa bir mealiyle, şöyle diyor: "Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem, hiç şüphem yok ki, (orada) bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum." Bahtiyar olanıysa uyarıyor: "Arkadaşı ona hitaben: Sen, dedi, seni topraktan, sonra nutfeden (spermadan) yaratan, daha sonra adam biçimine sokan Allah’ı inkar mı ettin?" Öncesini-sonrasını da konuşacağız fakat, arkadaşım, burada dikkatime evveliyetle şu ilginçlik çarpıyor: İlk konuşan Allah'ı inkâr etmiyor ki alttaki ona "Allah'ı inkar mı ettin?" diye tepki göstersin. Hatta dikkat edersen aslında şöyle diyor o: "Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem..." Yani Rabbinden haberli gibi. "Yoktur. İnanmam. Olamaz..." falan demedi. İlhada girmedi. Peki ayet-i kerime mezkûr diyaloğu bize neden bu şekilde aktardı?

Mürşidimin 'Allah' isminin içeriğine dair hatırlattığı bazı şeyler var ki, arkadaşım, bence okumanın tam zamanıdır onları şimdi. Diyor ki Mesnevî-i Nuriye'sinde: "Bütün Esmâ-i Hüsnâ'nın ifâde ettiği mânâlar ile bütün sıfât-ı kemâliyeye Lâfza-i Celâl olan Allah bil'iltizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmâlarına delâlet eder. Sıfatlara delâletleri yoktur. Çünkü sıfatlar müsemmâlarına cüz olmadığı gibi aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla ne tazammunen ve ne iltizamen sıfatlara delâletleri yoktur. Amma Lâfza-i Celâl bilmutabakat Zât-ı Akdese delâlet eder. Zât-ı Akdes ile sıfât-ı kemâliye arasında lüzum-u beyyin olduğundan sıfatlara da bil'iltizam delâlet eder. Ve keza, ulûhiyet ünvanı sıfât-ı kemâliyeyi istilzam etmesi, ism-i has olan Allah'ın da o sıfâtı istilzam ettiğini istilzam ediyor."

Anladığımca izaha çalışırsam şunları söylenebilirim belki: Cenab-ı Hakkın 'Allah' ismi doğrudan Onun 'uluhiyyetini/ilahlığını' kastettiğinden, yani manaca buna işaret ettiğinden, 'Allah olmanın gereği' her ne sıfat varsa kastının içindedir. Mahiyetçe onları da içerir. Diğer isimlerse kendi kastettikleri manalarca Allah'a işaret ederler. Bir/birkaç yönünü gösterirler. Çok kusurlu bir temsille açmayı denersem: İyi bir ressamı tarif ederken "Renkleri çok iyi seçiyor!" demekle de haklıyımdır, yani onu tarif etmiş olurum, "Ayrıntıları iyi yakalıyor!" demekle de. Yahut: "Fırçayı iyi kullanıyor!" demekle de isabet ederim hem. Hem "Gölgeleri iyi yansıtıyor!" demekle de. Daha bunlar gibi pekçok altbaşlıkla ressamın yeteneklerine işaret edebilirim. Hepsi de onu hakikaten tarif eder. Lakin "O çok iyi bir ressam!" dediğimde bütün bu altbaşlıklar ister istemez içine girer. Akıllara gelir. Çünkü bunlar ressamlığın gereğidir.

La teşbih. Allah'a 'Allah' demek de böyledir arkadaşım. Diğer bütün Esmaü'l-Hüsna ve Sıfat-ı İlahiyye Cenab-ı Hakkın Zat-ı Akdesine işaret eden şu Lafza-i Celal'in gölgesinde, zımnında, içerisinde saklıdır. Yahut renklerine girerler. (Tek bir beyaz ışığın yedi rengi bağrında taşıması gibi.) Hatta mürşidim mezkûr bahsin devamında mevzuu biraz daha detaylandırır: "Ve keza, Allah kelimesi de, nefiyden sonra sıfatlarla beraber düşünülür. Binaenaleyh 'Lâ ilâhe illâllah' kelâmı, Esmâ-i Hüsnâ'nın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delâlet ettiği sıfatlar itibarıyla bir kelâm iken bin kelâm oluyor: 'Lâ hâlıka illâllah, lâ fâtıra, lâ râzıka, lâ kayyûme illâllah' gibi... Binaenaleyh, terakki etmiş olan zâkir bir zât, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor."

O halde diyebiliriz ki: Arkadaşına "Allah'ı inkar mı ettin?" diye soran bahtiyarın, tıpkı Bediüzzaman gibi, Lafza-i Celal üzerinden yaptığı bir 'hatırlatma' vardır. Nedir? Rabbini bilene dahi bazen Allah'ı hatırlatmak gerekir. Fakat şu hakikati kavramak için kıssanın öncesine-sonrasına da bir parça uzanmamız lazım. Diyanet Vakfı'nın meal çalışmasından takip edelim: 

"Onlara, şu iki adamı misal olarak anlat: Bunlardan birine iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla donatmış, aralarında da ekinler bitirmiştik. İki bağın ikisi de yemişlerini vermiş, hiçbirini eksik bırakmamıştı. İkisinin arasından bir de ırmak fışkırtmıştık. Bu adamın başka geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona şöyle dedi: 'Ben, servetçe senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm.' (Böyle gurur ve kibirle) kendisine zulmederek bağına girdi. Şöyle dedi: 'Bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmam. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem, hiç şüphem yok ki, (orada) bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum.'"

Görüldüğü üzere bu arkadaş, zâhirde Rabbini inkar etmese bile, içinde bir yerlerde sarsıntılar yaşamış. Nasıl sarsıntılar? Günümüz kelimelerine taşırsak şöyle diyebiliriz: Bu arkadaş 'mekanik dünya görüşü' bağlamında itikadını törpülemeye başlamış. Hatta epey yol da almış. Fiilî duasının, yani bağına verdiği ermeğin, düzenli şekilde karşılığını almasından ötürü Allah'la ilişkisinde 'niyaz'dan 'iddia'ya sapar olmuş. Evet. Dikkat edin: Arkadaşına karşı tavrında kibrin izleri görülürken Rabbine karşı tavrında da ucbun izleri görünüyor. Kur'an ikisini de nazarımıza veriyor. 'Ucb' nedir peki? Ucb insanın ameliyle iddia sahibi olmasıdır. Akıbetini garantilemiş gibi konuşmasıdır. Yine mürşidimin metinlerine kulak verelim: 

"(...) a'mâle güvenmek ucubdur. İnsanı dalâlete atar. Çünkü insanın yaptığı kemâlât ve iyiliklerde hakkı yoktur. Mülkü değildir. Onlara güvenemez. Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i san'atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakîta olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış da insan almış değildir. Ancak, o vücut, hâvi olduğu garib san'at, acip nakışların şehadetiyle, bir Sâni-i Hakîmin dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarrufattan ancak bir tane insana aittir..."

Hülasa: Kehf sûresindeki kıssada aslında psikolojik bir tahlil de var. Âdeta buyruluyor: İnsan dünyayla mekanik bir ilişki kurarsa, yani sebep-sonuç düzenliliğini aşamazsa, Cenab-ı Hakkın yaratışını göremezse, onda bu düzenlilik üzerinden bir kibrin, ucbun ve dolayısıyla 'gizli şirk'in kokusu hissedilmeye başlar. Başarı, zenginlik, güç gibi şeyler acz şuuruyla onarılmazsa sahiplerini dalalete atabilirler. Allahu'l-a'lem. Bu hikmetle belki de bahtiyar arkadaşı dostunu bu şekilde uyarmaktadır: "Arkadaşı ona hitaben: Sen, dedi, seni topraktan, sonra nutfeden (spermadan) yaratan, daha sonra adam biçimine sokan Allah’ı inkar mı ettin?" Yani 'Rab' olarak ansan da 'Allah'lığın hakkı olan şekilde Ona inanmayı bıraktın. Marifetini eksilttin. Bazı şeylerde Ona karşı iddia sahibi oldun. Halbuki yaratılışın sadece bu bağ ile hukukundan ibaret değildir. Bu noktaya gelmek için öyle aşamalardan geçtin ki, haberin bile olmadı, kudretin de yetmezdi. Toprak, nutfe, adamlık... Hangisinde senin emeğin var? Onları aklına getir de bu sahte iddiadan vazgeç. Allah'ın Allah'lığını hatırla!

