Acz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Acz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Temmuz 2021 Çarşamba

Ahirzamanda eğitime nereden başlamak lazım?

 "Evet, acz dahi aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder." Sözler'den.

Bediüzzaman'ın mesleğinde 'tasavvuf' yok mudur? Ben bu soruya kat'i bir şekilde "Hayır!" diyemiyorum. Çünkü tasavvufu 'üç fıkıh'tan birisi olarak görüyorum. Nedir o 'üç fıkıh' peki? 1) 'Fıkh-ı Ekber' ki itikadımızdır. Neye inanıp-inanmayacağımızdır. 2) 'Fıkh-ı Zâhir' ki amellerimizdir. Nasıl işleyip-işlemeyeceğimizdir. 3) 'Fıkh-ı Bâtın' ki maneviyatımızdır. Nasıl duygulanıp-duygulanmayacağımızdır. 

İşte bu üçüncü fıkha mihmandarlığı tasavvuf eder büyük ölçüde arkadaşım. İkincinin âmilleriyse fakihlerimizdir. Birincinin sahipleri de akaid imamlarımızdır. Allah hepsinden razı olsun. Elbette hepsinin başı Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdır. Sahabesidir. Selef-i Salihîndir. Fakat ilerleyen asırlarda  uzmanlaşmalar başlamıştır. Bir tür görev paylaşımı olmuştur. Ehl-i Sünnet ulemamız da, ekseriya birkaç alanda birden hamiyetini göstererek, ümmetin ilgili yaralarını sarmışlardır. Pâk mirası taşımışlardır. Taliplerine ulaştırmışlardır. Mutasavvıfların sardığı yaralar da çoğunlukla 'Fıkh-ı Bâtın'a dair yaralardır. Allah ecirlerini kat kat versin. Onlar dışarıda 'Fıkh-ı Zâhir'in şartlarına uymakla erişebilecek rızanın içimizde kollanması gereken yasalarını belletirler. Sözgelimi: Namazın hak mezheplerdeki şartlarına uymakla dışarısı tamam olur. Lakin içerideki kemali ancak ihlasladır. Tevazuyladır. Dolayısıyla gösteriş için kılınanı bâtıldır. 

Bu üç dairenin birbiriyle ilişkisi bir anlamda besmeledeki Uluhiyet-Rahmaniyet-Rahimiyet ilişkisine benzer. Daire-i itikadın Uluhiyet mertebesinde tasdik ettiğini daire-i tasavvuf Rahimiyet mertebesinde tasdik eder. Arştan ferşe bir yol uzanır. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur. İtikadlar duygulanmalara dönüşür.

Bu anlamda Bediüzzaman'ın tedrisini 'Fıkh-ı Ekber'de sınırlayamayacağımız gibi 'Fıkh-ı Bâtın'dan da ibaret sayamayız. Hatta sanki mürşidim bu ikisinin birbiriyle ilişkisinden doğan enteresan bir tasavvuf dili konuşmaktadır. Erbabı değilim ki tayin edeyim arkadaşım. Ama "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla derim: Belki bu tasavvufta da bir tecdittir. Tasavvufsuzluk değil de yeni bir tasavvuftur. Tecdit deyince de bazıları 'büsbütün yeni birşey' arıyor. Yok. Değil. Büsbütün yenilik olamaz ki. Ancak üslûpta bir başkalık olduğu sezilir. Yoksa Ehl-i Sünnet'in 'Fıkh-ı Bâtın' çerçevesinden ayrılan da istikameti bulamaz. Böyle bir ayrılış kastetmiyoruz. Hâşâ. Fakat mesela 'aşk'ın yerine 'acz'i merkezine alışında bile bir başkalık seziyoruz. Hikmetini inanıyoruz.

Evet, öyle, ahirzaman ikliminin âdemiyeti en çok 'acz bilinci'nden yaraladığını düşünüyorum ben. Çünkü modern(!) çağın insanı geçmiştekilerin yapamadığı şeyleri yapıyor. Gidilemeyen hızlarda gidiyor. Bilinemeyen şeyleri biliyor. Ulaşamadıkları seviyelere ulaşıyor. Yani ki daha önce yaşanılamayan şartlarda yaşıyor. Bu hali elbette onu Karun misali bir yanılgıya itiyor. "Bu bana ilmimle verildi!" deyu iddialara sapıyor. Hatta Alâk sûresinde aktarılana epeyce benziyor hali: "Şüphesiz insan azgınlaşır kendisini ihtiyaçtan uzak görünce!" Ahirzaman insanı da tastamam böyle değil mi? Veya buna yatkın değil mi? Bence öyle. Böyle olduğunu en çok giderek artan/çeşitlenen dalaletinden, günahlarından, zulümlerinden anlıyoruz. Evet. Eskisinden daha iyi şartlarda yaşıyoruz. Fakat, hayır, aynı zamanda eskisinden çok daha zarar vericiyiz.

Ahirzaman Karunları olduğumuza inanmakta güçlük mü çektin arkadaşım? O zaman seni mürşidimin bir metnine misafir edeyim: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar..." Hani sen de bilirsin: Bilmeyene 'cahil' derler. Ama 'bilmediğini bilmemeye' 'cehl-i mürekkep' denir. Cahilliğin çaresi kolaydır da cehl-i mürekkebinki zordur. Zira bilmediğini bilene öğretirsin. Cahilliği geçer. Ama 'bilmediğini bilmeyene' hiçbirşey öğretemezsin. Boşluğunu kabul etmediği bardağını dolduramazsın. Ters bardak doldurulmaz. Ahirzaman insanı bardağını işte böyle ters çevirmiştir.

Kendisi hakkında yanılgıdadır. Bu yanılgısı uzun asırlar boyunca başardıklarıyla inşa olmuştur. Seküler alandaki harikaları aklını başından almıştır. Karun'un şaşkınlığını yaşamaktadır. Şaşkınlığını aşamadığı için de irşad edilememektedir. Bu nedenle mürşidim manevî alandaki terbiyesine 'aşk'la değil 'acz'den başlar. Cidden sarsılmış bu bilincin korunmasına çaba sarfeder. Aczin ihyası ise ancak fakrın kabulüyle olur. İhtiyaçlarını 'ihtiyaç' olarak görmeyene güçsüzlüğü anlatılamaz ki. İhtiyaçlarını karşılama sürecini 'varlığa boyun eğdirme' olarak gören şuur düzeyi elbette zayıflığını zafer sanacaktır. Hiçbir cephede kendince yenilmediğinden zırh giymek gibi bir fikre de kapılmayacaktır. Hayatını tehlikede saymayacaktır. Halbuki maneviyat havf ve reca (korku ve ümit) arasında say etmekle ayakta durur. Yürüyüşü bittiğindeyse ölür.

Yani arkadaşım, bana öyle geliyor ki, ahirzaman dalaleti 'cahilliğin' değil 'ukalalığın' neticesidir. Bu yüzden dehşetlidir. Arızası içeridedir. Psikolojiktir. Merhem sürülmesi zor bir yerdedir. 5. Şua'da da izah edilen 'Süfyanın ilimle dalalete düşmesine' dair rivayet, hakiki bir âlim olmasından değil, hevası ekseninde malumat/done sahibi olmasındandır. Bugün böylesi o kadar çok tiple karşılaşmaktayız ki. "Ulema-i su nedir?" diye sormaya ihtiyaç bile hissetmiyoruz. Bilmediğini bilmeyen bilirler heryanı sarmış vaziyette.

"Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur'ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i'câzından olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur'ân'a ait yazılarıma ihsan etti."

Mesele itikada da tam burasından bağlanıyor bence arkadaşım. Yani acz bilincinin inşası için de sahih bir itikada ihtiyaç var. Hem 'sahih' hem de 'dinamik' olmalı. 'Taklid' değil 'tahkik' olmalı. En azından temel meseleleri tahkikle halledebilmeli. Ehadiyet dairesinde soluklanmalı. Ferdi ihsan makamına çıkarabilmeli. Çıkarabilmeli ki bireyselliğine saklanamasın. "Bana öyle gelmiyor!" diyerek yırtamasın. Ona bile ister-istemez öyle gelsin. Bediüzzaman ahirzamanda bize böyle bir dil öğretmeye çalışıyor. İtikadda ilzam edici. Tasavvufta ikna edici. Yahut da itikadda ikna edici. Tasavvufta ilzam edici. Muhatabın inadına/kıvamına göre ikisi de var. Lazım. Ama hepsinin öncesinde merkezde acz var. Çünkü irşad olmak için insan önce insan olduğunu hatırlamalı. Başladığı yere dönmeli. Acz bunu yapmaya aşktan daha yatkındır. Veyahut da şöyle diyebiliriz ki: Mana-i ismiye müptela ahirzamanlıya aşk aczden daha tehlikelidir. "Muhabbetin bir vartası var ki: Ubûdiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve dâvâya atlar, mizansız hareket eder. Mâsivâ-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismîye geçmesiyle tiryak iken zehir olur."

