Bilgi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilgi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Temmuz 2022 Pazar

Benim oyumla dağdaki kocakarının imanı bir mi?

Muhterem kârilerim, ahirzaman 'tevazunun yol olduğu' değil, 'enaniyetin kol olduğu' zamandır. Bu nedenle âdeminde/havvasında sık sık Aysun Kayacı halleri görülür. Haydi o kadar basite indirgemeyelim. "Benim oyumla dağdaki çobanın oyu bir mi?" demez elbette. O kadar da açık etmez. Ama dudaklarını hiç kıpırdatmadan şöyle diyebilir: "Şimdi benim imanımla kocakarının imanı bir mi?" 

Tabii canım. Kolay mı öyle! Sen o kadar evrimin(!) son halkası ol. Doğrusal tarih anlayışına binip medeniyetin zirvesine kurul. Ay'a çık. Füze at. Topu tut. Twitter'dan twitle. Facebook'tan canlı yayına gir. İnstagram'da balık dudaklı hikâyeler paylaş. Sonra bunlardan haberdar dahi olmayan kocakarı takma dişleriyle gelsin seni geçsin. Yakışır mı? Olabilir mi? Cık, cık, cık. Neler neler başarmaktadır ahirzaman kişisi. Neler neler okumaktadır. Neler neler yemektedir. Nereleri nereleri gezmektedir. Hatta bir tarafını hiç kaldırmadan gözü dünyayı dolaşmaktadır. Bütün bunları başarmışken, şimdi... Ya hiç olur mu öyle şey. Hiç. Yaaa!

Aman muhterem kârilerim. Sakın ağzınızdan "Hadis var!" falan diye birşey kaçırmayın. Hâdise çıkar sonra. Bunlar 'hadis' kelimesini duydular mı peşine 'e'yi yapıştırmadan duramazlar. Ortalığı yıkarlar. Kafalarına uymuyorsa ne münasebet efendim. Olamaz öyle birşey. Bir çukur psikolojisidir yaptıkları. "Çıkamıyorsan cennetin orasıdır." Yahut da şöyle: "Nefis evimiz. Enaniyet babamız." O nedenle ulemanın da hasbelkader ağzından kaçırdığı 'kocakarı imanı' övgülerini sindiremezler. Ne demektir canım o öyle? O kadar okuduktan sonra? Şu kadar bildikten sonra? Bu kadar akademik ünvandan sonra? Boru mudur bütün bunlar? Değildir.

Bediüzzaman bir yerde der ki: "Neticenin kayyûmu imandır." Ve ekler: "Burhan ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür." Bu elbette Aysungillere, estağfirullah, ahirzaman âdemlerine/havvalarına ters gelir. Onlar bilgiyle iman arasındaki ilişkinin sadece 'birisinin diğerini inşa ettiği' zemin olduğunu sanırlar. (Yani doneleri danone kadar beyazdır.) İmanlı olmakla delilleri farketmenin ilgisi olabileceğine inanmazlar. 'Bitarafane muhakeme' tuzağına düşmüşlerdir çünkü. Nötr bir duruşla herşeyin çözüleceğine kanaat getirmişlerdir. Yine mürşidimin söylediği hiç hatırlarına gelmez: 

"Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir. Muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir." 

Hem mürşidime göre 'ibadetlerini yerine getirmek dahi' insanın kainat algısını değiştirir: 

"Evet, herkes kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenâb-ı Hak, insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş; o âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ, gayet meyus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve meyus suretinde görür. Gayet sürurlu ve neş'eli, müjdeli ve kemâl-i neş'esinden gülen bir adam, kâinatı neş'eli, güler gördüğü gibi; mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder."

Zaten ahirzaman sapmasının bir nedeni de gözlemcinin kendisinin de üzerinde tasarrufta bulunulan birşey olduğunu görmezden gelmesidir:

"Evham, şübehat, dalâletin menşe' ve mahzenlerinden biri: Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder. Sonra tecelliyata mazhar olanlardan birisinin mevkiinde kendisini farz eder, onda fenâ olur. Sonra, başlar, bazı tevillerle o şeyi de Allah'ın mülkünden, tasarrufundan çıkartır. Kendisinin girmiş olduğu şirk-i hafîye girdirir. Ve şirk-i hafîden aldığı bazı halleri o mâsuma da aksettirir."

Buradan felsefecilerin bilimadamlarını çok hırpaladıkları bir mevzuya sıra gelir: "Gözlem kuram yüklüdür." Bilim adamının analizleri acaba inançlarından ne kadar etkilenmektedir? Yorumlarının ne kadarı 'arzuya fikir sûreti giydirme'dir? Bu etkilenir olma halinden ne derece kurtulabilirler? Eğer mutlak bir şekilde kurtulmak mümkün değilse, o zaman ilimle-bilimle yapılan şey, herkesin iman ettiği şeyi aramasından ibaret değil midir? Ki genelde de süreç böyle işler. Önce tahayyül seviyesinde "Bu böyle olabilir!" diye başlayan umut-umuş, eğer sarfedilen mesai maksûda götürürse, itikada dönüşür. İlk atom bombasının öncesinde 'patlayabileceğine' duyulan iman vardır.

Elhamdülillah. Ulemamız kocakarı imanının övülmesindeki sırrı tam kavramışlardır. Onlar, bilginin bir tür laik alanda algılandığı çağımızda yaşanacaklardan, sanki birebir kendileri yaşıyorlarmış gibi, korkmuşlardır. Evet. Kabul edelim. Bugünün dinî öğrenimi 'yaşamak' amacından uzaklaşmaktadır. Mahsulümüz ne yazık ki sıkıntılıdır. Hatta, aksine, 'entelektüel tatmin' gibi dünyevî amaçların aracı olmuştur bilgi. Hal böyle olunca da, 'kayyum iman' aradan çıkmış, 'kime hizmet edeceğini şaşırmış done' avare dolaşmaktadır ortalıkta. Maalesef, oryantalistlerin kuyruğuna takılmaya meyyal çokları oryantalistleşmiş, dinlerine taraftarlıklarını yitirmekte gavurlara benzemişlerdir.

'Oryantalist' deyip geçmeyin muhterem kârilerim. Öyle oryantalistler vardır ki, İslam ilahiyatına dair vukûfiyetlerinde, bizim ilahiyat profesörlerini ceplerinden çıkarırlar. Fakat kalplerinde 'kayyum iman' olmadığından dolayı doneler ışık saçmaz. Bir nur yakamaz. Kur'an hafızı dahi çıkar belki içlerinden, ama, 'La ilahe illallah!" demeyi dağdaki mü'min çoban kadar başaramaz. Evet. Biz de aynı eşiğe geldik işte. Şimdi Aysunluğumuzu yapabiliriz. Söyleyebiliriz: Dağdaki çobanın kelime-i tevhidi Oxford'daki oryantalistinkiyle bir değildir. Hak ikisini bir saymaz. Çünkü mü'min çoban imanıyla, imandan gelen taraftarlığıyla, söyler. Oryantalistin ise, haydi nefreti olmasa bile, taraftarlığı yoktur. Tarafsız(!) bir bilimadamıdır. 'Bitarafane muhakeme' ne kadar mümkünse tabii.

Peki bizim ulemamız kocakarı imanını överken neyden korkuyorlar? 