Devamı şöyle kıssanın: "'Fakat O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiçbirşeyi ortak koşmam. Bağına girdiğinde: Mâşâallah! Kuvvet yalnız Allah’ındır, deseydin ya! Eğer malca ve evlâtça beni kendinden güçsüz görüyorsan (şunu bil ki): Belki Rabbim bana, bağından daha iyisini verir; senin bağına ise gökten yıldırımlar gönderir de kupkuru bir toprak haline gelir. Yahut suyu dibe çekilir de bir daha arayıp bulamazsın.' Derken serveti kuşatılıp yok edildi. Bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü ellerini oğuşturup kaldı. Çardakları yere çökmüştü. 'Ah' diyordu, 'keşke Rabbime hiçbir ortak koşmamış olsaydım!' Allah’tan başka yardım edecek destekçileri olmadığı gibi kendini de kurtaracak güçte değildi." 

Subhanallah. Enfes. Aslında "Cenâb-ı Hakkın verdiği nimetleri söyleyip ilân ve tahdis-i nimet etmek bazan gurura ve kibre incirar eder..." bahsine de götürecektim meseleyi. Fakat sözü uzattım. Yormak istemem arkadaşım. Şu kadarcık daha deyip çekileyim. Hem seni bir soru hakkında düşünmeye davet edeyim: Sanayileşmesiyle-mekaniğiyle-dijitaliyle ünlü ahirzamanın aynı zamanda inkarcılığın da zirve yaptığı bir çağ olması tesadüf mü? Belki de dünyayı bu düzeyde sebep-sonuç ilişkilerine boğulu şekilde kavramak, kodlamak, sarınmak nihayetinde bağına güvenen arkadaşın kibrini verdi hepimize. Allah'a karşı iddia sahibi yaptı. Öyle ya: Tuşa bastık mı oluyor. Kartı gösterdik mi alıyor. Gaza bastık mı gidiyor. Ahirzaman insanı artık herşeyi bu düzeyde çözebileceğini sanıyor. Kabul edilen fiilî dualarından kavlî duanın aşıladığı şuuru, belki duanın kendisini de, unutuyor. Susuzluktan endişe etse de Allah'tan bilmiyor. (Nitekim bugün yaşıyoruz.) Dileyelim de o Rahman u Rahîm bağımızı kuru toprağa çevirmesin. Bize bahtiyar arkadaşın uyanıklığını-imanını versin. Âmin. Âmin. Âmin. 

9 Eylül 2019 Pazartesi

Tarikatçılar içimizi neden deliyor?

Çin işkencesini hepimiz biliyoruz. Tamam. Çok şükür. Başımıza gelmedi ama bir kulak aşinalığımız var. Tekrar eden su damlalarının gücünün taşı delmeye de insanı delirtmeye de yeter olduğunu biliyoruz.

Ursula K. Le Guin'in Zihinde Bir Dalga'da 'esas iç örgütlenme aracı' olarak tarif ettiği 'tekrar'a dair bir savunusu var. Diyor ki: Tekrarın aşağılanması daha çok modern döneme ait bir olgudur. Okuryazarlığın artmasıyla ilgilidir. Basılı yayınlara ulaşmak kolaylaştıktan sonra ortaya çıkmıştır. (Çünkü basılı bir yayında 'tekrar' mükerrer okumalarla sağlanabilir.) Sözlü kültürün insanlığa hâkim olduğu bütün asırlar boyunca tekrarla kimsenin bir sorunu olmamıştır. Hatta sözlü anlatım tekrarları ister. Sever. Gerektirir. İnsanın yazılı kültürün hegemonyasına girmediği çocukluk devirlerinde aile büyüklerinin anlattığı masalların/hatıraların tekrarı arzulanır. Hatta bu tekrarlar eğer daha önce anlatılan asıldan çok saparlarsa büyükler uyarılır: "Çok kötü anlattın anne. Olmadı ki. Düzgünce bir daha anlat."

Yine, bir ölçüde sözlü anlatıma benzer tarafları bulunan, sinema yapımlarında da 'kaçırabileceği detaylar' izleyiciye bazı tekrarlarla yeniden tahattur ettirilir. Örneğin: Katilin kim olduğunun ortaya çıktığı bölümde dedektifin parçaları birleştirişi, filmin öncesinden yapılan alıntılarla, izleyiciye de yaşatılır. Çünkü izlemek okumak gibi değildir.

İşi hepten tarihselcilerin/sosyologların ellerine düşürmeden bunu Kur'an-ı Hakîm'in beyanına da taşıyabiliriz. Kur'an, Bediüzzaman'ın da mükerreren beyan ettiği üzere, irşadda ilk muhatap olarak ekseri, yani avamı, muhatap kabul eder. Avamın da çoğunluğu 'ümmi'dir. Yani okumayazma bilmez. (Kur'an'ın ilk indiği kavim, yani Arap kardeşler, zaten ümmilikleri ile meşhurdurlar. Yine ekseri İslam'la bahtiyar olan Türklerin/Kürtlerin de mazisi farklı değildir.) Veyahut da, eğer modern asır üzerinden konuşacak olursak, okuryazarlığı vardır ama okumayla başı hoş değildir. Bu nedenle vahyin beyanında tekrarlara sıkça rastlanır. Fakat, yine mürşidimin dikkat çektiği üzere, bunlar sûreten tekrarlardır. Aslında her tekrar edişte aynı kıssa/kelam üzerinden hakikatin başka bir yönü parlatılır. Nazara verilir. Yerinden bir alıntıyla bu bahsi süsleyelim:

"Hem Kur'ân müessistir, bir din-i mübînin esasatıdır ve şu âlem-i İslâmiyetin temelleridir ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi değiştirip muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevaptır. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te'kid için terdad lâzımdır. Te'yid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır."

Tekrarın 'kişisel gelişim'de ise apayrı bir fonksiyonu var. Eğer başarı, kendine yardım, NLP veya kişisel gelişim türünden bir eser okuduysanız, ki bunlar eskiden ayrı ayrı türler değildiler, bilirsiniz: Bireyin hedeflediği sonuçlara ulaşmasında tekrar edilen 'motto'ların büyük ehemmiyeti vardır. Hatta, Küçük Emrah'ın, annesi Oya Aydoğan'ı medenî(!) bir kadın haline getirmeye çalıştığı filmde, hoca olarak tuttuğu kişinin Aydoğan'a tekrarlattığı cümleyi hatırlatalım: "Ben gözel karıyam!" Bunu neden tekrarlatıyordu? Çünkü köylü kızı Aydoğan'ın özgüvenini arttırmak istiyordu. Yani bu tekrar işinde insanın içinde tesis etmek istediği şeyleri inşa eden bir yan da var. Az-çok bunun misallerini hepimiz biliriz.

Partiler sloganlarıyla taraftarlarını motive ederler. Yine her türden hareketin etbaını şevklendirmek için tekrar ettiği sloganları vardır. Firmalar bile alıcılarında alış arzusu inşa etmek için böylesi 'tekrarları' kullanırlar. Yaz başladığında başlayan kola/dondurma reklamları sayesinde her sene bir sürü yeni spot cümleniz olur. Hayırlı olsun.

Bütün bu girizgâhın ardından asıl mevzua gelelim. Mürşidimin Mesnevî-i Nuriye isimli eserinde geçen bir bahse değineceğim. Her okuduğumda bana ilginç şeyler düşündürür. Üşenmeyelim. Hemen alıntılayalım. Ki sonradan ne üzerine konuşacağımız açık edilmiş olsun:

"İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde, kalbin fethiyle, ene ve enâniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmârenin başını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Kezâlik, Kâdirîler de, zikr-i cehrî sayesinde tabiat tâğutlarını tarümâr etmişlerdir." Fakat başı olmayınca böyle yarımca pek birşey anlaşılmadı değil mi? Alıntılayalım. Tam olsun: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sümbüllenip neşvünemâ bulamaz, ölür gider. Kezâlik, ene ile tâbir edilen enâniyetin kalbi, 'Allah Allah' zikrinin şuâ ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semâvat ve Arza isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde ene mahvolur."