4 Eylül 2020 Cuma

Evrim neden mutsuzluğumuzu arttırıyor?

Cenab-ı Hak hidayetinden ayırmasın arkadaşım. Bugünlerde 'acz' ve 'fakr' nüansı üzerine şöyle birşey kalbime geldi: 'Acz' eşiğinden bakınca taş insandan daha ileride duruyor. Neden? Çünkü nihayetinde beşerin 'e-bilmek' anlamında zâhirî bir iktidarı var. Duyuyor. Görüyor. Anlıyor. Yürüyor. Ediyor. Taş bunlardan hiçbirisini yapamıyor. Uğrayacağı zararlardan da sakınamıyor. Veya bizim gibi menfaatini kovalayamıyor. Fakat iş 'fakr' tezgâhına düştüğünde biz ondan daha ileriye geçiyoruz. Çünkü ihtiyacı yok gibi birşey. Bizimse birdolu. Neticede acz zemininde kaybetmemizi sağlayan herşey fakr dergâhında dizlerimizin kırılmasına neden oluyor. Taşı acizlikte ileri götüren her kemliği fakr kulvarında onu bizden zengin kılıyor. Bu acayibin acayibi işten benim kafama takılan bazı sorular var.

Lakin onlara gelmeden önce yine mürşidimin metinlerine uğrasak iyi olacak. Çünkü yukarıdaki durumun bazı göstergelerine o da eserlerinde işaret ediyor. Mesela nelerine? 1) Beslenme noktasında insanın pek de sandığı kadar 'ileride' olmadığına... Alıntılayalım: 

"Evet, en parlak bir mucize-i san'at-ı Samedâniye ve bir harika-i hikmet-i Rabbâniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise, rızıkla o hayatı besleyen ve idâme eden de Odur. Ondan başkası olmaz. Delil mi istersin? En zayıf, en aptal hayvan, en iyi beslenir (meyve kurtları ve balıklar gibi). Hem en âciz, en nazik mahlûk, en iyi rızkı o yer (çocuklar ve yavrular gibi). Evet, vasıta-i rızk-ı helâl iktidar ve ihtiyar ile olmadığını, belki acz ve zaaf ile olduğunu anlamak için, balıklarla tilkileri, yavrularla canavarları, ağaçlarla hayvanları muvazene etmek kâfidir."

Yani insan bütün iktidar/ihtiyar iddiaları içinde aslında rızık konusunda geri düşmüştür. Herhalde dünya üzerinde başka hiçbir canlı türünün bu kadar çok miktarda ferdi açlık çekmemektedir. Açlık çekmeyenlerin de bu rızkı yukarıda misal verilen canlılara göre ne güçlüklerle elde ettikleri ortadadır. Hayvanları misal vermeyi terkedip yüzümüzü bitkilere dönsek zaten hepten çuvalladığımız bir kulvara gireriz. Onların rızıkları sanki ayaklarına gelir. Aslanın belki günlerce kolladığı avının bin fazlasına ağaç kılını bile kıpırdatmadan ulaşır.

Peki Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği göstergeler sadece bu kadar mıdır? Hayır. Değil. Cık. 2) Bir de herşeyin özünü oluşturan 'mutluluk' meselesi var. Yine alıntılayalım: 

"Eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak, hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüşse, hazır lezzetine, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler, o cüz'î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer.

Burada da, farkettiğiniz gibi, dikkatimiz 'hayvanlardan üstün olmamızı sağlayan bazı yeteneklerimize' çekiliyor. Mesela: Biz zamanı daha geniş olarak algılayabiliyoruz. Yarını düşünebiliyoruz. Geçmişi tefekkür edebiliyoruz. Bunlar bir açıdan bakarsanız zenginliğimiz. Ancak diğer açıdan baktığınızda bunlarla havyanlardan geri kalıyoruz. Nasıl? Mesela: Mutsuz oluyoruz. Evet. Çok mutsuz oluyoruz. Evladımızı kucağımıza aldığımız andan itibaren, hatta bazen daha da öncesinden, geleceği endişemiz oluyor. Dertleniyoruz. Pişman oluyoruz. Hayatımızın tezadı buradan başlıyor. İrademizle ancak bulunduğumuz âna, o da eğer şuurundaysak veya imkanımız varsa, müdahale edebilirken tasavvurumuzla geniş zamanı kuşatabiliyoruz. Bu çelişkiden dolayı büyük sancılar çekiyoruz. Geriliyoruz. Stresleniyoruz.

Bence, tam da bu eşikte, evrimcilere bazı sorular sormak şart oluyor. Çünkü bu arkadaşlar mevzuyu sadece tek yönden ele alıyorlar. Başlarken ifade etmeye çalıştığım gibi, 'e-bilmek' noktasından bakarak, resmin sadece bir tarafını okuyorlar. Sözde gidişatın hep daha yukarıya olduğunu 'seçici algıyla' bize aktarıyorlar. Halbuki resmin tamamı böyle değil. Bizim hayvanlardan geriye doğru gittiğimiz yönlerimiz de var. İşte yukarıda bahsettik. Bir kere bizden başka hiçbir canlı böylesine bir stresi yaşamıyor. Bu kadar yoksunluk tatmıyor. Ne bileyim: Kutuplar eriyor diye telaş etmiyor. Yiyor. İçiyor. Yatıyor. Keyfine bakıyor. Bizse eylemlerimizle hem etrafımızdaki duvarları yükseltiyoruz hem de bu yükseltiyi solukluyoruz. Sözgelimi: "Yarınki düğünde ne giysem?" diye düşünen hiçbir maymuna rastlanmazken insanda böylesine abidik-gubidik tefekkürlere sıklıkla rastlanıyor. 

İnsanlığın son bir-iki yüzyılını düşünelim. Birçok yeni şeye ulaştık öyle değil mi? Elektrik yaptık. Telefon ürettik. Televizyon seyrettik. Uçak uçurduk. Ancak bütün bu süreçler bizde sadece 'e-bilmek' yönünde artış sağlamadı. Ya? Aynı zamanda ihtiyaçlarımızı da arttırdı. Yani fakrımız da arttı. Artık daha önce olmayan birçok 'keşke'miz var. Rızkından haberdar olmakla edindiğimiz bir dolu yeni açlık var. Ve yine dikkatinizi çekerim: İnsan bu noktada ileriye gittikçe dünyasına da daha fazla zarar veriyor. Hep virüslerle insanları benzetiriz. Matrix filminin de meşhur repliğidir. Fakat virüs dahi kainata bizim kadar külliyetli bir zarar veremez. Sistemi büsbütün bozamaz. Biz buna kadar varabiliyoruz. Yıkım noktasında bu kadar ileriye gitmişken, evrimin iddiasına göre başlangıcımız olan virüsten, daha ileriye gittiğimizi kim söylüyor? Sakın bu bakış resmin sadece bir yanını 'seçtiriyor' olmasın? Yahut da daha geriden soralım: Sakın bu evrim mevzuu bir göz aldanmasından ibaret kalmasın?

9 Mart 2019 Cumartesi

Düşüyorum, o halde, birşeyler yarım

Arkadaşlar, özellikle de düzenli bir şekilde yazılarımı takip eden en sevdiğim takipçilerim, küçüklerimin gözlerinden, büyüklerimin ellerinden öperim. Eğer bu konuyu daha önce yazmışsam lüften "Ahmed artık tekrara düşüyorsun!" deyu yüzüme vurmayınız. Çünkü bazen unutuyorum. Evet. Düpedüz unutuyorum. Daha önce hakkında kalem oynattığım meseleler zihnimden uçuyor. Bunda da gerçi 'bilginin hakiki kaynağının' Allah olduğuna dair bir delil var ama bir açıdan da beni korkutuyor. Yazılarında tekrara düşenler sevilmezler çünkü.

Bediüzzaman'ın kendi seyr u sülûk metodunu tarif için kullandığı 'Dört Hatve' ifadesini bilirsiniz. Hatve 'adım' demektir. Dördün içeriği ise şöyledir: Acz, fakr, şefkat, tefekkür. Kendi cümlelerimize geçmeden müellif-i muhteremin izahlarından bir parça alıntılayalım da yazımıza bereket versin:

"Cenab-ı Hakka vâsıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur'ân'dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kasır fehmimle Kur'ân'dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarikidir. Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder. Şu tarik, hafî tarikler misillü, letâif-i aşere gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi nüfus-u seb'a yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki dört hatveden ibarettir."