Allah Allah. Bunu sahiden biz mi soruyoruz? Hocalık ilmine sahip nicelerinin ayaklarının kaydığını gördüğümüz bu asırda? "Ben oldum!" diyenlerin cesetlerini saymaktan yıldığımız bu zamanda? Bilmek (daha doğrusu bildiğini sanmak) imtihanını veremeyenlerin cehl-i mürekkep intiharını hergün gördüğümüz bu uçurumda? Doğrusu, kârilerim, en az bizim sormamız gerekirdi. Ama işte gözlemci kendinin de gözlendiğini unutuyor. Doğrunun mihengini etkilerden azâde saydığı kendisi sanıyor. Doğruyu arayanın da doğruluğunu kollaması gerektiğini hesap etmiyor. Maşaallah ulemamıza ki onlar hesap etmişler. Yüzbin ilim içinde yükselirken dahi kocakarı imanındaki taraftarlığın kadr u kıymetini unutmamışlar. Kendi oylarını dağdaki çobanın oyundan, estağfurullah, kendi imanlarını bir kocakarının imanından daha korunmuş saymamışlar.

Bu bahtiyar tereddüt kadar insanı sırat-ı müstakimde tutan birşey var mı? Veya tersinden söyleyelim muhterem kârilerim: "Bana artık birşey olmaz!" diyen kadar ölmeye müsait başkasını gördünüz mü? O halde artistliğimiz kime? Öyle ya: İmanda esas olan kalbî taraftarlıktır. Bu taraftarlığı korumadıktan sonra bilmek de tuzaklaşır. 'Bitarafanelik' avareliktir. Aslı kaybedenin kazandığı olmaz. İstersen yüzbin kitap okumuş ol. Müslümana lazım olan itikaddaki istikameti koruyamamışsan, hayattaki iltizamı olan takvaya sahip değilsen, 'entelektüel tatminin' seni nereye götürür? (Doğru cevap: Cehenneme.) Evet. Ulemamız kendilerine bu hadisi o sebepten hatırlatmışlar. Nefislerine ayar vermişler. Ucbun tehlikesini gidermişler. Yüzbin tebrikler olsun cümlesine... 


17 Haziran 2022 Cuma

Cemil Kılıç'ın fendi, vay canına, bilmek inanmayı nasıl yendi?

"Onun hak olduğunu anlayıncaya kadar ayetlerimizi (delillerimizi) onlara hem âfâkta hem de enfüste göstereceğiz. Rabbinin herşeye şahid olması yetmez mi?" (Fussilet sûresi, 53. ayet)

Ahirzaman ne demek efendim? 'Bunamak' gibi birşey. İnsanın bildiğini dahi bilmez hale gelmesi. Neden? Çünkü ihtiyarlıkta öyle olur. 'Ahir' demek 'son' demek. İnsanlığın sonu yaklaştığı için bunaklığı da arttı. Daha önce bildiklerini de bilmez oldu. İşte ahirzaman fitnesi de bizim bu yönümüzden pek faydalanıyor. Bunaklığımızın yanaklarından tutup pışpışlıyor. Diyor ki: "Sen birşeye inanıyorsan aslında onu bilmiyorsun demektir. Birşeyi biliyorsan da ona aslında inanmıyorsun." Dedeler-nineler böyle pışpışlanır mı? Büyüklerinin ileriki yaşlarını görenler bu tasvirimi yadırgamazlar. Zira onlar da tıpkı çocuklar gibi 'kandırılarak' ikna edilir. Cenab-ı Hak cümlemizin ihtiyarlık imtihanını kolay eylesin. İhtiyarımızı elimizden almasın. Âmin.

Zaten benim kusurum budur: Oyundan önce topu görürüm. Komplo teorisyeni değilim. Ya? Futbol pratisyeniyim. Ve benim pratisyenliğim diyor ki: Ortalıkta bir çeşit top çok gezmeye başlamışsa kesin oyunu da vardır. Işık varsa güneş vardır. Aydınlık varsa gündüzdür. Bu kadarıcık akıl yürütmeyi de herkes yapar. O yüzden Ahmed'in çok zeki bir adam olması gerekmez. Seken topa gözü ilişsin yeter. Geç de olsa görsün.

Seken toplara da gözüm iyi ilişir. Geçenlerde de hem Atatürkçü hem ilahiyatçı, yani ki hem karada yaşar hem denizde gider, ne perhizden ne turşudan vazgeçer Cemil Kılıç Bey'in nüktedanlığına denk geldim. Hoş bir lâtife işitmiş gibi tebessüm ettim. Çocukluğuma döndüm. Bizim zamanımızda 'Portakalı soydum, başucuma koydum, ben bir yalan uydurdum...' tarzı şeyler vardı. Elbette koskoca ilahiyatçı bu kadar basit metinlerle takılacak değil. Kendisi twitter'da daha yükseğini beyan etmiş:

"Allah'ın varlığı kanıtlanabilir bir kesinlikte olsaydı Allah bizden kendisine inanmamızı istemezdi. Zaten imanın değeri de, anlamı da kendisine konu olan şeyin kanıtlanamaz oluşundan gelmektedir. İman kanıta dayanmaz. Kanıt, imanı çökertir. Ben Müslümanım; Allah'ın var olduğunu iddia etmiyorum, var olup olmadığını da bilmiyorum. Zaten var olduğunu bilseydim; inanmazdım. Bilmediğim ve kanıtlayamadığım için inanıyorum. Kanıtlayabilseydim; inanmazdım, bilirdim. Allah'a inanmak bana huzur veriyor."

 Vay arkadaş. "Ulan yoksa bu genç yaşımda ben de mi bunadım?" deyu eseflendim muhterem karilerim. Çünkü müslüman oğlu müslüman birisinin 'kanıtın imanı çökerttiğini' söylemesini yeni işittim. Ve dahi birçok yaşıma hızlı bir şekilde giriverdim. Bir de düşündüm ki: Koskoca ilahiyatçı neden top çeviriyor böyle? Ne de olsa oyun dediğin çocukların işi. Sonra aklıma geldi: Çocuğu kandırırken büyükler de bir şekilde oyuna dahil olmuş sayılırlar. Samimi değillerdir. Lakin kafeslemek için 'mış gibi' yapmak gereklidir. Oyun olmazsa oynanmaz. Elbette koskoca ilahiyatçının da canı portakal çekebilir. Vitaminini kabuğunda aramaz. Soyabildiği kadar soyar onu.

O vitamin aramıyor ama biz de akl u fikrimizi peynir ekmekle yemedik ya. Arıyoruz. Düşünüyoruz: Kurban olduğum Allah, diyoruz. Taşa-toprağa, kediye-köpeğe, ota-ağaca, dağa-ovaya, yıldıza-seyyareye, hatta ışığı yutan karadeliğe bile 'kanıtlanabilme' nimetini bağışlamış da kendisi nasıl bundan mahrum kalmış? "Herşeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet, herşeyi gösteren, kendini herşeyden ziyade gösterir." Hani daha bunamadığımızı kendimize ispat etmek için soruyoruz. Mürşidim gibi diyoruz hatta: "Bir harf kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde kâtibini bir satır kadar ifade ediyor." Nasıl oluyor da insan yazısında böyle oluyor da Allah'ın yaratışında olmuyor? Allah'ın yaratışı insanın yazısından geri mi?

Sonra yine takılıyoruz: İmanın değeri niye kanıtlanamaz oluşundan geliyor? Ben şimdi Sevimli Hayalet Casper'a inansam, ne de olsa kanıtlanamaz birşey, bu imanım değerli mi olacak? Yoksa uzun kollu gömleği giydirip en yakın tımarhaneye yolcu mu ederler beni? Yani demem o ki muhterem karilerim: Deli dediklerimizin 'deliliği' kanıtlanamayan şeylere inanmalarından gelmiyor mu biraz da? Bu ayracı aradan kaldırınca kim 'akıllı' kim 'deli' karışmaz mı? Hem kim yalancı kim doğru farkı kalır mı? Madem ki ispatlanmayınca imanın kıymeti artıyor. Yalancıdan daha kıymetlisi yok o zaman. Ne de olsa hiçbir dediği ispatlanamıyor. Cemil Bey'e birşey demiyoruz tabii.