Ben bu bahsin yıllar önce bir kişisel gelişim kitabında okuduklarımla ilgili olduğunu düşünüyorum. (Adını sormayın. Tüm hatırlama çabalarıma rağmen çıkaramadım. İsimsiz kaldı.) En azından o kitapta anlatılan şeyin bu bahsi idrakte yolu kolaylayan bir yanı var. Uzatmayayım. Anladığımca deniliyordu ki o kitapta: Bir amaca ulaşmaya çalışırken, sizi engelleyen şeyin dışınızda olduğunu düşünürseniz, sloganınızı/mottonuzu dıştan tekrar edin. Yani sesli söyleyin. Yok, eğer asıl engelin içinizde bir yerlerde olduğunu düşünüyorsanız, o zaman sloganınızı/mottonuzu içinizden tekrar edin. Sessiz söyleyin.

Ne demek bu? Açmayı deneyelim. Diyelim ki: Bir koşu yarışmasına katılacaksınız. Rakipleriniz dışınızda. Engeller dışarıda yani. O zaman kendinizi şöyle bir cümleyi sesli söyleyerek motive etmelisiniz: "Ben daha hızlıyım! Ben daha hızlıyım! Ben daha hızlıyım!" Ama yok. Sorun bu değil. Koşuya hazırlanma sürecinde yeterince çalışkan olmadığınızı düşünüyorsanız, o zaman engel içinizde demektir, şu cümleyi içinizden tekrar ederek motive olun: "Daha çok çalışabilirim! Daha çok çalışabilirim! Daha çok çalışabilirim!" Yani, yokuş dışınızdaysa dışınıza doğru, yokuş içinizdeyse içinize doğru hakikatinizi tekrar etmelisiniz. Hakikatin düzenli tekrarı; hayalden, vehimden, sanrıdan, korkudan veya önyargıdan oluşan putları kıracaktır.

İşte, bence, zikrullahın da insanda gördüğü böyle bir fonksiyon var. Cümle hak tariklerin tâbilerine ödev olarak verdikleri zikirler aslında belli bir mana dünyasının çağrışımlarını içeriyorlar. Yani tâbi, tarikatinin usûlüne göre, zikr-i cehrî (açıktan) veya zikr-i hafî (içinden) virdini tekrar ederek hakikati hayaline hatırlatıyor. O ifadenin içerdiği manayı hatırına çağırıyor. Gafletinin sathîliğinde 'mış gibi' oluşabilecek tüm korkuları dağıtıyor. Sanrıları öldürüyor. Önyargılarını kırıyor. Evet. Allah'ı hatırlamanın da böyle bir işlevi oluyor kalbimizde. İnsan, ister içine, ister dışına doğru 'Allah olanın ancak Allah olduğunu' hatırlatırken/hatırlarken unutulmasıyla neşv ü nema bulacak vehimleri de gidermiş oluyor.

Sınava hazırlanırken ilgili tüm formülleri zihninde tekrar eden kişinin, cehaletin 'o mu, bu mu, şu mu' fitnesinden izale kalması gibi, tekrarlarla Allah'a dair manaları kalplerinde diri tutanlar da içten/dıştan şaşırtmacaların oyunlarına karşı daha uyanık oluyorlar. Daha tetikte duruyorlar. Mürşidimin ifadesiyle söylersem: Bazı şeylerin içini delik tutmak gerekiyor. Çünkü onların gerçek olmadığı ancak bu deliklerden anlayabiliyorsunuz. Tıpkı, karanlıkta gözünüze korkutucu görünen birşeyin, kalkıp şeklini bozduğunuzda rahatlamanız gibi. Sanrıların da şeklini tekrar edilen hakikatler alaşağı eder. Zikrullah şifamızdır bizim.

18 Eylül 2018 Salı

Tom'u Jerry mi düşürdü?

Hazine nedir? Varlığından mutlu olduğun şeyin daha çoğudur. Kaynağıdır. Hatta sabitliğidir. Öyle ki, sen, birşeyin hazinesinden bahsetsen, aslında o şeyin bir derece sabitliğinden de bahsedersin. Ümit Şimşek ağabeyin yaptığı Mesnevî-i Nuriye tercümesinde şöyle bir cümle var: "Herşeydeki sanatın altında bir bilinmezlik vardır ki varlığı zaruri olan bir Kadîrin sonsuz kudretini meydana çıkarır." Ben, bu cümleyi, Hicr sûresinin 21. ayetiyle ilgili görüyorum. Ki onun da kısa bir meali şöyledir: "Herşeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz."

Evet. Bence bu ikisi arasında bir kardeşlik var. Kardeşliğin özünü de, ism-i Kayyum penceresinden kuşanılacak bir bakışla, şöyle bir varlık algısı oluşturuyor: Biz evrendeki şeyleri her ne kadar 'müstakil' olarak, 'bağımsız varoluşlar' olarak, 'kendi başına ayakta durur' olarak müşahede ediyor olsak da, bu, bizim sınırlı nazarlarımızdan kaynaklanan bir yanılgıdan ibarettir. Aslında biz, sinemada oturmuş, çizgifilm izler gibiyiz. Çizgifilmde gerçekleşen her hâdiseyi salt perdede yaşananlarla açıklamaya çalışıyoruz: "Şimdi Tom düştü. Çünkü Jerry ona çelme taktı. Şimdi de Jerry kaçıyor. Çünkü Tom onu kovalıyor..." diyoruz.

Çizgifilmi çizgifilmin içinde kalarak açıklamak böyle oluyor. Fakat bir de bunun üstü bir bakış var. Bize Kur'an-ı Hakîm'in öğrettiği bir bakış. Sünnet-i Seniyyenin aşıladığı bir bakış. O bakışta herşeyin bir 'gaybı' var. Beş duyu organımızın dokunamadığı 'aşkın boyutların/âlemlerin' varlığının farkındayız. Ve vahiy de tam olarak bu 'artı'nın zenginliğini elde edenleri övüyor. "Onlar ki gayba iman ederler!" diyor. Gayba iman edenleri methediyor.

Peki gayba iman edenlerin ne artısı var? Onların en temel artısı perde üzerinde gerçekleşenleri perdeye bağlı olarak anlatmaya mecbur olmayışları. Bakışlarını genişletmişler. Nübüvvet güneşi gözlerini açmış. Sinemada olduklarının farkındalar. Çizgifilmin bir projektör vasıtasıyla yansıtıldığını biliyorlar. Karşılarındaki manzarayı bir tecelli olarak okuyorlar. Asıl değil gölge bunlar. Bu da onları önlerindeki bilgiyi 'perdeden aşkın bir şekilde' anlamlandırmaya teşvik ediyor. Bunu yapıyorlar. "Tom, Jerry ayağına çelme taktığı için değil, çizer böyle çizdiği, senarist böyle kurguladığı, perdeye böyle olduğu yansıtıldığı için düştü." Ve o zaman görüyorlar:

Hiçbir görüntünün sabit kalmadığı bu yaz-boz tahtasının ardında daha sabit birşeyler olması lazım. Tom ve Jerry'nin bu koşuşturması kendilerinin yarattığı birşey olamaz. Tesadüfen de böyle birşey ortaya çıkamaz. Tabiat ki, temsilde çizgilfilmin kendisidir, kendisi zaten an be an yeniden şekillendirilen/değiştirilen birşeydir. Her an yaratılmakta, dönüştürülmekte, biçimlendirilmektedir. Yaratılıyor, dönüştürülüyor, biçimlendiriliyor olan kendisini yaratamaz. Birşey hem 'eyleyen' hem 'eylenilen' olamaz. Perde hem yansıtan hem yansıyan olamaz. İşte, o zaman, böyle diyenin 'neden öyle söylediğini' anlıyorlar:

"Tabiat misalî bir matbaadır, tâbi' değil. Nakıştır, nakkaş değil. Kàbildir, fâil değil. Mistardır, masdar değil. Nizamdır, nâzım değil. Kanundur, kudret değil. Şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil."