İşte, geçenlerde eski bir yazımı okurken, bu dört adıma dair bencileyin ilginç birşeyi sezdiğimi, ancak üzerinde yeterince duramadığımı farkettim. O da şudur: Bu dört adımın her parçasının insanı 'varoluşuyla barıştıran' bir yanı var.

'Varoluşumuzla barışmak'tan kastettiğim aslında bir tür huzur makamı. Yani şeyler içinde bambaşka birşey olarak tuttuğunuz yerden razı olmak. Daha doğrusu: Büyük resmin içinde işgal ettiğiniz 'şey'likten razı gelmek. Onun öyle olmasından mutluluk duymak. En azından barışmak. Evet. Ben, huzurun, 'şeylerle insanın arasındaki musalaha'dan inkişaf edeceğine inananlardanım. Yani şahitliklerimiz ile sinemiz arasındaki ritim bozukluğu düzeltilirse şarkının aslında güzel olduğu anlaşılır.

Tabii böylesi bir barış iki boyutlu okumaları gerekli kılıyor. 1) İçe dönük okumalar. 2) Dışa dönük okumalar. İçe dönük okumalar şeyler arasında 'nece birşey' olduğumuzu anlamak için gerekli bize. Dışa dönük okumalarsa 'ben' denen şeyin etrafında 'nece şeyler' bulunduğunu idrak edebilmek için gerekli. Bu iki okumadan "İşte budur!" denilecek sonuçlara varılırsa insan olmaktan/olduklarından huzur duyar.

Hemen burada, İşaratü'l-İ'caz'da da tefsir edilen, benim 'küfür/gaflet psikolojisi tasviri' olarak gördüğüm o ayetlerin de ellerini öpelim: "Onların durumu karanlık gecede ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda, Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır, (artık hiçbir şeyi) görmezler."

Sonrasındaki ayetlerde bir misallendirme daha var. Onu da okuyalım: "Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve şimşek bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir. O münafıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki, Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır."

İşte ben her iki ayet-i celilede de yukarıda anlattığım 'yerini bilememe' huzursuzluğunun tasvirini hissederim. Hem 'karanlık gecede ateşsiz kalan' hem de 'yağmurlu havada yolunu yitiren' aynı boşluk hissini yaşamaktadır. Yani etraflarındaki şeyler nelerdir ve kendileri o şeyler içinde nasıl bir konumdadır? Böylesi hayatî soruların cevabını bulamadığı için; kâfir, münafık veya kimi zaman da (bildiği cevaplardan gaflete düşen) bizler, bir bocalama yaşarız. Bu bocalama huzursuzluk olarak okunur.

'Huzursuzluk' diye merkezî bir başlık açtık ama korku da, vehim de, hırs da, öfke de ve daha türlü çeşit dengesizlikler de böylesine 'sınırları bilinmez bir âlemde' yaşama tasavvurundan beslenen sapmalardır aslında. Doğru cevabı bilmeyen öğrencinin şıklar karşısında düştüğü telaşın yukarıda anlattığımız psikolojiye küçüğünün küçüğü bir benzerliği vardır.

Tam da bu noktada, arkadaşlar, acz-fakr-şefkat-tefekkür dörtlüsü bize kendimizle ve çevremizle barışmanın imkanlarını sunar. İnsan, 'aciz' ve 'fakir' olduğunu kabul ettiğinde kendisiyle, 'şefkat' ve 'tefekkür' ettiğinde de evreniyle barışır. Taşıyabileceğinden fazlasıyla yüklendiğini farketmedikçe hiçbir çilekeşin çilesi 'azalıcı' değildir. Bediüzzaman'ın, gemiye bindiği halde hâlâ yükünü sırtında taşıyan yolcu misalinde olduğu gibi, insan da 'güç yetiremezliğini' ve 'çok ihtiyaçlı olduğunu' kabullenmedikçe insan olmanın rahatlığına eremez.

Hani, yazılarımda sık alıntılarım, Irvin Yalom'un bir sözü vardır: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar!" diye. İşte insan da 'yalnızca bir insan' olduğunu kabul ettikçe şifa bulur. Kur'an'ın kendisini 'şifa' olarak tarif etmesinde bunun da payı vardır. Çünkü bize aslımızı anlatır. Aslımızı anlata anlata sanrı 'ben'liklerimiz alır. Elhamdülillah.

İnsan aczini ve fakrını kabul ettiğinde 'Hayır!' demesini de öğrenmiş olur. Kime karşı? Önce nefsine karşı. Sonra şeytana karşı. Sonra hevasına karşı. Sonra kibrine karşı. Sonra kendisini dev dalgalarıyla alıp sürüklemek isteyen yaşama telaşına karşı. Sonra? Bu sonraları onlara-yüzlere çıkarmak mümkündür. Fakat en nihayet hepsi aynı güzel şiiri söyler: Karınca, yalnızca bir karınca olduğunu kabul ettiğinde, deveyle yük yarışına girmekten kurtulur. Kimseyle yarışmayan yenilmekten kurtulur. Hatta hayallerimizin ortayaşlarımızdan sonra yapmaya başladığı tazyikattan dahi bizi kurtaran "Ben işte bu kadarım!" diyebilme yetimizdir.

Şefkat ve tefekkür ise bize dış âlemimizle barışmanın imkanlarını sunuyor. Mesela: İnsan şefkat ettikçe çevresindeki şeylerle kalbî bir barışma yaşıyor. Bir yavru köpek size yaklaştı. Elinizdeki dürüme doğru anlamlı bakışlar atıyor. Siz de açsınız. Bu köpek şimdi sizin düşmanınız mı? Şefkatliyseniz değil. Şefkatliyseniz ona yedirdiğiniz lokmadan daha leziz şeyler sizin kalbinize akacaktır. Şefkatiniz sayesinde şeyler sizin zararınızdan kurtulacaktır. Şefkatiniz sayesinde 'ben'iniz dünyayla kalbinden barışacaktır.

Peki ya tefekkür? Tefekkür de aklın evrenle barışması için gerekli. Başınıza bir musibet geldi diyelim. Bu musibete güzel bir anlam yükleyemedikten sonra onun etkisinden kurtulabilmek mümkün olabilir mi? Çünkü kaybettirdiği çoğu zaman geri getirilmez. Kaybı tastamam kayıptır. Gideni gidendir. İnsan gidenlerle ancak onlara doğru anlamları yükleyebilirse barışabilir. İşte, tefekkürümüz de, Allah'ın Hakîm ismiyle bezeli, 'Ondan gelen herşeyde bir hayır olduğu' düşüncesiyle sarılı, en çirkin sahnelerde bile ötelere bakan bir güzellik arayan açlığıyla 'ben'imizi aklından dünya ile barıştırır. Çıldırmaktan korur.

Demek, bu dört hatvenin, kendilik kulemizden çıkıp, ancak içlerinde durduğumuz yerin doğru tanımını yapmakla huzur bulacağımız yönlere, yani içe-dışa doğru adımlar atmaya benzer bir yanı var. Bediüzzaman'ın, geçmişi ve geleceği de katarak, 'şeş cihet/altı yön' kavramlaştırmasıyla andığı bu 'nerede olduğunu anlama' meselesinin dünyada bulacağımız huzurun kaynağı olduğu herhalde su götürmez.

İki halet-i ruhiye arasındaki nüansı karanlıkta merdiven inmeye de benzetebiliriz aslında. Hani olur ya. Bazen ayağınız iki basamağı birden aşar karanlıkta ve tabanı umduğunuz yerde bulamamaktan bir boşluk yaşarsınız o an. Bir düşme korkusu duyarsınız. Bocalarsınız. Tuttuğunuz yeri karıştırırsınız. İşte acz, fakr, şefkat ve tefekkür yaşarken bunu aşabilmemizi sağlıyor. Haklarını tam anlamıyla verebilirsek elbette.

3 Haziran 2016 Cuma

İmamların dokunulmazlığı nereden geliyor?

"Kur'ân'ın desâtirindendir ki: Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbirşeyi ‘ona taabbüd edecek bir derecede’ kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini ‘hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede’ büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler." (17. Lem'a'dan...)