"İman kanıta dayanmaz. Kanıt imanı çökertir!" de ne yahu? Şimdi ben burnuma gelen kokularla mutfakta yemek olduğuna iman etsem, ki koku dahi bir kanıttır, gidip gördüğümde imanımın tadı mı kaçacak? Yoksa düzeyi mi yükselecek? Hani 'ilmelyakin-aynelyakin-hakkalyakin' deriz ya. Dumanı görmek, ateşi görmek, ona dokunmak diye de kademelendiririz. Herbirinin farklı bir iman katmanı olduğunu ifade ederiz. Cemil Bey'e göre herhalde alametlerine vâkıf oldukça ateşe inanılmamaya başlıyor. Yani normal insanın aksine Cemilbeygillerde süreç şöyle işliyor: (Ateşe dair hiçbir alamet yok.) Ateşe inanıyorum. (Ateşin dumanı göründü.) Ateşe imanım kalmadı. (Ateşi gördüm.) Ateşe inanmıyorum. (Ateşe elimi soktum.) Acımadı ki, acımadı ki!

Peh! Allah'ın varolduğunu iddia etmeyen müslüman ahirzamanda bulunur ancak. Varolup-olmadığını bilmiyorum diyeni din-i İslam'a davet ederlerdi eskiden. Kelime-i Şehadet getirince bizden olurdu. Şimdi ilahiyatçı yapıyorlar demek ki. Eh. Ne yapalım? Olabilir. Ama kuzum şu ne oluyor: "Zaten var olduğunu bilseydim; inanmazdım. Bilmediğim ve kanıtlayamadığım için inanıyorum. Kanıtlayabilseydim; inanmazdım, bilirdim." Bilmek ile inanmanın arası ne ara bu denli açıldı? Kim küstürdü onları? Hem nasıl küstüler? Çünkü bir elmanın iki yarısı gibiydiler. İnsan birşeyi bildiği zaman ona inanırdı. İnandığı şeyi de bilirdi. Peki Cemil Bey'in çağına yetişince ikisi birden nasıl konumlarından istifa ediverdi? Biz bu süreci nasıl kaçırdık?

Sözgelimi: Ben suyun 100 derecede kaynayacağına inanıyorum. Ama suyun 100 derecede kaynayacağını biliyorum da. Eğer suyun 100 derecede kaynayacağını biliyorsam, artık 100 derecede kaynayacağına inanmıyor muyum? Peki neden kaynatıyorum? Eğer kaynayacağını bilmiyorsam onu neden ısıtıyorum? Öncesinde 'inanmıyorsam' sonrasında 'bilmek' nasıl vücuda geliyor? Öncesinde bilmiyorsam sonrasına nasıl inanıyorum? Şahitliğimle aldığım mesafenin kıymet-i harbiyesi ne?

Kafanız karıştı değil mi? Benimki de. Mevzuu biraz daha açmaya çalışalım. Lemaat'ta Bediüzzaman Hazretlerinin 'dimağdaki meratip' isimli bir izahı var. Azıcık alıntı yapalım oradan: "Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir." Şimdi metinden hareketle şu 'kaynama' mevzuuna geri dönelim. Ben bir suyu kaynatıyorum. Çünkü suyun kaynadığı bilgisine sahibim. Ama kaynattığım suyun kaynadığı bilgisine değil. Onu kaynarken hiç görmedim. Zaten kaynamış olsa tekrar kaynatmama gerek yok. Yani ki bende bir 'tahayyül' var. Daha önceki şahitliklerimden biliyorum ve de inanıyorum ki: Kaynama olayı tekrar edecek. Elimdeki su henüz kaynamadı. Bu kesin(!) bir bilgi değil. Fakat iman ediyorum: Kaynayacak. Ve su kaynadığında doğrulanmış oluyor.

Her bilimsel keşif bir imana dayanıyor. Tonlarca ağırlıkta bir metal yığınının uçabileceğini hayal ediyorum. Buna hayal düzeyinde inanıyorum. İnanmasam peşinden gitmem. Bu bir çeşit bilmek. Tahakkuk etmemiş birşeyi bilmek. 'Sezgi' diyelim isterseniz buna. Fakat kanıtsız değil. Çünkü 'uçulabildiğini' biliyorum. Benim metal yığınım uçmadı ama kuşlar uçuyor. Kuşların uçtuğunu bildiğim için, bu şahitliğimden hareketle, hayalime bir iddia taşıyorum. Sonra o hayal diğer meratipten geçiyor. Teşebbüslerle-başarılarla gelişiyor. Uçaklar uçuyor. Ben de itikad ediyorum. Uçaklar uçar. Uçakların uçtuğunu bildiğim anda ona imanım yokolmuyor. Aksine uçakların uçtuğunu gördüğüm anda imanım daha yüksek bir düzeye çıkıyor.

Kanıtlar eğer imanı yokediyorsa neden imanlar kanıtlarla kovalanıyor? Neden bilimsel teoriler sahiplerinin elinde deney deney ispatlanmaya çalışılıyor? Madem imanları yokolacak? Birşey kendisini yoketmek için çalışır mı? İmanı yokolacak 'bilim âdemi' neden bir de onu ispatlamaya çalışıyor ki? Kanıtsızken makbul oluyorsa hayalde kalmaya devam etsin. Hiçbir bilimsel gayret gösterilmesin. Değerli madem.

Ahirzaman bunaması sizi de sarmadıysa burada şunu seçebilirsiniz: İnanmak farklı katmanlarıyla bilmenin hem başı hem sonu. Bilmek de farklı katmanlarıyla inanmanın hem başı hem sonu. Anlamak için yine Bediüzzaman'ın zarf-mazruf ilişkisine dair bir metnine bakalım: "Herşeyin, içine melekût, dışına da mülk denir. Bu itibarla insan ile kalb, birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünkü, insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur, melekût cihetiyle de mazruf olur." 

O ona sarılmış. Öteki de ona sarılmış. Bambaşka boyutlarda ikisi de birbirini sarıyor. 'Bilgi' ekseninde baktığınızda bütün bilimsel çabalar 'inanmak-inanmak' arasında geçiyor. 'İnanmak' ekseninde baktığınızda bütün itikadlar 'bilmek-bilmek' arasında dönüyor. Bilinebileceğin bilinebileceği bildiriliyor. İnanılacağa inanılabileceği inandırılıyor. İnsan yaratılışından bildiği İslam'a yaşayarak bir kez daha şahit oluyor. 'Kalu Bela'daki sözümüz maşherdeki tasdikimizle birleşiyor. Biliyorduk. Yine bildik. Yine bileceğiz. İnanıyorduk. Daha fazla inandık. Çok daha fazla inanacağız.

İşin şu boyutu da var: Başta Kur'an olmak üzere İslamî bütün metinler 'acaba'yı değil 'kesinliği' ifade ediyorlar. Yani hiç öyle "Aman kullarım, kâfirlere karşı iddiaya girişmeyin, ben kesin bilinmem!" tarzı bir Cemil Bey söylemi işitilmiyor Kur'an'dan. Ya? Tam aksine: "Akletmez misiniz? Tefekkür etmez misiniz? Görmez misiniz?" tarzı iddialı/ispatlı bir metod izliyor bizim yüce vahyimiz. İslamî bütün metinler de bu minval üzere gidiyor. Ama belli ki hiçbiri Cemil Bey'i yeterince ikna edemiyor.