Tom ve Jerry'nin sabitliğini koruyan daha sabit bir âlem olmalı. Hazineleri orada bulunmalı. Çünkü varlığı 'dönüşgenler' ancak 'sabitlere tutunarak' ayakta kalabilirler. Gezegenleri tutan güneşin sabitliğidir. Aynalardaki sûretimi aynı tutan yüzümdeki sûretin aynılığıdır. Her bahar yeniden çiçeklenen ince dallar ağaç köklerinin sabiteliğiyle bunu başarırlar. Bu değişkenden sabite akış hepimize çok önemli bir ism-i Kayyum sırrı söyler: Değişken âlemlerin ardında bir 'kendisine değişmek arız olmayan' olmalıdır. Değişen herşey, varlıkta kalabilmek için, değişmeyen birşeye yaslanmaya muhtaçtır. Değişkenlik ömrünü sabitelikten alır.

Şu da var: Değişmek eksiklerin/sınırlıların işidir. Öyleyse o şey nihayetsiz kemalde de olmalıdır. Çünkü sebat kemale tâbidir. Mükemmel olan ancak değişmez.

Dalların hazinesi köklerin yanındadır. Köklerin hazinesi toprağın yanında... Toprağın ise kayaların ufalanmış hali olduğunu biliyoruz. Zaten kayalar da daha aşağımızdaki magma tabakasının soğumuş kısmından oluşuyorlar. Peki ya magma tabakası? Peki ya herşeyin özündeki sabitelik? Atom altına indikçe inceleşen/belirsizleşen varlık? Bunca değişkenlik içinde bizi 'biz' kılan şey nedir? Anlar birbirlerinden farklıyken seni 'sen' ve beni 'ben' kılan ne sabit kalıyor? Değişen herşey kime tutunuyor?

Arkadaşım, lafı çok dolaştırdım, fakat farketmemiz gereken birşey var. Bazen, tüm şartlar yerli yerinde olmasına rağmen, mutlu olamıyoruz. Bazen, yazmak için herşey müsaitken, iki cümle bile karalayamıyoruz. Bazen, en zevk aldığımız şeyleri yaparken bile, dilimize acı bir tat geliyor. Bütün bu yoksunlukların öğrettiği birşey var.

Nedir o? Bence şudur: Bu şeylerin hazineleri bizim yanımızda değil. Başka bir yerde. Dilimize değen yalnızca sızıntı. Perdedekiler yalnızca tecelli. Biz, inan, ne kadar dönüp dolaşsak, yine mürşidimin dediğine geleceğiz: "Âlem-i şehadet avâlimü'l-guyûb üstünde tenteneli bir perdedir." İşte, kanaatimce, 'herşeydeki sanatın altındaki bilinmezlik' biraz da budur. Aklın ile tüm değişkenliğin kenarına geldiğinde muhtaç olduğun sabitliktir. Bu sabitlik, bir an gelir ki, tüm sınırlı şeyleri aşar. Yine Kur'an'daki bir soru-cevabın ortasına düşersin: "Andolsun ki onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye soracak olsan: 'Elbette Allah!' diyeceklerdir." Evet, âlemdeki değişimin kenarına gelen, imana düşer.

18 Temmuz 2017 Salı

Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (6): Kendi başınalık bir sanrıdır

Âl-i İmran sûresinin 2. ayetinin bir kısacık meali şu: "Hayy ve Kayyûm olan Allah'tan başka ilâh yoktur." Kelime-i tevhidin 'Hayy' ve 'Kayyum' pencerelerinden seyredilmesi emri. Tevhidin bu iki perspektiften görülen delilleri. Ben bu derse şöyle başlarım: Allah'ın aşkınlığını idrak ettikçe kendi başınalıklarını kaybedersin. 'Ben ettim'ler, 'Ben yaptım'lar, 'Ben başardım'lar, 'Benim sayemde'ler eriyip gitmeye başlar. Neden böyle olur? Çünkü sonsuzluk 'dışındakileri mülkü kılarak' genişler.

Bir saniye. Yanlış dedim. Düzelteyim: Sonsuzluk genişlemez aslında. Sonsuzluğu anlayarak biz genişleriz. Bizim göğsümüz genişler. Dünyaya bakışımız genişler. Mürşidimin 'hurma çekirdeğinden koca bir hurma ağacına kadar' mertebeleri olduğunu söylediği imanın genişlemesidir sinemizdeki ferahlık. Peki rahatlığın en nihayet noktası ne? İşte Hayy ve Kayyum isimleri bize bunları da söylüyor.

Bir 'kendi başınalık sanrısı' olarak hayatı ve yine bir 'kendi başınalık sanrısı' olarak varoluşu Allah'a terkettiğinde, yani fail olarak kendini azledip (çok şükür) onu layık olduğu mevkiie koyduğunda (pek maşaallah) senin kalbindeki iman genişliği gider çeperlerine yaslanır. Öyle ya! Allah'ı 'en başta herşeyi yaratan' olarak bilmekle 'herşeyi her an devam ettiren' olarak bilmekte fark vardır.

Birisinde Allah'la kurduğun ilişki 'bir meçhul öncenin' ilişkisidir. Gidemezsin. Göremezsin. Kuşatamazsın. İkincisinde Allah'la kurduğun ilişki 'her anın' ilişkisidir. Gitmene gerek olmaz. O gelir. Görürsün. Tadarsın. Bilirsin. Seni en başta yaratan bir Allah'a duyduğun şey ancak bir 'vefa' veya 'minnet' olabilir. Araya çok sebep girer. Çok zaman karışır. Bunlar bağın kuvvetini azaltır. Ama her an seni yaratıyor olduğunu bildiğin bir Allah'a duyduğun şeyin adı ancak ve ancak şiddetli bir ihtiyaçtır. Her an yeniden özlenilen bir vuslattır. Arkada bırakılamaz. Araya birşeyler konulamaz. Unutulamaz. 'En başta iten'den 'her an tutan'a dönüşür Allah gönlünde.

Uyanışın başı burasıdır: Seni en başta hayata ve varlığa iten değildir Allah sadece. O, Hayy u Kayyum, seni her an hayatta tutan ve her an yeniden yeniden varedendir. Bir an bu isimlerin tecellisi üzerinden çekilse yokluğa düşersin. 'Kendi başınalık' veya 'başıboş bırakılmışlık' sandığın şeylerin ipleri o kadar incedir.

Hastalık-şifa, darlık-bolluk, mutluluk-hüzün, huzur-endişe... Bütün bu ikilemler, zıtlıklar, gelgitler sana sendekinin her an yeniden yaratıldığını hatırlatıyor. Yokluk-varlık, yokluk-varlık, yokluk-varlık. Her an oluyor bütün bunlar. Bunlar bir kere yaratılmış, sende bırakılmış, mülkün kılınmış olsaydı onlarla böyle gelgitler yaşamazdın. İnsan hakikaten 'kendi başına' olsa eksik bulmaz kendini. Bu ateş her an yeniden yakılıyor ki tecellilerde değişimler oluyor. Bir öyle bir böyle oluyorsun. Bir öyle bir böyle hissediyorsun. Bir öyle bir böyle yaşıyorsun. Allah'ın yaratışının seninle her an ilgili olduğunu sendeki bu değişimler gösteriyor. Hatta her an ihtar ediyor yoklukları: "Varımız yaratılmasa sen mahvolursun!" Cenab-ı Hak hatırlatıyor sana seni halden hale çevirmekle: "Her an itmesem bir an bile gidemezsin." Hayatta bir arpa boyu yol alamadığın vakitler seni uyarıyor.

'La ilahe illallah'ı en ciğerden söyleyişin Hayy ve Kayyum isimlerini andığın, anladığın ve ifade ettikleri manayla ilişkini kavradığın vakitler. Nasıl? Belki biraz şöyle... Bir de bakıyorsun ki: Yaşamının ve varlığının devamını sağladığını sandığın herşey batıp gidiyor. Her gün yeni şeyler yiyorsun, yeni şeyler görüyorsun ve yeni şeyler yaşıyorsun ama sendeki 'sen' değişmiyor. Bir aslın var. Bir asıl var. Bu aslın şunca değişim içinde sabitliğini koruyabilmesi, herşeye rağmen insanın kendisi olarak kalabilmesi, üzerinden kudret ve hikmet elini hiç çekmemiş bir yaratıcıyla mümkün.