Ebubekir Sifil Hoca ‘Hikemiyat’ eserinde İmam Zehebî rahmetullahi aleyhten naklediyor: Yakın arkadaşı el-Merruzî; bir rahibin, İmam Ahmed b. Hanbel’e "Yıllardır seni görmek istiyordum. Senin varlığın sadece İslam için değil bütün mahlukat için hayır ve salahtır. Bizim cemaatimiz içinde senden razı olmayan yoktur!" demesi üzerine Hazret-i İmam’a dönüp demiş ki: "Öyle umuyorum ki ülkenin bütün şehirlerinde senin için dua ediliyor." İmam Ahmed rahmetullahi aleyhse bu güzel iltifata şöyle karşılık vermiş: "Ey Ebû Bekir, bir kimse kendi nefsini bilirse, insanların sözü ona bir fayda vermez."

Bana tesir eden bu hâdiseyi okur okumaz aklıma mürşidimin kendisini 'üç şahsiyete' ayırırken kullandığı ifadeler geldi arkadaşım. İstersen alıntılayayım: "İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim."

Allah Ehl-i Sünnet büyüklerinin nurlu izlerinden ayaklarımızı ayırmasın. Ben zannederim ki: İmam Ahmed b. Hanbel rahmetullahi aleyhin 'fayda vermez' ifadesiyle anlattığı tıpkı Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi bir halettir. Karanlığına baka baka ışık kesilmektir. Kendi aslına, asl-ı insana, dair bu idrak dışındaki her iltifatı/yergiyi anlamsız kılar. Yani hem övgüler hem hakaretler zararsız hale gelir. Uzaklaşır. Etkisizleşir. Çünkü nihayetinde özde 'âdemiyet' denilen şeyin kararına varılmıştır. Tanımı yapılmıştır. Su çatlağını bulmuştur. Karar bulan elbet rahat da bulur. Rahat bulan elbet karardadır. Tasından razı olan su taşmaz.

Artık kul konumunda 'acaba' taşınmamaktadır ki iltifatlar ile ifrata gitsin veya hakaretler ile tefrite düşsün. Kamil zatların her hal u şartta sergiledikleri istikametli tavır biraz da hakikatlerine dair ulaştıkları emniyetten kaynaklanır. Maide sûresinde yeralan “Hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar!" müjdesi belki bunu da anlatmaktadır bize arkadaşım. Evet, kınayanın kınamasından korkmamak, ancak onunla ‘değişmeyeceğini’ bilmekle mümkündür. Müslümanın imanı sırr-ı tevhid içinde böyle bir manayı da saklar. Tek değiştirebilen Allah’tır.

Bence bu tarz bir idrak acz ve fakr şuurunun da zeminini oluşturuyor. Yahut da şöyle söylemeli: Acz ve fakr şuuru insanı böyle bir zemine doğru sürüklüyor. Kendisinde varlık namına gördüğü herşeyi Allah'ın lütfu olarak değerlendiren insan, ne başkasına kalpten borçlanır, ne de başkasından kalbiyle etkilenir. Alışverişi artık yalnız Onunladır artık. Bu durum karakterini hem daha dengeli ve hem de daha korunaklı kılar. Yani, acz ve fakr bilinci, insana dış etkilerden korunmakta da yardım eder. Hayatının istikamette olmasını dileyen, bu bilinci tam kuşanarak ancak, daha korunaklı bir tefekkür âlemi oluşturabilir. İzzeti, sebatı, sabrı, ahlakı ve sadakati bu etkilenmezlikten kuvvet alır.

Bu noktada artık diyebiliriz ki arkadaşım: Kul olmak 'Ondan gayrısından daha az etkilenir olmak' anlamında da kıymetlidir ve bize lazımdır. Zira biz 'acı' dediğimiz şeyin büyük bir kısmını bu etkiler nedeniyle yaşıyoruz. Ya bizzat elem oluyor yaşadıklarımız veyahut da zeval-i lezzetin elem olmasıyla acılaşıp dönüyorlar bize. Öyle ya. Güzel şeylerin hatırası da 'tekrarının imkansızlığı' ve 'ulaşılmazlığının ihtarıyla' bir sancı yapar. Her iki halin verdiği sarsıntılardan korunabilmenin yolu; kendi yerimizi, dış etkilerle nerede olduğumuzu şaşırmayacak bir kesinliğe kavuşturmaktır. Göze girmeye çalışmayarak gözde kalmaktır. Yarışmayarak yenilmemektir. Kendini bilen Rabbini bilir. Çünkü marifetullahın ışığına bakabilmek için kendi karanlığımıza ihtiyacımız var.

Rousseau Yalnız Gezerin Hayalleri'nde diyor ki: "İşte bana zulmedenlerin zulmetle araçlarını ölçüsüzce tüketerek bana ettikleri iyilik. Üzerimde hiçbir nüfuzları kalmadı. Artık onlarla alay edebilirim..." Rousseau'nun kitap boyunca ‘insanlardan duyduğu ümit’ ile ‘çektiği acılar’ arasında kurduğu ilgi ve ‘küskünlüğü’yle ‘huzur’u arasında kurduğu bağ, anlatmak istediklerimle kardeş gibi görünüyor. Neden? Çünkü arkadaşım: İnsanların çektirdiği acılar aslında onlardan ümit ettiklerimizdir. O ümidin inkisarıdır. Bozulmasıdır. Tepkisidir.

Bir insanın ilgisizliğine üzüldüğümüzde aslında üzüldüğümüz 'istediğimiz ilgiyi bulamayışımız'dır. Âşık, kalbindeki aşktan dolayı değil, muhatabın umduğu karşılığı vermemesinden acı çeker. Bu durum acılarımız ile ümitlerimiz arasında bir ilgi olduğunu gösteriyor. Bu karşılıksız ümit veya boş tahayyülün kaynağı ise, bana öyle geliyor ki, kendi hakkımızda bir türlü sahip olamadığımız netliktir. Biz aslında neyiz? Ne derece sevilmeye layığız? Neyi/kimden ümit etmeliyiz? Sınırlarımız nereye kadar? Hakiki sevilecek sonsuz kimdir? Bence bu tip sorulara verilecek cevapların ucu açık olduğu sürece insanlar bizi daha şiddetli etkiliyor. Zira nefsimizi hayalleriyle manipüle edebiliyorlar. Ünlü olmak isteyen birisi mesela kendisine bu damardan yaklaşan dolandırıcıya daha kolay kapılıyor. Parantezi kapatamadığımız her yerde ihtimallerin işkencesi var.

Evet. Biz de kamil zatlar gibi 'dokunulmazlık' elde edebiliriz. Kapıyı açık bırakmışlar. Nasihatle yol göstermişler. Hatta şunu da iddia edebilirim ki arkadaşım: Bazılarımız bu olgunluğun sahtesine yaşadıkları acılarla erişiyorlar. Schopenhauer gibi, Nietzsche gibi, Ömer Hayyam gibi karamsarlıktan gelen bir kemal(!) buluyorlar. Fakat eline geçiremeyenin küskünlüğü bu. Kendiliğinde karara varanın değil. Bazılarımız da tam tersi, bu ilginin bir parçasını bir şekilde elde etmekle, ilginin düşkünü haline geliyorlar. İkisinin de bekası yok ne yazık ki.

Bu iki vartaya düşmeden olgunluğa erişenler, işte onlardır, kendilerine hiçbir faydamız dokunmayan ve fakat varlıklarından hep fayda gördüklerimiz. Çünkü onlar kendi içlerinde karar bulmakla varlığımıza da bir karar katarlar. Direği, gemi için nasıl denge unsuruysa, istikametlilerimiz de toplum için birer denge unsurudurlar. Bu dengeleri biraz da tanımlarında ulaştıkları netliktendir. Onlar ümmetin manevî deprem sütunlarıdır. Yıkılmaktan koruyan kolonlarıdır. Ve en nihayet demem o ki arkadaşım: İstikamet istiyorsak ‘ne’liğimizde karara varmalıyız. Kimliğimizde, değerlerimizde, hedeflerimizde manipülasyona açık olmamalıyız. Ancak ‘ne olduğunu’ bilene Allah’tan başkası 'ne olacağını' dikte edemez. Böyle düşünüyorum: İçimde varabileceğim en geniş hürriyet budur.

27 Nisan 2016 Çarşamba

İslam akıl dinidir, ama şefkatli bir aklın dinidir

Bediüzzaman'ın mesleğini 'hatve'leri olarak tarif ettiği acz, fakr, şefkat ve tefekkür aslında birbirinden ayrı yapılması gereken şeyler değil, birbirini tetiklemesi, dokuması ve bulaması gereken şeyler. Örneğin: Aczin bilincine varılmadan hissedilen bir fakirlik olabileceğini inanmıyorum ben. Yani o insan zatında fakir olabilir, ama fakir olduğunu hissetmez/düşünmez aciz olduğunu idrak etmedikçe. Karşılanması gereken ihtiyaçlarının çokluğu, ona, bilakis 'zenginlik' gibi görünür. Tüketir de tüketir ve hatta bu tüketimi 'ihtiyaçlarının sayısını arttırmaya çalışarak' arttırmaya çalışır.