"Allah'a inanmak bana huzur veriyor!" diyor bir de. Sanki 'huzur' bir bilgi türü değilmiş gibi. Bir delil oluşturmayacakmış gibi. Ayağına giydiğin doğru numara ayakkabı da bir huzur veriyor Cemil Bey. Huzuru sayesinde doğru ayakkabıyı giydiğini anlıyorsun. Çok sıkışıp helaya gittiğinde de bir rahatlama hissediyorsun. İçin nasıl huzurla doluyor. "Aaa, nasıl?" Sürpriz: Çünkü o huzur da boşaltım organlarını zamanı geldiğinde kullanmanın doğru olduğunun bir delili. Yani Allah'a inandığında içinde bir huzur varsa iman ispatlanabiliyor demektir. 'İspatlanamaz' ama 'huzur verir' demekle kendinle çelişmeye başlarsın. Zaten ahirzaman bunaklığının neyi ayıramadığına ben şöyle ayıldım muhterem karilerim: Bunlar, "Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz!" sırrını kavrayamıyorlar.

Yani 'bilmek' alanını 'kâfir-mü'min ortak alanı' olarak görüyorlar. Ona münhasır sayıyorlar. İmtihan sırrı gereği 'acaba' kalan başlıkları da 'inanmak' alanına taşıyorlar. "Acaba varsa bilmek yoktur!" diyorlar. "Bilmek olsaydı kâfirler de kesin öyle bilirdi." İyi de na-mübarekler, o zaman imtihan nerede kalırdı, Ebu Bekirler ile Ebu Cehiller birbirinden nasıl ayrılırdı? İslam, Kur'an, sünnet elbet akla kapı açıyor. Eğer akla kapı açmasa kendisine inanılmasını zarurî tutamaz. İspatlanamayan şeye inanmak mecburiyeti olamaz çünkü. İspatlanma-ispatlanmama ayrımı gözetilmedikten sonra her vehim bir iman olabilir. Naklî bile olsa delil delildir. Kainat-fıtrat ayrı birer delildir. İddia bile edilemedikten sonra cennet-cehennem bahsini açmaya gerek olabilir mi? İnanmayanlar cezalandırılabilir mi? Zaten bilinmeyecek şekildeymiş madem.

Biz bu tuzağa düşmeyelim muhterem karilerim. İnandığımızın bilmekten ayrı olduğunu zannetmeyelim. 'Bilmek' alanı Kur'an'ın-sünnetin açtığı yere kadar geniştir. Kâfirlerin de müslümanlar gibi aynen iman ettikleri alana münhasır değildir. O belki 'imtihan edilmediğimiz alan'dır. Hakikat bilgisi tam da müslümanların kâfirlerden ayrıldıkları noktada başlar. Müslümanlar bu bilgiye ihtiyarlarıyla-iradeleriyle talip olurlar. Cenab-ı Hak da kalplerinde bir nur yakar. Onlara delillerini gösterir. Deliller göründükçe iman ziyadeleşir. Azalmaz. Yokolmaz. Kanıtlandıkça iman genişler.

Aman, ne çok konuştum, estağfirullah, yazdım. Sizi de sıktım. En iyisi burada bırakalım. Ve diyelim ki: Allah bizi Atatürkçü ilahiyatçı yapmasın muhterem karilerim. Çünkü bunlar Atatürk'ü Allah gibi biliyorlar ama Allah'a Atatürk kadar inanmıyorlar.

7 Temmuz 2021 Çarşamba

Ahirzamanda eğitime nereden başlamak lazım?

 "Evet, acz dahi aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder." Sözler'den.

Bediüzzaman'ın mesleğinde 'tasavvuf' yok mudur? Ben bu soruya kat'i bir şekilde "Hayır!" diyemiyorum. Çünkü tasavvufu 'üç fıkıh'tan birisi olarak görüyorum. Nedir o 'üç fıkıh' peki? 1) 'Fıkh-ı Ekber' ki itikadımızdır. Neye inanıp-inanmayacağımızdır. 2) 'Fıkh-ı Zâhir' ki amellerimizdir. Nasıl işleyip-işlemeyeceğimizdir. 3) 'Fıkh-ı Bâtın' ki maneviyatımızdır. Nasıl duygulanıp-duygulanmayacağımızdır. 

İşte bu üçüncü fıkha mihmandarlığı tasavvuf eder büyük ölçüde arkadaşım. İkincinin âmilleriyse fakihlerimizdir. Birincinin sahipleri de akaid imamlarımızdır. Allah hepsinden razı olsun. Elbette hepsinin başı Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdır. Sahabesidir. Selef-i Salihîndir. Fakat ilerleyen asırlarda  uzmanlaşmalar başlamıştır. Bir tür görev paylaşımı olmuştur. Ehl-i Sünnet ulemamız da, ekseriya birkaç alanda birden hamiyetini göstererek, ümmetin ilgili yaralarını sarmışlardır. Pâk mirası taşımışlardır. Taliplerine ulaştırmışlardır. Mutasavvıfların sardığı yaralar da çoğunlukla 'Fıkh-ı Bâtın'a dair yaralardır. Allah ecirlerini kat kat versin. Onlar dışarıda 'Fıkh-ı Zâhir'in şartlarına uymakla erişebilecek rızanın içimizde kollanması gereken yasalarını belletirler. Sözgelimi: Namazın hak mezheplerdeki şartlarına uymakla dışarısı tamam olur. Lakin içerideki kemali ancak ihlasladır. Tevazuyladır. Dolayısıyla gösteriş için kılınanı bâtıldır. 

Bu üç dairenin birbiriyle ilişkisi bir anlamda besmeledeki Uluhiyet-Rahmaniyet-Rahimiyet ilişkisine benzer. Daire-i itikadın Uluhiyet mertebesinde tasdik ettiğini daire-i tasavvuf Rahimiyet mertebesinde tasdik eder. Arştan ferşe bir yol uzanır. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur. İtikadlar duygulanmalara dönüşür.

Bu anlamda Bediüzzaman'ın tedrisini 'Fıkh-ı Ekber'de sınırlayamayacağımız gibi 'Fıkh-ı Bâtın'dan da ibaret sayamayız. Hatta sanki mürşidim bu ikisinin birbiriyle ilişkisinden doğan enteresan bir tasavvuf dili konuşmaktadır. Erbabı değilim ki tayin edeyim arkadaşım. Ama "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla derim: Belki bu tasavvufta da bir tecdittir. Tasavvufsuzluk değil de yeni bir tasavvuftur. Tecdit deyince de bazıları 'büsbütün yeni birşey' arıyor. Yok. Değil. Büsbütün yenilik olamaz ki. Ancak üslûpta bir başkalık olduğu sezilir. Yoksa Ehl-i Sünnet'in 'Fıkh-ı Bâtın' çerçevesinden ayrılan da istikameti bulamaz. Böyle bir ayrılış kastetmiyoruz. Hâşâ. Fakat mesela 'aşk'ın yerine 'acz'i merkezine alışında bile bir başkalık seziyoruz. Hikmetini inanıyoruz.