Katip kalemini kaldırmıyor ki hat değişmiyor. Yazar değişmiyor ki roman kendi içinde çelişkiye düşmüyor. Öncesi ve sonrası birbirini unutmuyor. Bağ kopmuyor. Cümle kesilmiyor. Anlam bölünmüyor. İşte, başta alıntıladığım, Âl-i İmran sûresinin 2. ayeti de böyle bir ders veriyor bana: "Allah'ın Hayy ve Kayyum olması gerektiğini anladıktan sonra, anlarsın ki, Hayy ve Kayyum olabilenden başka ilah yoktur."

4 Temmuz 2017 Salı

Allah nasıl sevilmez?

Allah'ı seviyorum. Varlığından memnunum. Olmasından razıyım. Daha açık nasıl ifade edilebilir? Sevmek, en önce, varlığından mutlu olmak değil midir? İşte ben de Allahın varlığından öyle mutluyum. Öyle razıyım. Öyle memnunum. Hem zaten bir insan Allah'ı nasıl sevmez? (Yokluğuna inanmak da varlığından memnun olmamak değil midir?) Hiç anlamam bunu. Hep daha fazlasını isteyen insan, iş varlığın sonsuzlaşmasına geldiğinde, nasıl daha azına razı olur? Neden bu kuvvetli ihtimale gönül vermez? Öyle ya! Eğer varlığından haberdar etmeseydi bizi hep kendimizi konuşacaktık. Hep kendimizle takılacaktık. Hep kendimize kalacaktık. Hep kendimizde sıkışacaktık. Korkutucu birşey değil mi şu? Benim sadece benden ibaret olmam. Senin sadece sana dair olman. 'Ötekisizlik' değil bakınız. 'Ötesizlik' korkunç birşey değil mi? Yaşanan herşey yaşandığı andan ibaret kalır o zaman. Bu feci değil mi?

Salt bir nehrin yüzeyindeki süprüntülerle meşgul olan birisi gibi hissediyorum onu konuşmazken kendimi. Bunlar akıp gidecek. Bunlar yokolacak. Bunlar unutulacak. Benim sözüm hiçbirşeyi değiştirmeyecek. Aşkımın güzele faydası yok. Çünkü faniliğini iyileştirmez. Aşkımın bana da faydası yok. Çünkü; hissetiğim en iyi şeyler bile, bu nehrin akıp gidenleri üzerine söylendiğinden, eskiyecek. Onlarla meşgul oldukça ben de bir parça akıp gideceğim. Ardımda bıraktıklarımı eskimiş bulacağım. Çoğusundan pişman olacağım. Bazısından tiksineceğim. Zaten yanlış yerlerde oyalandığımı en çok buradan anlıyorum: Akıp gidenler canımı yakıyor. Nehrin süprüntüleriyle meşgul olmasaydım bu çizikler ellerimde kanamazdı.

Allah öyle mi ama! Değil. Allah hakkında konuşulanlar eskimiyor. Allah hakkında yazılanlar eskimiyor. Allah için yapılanlar yokolmuyor. Bunu daha bu dünyadayken görüyorum. Nasıl? Yazılarımdan anlıyorum mesela. Gündelik olaylar üzerine yazdığım o kadar çok şey var ki. Hepsi eskimiş. Hepsi yitmiş. Anlamını yitirmiş. Değersizleşmiş. Ben de değişmişim. Onları bayağı buluyorum artık. Zaten birçoğunu da zaman yanlışlamış. Tahminlerim tutmamış. Hayallerim olmamış. Hakikat tasavvurlarımdan uzağa düşmüş.

Görüyorum bunu. Ayaklarım geleceğe yürürken en çok kendi cesetlerime çarpıyor. Bu yaşayagiden doğru en çok kendi geçmişini yanlışlıyor. Sonsuzluk yoksa insanın en derin yarası kendisidir. En büyük yokluğu varlığıdır. Çünkü tüm yoksunluklarının anasıdır. Nasıl? Yitirmeyi varolmakla öğrenmiştir. Ardımda bıraktıklarım beyhudeleşiyor o zaman. Geleceğe taşınamadıkları belli. Kalmamışlar. Akıp gitmişler. Gündeme dair yazdıklarım gündemle beraber ölmüş. Gün dönerken onları da öldürmüş. Ancak Allah'a dair yazdıklarım öyle mi?

Sonsuzluk Sahibi hakkında yazdığımı, yahut da hakkında yazdığımın Sonsuzluk Sahibi olduğunu, onun hakkında yazdıklarımın eskimemesinden tanıyorum. Ona dair olanlar onun tecellisinden hisse alıyorlar. İşte Allah'ın sonsuzluğunun bencileyin bir delili: Ancak hakkında yazdıkların eskimemişler sonsuzdur. Eğer birşey hakkında yazdıkların, daha o yazıya noktayı koyar koymaz geçmişte kalıyorsa, fani olduklarından emin olabilirsin. Nehrin üzerindeki süprüntülerle meşgul olduğun çok belli. Akıp gitmişler. Ellerini çizmişler. Onların yazıldığı ortam gitmiş. O cümleleri doğru kılan şartlar kaçmış. Sen bile beğenmiyorsun onları. O halde neden kendini bunlarla öldüresin? Zaten ölüyorsun. Neden normalden daha fazla ölesin?

Allah insanı ölümlü yaratmıştır. Doğru. Hayat ölüme borçlanarak başlar. Doğru. Hayat yavaş yavaş ölmektir. Doğru. Fakat bu ölümü 'anların ölümü' kılmak veya kılmamak insanın elindedir. Bir kere ölmek mecburî. Ondan kaçamayız. (Fani olduğumuza mutlaka 'bizzat yaşarak' şahit olacağız.) O da lazım. Ama her an yeniden ölmek zorunda değiliz. Elimizden çıkanların ölümünü görmek zorunda değiliz. Bunu kendi başımıza kendimiz getiriyoruz.

Süprüntülere sevdalanmasak bu kadar ayrılık başımıza gelmeyecek. Yüzeyle o kadar meşgulüz ki dibindeki okyanusu kaçırıyoruz. Suyun hiç değişmeyen hakikatini kaçırıyoruz. Çağıltının zamanüstü sesini... Gaybı kaçırıyoruz. Akmazların bölgesini kaçırıyoruz. Bizi akmazların varlığından haberdar edense, işte, vahyin ve sünnetin kendisidir. Allah'ın, kulunu kendisinden haberdar etmesi, nehrin karşısında her gün bin Leyla kaybetmekten mahzun Mecnun'lara ne büyük tesellidir! Ya Bâkî! Sen bizi kendinden haberdar etmesen biz sonsuzu nereden bilirdik? Ona dair nasıl konuşurduk? Onun hakkında nasıl yazardık? Ona dair nasıl ümitlenirdik? Arkadaşım, böyle Mevla sevilmez mi, ki bin Leyla'nın azabından kurtarmıştır.

23 Ocak 2017 Pazartesi

Cehennem de bir nimettir

Kendini Allah'tan mahrum edemezsin. Biliyorsun, iyi gelmiyor, dökülüyorsun. Yaşadın bunu. Onsuz, değil kainatı açıklamak, bir anı açıklamak bile mümkün olmuyor. Her an bir bıçak. Her giden bir bıçak. Her lezzet bir bıçak. Her varoluş aslında bir yokoluş. Varolana sevinemiyorsun çünkü yokoluyor. Varolduğu andan itibaren yokoluyor. Buna tesellin yok. Onsuz hiçbirşey yerine oturmuyor. Ötesiz kalıyor herşey. Âlem üç boyuta, hadi zamanı da kat, dört boyuta indirgeniyor. Peki ya anlamı ne olacak herşeyin? Yokun anlamı olur mu?