Zaruri olmayanları bile kendisine zaruri kılar. Bu insan hedonisttir. Zevkleri için yaşar. Her ihtiyacın ucuna iyiliği için Rabb-i Rahim tarafından bir zevk takılmıştır çünkü. Kokusunu kovalar. Zevkler ihtiyaçların davetçisidir aslında. Fakat araç olan amaçlaşır onda. Amaç ise araçlaşır. Zevk kokusuyla ihtiyacına sevkolması gerekirken o zevkolmaya başlar ihtiyaç kokusuyla. Odak noktası başkalaşır. 'Yaşamak için yediği' şeyler değil 'yemek için yaşadığı' şeyleri vardır. Zaruriyat ile israfı birbirinden nasıl ayırırsın? Zaruriyat, yapılırken zevk alınandır. İsraf, zevki için yapılandır. Ben böyle ayırırım.

Ve hakeza, kırmamaya çalışmak kırılganlıktandır. Aczinin ve fakrının farkında olan şefkat eder ancak. Ötekinin de kendisi gibi olabileceğini düşünür. Ötekinin de bir kalbi olduğunu farkeder. Ötekinin de kendi 'merhamet edilesi' halinden birşeyler içerdiğini derketmeye başlar. Yaralar yaralara benzer çünkü. Sancılar sancılara benzer. Şefkat aczin ve fakrın empatisidir. Daha az kırılgan olduğunu düşünen insanın kırırganlığı da artar.

Firavun neden bu kadar zalimdi? Nemrut neden o kadar acımasızdı? Ebu Cehil neden müslümanlara bu denli gadrediyordu? Bütün bunların 'aczin şuurunda olmakla' büyük ilgisi var. İnsan başkasını kendinde olanlara kıyasla/kıyaslayarak tanıyabiliyor. Ene Risalesi'nde aldığımız derslerden birisi de bu. İşte biz de muhatabımızın 'merhamet edilesi' olduğunu kendi 'merhamet edilesi' halimizden anlıyoruz. Yoksa sertleşiyoruz. Zalimleşiyoruz. Kırıyoruz. Canımızın yandığını anladığımızda can yakmaya korkuyoruz. Çünkü çektirdiğimiz çekebileceğimiz oluveriyor. Bir sağır, sesinin yüksek olduğunu 'sesin bir başkasını rahatsız edecek kadar yükselebildiğini' anlamadıkça nasıl anlar? Hayvanat bahçelerini, onların yaşadığı kafeslere benzer kutucuklarda yaşamayı öğrendiğimiz modern zamanlarda akıl etmemiz tesadüfle açıklanabilir mi?

Tefekkür de şefkatle tamam olur. Evet, İslam akıl dinidir, fakat dikkat et: Şefkatli bir aklın dinidir. Bu yüzden atom bombasını müslümanlar yapmamıştır. Müslüman aklı o kadar kişiyi masum/suçlu ayırmadan katledecek bir teknoloji üretemez. Ne mutlu ki, üretmemiştir. Tefekkür de şefkatli olanın şefkatinin tasavvur ettiği dünyayı anlamaya çalışması sonucunda oluşur. Şefkatli tefekkür iyileştirir sahibini ve iyi gelir dünyaya. Aczini bilmemiş, fakrını görmemiş, şefkat etmemiş aklın tefekküründen korkarız biz. Aczimizi hissetmediğimiz yerden korkarız.

"İnsan azgınlaşır" der Kur'an, "kendisini ihtiyaçtan uzak görünce..." İslam'ın aklı yüceleştirdiğini söyleyenler burada eksik kalıyorlar. İslam salt aklı yüceleştirmez, şefkatli bir aklı yüceleştirir. Bu yüzden kalbe vurgusu akla vurgusundan fazladır. Kalp, aklın harici değil, aklın diğerleriyle birlikteliğidir. Kalp bir denge noktasını ifade eder müslüman için. Sair hislerin de alıcıları açık olarak çalıştığı ve aklın yapabileceklerine teennileriyle sınırlar koyduğu veya yönlendirdiği bir düşünüş. Bizim tefekkürümüz budur veya bu olmalıdır veya bunu aramalıdır. Bediüzzaman'ın dört hatvesine bir de böyle bak.

19 Ocak 2016 Salı

Kalp neden arş gibidir?

"Beni bir çocuk bile vurur..." Ahmet Kaya, Dokunma Bana şarkısından.

Bu yazıyı, Ahmet'in sezgisine dair bir notu olarak görürseniz sevinirim. Çünkü söyleyeceğim şeylerin altlarının ne kadar dolu olduğuna dair ben de endişeliyim. Bu notta üzerine konuşacağımız şey, arş. Arş, varlığını bildiğimiz, ama niteliğini veya nerede olduğunu bilmediğimiz bir yer. Kur'an'da ve hadislerde çoklukla bahsi geçiyor ve bu çoklukla zikrediliş varlığına iman etmeyi bir mü'min için kaçınılmaz kılıyor. Bu meselenin zaten malumunuz olan tarafı. Belki katılacağınız/katılmayacağınız yorumum ise, mürşidimin arş ve kalp arasında kurduğu benzerliğe dair olacak. Hatta mürşidimin ifadelerinden anladığım kadarıyla bu benzerliği kuran ilk kişi kendisi de değil. Tasavvuf mabeyninde zaten yapılıyor olagelen bir kıyaslamaya dair analiz bu:

"Nasıl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden seyyarelere kadar güneşin cilveleri var. Herbirisi kabiliyetine göre güneşin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine göre 'Güneşin bir aksi bende vardır' der. Fakat 'Ben de deniz gibi bir âyineyim' diyemez. Öyle de, esmâ-i İlâhiyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamât-ı evliyada öyle merâtip var. Esmâ-i İlâhiyenin herbirisinin, bir güneş gibi, kalbden Arşa kadar cilveleri var. Kalb de bir arştır. Fakat 'Ben de Arş gibiyim' diyemez."

Fakat sanmayın ki, Bediüzzaman'ın konuya dair tesbitleri sadece bu metinden ibarettir. Başka bir yerde de 'hususiyet' ve 'umumiyet' ekseninde ilham ve vahiy kıyaslaması yaptıktan sonra 'kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der...' diyerek şunları söyler: "'Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînden haber veriyor.' Hem der: 'Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînin arşıdır.' Çünkü, kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların nisbet-i ref'i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir." Evet, veli aldığı ilhamı vahiyle karıştıramaz; çünkü kendisiyle 'kendisine özel/hususi' konuşulmaktadır. Bir nebiyle yapılan konuşma ise geneldir/umumidir. Herkes için söylenmiştir ve herkes için bağlayıcıdır ve herkese göredir.

İşte tam da bu noktadan hareketle, arşa dair yorumum şu: Birşeyin arşı, onun en çok etkilendiği veya etkilenmeye başladığı yerdir. Biraz daha açarsam: İnsanda kalp ve varlık âleminde arş, her iki varlık için de, Cenab-ı Hakkın tasarrufatının en 'yoğunluklu' veya 'ilk' hissedildiği yere tekabül ederler. Arş için Kenan Demirtaş Hoca'nın bir keresinde 'kainatın yönetim merkezi' ifadesini kullandığına şahit olmuştum. Kabul etmekle birlikte 'yönetim' ifadesinin içine, irade sahibi insan için, bir de 'etkileniş' anlamını katmanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.

İnsan, dış etkilerden önce ve en yoğunluklu olarak kalbiyle etkilenir. Sevdiğiniz birisi size yüzünü astığında veya kaşlarını çattığında veya küstüğünde bunun tesir ettiği ilk yer kalbinizdir. Hatta türkülerde/şiirlerde kaşların yaya, kirpiklerin oka benzetildiği ve o okun saplandığı yer olarak da kalbin tasvir edildiği pekçok ifade vardır. Çünkü hakikaten o gözün veya kaşın sanki ilk görüldüğü (tesirinin ilk görüldüğü) yer kafadaki göz/kulak veya baştaki akıl değil, kalptir. Etkilenmeye oradan başlandığını, tesirini ilk orada hissettiğinizden, metinlerinizde öyle dile getirirsiniz.