Evet, öyle, ahirzaman ikliminin âdemiyeti en çok 'acz bilinci'nden yaraladığını düşünüyorum ben. Çünkü modern(!) çağın insanı geçmiştekilerin yapamadığı şeyleri yapıyor. Gidilemeyen hızlarda gidiyor. Bilinemeyen şeyleri biliyor. Ulaşamadıkları seviyelere ulaşıyor. Yani ki daha önce yaşanılamayan şartlarda yaşıyor. Bu hali elbette onu Karun misali bir yanılgıya itiyor. "Bu bana ilmimle verildi!" deyu iddialara sapıyor. Hatta Alâk sûresinde aktarılana epeyce benziyor hali: "Şüphesiz insan azgınlaşır kendisini ihtiyaçtan uzak görünce!" Ahirzaman insanı da tastamam böyle değil mi? Veya buna yatkın değil mi? Bence öyle. Böyle olduğunu en çok giderek artan/çeşitlenen dalaletinden, günahlarından, zulümlerinden anlıyoruz. Evet. Eskisinden daha iyi şartlarda yaşıyoruz. Fakat, hayır, aynı zamanda eskisinden çok daha zarar vericiyiz.

Ahirzaman Karunları olduğumuza inanmakta güçlük mü çektin arkadaşım? O zaman seni mürşidimin bir metnine misafir edeyim: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar..." Hani sen de bilirsin: Bilmeyene 'cahil' derler. Ama 'bilmediğini bilmemeye' 'cehl-i mürekkep' denir. Cahilliğin çaresi kolaydır da cehl-i mürekkebinki zordur. Zira bilmediğini bilene öğretirsin. Cahilliği geçer. Ama 'bilmediğini bilmeyene' hiçbirşey öğretemezsin. Boşluğunu kabul etmediği bardağını dolduramazsın. Ters bardak doldurulmaz. Ahirzaman insanı bardağını işte böyle ters çevirmiştir.

Kendisi hakkında yanılgıdadır. Bu yanılgısı uzun asırlar boyunca başardıklarıyla inşa olmuştur. Seküler alandaki harikaları aklını başından almıştır. Karun'un şaşkınlığını yaşamaktadır. Şaşkınlığını aşamadığı için de irşad edilememektedir. Bu nedenle mürşidim manevî alandaki terbiyesine 'aşk'la değil 'acz'den başlar. Cidden sarsılmış bu bilincin korunmasına çaba sarfeder. Aczin ihyası ise ancak fakrın kabulüyle olur. İhtiyaçlarını 'ihtiyaç' olarak görmeyene güçsüzlüğü anlatılamaz ki. İhtiyaçlarını karşılama sürecini 'varlığa boyun eğdirme' olarak gören şuur düzeyi elbette zayıflığını zafer sanacaktır. Hiçbir cephede kendince yenilmediğinden zırh giymek gibi bir fikre de kapılmayacaktır. Hayatını tehlikede saymayacaktır. Halbuki maneviyat havf ve reca (korku ve ümit) arasında say etmekle ayakta durur. Yürüyüşü bittiğindeyse ölür.

Yani arkadaşım, bana öyle geliyor ki, ahirzaman dalaleti 'cahilliğin' değil 'ukalalığın' neticesidir. Bu yüzden dehşetlidir. Arızası içeridedir. Psikolojiktir. Merhem sürülmesi zor bir yerdedir. 5. Şua'da da izah edilen 'Süfyanın ilimle dalalete düşmesine' dair rivayet, hakiki bir âlim olmasından değil, hevası ekseninde malumat/done sahibi olmasındandır. Bugün böylesi o kadar çok tiple karşılaşmaktayız ki. "Ulema-i su nedir?" diye sormaya ihtiyaç bile hissetmiyoruz. Bilmediğini bilmeyen bilirler heryanı sarmış vaziyette.

"Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur'ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i'câzından olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur'ân'a ait yazılarıma ihsan etti."

Mesele itikada da tam burasından bağlanıyor bence arkadaşım. Yani acz bilincinin inşası için de sahih bir itikada ihtiyaç var. Hem 'sahih' hem de 'dinamik' olmalı. 'Taklid' değil 'tahkik' olmalı. En azından temel meseleleri tahkikle halledebilmeli. Ehadiyet dairesinde soluklanmalı. Ferdi ihsan makamına çıkarabilmeli. Çıkarabilmeli ki bireyselliğine saklanamasın. "Bana öyle gelmiyor!" diyerek yırtamasın. Ona bile ister-istemez öyle gelsin. Bediüzzaman ahirzamanda bize böyle bir dil öğretmeye çalışıyor. İtikadda ilzam edici. Tasavvufta ikna edici. Yahut da itikadda ikna edici. Tasavvufta ilzam edici. Muhatabın inadına/kıvamına göre ikisi de var. Lazım. Ama hepsinin öncesinde merkezde acz var. Çünkü irşad olmak için insan önce insan olduğunu hatırlamalı. Başladığı yere dönmeli. Acz bunu yapmaya aşktan daha yatkındır. Veyahut da şöyle diyebiliriz ki: Mana-i ismiye müptela ahirzamanlıya aşk aczden daha tehlikelidir. "Muhabbetin bir vartası var ki: Ubûdiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve dâvâya atlar, mizansız hareket eder. Mâsivâ-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismîye geçmesiyle tiryak iken zehir olur."

28 Ekim 2015 Çarşamba

Sahip olmak mutluluk getirir mi?





"Göklerde ne var, yerde ne varsa, Allah'ındır. Allah Muhît'tir, herşeyi çepeçevre kuşatmıştır." (Nisâ sûresi, 126)

Onuncu Nota benim Risale metinleri içerisinde en 'gizemli' bulduğum yerlerden birisi. 'Gizemli' derken neyi kastediyorum? Kanaatimce orada nur taliplerine 'gizemin güzelliği' öğretiliyor. Herşeyi kuşatmamız gerekmez. Dünyayı kuşattıklarımızdan/kuşatılabilenlerden ibaret sanmamız bizi gözlerimizin kulu yapar. İnsansa gözden ibaret değildir. Kuşatamadıklarına da açlıkları vardır. Hırsları onu bu yüzden tatmin edemez. Aslında buradaki halim Refet abinin şuradaki hayretine benziyor:

"Muhterem Üstadım, fakirin bir nokta çok hayretini mucip oluyor. Sizden bir meselenin izahını rica ediyorum. İzah ediyorsunuz. O izahta da, muhtaç izah noktaları bulunuyor. Öyle lâtif ve şümullü cümlelerle cevap veriyorsunuz ki, o cümleleri de anlamak için sual icap ediyor. Bundan şu netice çıkıyor ki, Sözler'inizin her satırı, bir kitap teşkil edecek kadar şümullü ve mânidardır. İstenildiği kadar izah olunabilecektir."

Bu sözün en canlı şahidi bizler değil miyiz? Yıllardır Risale-i Nur'u okuyoruz, hakkında yazılanları okuyoruz, hatta kendimiz de bir parça yazıyoruz, ama hâlâ yazılması gereken bir yığın şey duruyor. Bazıları ise daha yazılamadan unutuluyor. İşte, bana öyle geliyor ki, bu Onuncu Nota da, tıpkı Refet abinin mezkûr metinde dediği gibi 'istenildiği kadar izah edilebilir.' Kimse de "Bu eserde artık konuşulacak birşey kalmamıştır!" diyemez. Gizemi böyle birşey. Bu gizemin kaynağı ise, bencileyin, bahsettiğinin salt 'olay' değil 'olgu' olması. Yani bir küllî düsturdan haber veriyor olması. Öyle ya. Küllî olana dair neyi konuşsanız bir yanı hep soyut kalır. Donulmaz kalır. Fethedilmez kalır. Kuşatamazsınız. Bitiremezsiniz. Sonuna gelemezsiniz. Her parlayan şeyde yeni bir yüzüyle karşınıza çıkar çünkü. Eşya onun için iletkendir. Şeyler çoğaldıkça o da çoğalır.