Sevdiğin bütün cümleler yarımken ve kelimeler bir bir seni terkediyorken anlamın nasıl olacak? Kullandığın her lafzı yokluğa göndermişsin. Tuttuğun her kelime giderken dilini kanatıyor. Hem o anlamların da farklı boyutları var. Varlığın el-Esmaü'l-Hüsna kadar boyutu var. Hangisinden baksan bir yönünü görüyorsun herşeyin. Allah'tan mahrum kalırsan şunca varlıktan da mahrum kalmayacak mısın? Daha az olmayacak mısın? Derinliğini yitirecek herşey. Hem de bir boyutta, iki boyutta, üç boyutta değil, sonsuz boyutlarca yitirecek. İhtimaller azalacak da azalacak. Olduğu kadarla kalakalacak. Daha fazlası olamayacak hiçbirşey. Daha fazlası olamadığında sen de kafese kapatılmış olmayacak mısın? Neyin hayalini kuracaksın ondan sonra? Duvarlar o kadar artıyor ve artıyor ki! Hayal bile küsüyor insana.

Hadi, hepsini geçtim, acılar ne olacak? Acılar sadece acı olacak Allah'ın yokluğunda. Onları birbirine bağlayacağın bir ümit olmadıktan sonra bu kederleri kim tutabilir? Saklayan yoksa tüm güzel anlar uçup gitti! Sevme sakın. Sevdiğin herşey düşmanın aslında. Sevdikçe bıçakları arttırıyorsun. Hepsi bıçak bıçak inip kalkacaklar göğsüne sen de yokolana kadar. Onlara engelleyecek gücün yok.

Mürşidin imana 'intisabdır' dediğinde tek bağlananın kendin olduğunu mu sanıyordun? Ramazan'da şeytanlar nasıl bağlanıyorsa acıların da bağlanıyor imanın sayesinde. İyi zincirlenmiş bir köpek gibi. Isıramıyor. Onları olması gereken yerlere koyduğunda, yani hikmetlerini anladığında, hepsi sükûnete eriyor. Evet, ayrılmıştın, canın da çok yanmıştı. Fakat o yanmalardan bak ne güzel sözler/dersler pişti. Hem sen de piştin. Her istediğine ulaşsan pek ham kalacaktın. Ulaşamadıkça olgunlaştın. Sınırların seni yetiştirdi. Aczini ve fakrını sınırlarınla tanıdın.

Kendini Allah'tan mahrum edemezsin. Çünkü mahvoluyorsun. Herşey yokluğa koşup gidiyor. Koşup gidenleri farkedeceksin veya gerilerinde kalacaksın diye durmaya korkuyorsun. Eğlenceden eğlenceye, uykudan uykuya, rüyadan rüyaya... Uyanıklık öyle canını yakacak ki damarına hangi gafleti şırınga edeceğini şaşırıyorsun.

Kendini Allah'tan mahrum edemezsin. Allah bunun sana nasıl kötü geleceğini biliyor. Uyarırken azab azab Kitab'ında ve tehdit ederken ayet ayet cehennemle, bütün bunların ardında rahmetinin izi görünüyor. Zülcelal-i ve'l-ikram olanın ikramı celalinin ardından gözkırpıyor. "Evet bu cûd-u icad Sâniin vücubundandır. Nevide celâlîdir, fertte cemâlîdir..." diyor ya mürşidin, sen de anlıyorsun, celalî olanın içinde cemal var. Zülcelal'in celalinde ikram var. Gelincik tarlası haşmetiyle nasıl kalbini hızlı çarptırıyorsa birtek gelincik de gönlüne öyle cila çekiyor. Seni korkutan herşey aslında güzelliğinden korkutuyor. Cehennemde de belki göremediğin budur. Kalbinde yanan cehennemlerde de belki göremediğin budur. Doğuştan yaralısın. Çünkü o yaralar sana Allah'ı arattıracak. Her cehennem onu söndürmeye yetecek birisini bulman için bağışlandı sana. Yokmuşlar gibi davranman için değil.

15 Ocak 2016 Cuma

Allah ilgisiz olur mu?

Bugün biraz daha örnekli bir şekilde ‘şuunat marifeti’nin ‘esma marifeti’nden daha üst ne gibi kazanımlar sağladığını konuşmak istiyorum. Ancak, üzerinden güç ve meşruiyet alabilmem için, serinin bir önceki yazısının kilit cümlesini hatırlatmaya ihtiyacım var: "Kanaatimce; şuunat tefekkürü/marifeti isimler ve fiiler arasında daha kolay geçiş yapabilmemizi ve onları tevhid bayrağı altında daha kolay toplayabilmemizi sağlıyor."

Bu iddiaya Risale metinlerinden bulduğum dayanakları ve onlardan yaptığım çıkarımları “Şuunat tefekkürü neden önemli?” başlıklı yazımda paylaşmıştım. Merak edenleri mezkûr yazıya havale ediyor ve yenisinde şuunatın bize farkındalığını kazandırdığı ‘ilgi’nin sorunlarımızı nasıl çözdüğünü konuşmak istiyorum. Tevfik Allah’tan. Teşebbüsüm sırasında konu mankeni olarak da deizmin sorunlu/eksikli ilah tasavvurunu kullanacağım.

Mevzua şuradan girelim: Biz kişoğlunun/kızının birşeyde ‘kaliteli’ olup olmadığını nasıl anlarız? Sözgelimi baba/anne olmuş kişiler var karşımızda. Bu kişilerin fiilin sahibi olması sırf meselenin biyolojik yanıyla ilgilidir. Peki ruhi boyutuyla? İnsaniyetimizi oluşturan diğer parçalar açısından? Kalbimiz açısından? Bu insanları iyi birer ebeveyn olduklarını bize ne söyler? Öncelikle ‘ilgileri’ öyle değil mi? Yani bu insanlar biyolojik varoluşundan öte/aşkın bir ilgiyle çocuklarına bağlılarsa, bakıyorlarsa, koruyorlarsa, ilgileniyorlarsa hakikaten gözümüzde anne/baba olurlar. Yoksa sadece ‘anne/baba’ ismine sahip olmak hakkıyla ‘anne/baba’ olunduğunu söylemez. Garanti etmez. Ebeveynliğin şanına yakışır bir ilgi mutlaka eylemin devamı olmalıdır. Ötekisi zalimlik olur. Ebeveynlik de durum böyle olduğu gibi evlilik de böyledir. Evliliğin ömrü ilgidir.

Deizm, bildiğiniz gibi, bir ilahın varlığıyla sorun yaşamayan ancak vahiy/nübüvvet gibi alanlarda sorunları olan bir inanç biçimidir. Wikipedia tanımını da şuracığa yapıştırayım ki daha entelektüel gözüksün: "Deizm veya Yaradancılık, mantık ve doğal dünyaya dair gözlemlerin kaynağını oluşturduğu, dinsel bilgiye dolaysız biçimde sadece akıl yoluyla ulaşılabileceği ilkesini esas alan, bu sebeple vahiy ve esine dayalı tüm dinleri reddeden tek Tanrı inancıdır."

Peki deizm bu sorunu neden yaşıyor? Kanaatimce problem biraz da deizmin ‘şuunat tefekkürü yoksunluğu’ndan. Akıl merkezli olduğu için insanın diğer parçalarını ve bu parçaların marifet türlerini inkâr ediyor veya hiç sezmiyor deizm. Mesela: Kalp genişliğinde bir marifet deizme yabancı. Tefekkürüne duygularını katık edemediğinden Allah’ın şuunatını da sezemiyor. Halbuki insanın duyguları Allah’ın şuunatını anlamak için bahşedilmiş eşiklerdir.

Yani deizmin aklı şuunata çıkabilecek kadar yüksek bir marifet açısına sahip olmadığından dolayı 'yaratış' ile 'konuşma' arasındaki ilgiyi göremiyor. Helalleri/haramları gerektirir bir Rububiyet alakadarlığını derkedemiyor. Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nin başında vurgu yaptığı: "Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur..." hakikati deizmin kestirebileceği bir sonuç değil. Peki Bediüzzaman bu ilgiyi nasıl kuruyor? Önce küçük bir alıntı:

"Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev'iyle konuşacaktır..."