İşittiğiniz sözler içinde en çok etkilendiklerinizi hatırlayın. Onların nerenizle konuştuğunu düşünmüştünüz? Hatta daha söylenirken bile, onların nereden çıktığını tahmin etmiştiniz? "Adam kalpten konuşuyor!" dediğinizde veya "Kalbimden geçenleri söyledi!" diye ifade ettiğinizde kastettiğiniz yine bu etkinin başlangıç noktası ve yoğunlukla yaşandığı yerdir. Yani bana göre insan önce kalbinden etkilenmeye başlar. Sair duyular bu etkinin sadece taşıyıcılarıdır. Göz, görür, ama böyle bir etkiyi yaratamaz. Kulak işitir, ama etkiyi hissedemez. Ancak kalptir ki, verisel bilginin etkiye ve etkileyici bilgiye dönüştüğü makamdır. Maddesel olan 'duyu'nun, manevi olan 'duygu'ya dönüştüğü yerdir.

İşte bilginin etkiye dönüştüğü makam, yani arş, kalp olduğundan dolayıdır ki, kalp mühürlendiğinde iş biter. "Andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kafirlerin kalplerini Allah böyle mühürler." Ve Kur'an bu hali şöyle tasvir eder: "Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler."

Buraya kadar söylediklerimden hareketle diyebilirim ki: Mahlukat âlemindeki arş da insandaki kalp gibidir. Kainatta Cenab-ı Hakkın her an işlemekte olan tasarrufatının en yoğun ve ilk hissedildiği yer orası olabilir. Tasavvufta çok kullanılan ve bir büyük manevi uyanışı ifade eden 'kalp gözü açılma' halinin de 'kalp mühürlenmesi'nin zıttına olarak, etkinin daha farkında olmakla veya daha çok etkilenmekle ilgili olduğunu düşünüyorum. Tabii bunlar sadece düşüncelerim.

Yine Kur'an'da zikri geçen Allah'ın 'kişinin kalbine ondan daha yakın olması' da bu etkiyle açıklanabilir birşey. Etkileyen, üzerinden etkilediği şeye, elbette etkilenenden daha yakındır. Çünkü burada kıstas, mekansal yakınlık değil, etkileşimdir. Allah, insanı kalbi üzerinden etkilemeye herkesten ve herşeyden daha yakındır. Hatta insanın kendisinden bile. Çünkü etkilenen olarak pasif konumda yeralan insan kalbindeki duyguları istediği gibi değiştirmekten dahi yoksundur.

Allah; bazen bir gülüşle, bazen bir yağmurla, bazen iyi bir haberle ve bazen de hüzünlü bir şarkıyla kalbinizi, kainatı evirip çevirdiği gibi evirir çevirir. Siz, sadece şahit olursunuz. Şuur/farkındalık penceresinden seyredersiniz. Ve o etkileyişe göre şahitliğinizin selametini/dengesini korumaya çalışırsınız. İmtihan da budur. Tam da bu noktada Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın meşhur kasemi olan 'nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki...'yi anımsayalım. Mürşidimin de çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi: Bu salt bir yemin değil, ümmete bir derstir. Daha kendi nefsine/kalbine gücü yetmeyen insanın kibirlenmesi kadar boş birşey var mıdır? Demem o ki: Hüzünlü bir şarkıya, gamlı bir yüze, kederli bir hatıraya veya bir 'keşke'ye bile gücü yetmeyen insanlarız. Etkilenmemek gibi bir gücümüz yok. Bu havamız kime gerçekten?

26 Haziran 2015 Cuma

Aşk da aslında 'kötü çocuk' değildir

Bana sorsanız, aşkı da aczin tezahür şekillerinden birisi gibi görüyorum. Yani varolabilmek için 'başkasına' muhtaç olduğunu, 'varlığını varlığına borçlu olduğunu' anlamanın yollarından birisidir aşk. (Acze çağrı, bu noktadan bakınca cadde-i kübraya çağrıdır, aşkın ötesine değil.) Fakat öyle ince/manevî bir ipe bağlıdır ki, ism-i Kayyum'dan bakınca görünmesi zordur. İsm-i Vedud gibi bir ikinci dikkat, bir ikinci odaklanma gerektirir. Bazı isimlerin bazı isimlerin altmaddesi olduğuna dair bir tefekkürüm var. Mesela İmam Ali'den (Allah ondan razı olsun) rivayet edilip gelen altı ism-i âzâmı 'Allah' lafza-i celali altında altı anabaşlık gibi düşünürsek; diğer isimlerin de bu isimlerin altında daha alt okuyuşların ifadesi olduğunu zannediyorum. Hatta bunlar içinde Vahidî ve Ehadî okuyuşlar da birbirinden ayrılıyor. (Rahman Vahidî, Rahim Ehadî bir okuyuş mesela.)

Ancak burada altbaşlıklar değişimden bir ismin yalnız bir başlığın altbaşlığı olduğunu düşündüğüm çıkarılmasın. Bence bu örgü daha girift. Birçok perspektif var ve her perspektif sıralamanın düzenini değiştiriyor. Gökyüzündeki yıldızlar gibi. Merkeze aldığınız yıldıza göre yeni bir düzen ile şekilleniyor esma. Celalî ve Cemalî diye ayırabilirsiniz. Vahidî ve Ehadî diye bakabilirsiniz. Daha farklı kategoriler de oluşturabilirsiniz. Mesela az evvel ism-i Kayyum'un altbaşlığı dediğim ism-i Vedud'un diğer isimlere bakan bir yüzü de var. Fakat onu görmek için onun bakışaçısını kuşanmak gerek. Yazımın ana konusu bu olmadığından, uzaklaşmamak adına girmeyeceğim bu mevzuya. Zaten hakkında yazabilmek için benim de daha düşünmem gerek. Yazacak kadar birikmeli birşeyler. Aşka geri dönelim.

Aşk, özünde bir başkasına muhtaç olmak, onun hüsnüne veya hatrına veya hatırasına müştak olmak, bir açıdan insanın kendi dışında başka birşeyi kendi saadetinin devamı için yanıbaşında istemesi, hatta bir adım da ötesi, onun da kendisini varlığı için bir gerek-şart olarak görmesini beklemesi, karşılık istemesi vs... Bütün bu kıvranışlar, yediğimiz ekmek gibi, solduğumuz hava gibi, içtiğimiz su gibi somut bir şekilde görülemese de içimizdeki bir açlığa tekabül ediyor. Allah bizi 'yalnızken mutlu olamama' açlığına/aczine müptela etmiş. Kibrimizin yediği en sağlam yumruk bu. Bediüzzaman'ın ifadesiyle; cennet saadetlerinden bir saadet olan 'kalbine mukabil bir kalbin mevcut bulunması' bizi bir mübadele hakikatiyle yüzleştiriyor. Daha altbaşlıkları var bu işin: İnsan paylaşmaya açtır. İnsan yaslanmaya açtır. İnsan yardım etmeye ve yardım almaya muhtaçtır. Elmanın güneşe olan açlığı, senin başını yaslayacak bir omuz aramandan ileri de, geri de değildir. O onsuz mutlu olamaz, sen bunsuz.

"Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcut bulunmasıdır ki, her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezaizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar."

Hem aşkın bir diğer hoş yanetkisi de size diğer açlıklarınızı daha fazla hissettirmesidir. Eğer gafil değilseniz. Mesela; duygusal bir şarkıya, güzel bir şiire, hüzünlü bir filme, bir aşk öyküsüne âşıkken karşı koyabilme gücünüz, değilken sahip olduğunuzdan daha azdır. Şarkılar bile dokunabilir ve dövebilir sizi pazularınıza bakmadan. Dökülen yapraklar, sallanan ağaçlar bile tesir eder. Daha 'dokunaklı' olursunuz ister istemez.

Dokunulmak duygulanmaktır. Kalbinizin, duygularınızın daha yüksek performansla çalıştığınızı hissedersiniz. Daha iyi olmak, daha iyi şeyler yapmak, bir şekilde içinizdeki neşeyi paylaşmak arzusu sarar sizi. Aslında bunun, uyandığınız açlığın tetikleyiciliği ile bir ilgisi var. Ramazan orucu nasıl ki insana kendi fıtratını, aslında olduğu şeyi, yani fabrika ayarlarını hatırlatır ve der: "Sen aslında busun." Ve (eğer gafil değilse) aslında bu olmaktan gelen bir farkındalıkla insan yumuşar, insanlaşır, asl-ı insana yaklaşır. Bence aşk da bizi bir ölçüde asl-ı insana yaklaştırdığı için tatlı. Fakat yine Bediüzzaman'ın pek nadir kullandığı parantez içi ifadelerden birisinde dediği gibi: "Şehvanî sevmekler bahsimizden hariçtir."