Soyut olanı 'maddî olmayan' somut olanı ise 'maddesel olan' diye tarif etmek aslında onları eksik tarif etmektir. Soyut, sadece maddeden mücerret olduğu için değil, her maddede binbir yüzle karşınıza çıkabildiği veya tabir-i diğerle 'tüm yansıtıcılarını aşabildiği' için soyuttur. Sınırları daha az bir vücuddur. Evet. Madde manadan daha çok 'var' değildir. Aslında mana maddeden daha çok vardır. Bu 'daha çok'u kuşatamadığımız için maddenin kolaycılığına saplanırız. Yani madde ötesi olan ondan daha aşağı değil yücedir. Mana maddeden daha yücedir. Bir kelimenin anlamı, anlam olarak varlığını bin yıllarca sürdürebildiği halde, maddesi/lafzı çok libaslar değiştirebilir.

"Lâfızların tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, bâki kalır. Kabuk parçalanır, lüb bâki ve sağlam kalır. Libası yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır. Ceset ölüp dağılırsa da ruh bâki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır, amma vahid-i fert bâki kalır. Kesret bozulur, vahdet bâkidir. Madde kırılır, nur bâkidir..."

Manayı bir bedende hapsedemediğiniz için öldüremezsiniz. Manaya yaslananlar daha uzun yaşarlar. Eserleri onların ömürlerini devam ettirir. Bu yüzden, somuta yapılan övgü, soyuttan daha kemalde oluşuna dair bir övgü değil, insanın kavrayışına yakınlığı dolayısıyla yapılmış bir iltifattır. Yani, tabir-i diğerle, somutlaştırma soyutun bir tenezzülüdür.

Ezelî hakikatler kendilerini hayatın içindeki şeylerle bizlere ifade ettiklerinde tenezzül etmiş olurlar. Onları anlamamız için 'inzal sebepleri' verirler. Sonsuzun sınırlılığımıza bir iltifatıdır bu. Bir keremidir. Kur'an'ın beyanının bir tenezzül-i ilahî oluşu buradan daha rahat anlaşılabilir. Allah, Kur'an'ında, bizimle 'bizim anlayacağımız şekilde' konuşmuştur. Bize tenezzül etmesi kelamının aşkınlığına zarar vermez. Kelamullah olma hakkını elinden almaz. Onu, hâşâ, 'beşer işi' yapmaz.

Soyut ile somutun 'bilinişi' de tam bu noktadan dolayı farklılık arzeder. Somut olanı 'kuşatırsınız' ama soyut olanı ancak 'yorumlarsınız.' Hissenizi alır başkasının hissesini bırakırsınız. Büsbütün elegeçirici bir bilişe sahip olamazsınız asla. Kuşatmak bitirmektir çünkü. "Herşey yok olup gidicidir Ona bakan yüzü müstesna!" buyuran Kasas sûresi bize somutun soyuta bakan yüzünün de 'bitirilemeyecek' olduğunu söyler. Evet. Yok olmayan aynı zamanda bitmeyen ve bitirilemeyendir. Zaman kaydına girmeyendir.

Tekrar belirtelim: Soyut hiç anlaşılmayan değil kuşatılamayandır. Onunla kastedilen şey o kadar çok şey olabilir ki bu 'o kadar çok'un sizin zannınızla hapsedilmesi mümkün değildir. Bu yönüyle marifet-i ilahîye dair bir biliş, ancak 'cumhur-u ulemanın kabulüne vabeste bir anlayış' olarak karşımıza çıkar. Fehmimizi bilgiye dönüştüren şey diğer aynaların da yansıttığımıza hak vermesidir. Böylece biçare aynamız kuşatamadığı manzaraya zulmetmemiş olur. Kendisindeki parçayı bütünle karıştırmamış olur.

İnsansınız. Allah'ı (hâşâ) kuşatamazsınız. Ama isimleri ve eserleri üzerinden yorumlarda bulunabilirsiniz. Bu yorumlarla şuunatına dair bir tanıyış elde edebilirsiniz. Ancak en nihayet geleceğiniz nokta Sahib-i Mirac aleyhissalatuvesselamın duasında dediği gibidir: "Seni hakkıyla bilemedik!" Çünkü Allah'a iman aynı zamanda (Kur'an'ın da buyurduğu gibi) gayba imandır. Sınırlı olanın sonsuzun varlığını ve 'sonuna asla gelemeyeceğini' kabulüdür. Yani marifetullah Allah'ı bilişin asla büsbütün somutçu bir bilişe, yani bir kuşatışa/hapsedişe, dönüşemeyeceğini kabul etmekle başlar. Herkes kendi rengince onu tanır, ama o, bu tanımların/tanımaların hiçbiri 'kadar' değildir. Daha fazlasıdır. Hep daha fazlası kalacaktır. Bitmeyecektir.

"Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur."

Onuncu Nota, bize, somutun medeniyeti olan Batı medeniyetinin ölçülerinden sıyrılıp, bilişi onun bilişine münhasır görmekten kaçınmamızı salık veriyor. Batı ancak pozitivistçe kuşatabildiğine, hedonistçe tadabildiğine, materyalistçe dokunabildiğine veya sofistçe inkâr edebildiğine iman ediyor. Kuşatamadığını görmezden geliyor. Allah onun için 'laboratuvara sokulup isbat edilecek birşey olmadığından' mantıksız.

Göremediği bir ilaha tapmaktaki çekingenliği, bunu büsbütün bir inkârcılıkla yapıyor olsa da, aslında ehl-i şirkin yaptığından pek farklı değil. Somutçuluk yapıyor. Somut olanı üstün sanıyor. 'Tenkit parmağıyla yoklamaya ve tereddüt eliyle tenkit etmeye' alışmış. Tutmak istiyor, sarmak istiyor, kuşatmak istiyor. Elini nura uzatıyor. Fakat bilmiyor ki: Sonsuz olan sınırlı olanda hapsolamaz. Allah'ın marifetine dair bilişler öyle kuşatışlar değildir. Görürsün, hissedersin, ama tutamazsın, hapsedemezsin.

"Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. (...) O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez. İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. (...) Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz. Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. (...) Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez."

Arkadaşım, eğer 'ben'ini modern medeniyetin inşa ettiği 'ben'lerden uzaklaştırmak istiyorsan, belki de ilk kabul etmen gereken şeyler: Sonsuza bakabilir bir sonlu olduğun. Sezebileceğin ama sonuna gelemeyeceğin. Bunlar da seni 'herşeyin sahibi olma' hırsından 'birşeylerin parçası olma' rahatlığına götürecek. Kalbinde bu huzuru elde ettikten sonra hayatını/hayatları pencerelerden seyredeceksin. İçlerine girmeyeceksin.

20 Eylül 2013 Cuma

Bilgi eskir, hikmet eskimez

Belki evvel de bahsettim: Hikmeti biraz daha 'bakış açısı'na yakın anlıyorum. Tarifler genelde 'gaye, esas, maksat, fayda' eksenli olsa da, beni tatmin etmiyor. Ben hikmeti, salt bir bilgiden öte, elde edildiğinde; elinize geçecek veya halihazırda zaten zihninizde olan herşeyi anlamlandıran, amaçlandıran, nurlandıran bir üstbilgi gibi görüyorum. (Belki buna 20. Söz'den istifadeyle 'düstur-u küllî' demeliyim.)