Yolun taşlarını tek tek döşeyelim: Eserdeki ‘hikmet’ bize ‘hikmet gözeten’ ve dolayısıyla 'ne yaptığını bilen' bir ilahın varlığından haber veriyor. Nasıl? Herşey bilinmeden yapılan birşeyin herşeyle böylesine uyumlu olması mümkün değil. Uyum olmazsa hikmet de olmaz. Zaten hikmet çoğu zaman aklın sezdiği bir yerliyerindeliktir. Yani, eylenenin diğer eylenenler ile, içinde yeraldığı büyük resimle yakaladığı uyumdur. Bu uyum bir bilgiden gelir. Hayırla bu açıdan bir kardeşliği vardır hikmetin. Hayırlı olan aynı zamanda hikmetli olandır. Hikmetli olan da hayırlıdır. "Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir..." buyuran Bakara sûresi bize kardeşliği fısıldar.

Bu noktaya kadar deizmin de bir sorunu yok. Herşeyi yaratanın bir olduğunu ve epey de bilgili olduğunu 'akıllı tasarım' gibi başlıklar altında deizm de savunuyor. (‘Herşeyi bilen’ demiyor ama buraya dikkat!) Hem de modern bilimin verilerini kullanarak yapıyor bu işi. Fakat İslam’ın şuunat tefekkürüyle başardığı bir geçişi deizm başaramıyor. ‘Yapmanın bilmekle’ olan ilgisini kuruyor da ‘bilmenin konuşmakla’ olan ilgisini kuramıyor. ‘Bilmeksiz bir yapma’nın ‘ilgisizlik’ anlamına gelmesi gibi ‘konuşmasız bir bilme’nin de ‘ilgisizlik’ manasını kastettiğini çözemiyor. Evet. Eşine ‘neyi sevdiğini bilmeden hediye almak’ bir parça ilgisizlikten haber verdiği gibi ‘neyi sevdiğini bildiği halde almamak’ da bir tür ilgisizlikten haber verir. İnsansa kendisiyle konuşulmasını sever.

Bu kuramayıştan dolayı da vahyi ve nübüvveti inkâr ediyor. İbn-i Arabî kuddise sirruhun Fahrüddin-i Razî rahimehumullaha mektubunda dediği “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır!” cümlesi tam da bugün deizmin yüzüne çarpılmaya hazır bekliyor.

Yalnız, es geçmeyelim, tembellere tatlı gelen bir yanı var deizmin: İnsana yüklediği sorumluluk yok. (Vahiy olmadan nasıl sorumluluk olabilir ki?) Böylece deistlerin dünyasında entelektüel bir uğraş olarak Allah varolabiliyor ama onun emrine ve nehyine müteallik olan 'helal' ve 'haram' veya 'ibadet' gibi kavramlar huzurlarını kaçırmıyor(!)

Lakin, unutmayalım, nefis nerede haramzade bir özgürlük elde etse Allah tasavvurumuz orada bir yara alır. Çünkü fasıkane özgürlük kalbimizdeki Allah tasavvurunun sınırlanmasıyla mümkün olabilir ancak. Yani insan kalbindeki Allah'ı ne kadar Allahlıktan çıkarırsa, kendince sınırlara hapsederse, o kadar nefsine alan açar. Fıskın ruha ödettiği meşruiyet bedeli budur. Alan açmanın en nihayeti büsbütün Allah'ı dünyanızdan silip yerine kendinizi geçirmenizle olur. Fakat onun küçüğü şekillerde alan açmalar her türlü sapkınlıkta vardır.

Deizm de mensuplarının hevasına bir özgürlük alanı açabilmek için bedel olarak Allah'ın kelam sıfatını seçmiştir. Evet. Yaptığı aslında bir sınırlandırmadır. Allah'ın mahlukatiyle kurduğu 'yaratma' ve 'bilme' türünden ilgileri kabul ederken, bu ilginin farklı bir şekli/rengi olan 'konuşma' ilgisini reddetmektedir. Deizmin Allah'ı, hâşâ, mahlukatına ilgisiz bir Allah'tır. Halbuki bu deizmin çelişkisidir. Yaratış bir ilgi belirtisidir çünkü. Yaratmak aslında bir ilgidir. O yaratışın gerektirdiği bilgi bir ilgidir.

Böylesine sonsuz bir yaratmak/bilmek ilgisiyle mahlukatına, yine tabir-i caizse, 'duyarlı' olan Allah neden 'konuşmamakla' bu duyarlılığın Ehadî sonsuzluğuna bir sınır koysundur? Haydi, insan aciz olduğundan, ilgi duyduğu şeylerle münasebeti ister istemez sınırlıdır. Ancak, hâşâ, Allah için böyle bir acizlik sözkonusu değildir ki. Allah bir noktada ‘sonsuz’ diğer bir noktada ‘sınırlı’ olursa Allah olabilir mi? Neden 'yaratmakla/bilmekle' bu derece ilgilendiği varlıklarla 'konuşmak' ilgisini terketmiştir? Doğruyu bulmak bu kadar zorken göstermeyi terketmiştir? Bu durum o sonsuz ilgiye bir nakise, bir sınırlandırış, bir problem alanı oluşturmaz mı? İşte bence mürşidimin şuradaki izahları şuunat tefekkürünün Allah marifetine yaptığı katkıdır:

"Madem insan nev'iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kàbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üçyüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır."

Bu yazıya sonuna kadar sabreden arkadaş, madem bu denli sabırlısın, okumakla elde ettiğini şunlarla da pekiştir:

"Evet, bütün zîruh mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette Kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır. (...) Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını söylettiren, elbette Kendi sözleriyle dahi Kendini tanıttıracak. (...) Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nâzenini ve en müştakı olan hakikî insanların münâcâtlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe'nidir. (...) İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan Zâtta, ihatalı ve sermedî bir surette bulunur. (...) En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve malikini bulmaya en müştak, hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarına, acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir Zât, elbette Kendi vücudunu onlara tekellümüyle iş'ar etmek, ulûhiyetin muktezasıdır."

Evet. Elhamdülillah. Bunlardan herbirisi bize Allahlığın şanının bir parçasını öğretir. Ve Allah olana ilgisizlik değil ilgi yakışır. Çünkü Allahlık ‘kalitesizlik’ kaldırmaz.

9 Eylül 2015 Çarşamba

Kadere inanmazsak ne olur? (3)

"Yaratan bilmez mi hiç? Şüphesiz O, Latîf’dir, Habîr’dir."
(Mülk sûresi, 14)

Serinin diğer yazılarında da altını çizmeye çalıştım: Kadere iman, sadece irademizle Allah'ın iradesi arasındaki ilişkiyi açıklamak için değil, topyekûn (ve her an olan) yaratılışı anlayabilmek için de zarurî birşeydir. Onu, sadece 'seçimlerimiz' ve 'Allah'ın yaratışı' arasındaki ilişkiyi açıklamak için kullanmamız, hem meseleye kapsamlı bakmamızı engelliyor, hem de kadere imanın neden 'akaidin bir parçası olacak kadar kıymetli olduğunu' anlamamızı zorlaştırıyor.

Şunu farketmeliyiz: Eğer kadere iman etmezsek Allah'ın yaratışının 'ilim' ve 'irade' boyutlarını anlayamayız. Sadece kudretle irtibatlı birşey sanırız. Halbuki kainatın, mürşidimin ifadesiyle, 'tecezzi kabul etmez bir küll' (yani hiçbir noktası tasarımın dışında bırakılamayacak bir bütünlük) olduğunu idrak edersek, o zaman 'ilim' ve 'irade' ile sürekli bir 'takdir' kalıbının çalıştığını kabul etmemiz kaçınılmaz olur. Yani, en öz ifadesiyle, denilebilir ki: Eğer tevhide iman ediyorsanız kadere iman etmeniz kaçınılmazdır. Zira herşeyi yaratanın 'herşeyi bilmesi' lazımdır. Zamanı yaratanın zamandan aşkın bir şekilde o zamanda olacakları bilmesi lazımdır. Tıpkı 29. Lem'a'da denildiği gibi:

"Herşeye gücü yeten Yaratıcı herşeyi her şe'niyle (haliyle) bilir. Onun iradesi herşeyi kaplar; dilediği olur, dilemediği olmaz. Herşeyi kaplayan zâtî ve mutlak kudretiyle herşeye gücü yeter. Nasıl şu günkü günde güneşin ışıksız ve ısısız olması mümkün ve mutasavver değilse, öyle de, Göklerin Yaratıcısı olan bir İlâhın kapsayıcı illim ve mutlak kudret sahibi olmaması mümkün değildir ve tasavvur olunamaz. Demek, zorunlu olarak, zâtına lâzım olan kaplayıcı ilmiyle O herşeyi her şe'niyle (haliyle) bilir. Öyle bir ilmin herşeye taallûku (bağı) lâzımdır ve hiçbir şeyin ondan gizlenmesi mümkün değildir; çünkü huzur ve şuhud ve nüfuz ve nuranî ihata vardır (yani herşey Onun huzurunda ve gözetimi altındadır. Güneşin ısısı gibi herşeye nüfuz eder ve herşeyi kapsamı içine alır)."