"Vedûd ismine mazhar olan muhakkıkîn-i evliya, 'Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekât muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir...' demişler..." diyor yine mürşidim. Buket Uzuner'in bir kitabında (Mavi Tuna Kumral Ada olabilir) anne ve çocuk arasındaki bağı bile aşkla (cinsellikten ne kadar ayırabildiği tartışılır) açıkladığını okumuştum bundan yıllar yıllar önce. Aşkı on-onbeş farklı kategoriye ayırıyor ve her ilgiyi/etkileşimi bir çeşit aşk olarak tanımlıyordu. Şefkate bile bir çeşit aşk (ama seküler bir aşk) olarak bakıyordu.

İlerleyelim. Bir adım ötesi, Freud'un maddeden ibaret dünyasına vardığınızda, anne ve bebek arasındaki ilişki dahi bir çeşit şehvettir/cinsellik dürtüsüdür. Ve insan sorunlarının tamamının ucu mutlaka dönüp dolaşıp cinselliğe dayanır. Bebek bile annesinin göğsünü cinsel bir çekimden dolayı emer... Herkes kendi yaşamaçısından bakıyor dünyaya. Herkesin yorumu inandığı dünya kadar. Onun malzemelerinden inşa edilebiliyor. Ben mürşidimin penceresinden bakıyorum. O bana diyor ki: "Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider." Hep farklılığına çalışıyoruz, belki biraz da benzerliklerine çalışmalıyız. 'Aşk gibi' veya 'mahbubiyete kadar gider.'

17 Nisan 2015 Cuma

Hayvanlık namlusundan nasıl çıkılır?

"İnsan azgınlaşır, kendisini ihtiyaçtan uzak görürse.” (Alâk sûresi, 6-7)

Bediüzzaman mesleğinin seyr u sülûkunu ‘dört hatve’ olarak tarif ediyor: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür. “Şu tarik, hafî tarikler misillü, ‘letâif-i aşere’ gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi ‘nüfus-u seb’a’ yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki dört hatveden ibarettir.” Hatve ‘adım’ karşılığını alıyor lügatte. Tasavvufta ‘mertebe’ anlamına da geliyor. Bir terimsel karşılığı da askerlikte var: “Mermi çekirdeğinin ekseni etrafındaki turu esnasında namluda aldığı yol...”

Adımlar yolun parçasıdır. Mertebe yükselişin cüzüdür. Namludan çıkmak için kaç kere dönmek gerekir? Namlusu hayvaniyetidir insanın. Farkettiyseniz mezkûr tariflerin hiçbirisi adacığa benzemiyor. Yani acz, fakr, şefkat ve tefekkür dört ayrı/bağımsız görev değil. Ya? Ancak birbirini tamamlandıkça mesafe alınan bir yol gibi. Dört adımı atınca ancak insan-ı kamile ulaşmak hususunda gerekli mesafeyi aşmış oluyorsunuz. Namludan çıkmayı başarıyorsunuz.

Bir keresinde bir derste şöyle birşey söylenmişti: “Aczini bileceksin. Fakrını göreceksin. Şefkat edeceksin. Tefekkür edeceksin. Risale-i Nur mesleğinde bu dört yolla gidilir.” Katılamadım. Parçalı düşünmek yanlış geldi. Adımlar ‘yol’ sayılmamalıydı. Ben olsam şöyle derdim: “Aczini bileceksin, onunla (aczinle) fakrını göreceksin, onlarla (aczinle ve fakrınla) şefkat edeceksin, onlarla (aczin, fakrın ve şefkatinle) tefekkür edeceksin.” Yani arada nokta değil virgül olmalıydı. Bütünü hissettirmek gerekirdi.

Hem Bediüzzaman hatvelerin ayrı yollar olduğunu düşünse herhalde ‘adım’ değil ‘yol’ demeyi tercih ederdi. Değil mi ama? ‘Hatve’ değil de ‘tarik’ derdi mesela onlara. Özellikle de acz ve fakrın şuurunda olunmadan şefkat edebilmek mümkün değildi. Çünkü şefkat, aczin ve fakrın empatisidir. Kendi güçsüzlüğünü gören ancak diğerlerinin güçsüzlüğünü anlayabilir.

Duygularımızdır birbirimize uzanan kollarımız. İnsan içindeki tecrübelerle ancak başkasına doğru uzanır. Bilir. Anlar. Ne hissedeceğini tahmin eder. Kendisi de daha önce benzer şeyler hissetmiştir çünkü. O hislerin sizde de olabileceğini düşünür. Aksi takdirde her insanın ‘Kaptan Spark’ gibi robotikleştiği bir dünyaya uyanırız. Tefekkürümüz de onun Uzay Yolu serisinde sık sık ortaya koyduğu gibi olur. Yani şefkatsiz olur. En yakın arkadaşlarımız bile, mantıklı bir seçim gibi göründüğünde, hayatlarından vazgeçmeyeceğimizden emin olamazlar. (Into Darkness’ı izleyenler bu bağlamda okunabilecek diyaloğu hatırlarlar.)

Aczini görmeyen insan, varlığının devamı için gerekli olan şeylerin, yani kudret gerektiren şeylerin, aslında birer ihtiyaç olduğunu anlayamaz. Elde ediş olarak düşünür. Güçsüzlüğünü bilmeyen Karun tabiatlıdır. “Bu bana ilmimle verildi” der. “Bu bana aczimden dolayı bağışlandı” demez. Yaşamak bir işgal hareketidir artık. Hiçkimsenin ondan birşey eksiltmeye hakkı yoktur. O bu noktaya hakettiği için gelmiştir. Bu nedenle ona verilen herşey haketmişin zaferidir. Vazgeçtiği herşey ‘öyle olması gereken’ değil ‘fedakârlığı’dır. İhtiyacı falan değildir. Aczini bilmeyen hiçbir şeye ihtiyaç duymadığını sanır. Bu da en sessizinden/gizlisinden bir ‘ilahlık iddiası’dır.

Aczini bildikten sonra ancak devamının elinde olmadığı anlar. ‘Zaten öyle olması gerekenler’ birer ihtiyaca dönüşür. Ve bu ihtiyaç bilgisiyle kalp âleme mütevazi uzanır. Sevgiye muhtaç olduğu gibi (acz) seveceklere de muhtaçtır (fakr). Sevmeye muhtaç olduğu gibi (acz) sevileceklere de muhtaçtır (fakr). Muhtaç âlemle ilişki içine girmek zorundadır. Mecburen fildişi kulelerinden iner. Bencillik saraylarını terkeder. Artık mahlukattan herhangi birisidir. Bütünün parçasıdır. Bütünü kendisi değildir. İlişkisinin rengini ‘şefkat’ belirler. Zira onlar da en az kendisi kadar acizdir. Rızkları bağışlanmazsa kendisi kadar aç kalırlar. Şefkat bekleyen şefkat de gösterir.

Yavru kedinin miyavlamalarına dayanamayan çocuk aczden acze giden bir yol bulmuştur aslında. Onun ne hissettiğini kendisinden anlamıştır. İhtiyaçlar bu yönüyle birer bilme şeklidir de. Her ihtiyaç bir biliştir. Âlemle kurulan bir ilişkidir. Şefkat böylesi bir bilmeye de yardım eder.

Evet. Şefkat en özünde ‘şefkat ettiğinin devamını istemek’tir. Acz/fakr ekseninde bir okumayla, bütünün parçası olduğunu ve devamı için bütündeki herşeye muhtaç olduğunu farkeden insan, en nihayet bütüne şefkat eder. Çünkü onun devamı kendisinin de devamıdır. En azından hürmetine yaratıldıkları ortak hakikatin tecellisinin devamıdır. Hatta bazen şefkati o seviyeye ulaşır ki varlığından da vazgeçer: “Valideliğin en basit ve en ednâ derecesinde olan korkak tavuk, o şefkatin küçücük bir lem’asıyla, yavrusunu müdafaa için ite atılır, arslana saldırır.” O varlık sahnesinde kendisinden daha çok kalacaktır çünkü. Hakikatini daha uzun yıllar yansıtacaktır. Eşyanın hakikati ise esma-i ilahiyedir.