Üstbilgi bence nedir, onu da açayım: Bence üstbilgi, bir asâ-yı Musa'dır. Kendinden aşağı seviyedeki bilgileri/doneleri, onunla anlamlandırabildiğiniz anabilgi türüdür. Mesela iman da bence bütün rükünleriyle bir üstbilgidir. Bir müslüman (veya başka bir inanç mensubu), sahip olduğu inanç ile ancak bilgisini değerlendirir. Bediüzzaman'ın 12. Söz'de Kur'an hikmeti ile felsefe hikmetini karşılaştırırken verdiği örneklere dikkat ederseniz, o satırlar, size iki hikmetin sahip olduğu bakış açılarından haber verirler:

"Ammâ hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimâiyede nokta-i istinâdı kuvvet kabul eder. Hedefi menfaat bilir. Düstur-u hayatı cidâl tanır. Cemaatlerin râbıtasını unsuriyet, menfî milliyeti tutar. Semerâtı ise, hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyiddir. Halbuki, kuvvetin şe'ni tecavüzdür. Menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe'ni çarpışmaktır. Unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur."

Burada anlatılan bütün kıyaslamalar, bilginin miktarına değil, türüne değil; bilginin anlamlandırılış ve kullanış şekline dairdir. Çünkü o anlamlandırma ve kullanmadan ortaya şe'nler (belki bir yönüyle ahlak) çıkar.

Ben bu yüzden "Rabbinin yoluna hikmetle çağır" ayetini de biraz farklı anlarım. Ki Fiziali'l-Kur'an'da verilen anlama yakındır anladığım: "İnsanları Rabbinin yoluna maharetli bir yöntemle ve güzel öğütlerle çağır, onlarla üslupların en güzel, en etkilisi ile tartış. Hiç şüphesiz Rabbin, yolundan sapanları herkesten iyi bildiği gibi, doğru yolda olanları da herkesten iyi bilir."

Bu şekilde düşününce hemen öncesindeki ayetlerde ümmete Hz. İbrahim'in misal verilmesindeki sır da daha anlaşılır gelir. Öyle ya, Hz. İbrahim'in Nemrut'la ve kavmiyle girdiği mücadele tam bir 'bakış açısı' mücadelesidir. Ve İbrahim aleyhisselam, mücadelesi boyunca muhataplarının bakış açılarını değiştirmeye çalışmıştır. Öyle ki, Kur'an, Enbiya sûresinde, kavmiyle yaşadığı diyaloğu aktarırken, bir ara içlerinden şöyle söylediklerini nakleder: "Sonra vicdanlarına dönüp 'Doğrusu zalim olan biziz' dediler." İbrahim aleyhisselamın mantığı, onları çaresiz bırakmıştır.

Kanaatimce Hz. İbrahim'i bu denli güçlü ve tek başına bir ümmet kılan bakış açısı/hikmet üzerine sahip olduğu yetenektir. Nemrut'la münakaşası esnasında da onun ölüm ve hayat verme ekseninde takıldığını farkettiğinde, orada kalıp münazarayı sürdürmez. Sahip olduğu hikmet yeteneği gereği, bakış açısını başka yöne çevirerek ona kaçınılmaz olan mağlubiyetini tattırır: "Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene..." Kur'an bize Nemrud'un bu soru karşısındaki halini şöyle tasvir ediyor: "İnkar eden şaşırıp kaldı."

Metin Karabaşoğlu abiyle Ene Risalesi'nin ahirindeki üç yolu analiz ederken de buna benzer bir noktaya geldik. (Veyahut ben öyle sandım. Yanlış düşünüyorsam, Metin abiyi karıştırmayayım.) Yollardan birincisi olan dağı delip içinden yolculuk etme esnasında veya etrafından dolaşıp öteki tarafına geçme sırasında insanın yaptığı şey, malumatını arttırmaktı belki de.

Evet, hakikaten de mağdub ve dallin yollarında da bir bilgi var. Fakat bu bilgi, kendisinde başlayıp kendisinde biten bir bilgi. İsmî bir yapısı var; bir harf gibi alıp, harfî bakıp kainat kitabının size anlatmak istediği büyük dersin bir parçası haline getiremiyorsunuz. Kafanızda öbek öbek birçok şey oluyor. Ama bu birçok şey, toplanıp bir cümle haline gelemiyorlar. Asansörü göstermiyorlar çünkü.

Fatiha'nın ve Ene Risalesi'nin ahirindeki üç yol da biraz bize bu bakış açısını ders veriyor. Önce yerinaltından bakıyoruz herşeye. Karanlıkta ve sıkışık durumdayız. Kur'an'dan bir ışık almadan geçiş olmuyor. Sonra yerinüstünden bakıyoruz. Bir derece iyi ama eksik. Çok dolaşıyoruz. En nihayet yükselip yukarıdan bakıyoruz âleme. Bakış açımız daha kapsayıcı oluyor ve bu Kur'an'ın övdüğü, Ene Risalesi'nin tarif ettiği o nimete erişenlerin yolu oluyor. Anlıyoruz ki, mesele 'asansörleri' farketmekte.

"Baktım ki, o asansörler gibi nuranî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur’ân-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir."

Metin abi o derste güzel de bir örnek verdi: Eski Said'in yolculuğu da biraz böyle değil miydi? Sürekli yeni şeyler okuyan, okuduğunu ezberleyen ve ezberlediklerini tekrar eden bir genç Eski Said. Fakat Yeni Said'de dönüşürken meselenin daha çok şey bilmek değil, bildiğini doğru bir bakış açısıyla değerlendirmek olduğunu görüyor. Belki de bu yüzden bu dönüşümün en canlı şahidi olan Mesnevi-i Nuriye'sinde bütün tedris hayatını, sahip olduğu bakış açısını belirleyen şeylerle özetliyor:

"Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada, yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksat, mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar'dır."

Ben buraya nasıl geldim? Aslında beni bu yazıyı yazmaya iten yine 'bahtiyar doktor' mektubundaki ifadelerdi. Orada da sanki Yeni Said, işte bu yönüyle Eski Said'in malumatını masaya yatırıyor, mütefennin olduğunu düşündüğü muhatabına Eski Said'in yaşadığı tarzda bir uyanmayı tavsiye ediyordu:

"Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenâb-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin."

Rabbin yoluna hikmetle çağırmak, belki de muhatabına doğru bakış açısını kazandırmaya çalışmakla eş değerdi. Onu daha fazla odun sahibi yapmak veya oduna boğmak değil; elinde mevcut olan odunlarını yakmayı öğretmekti. Belki de bu yüzden bilimsel olan herşey eskirken Kur'an'ın tedrisi hiç eskimiyordu. Demek ki; bilgi eskir; ama hikmet, eskimezdi.



23 Mart 2012 Cuma

Nasıl bir marifetullah üretmeliyiz?

Yıllar önce bir ağabeyime akademisyenlerin yazım dili hakkında serzenişte bulunmuştum: Tarzlarının çok benzediğini, tamamının aynı kişi tarafından yazılmış gibi bir üsluba sahip olduğunu söylemiştim. O ağabeyim de cahilane sözlerime gülümseyerek akademik bilgide zaten amaçlananın bu olduğunu, insanların ortak bir bilgi aktarım zemini oluşturmak için bunu yaptıklarını ifade etmişti. Hatta anlattıklarını şöyle örneklendirmişti:

“Amerikalı bir uzman Türkiye’deki bir araştırmacının çalışmasını kaynak olarak kullanabilmeli. Türkiye’deki de Amerika’dakini. Başarılmaya çalışılan bu...”