Bu noktada, kaderi inkâr edenlerin (büyük bir hata olarak), Allah'ın bilişini insanın bilişine kıyasladıklarını görüyoruz. En çok sürçtükleri yerlerden birisi burası. Allah'ı da 'öğrenir bir biliş sahibi' olarak tasavvur ediyorlar. Bir ölçüde 'insan gibi' bir Allah'a inanıyorlar. Halbuki herşeyi yaratan için sonradan öğrenme nasıl mümkün olur? Birşeyi yaratanın, o şeyin yaratılmasında gerekli olan ilmi, sonradan hasıl olmuş gibi yarattıktan sonra öğrenmesi Allah tasavvurumuz adına büyük bir nakise/çelişki değil midir? Öyledir. Zira bu zeminde Allah artık aynı fiille hem 'etkileyen' hem 'etkilenen' konumuna gelir. Ne eylediğini bilmeden yaratır. Adı Allah'tır ama hakikatte (yüzbin kere hâşâ) bilinçsiz bir kudrettir.

Meselenin bu kısmını biraz daha açarsam: Bir fiili yaratırken (yaratmak bir tür etkilemedir) içeriği olarak okuduğumuz ilmi Allah yarattıktan sonradan öğreniyorsa (öğrenmek bir etkilenmedir), yani kaderin bize öğrettiği gibi zamanlar üstü kuşatıcı bir bilişi yoksa Allah'ın, bu, ne yarattığını kendisi de sonradan öğreniyor demektir. Hem 'etkiliyor' hem de 'etkileniyor' demektir. Hatta yarattıklarının sonuçlarını da bilmeden (kestiremeden) yaratıyor demektir. Hâşâ, yüzbin defa hâşâ, Allah yarattığının cahili demektir.

Etkilemek için yarattığı şeyden kendisi de daha sonra etkileniyor, yani etkilemek için yarattığının nasıl etkileyeceğini önceden bilmiyor, bu iş bir nevi tesadüflere kalıyorsa, sormak gerekir: Kader inkârcılarının iman ettiği ilah nasıl bir ilahtır? Bu şekilde kurgulanmış öncelik-sonralık ilişkisi Allah'ı zamanla mukayyet hale getirmez midir? Ne olacağını bilmeden yaratan bir ilahın sonuçlarını kestiremediği fiillerle örülü bir âlemi tevhid ile idare ettiği nasıl açıklanır? Deistler gibi: 'Allah makinayı kurdu bıraktı. Artık karışmıyor!' mu deriz? Ne halt ederiz?

Düzeni, ölçülülüğü, estetiği, sanatı, hikmeti vs, bütün bunları, kaderin bize öğrettiği 'kuşatıcı biliş'i kabul etmeden kabul edemeyiz. Zira düzen de, ölçülü yapış da, sanat da, hikmet de bir 'kuşatıcı biliş'in eseri olabilir ancak. Yani denilebilir ki: Kör tesadüfler böyle sanat eserlerinin yaratıcısı olamayacağı gibi, kader inkârcılarının itikat ettiği türden 'olacaklara kör bir ilah' da bu âlemi yaratamaz. Kur'an'ın buyurduğu gibi: "Yaratan elbette bilir." Bilmek yaratmanın öncesidir. İlim kudretin evvelidir.

Yaratan elbette o fiili her cihetiyle yaratandır. Her detayıyla yaratandır. Kudret kısmını karşılayıp lazım olan ilmi sonradan farkedecek değildir. Yarattığını sonradan öğrenecek değildir. Allah işini tesadüflere bırakmaz. İnsanın en küçük teknolojisi bile bir biliş, takdir ediş, planlayış olmadan ortaya çıkmaz. Önceden bir telefon üreteceğini bilmeden kim telefon üretebilir? Bu kader inkârcıları, itikatlarının, her fiile bir 'yarım ilahlık' vermek anlamına geldiğini farketmiyorlar mı? Yalnız kudreti Allah'a bırakıp 'iradeyi' ve 'ilmi' gasbettiklerini görmüyorlar mı?

İhlas sûresinin faziletine dair anlatılanlar bu noktada bize ayrıca bir ışık tutuyor. Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da kaderle temas eden izahlarda bulunduğu kısımda altını çizdiği birşeydir: "Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar." Kader inkârcılarının da düştüğü en büyük varta bence bu. Allah'ın bilişinin kendi bilişlerinin ötesinde bir biliş olabileceğini kabul edemiyorlar. Onlara göre kendi bilişlerinin yukarısında/ötesinde, onlardaki sınırlardan münezzeh (subhan) bir başka biliş olamaz. Kendileri birşeyi olduktan sonra öğreniyorlarsa o halde olmadan önce bilen bir ilah mümkün değil. Kafaları böyle çalışıyor. Geri kalan bütün demagojileri bu temel hatalarının üstünü örtmeye çalışmaktan ibaret.

İhlas sûresini itikadın selameti anlamında büyük bir rehber kılan, tam da Bediüzzaman'ın yukarıda dikkat çektiği şekilde, Allah tasavvurumuzda oluşabilecek hatalardan bizi kurtarıyor oluşudur. Nasıl? Belki biraz şöyle: Vacibin mümküne kıyasının 'mümkün olmadığını' biz en çok İhlas sûresinden ders alıyoruz.

Mesela; sûrede vurgulanan Allah'ın Samediyeti, yani 'hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç oluşu' hakikati bize kader açısından şunu öğretiyor: Allah yarattığından birşey öğrenmeye de muhtaç değildir. Eğer Alîm-i Külli Şey (herşeyi bilen) olmazsa, o zaman birşeyleri de öğreniyor olacaktır ki, bu, Onun Samediyetine nakise getirir. Subhanlığına leke kondurur. Çünkü öğrenmek bir aczin ifadesidir. Bilmekten aciz olan ancak öğrenir. Bu bir muhtaçlıktır. Bir cehalettir. Bir doğurulmadır.

'Onun doğurmamış ve doğmamış' olduğunu vurgulayan ayet ise bize kader konusunda der ki: Allah doğmadığı ve doğurmadığı gibi, yaratışı da Onun ilmine bir 'doğma' ve 'doğurma' sayılabilecek 'öğrenme' katkısı yapamaz. Yani Allah'ın fiillerinden Onun haberdar olmadığı bir sonuç/ilim doğmaz ki, Allah kendi ilminden hariç bir bilgi doğurmakla, onu sonradan öğreniyor olsun. Son ayet ise sanki Bediüzzaman'ın dikkat çektiği temel sorunu da ona öğreten ayettir: "Onun hiçbir dengi yoktur..." Yani, Onu kendinizle veya mümkünden başka birşeyle bu şekilde kıyaslamayınız ve benzetmeyiniz. "Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar." Hem Mesnevî-i Nuriye'de de diyor ki mürşidim:

"Vâcibü'l-Vücud, zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'âlinde de benzemiyor. Çünkü, Vâcibü'l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev', cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü'l-Vücudun ef'âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor."

Demek, arkadaşım, fiili failsiz zannedenle, yaratılışı kadersiz sanan arasında çok bir fark yok. İkisinin de takıldıkları yer, aşağı yukarı, aynı. Aynı taşa çarpıyorlar fakat yorumları başka oluyor. Ne diyelim? Allah bizim ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...