Aczini farketmeyen neden tefekkür etsin? Neden Allah’a ulaşmaya çalışsın? Yarası olmayan neden deva arasın? Yarasını hissetmeyenin tefekkürü, Allah’a ulaşmak için değil, sözde ilahçıklığını sağlamlaştırmak için olacaktır elbette. Enesi etrafında dönmeyen dünyaya düşmandır bencil. Merkeziyetini kabul etmeyen onu korkutur. Karamsarlaştırır. Kızdırır. Tefekkürü zehir olur da âlemi mahveder. Ürettiği teknoloji de âleme zarar verir, fikir de... Çünkü “Nazarında pek fena bir memlekete düşer...” Fena olana fenalık yapmak birşeyi değiştirmez ve haktır da. Demek tefekkürün de sıhhatı şefkattedir. Şefkatsiz dehanın zulümden korkulur. Hak vermez, anlamaya çalışmaz, çünkü şefkat etmez. Şefkati yaşatacak empatisi yoktur.

İşte bu sebepten dört hatvenin bağımsız yollar gibi görülmesine karşıyım. Bunlar birbirinin parçası, tamamlayıcısı ve tetikleyicisi. Üstelik birisinin faydası ancak diğerinin sıhhatiyle. İnsan-ı kamil tekiyle değil hepsiyle oluyor. Dört kere dönmedikçe hayvaniyet namlusundan çıkılmaz.

15 Ekim 2013 Salı

Kim daha fakir?

Hayret ettiğim bir sahnedir: Tebük gazvesi öncesinde, sahabeyi yardıma çağırdığında Allah Resulü; Hz. Ömer'in (r.a.) durumu, Hz. Ebu Bekir'den (r.a.) daha müsaittir. Ve Hz. Ömer efendim, bu durumu, kardeşini hayırda geçebilmek için bir fırsat olarak kullanmayı düşünür. Mal varlığının yarısını eve bırakır, gerisini Allah Resulüne teslim eder. Allah Resulü sorar:

"Evde ne bıraktın ya Ömer?"

"Bir bu kadarını da evde bıraktım" diye cevap verir. Daha sonra Hz. Ebu Bekir, bağışıyla gelir. O da aynı sorunun muhatabı olduğunda cevabı şöyledir: "Onlara Allah ve Resulünü bıraktım." Ve kaynaklar bize anlatır ki; hayır yarışında Hz. Ebu Bekir'i geçemeyeceğini, Hz. Ömer, o olaydan sonra anladığını ifade eder.

Ama bir dakika, Hz. Ömer neden böyle bir yargıya ulaşır? Getirdiği mal, Hz. Ebu Bekir'in getirdiğinden daha az olduğu için mi? Gelir seviyesi asla Hz. Ebu Bekir'i geçemeyeceği için mi? Hayır, belki Tebük'te yaptığı bağış bile Hz. Ebu Bekir'in getirdiği miktardan fazladır. Belki Hz. Osman ve Abdurrahman bin Avf Hazretleri gibi nicelerinin yaptığı bağışlar da Hz. Ömer'inkinden kat kat fazladır. İşin hakikati böyle bir nicelik/kemiyet ayrımından kaynaklanmıyor olmalıdır. Peki sırrı nedir?

Kanaatimce; aslında Hz. Ömer, Resulullahın hakikat çeşmesi kelamından Allah'ın rızasının hangi soruda saklı olduğunu anlamıştır. Allah'ın rızası "Ne kadar getirdin?" sorusunda değil; "Evde ne bıraktın?" sorusunda saklıdır. Eğer rıza bu soruda saklıysa; evinde, Allah ve Resulünden öte birşey bırakmayanlar, niteliksel olarak niceliği hep bastıracak; belki getirdiği yarım hurma ile başkasının yüz devesini geçmeyi başaracaklardır.

Bu hadiseyi her hatırlayışım bana "Asıl zengin kim?" veya "Hakikatte fakir olan hangimiz?" sorusunu sordurur. Zenginliği, mal varlığının çokluğu ile tarif edişimiz, fakirliği de 'elinde daha az mülk olan' olarak çıkarır karşımıza. Sözlüklerde bile anlamı böyledir fakirliğin bizde. Fakat Allah, sahip olduklarımızın tamamına kıyasla vazgeçebildiklerimizi ölçüp ona göre cömertliğimizi değerlendiriyorsa; rakama dayalı bütün nicelik kıyaslamalarımız tersyüz değil midir? O zaman hakikatte fakir/zengin olan kimdir?

"Hakikatte fakir kimdir?" ve "Fakirliğin Kur'anca tarifi nasıldır?" sorusunun cevabını Bediüzzaman'ın önce Nurun İlk Kapısı'nda, daha sonra 5, 10, 21 ve 23. sözlerde kullandığı bir misalde bulurum ben. Serçe kuşu misalinde...

Bediüzaman, o sözlerde sırlı bir şekilde saadet-i hayat cihetiyle karşılaştırır iki canlıyı; yani insanı ve serçe kuşunu. Ve insanın, eğer yalnız maddi yönüyle (hayat-ı hayvaniye) ele alınırsa, asla serçe kuşuna yetişemeyeceğini beyan eder. Normal şartlarda, kafamızdaki eski karşılıklarıyla düşünülse; bu kıyaslama şaşırtıcı, hatta tuhaftır. Hayattan bin türlü zevk almaya müsait bir yapıda olan insanın, saadet-i hayat cihetiyle bir serçe kuşunu geçemiyor oluşu, hikmetli olmaktan ziyade, laf-ı güzaftır. Hakikat neresindedir bunun? Fakat bir saniye: Acaba saadet-i hayat, yalnız alınan lezzetlerle mi ölçülür?

İşte Bediüzzaman'ın benzetmesinde insanı uyandıran nüans budur: Saadet-i hayatı, yalnız alınan lezzetlerle ölçmek yanlıştır. Daha açık bir ifadeyle; hedoist bir algı, hayatın kuşatıcılığı içindeki saadet kavramını karşılamaya yetmez. Çünkü haz, saadet-i hayatın bir öğesi olsa da (Nurun İlk Kapısı'nda altını daha açık çizdiği gibi) bütününü kuşatamaz. O, bir geniş kavram olarak içinde izzeti, teavünü, ğınayı, merhameti, hatta tecelli eden esma sayısı kadar rengi/cihazatı barındıran bir dairedir. Örneğin; hayattan haz yönüyle neler tadarsa tatsın, eğer izzeti tamam değilse bir insanın, o bir rahatsızlıktır. O saadet, yarımdır. Ve bu yönüyle saadet-i hayatın açlığı, fakrın dairesi kadar geniştir. Peki, kim daha fakirdir?

Elbette ihtiyacı daha çok olan... Fakrın Kur'anî karşılığı aslında ihtiyaç çokluğudur. Kimin ihtiyacı daha çoksa, o daha fakirdir. Bakınız, tarifimizin kökenine tekrar dikkatinizi çekiyorum. Kim daha güçlüyse değil; kim daha çok muhtaçsa, o daha fakirdir. Bu ihtiyaçlarını karşılamaya gücü yetiyor olsun veya olmasın, fakirliğine nakıse getirmez. Bütün ihtiyaçlarını karşılamaya zahiren gücü yetiyor olsa da fakirdir. Zira fakirlik, güçten bağımsız olarak bir muhtaçlık tarifidir.

Bu nokta-yı nazardan meseleye bakılacak olursa, zenginlik tarifimiz de değişir. Elinde daha çok mal olan, güçlü olan değil; daha az şeye muhtaç olan zengin olur böylece. Fakat aslında fakrın karşıtı olan kelime de zenginlik değil, ğınadır. Ğına, karşıladığı mana ile fakrın zıttı olmaya daha müsaittir.

Böyle bir ölçüyle; bir kaya parçası, bir ağaçtan; bir ağaç, bir hayvandan; bir hayvan da, bir insandan daha az fakirdir denilebilir. Çünkü muhtaç oldukları şey sayısı, taş parçasından insana doğru gelinirken giderek artar. Sahip oldukları güç itibariyle bakıldığında tersi gibi görünse de; muhtaç olduğu şey sayısındaki yükseklik, insanı hepsinin yanında fasfakir yapar.

Ve bu fakirliğinden dolayıdır ki; saadet-i hayat cihetiyle bir serçe kuşuna yetişemez. Çünkü serçe kuşu daha az şeye muhtaç olmakla ondan daha zengindir. Ve o, daha çok şeye muhtaç olmak cihetiyle (yani saadet-i hayatı tam almak için tatmin etmesi gereken daha çok yönü, sırrı, duygusu, latifesi olmak cihetiyle) asla serçe kuşuna ulaşamaz. Arayışı bir açlık gibi hep omuzunda olur. Hep bir tatminsizlik yaşar. Benliğini doyuramaz. Neticesinde hem insana, hem serçe kuşuna irşad-ı nebevice sorulsa; evinde daha az şey bırakmaya fıtratı müsait olan, serçedir. İnsan değildir.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...