•••

Bilirsiniz, Bediüzzaman pekçok yerde Risalelerin felsefeye diğer ekoller gibi mağlup olmadığını (musırrane) söyler. Hatta tarikat, tasavvuf erbabının ekserisinin geri çekilmek, sönmek zorunda kaldığı bir devirde Nurların galibane mücadele ettiğini ifade eder. Ben bu sözün altında yatan sırrı çok düşünmüşümdür. “Neden o öyle, bu böyle?” diye. Zira gerçekten de, ilim suretine bürünmüş bir dalaletin hücum ettiği bir zamanda insanlar Risale-i Nur’un derslerini sinelerine bastırarak ayakta kalmışlardır.

İşte buraya alıntılamak istediğim mektupta da Bediüzzaman; Risale-i Nur’un bir artısını şöyle ifade ediyor: “Hatta ilm-i mantıkta ‘kaziye-i makbule’ tâbir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; burhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu burhan-ı yakinî kısmındandır.”

Emirdağ Lahikası’nda yer alan bu mektup, özünde Risale-i Nur’un bilgi oluşturma ve aktarma tarzını da anlatan şahane bir metin. Yine bu mektupta Bediüzzaman, Risale-i Nur için “bu asrın ha­ki­kat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor” ifadesini kullanıyor.

Ben şimdi, bu mektubun tamamından hareketle Risale-i Nur öğretisinin keşfettiğim bir özelliğini, girişte anlattıklarımla bağlayarak sizlere sunmaya çalışacağım. Tevfik Allah’tan...

Bildiğiniz gibi dalalet öğretisi, yani bir kısım felsefî ekoller veya akımlar (dış kaynaklı olanları için konuşuyorum) bizden çok daha önce insanlığın ortak dilini geliştirmeye ve bilgi aktarımını bu ortak dil üzerinden gerçekleştirmeyi başaran örgütlenmelere sahiplerdi. Örneğin; materyalizmin veya başka akımların sahip olduğu bilgiler, dünyanın her tarafında genel kabul görmeye müheyya edilmiş; deney/ispat diline sokulmuş metinlerdi. Keza matbaayı da önce onlar kullanmaya başlamış, bugünkü eğitim sistemini de onlar geliştirmişlerdi.

Tabii bu akademik dilden kastım, sadece bugünkü formasyon değil, yukarıda Bediüzzaman’ın ilm-i mantık çerçevesinde kastettiği bürhan-ı yakinî şeklinde sunulan bir ispatlanabilir bilgidir.

Felsefî ekoller Avrupa’nın bizden daha hızlı gelişmesiyle bu ortak dili konuşmaya başlamış ve bu noktada bizi geçmiş idiler. Bu yüzden kendi ürettikleri her argüman, karşı konulmaz bir şekilde İslam coğrafyasına da etki ediyordu. Hatta bazı dindar insanlar Avrupa’yı görür görmez öğrendikleriyle yollarını karıştırıyorlar, döndüklerinde tam bir inkarcı olabiliyorlardı. (Bunun özellikle Osmanlı’nın son döneminde birçok örneği var.) Bu, felsefenin, İslam ulemasını ilzam etme yöntemiydi.

Onların ürettiği bilgi çocukların bile kullanabileceği bir elverişliliğe sahipken (ki buna özellikle dikkat ediyorlardı) bizim marifetullah bilgimiz medreselerde uzun eğitim süzgeçlerinden geçmeye veyahut yukarıdaki alıntıda zikredildiği gibi kaziye-yi makbule türünden kalmaya mahkum oluyordu. İslam coğrafyası bu türden genele hitap eder, her yerde geçer bir enformasyon üretemiyor veya üretse bile bu çok cılız bir ses olarak kalıyordu. Genel kabulü, burhan-ı yakinî (kesin delil) gibi yakalayamıyordu.

İşte bu noktada Bediüzzaman, yeni bir dil geliştirdi veyahut bu dilin öncülerinden oldu. Öyle bir marifetullah ve İslam bilgisi üretti ki, bu bilgi her nereye gitse işlerliği olan, Amerika’da bile sunulsa; “Aslında doğru söylüyor, olabilir” dedirten bir seviyeye erişti. Yani Bediüzzaman, İslam’ın marifetullah eksenini her yerde ve her şartta kabul edilebilir, kullanılabilir ortak dile ulaştırmayı başardı kendi öğretisinde...

Ve bu yüzden aynı silahı kullanan felsefî ekollere karşı mağlup olmadı. Çünkü onlara karşı, onların tarzında bir cevabı vardı. Kanaat-i şahsiyelere bağlı/ibaret olmayan, her yerde geçer burhanlara yaslanıyordu. Belki de bu yüzden müellif-i muhteremi bile “Benim sözlerimi mihenge vurun!” diyebiliyordu, bu cesareti gösterebiliyordu. Taklit yerine tahkiki öneriyordu.

Bu noktadan hareketle Lemaat’ta geçen “Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı” sözünü de biraz daha zengin anlamak taraftarıyım. Koyun ve kuş arasındaki fark sadece yavrularına sundukları besinin daha lezzetli olmasından, daha kolay sindirilir olmasından ibaret değildir. Koyunun ürettiği sütü sadece kendi yavrusu değil, herkes kullanabilir. Yani insan da süt içebilir, başka bir hayvan da o sütü içerek hayatta kalabilir. Süt genel kullanıma müsait, hatta çiğ bile içilebilen bir besindir. Ama kuşun yavrusuna verdiği kay, en fazla kendi türü içinde faydalı olacak bir gıda çeşididir. Bu yönüyle kuş ve koyun örneklemesinin Nur talebelerinin ürettiği marifetullah bilgisinin hedef kitlesini tasavvur etme anlamında önemli olduğunu düşünüyorum.

Bu noktadan hareketle kendi içimizde de bir eleştiri geliştirmeliyiz. Derslerimizde, seminerlerimizde veyahut yazdıklarımızda nasıl bir bilgi üretiyoruz? Her yerde geçer, her yerde kullanılabilir bir bilgi mi? Yoksa sadece kendi aramızda, Nur talebeleri arasında kullanılabilir bir bilgi mi? Acaba Bediüzzaman’ın hedeflediği eksende kalabiliyor muyuz?

Mesela benim çoğu derste gördüğüm “hatıralar” üzerine kurgulanmış bir ders üslubu var ki, bence Bediüzzaman’ın yukarıda kastettiği burhan-ı yakinî kısmına hiç girmiyor. Hatta bence eleştirdiği “kaziye-yi makbule” sınıfından şeyler anlatılıyor kimi ortamlarda. Böylesi bir bilgi üretim ve ders tarzının Nur öğretisinin hedef kitlesini genişletmek yerine daraltacağı açıktır. Zira orada kullanılan bilgi herkesin sahip olduğu veya kabul edebileceği bir bilgi değildir. Ancak o ağabeyleri tanıyanların ve “kanaat-i kalbiyeleri” olanların kabul edebileceği bir öğretimdir.

Bu yönüyle Nur talebelerinin de kendi içinde bir eleştiri üreterek bilgi eksenlerini ortak dile yaklaştırmaları gerektiğini düşünüyorum. Müellif-i muhterem bile Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nin sonunda kale-kıle (dedi-denildi) usulüyle gitmenin meşrebine pek uygun olmadığını söylerken, bizim hale bu usulle ders yapmamız pek de uygun değildir. Bize dünyanın kabul edebileceği bir zeminde marifetullah bilgisi üretmek düşüyor. Tıpkı Bediüzzaman gibi... Felsefeye mağlub olmayacak bilgi o. Kanaat-i kalbiyeler o meydanda çok dayanamaz.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...