Gaflet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gaflet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2020 Cumartesi

Onu unutmak unutkanlığı nasıl arttırır?

Ben de bu mevzuya Mehmet Fatih Kaya Hoca'nın Hadis Usûlünde İhtilat isimli eserini okumakla vâkıf oldum. 'İhtilat' ne demek, merak ettiyseniz, altbaşlığı okuma zamanınız geldi: Râvinin Akıl ve Hâfıza Fonksiyonlarının Zarar Görmesi ve Bunun Rivayetlerine Etkisi. Kitapta ilerledikçe hayretler içinde kaldım. Gıptayla damağımı şaklattım. Hadis ilminin ne denli geniş bir vüsate sahip olduğunu sahiden bilmiyoruz. Bilginin doğru aktarımında gözetilmesi gereken hiçbir detayı ıskalamamış didik didik bir hassasiyet var karşımızda. Üstelik bu hassasiyet kişilerde kalmamış. Usûllere de bağlanmış. Yani sistemleştirilmiş, nizamlaşmış, kaideleri oluşturulmuş. Üzerine kitap telif edilen 'ihtilat'sa bu detaylardan sadece birisi. Ancak yazı 'ihtilat' konusuna dair olmadığından burayı hızlı geçeceğim.

Yazıya lazım olan kısmıyla şu: Bazen, hafıza kuvvetiyle meşhur insanlar dahi, yaşadıkları kimi hâdiseler nedeniyle yeteneklerinde körelebiliyorlar. Sözgelimi: Yaşadıkları acı bir kayıpla, bir kazayla veya bunama gibi rahatsızlıklarla ister istemez nakillerinde hatalar yapabiliyorlar. Hadis âlimleriyse bu insanî durumu görmezden gelmiyorlar. Râvilerini bu yönleriyle de sık sık sınıyorlar. Yani bir kişiden ne duysalar alıp sonrasında onu kendi haline bırakmıyorlar. Ara ara tekrar ziyaret edip daha önce rivayet ettiği hadisleri tekrar rivayet etmesini istiyorlar. Bazen de başkasından duymuş gibi yaparak kendisine haber veriyorlar. Eğer râvi bu hadisleri hatırlayamaz yahut tekrar aktarırken hata yaparsa âlimler onun isminin yanına durumunu anlatır notlar düşüyorlar. Ve bu notları birbirlerine haber vererek yayıyorlar: "(...) tarihe kadar hafızası kuvvetliydi. Fakat bir kaza geçirdi. Ondan sonra rivayet ettiği hadislere güven olmaz..." kabilinden bir güvenlik önlemi alıyorlar. Böylece rivayet ilminin istikametini de layıkınca korumuş bulunuyorlar. Elhamdülillah. Allah herbirine amellerinin ecrini kat kat versin. Âmin. Âmin.

Hafızanın 'yaşanan acı hâdiselerle veya 'büyük korkularla' veyahut 'zorlu süreçlerle' zarar görebildiğine dair yakın tarihimizden de bazı misaller biliyorum. Örneğin: İmam Zahid el-Kevserî Hazretlerinin bir deniz yolculuğu sırasında boğulma tehlikesi geçirdiğini, bu dehşetli tecrübenin ardından "Unutmak nedir bilmiyorum!" dediği hafızasına nisyan arız olmaya başladığını, hayatıyla ilgili eserlerden okuyoruz. Ve Bediüzzaman Hazretlerinin de aynı derecede meşhur belleği hakkında şöyle ifadeler kullandığını biliyoruz: "Hem kuvve-i hafızam musibetler neticesi olarak sönmüştü." 

Psikiyatri uzmanları depresyon dönemlerinde de unutkanlığın arttığını söylüyorlar. Hatta buna 'yalancı bunama' adını veriyorlar. Bense kendimce şöyle bir ilgi kuruyorum: İnsanın unutmak istediklerinin sayısı arttıkça hafızası da zayıflıyor. Arzusu dua yerine geçiyor. Sanki kalbinin bir köşesinden kendine şöyle vird u telkinde bulunuyor: "Unut! Unut! Unut!" Depresyon dönemleri de işte biraz böylesi dönemlerdir. Depresyon geçirenler gündelik yaşamlarında kaldıramadıkları her ne varsa bunları dışarılarında bırakmaya çalışırlar. Etkisizleştirmeye gayret ederler. Bu 'dışarıda bırakma'nın yollarından birisi de unutmaktır. Unutmak bir korunma yoludur. Tecrübeyi bir tür gafletle örterek sessizleştirir. Büyük şoklar yaşayan insanlar da bazen olanları hatırlamazlar. Mürşidim yine bu sadedde bizlere der: "Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir. Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir. Müterâkim olmuş âlâmı unutturur." 

Yine Bediüzzaman Hazretlerinin 'ahirzamanda artan unutkanlık' ile 'harama nazar' arasında (İmam Şafiî rahmetullahi aleyhten nakille) kurduğu bir bağ vardır. Hatta mevzuyu götürüp ahirzamanla ilgili bir hadis-i şerifin ihbar-ı gaybîsiyle de ilişkilendirir. Devamını yerinden okuyalım: "İşte, bu umumî hastalığın tezayüdüyle, hadis-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor: 'Âhir zamanda, hafızların göğsünden Kur'ân nez'ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.' Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur'ân'a bu sû-i nazarla bazılarda set çekilecek, o hadisin tevilini gösterecek." 

Arkadaşım, ben, yukarıda söylediğime benzer bir okumayı burada da yaparım: "Harama nazar etmek de insanda unutmak istediği şeyleri çoğaltır!" derim. Dediğime de şunu eklerim: İnsanın baktığı her güzelliğe karşı içinde 'sahip olma' isteği uyanır. Ancak bu sahiplik elbette hep mümkün değildir. İmkânsızlığın ateşinden bir kıskançlık, hased ve garet dumanı tüter. O şey artık bir yoksunluktur. Bir küçük isyandır. Bir haksızlıktır. Ve insan bunları biriktirerek yaşamak istemez. Fakirliğini çoğaltarak yürümek istemez. Ya ne yapar peki? Unutur. Yahut da unutmayı diler. İster. Arzular. Bunu kendisi farketmese de içine söyler. Tıpkı şok yaşayanların olayın hemen ardından bu unutkanlığa muvaffak olabildikleri gibi o da gıdım gıdım sarsıntılarla bu muvaffakiyet emelini Sahib-i Hakiki'sine bildirir. Cenab-ı Hak da hikmetine binaen bazen tekerrür eden bu duayı kabul eder. Sahibini unutkanlaştırır. Belki depresyonun kaynağı da böylesi bir dua birikimidir. Yani 'müterâkim olmuş âlâm'la ilgilidir.

Buradan da şu ayetin semasına bir merdiven dayayalım istiyorum: Haşir sûresinde kısa bir mealiyle buyruluyor ki: "O kimseler gibi olmayın ki, onlar Allah'ı unutunca, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur. Onlar hep yoldan çıkmış kimselerdir." Ben bu mananın da yukarıdaki konuştuklarımızla alakalı olduğunu düşünmekteyim. Hatırlayalım: Bediüzzaman nisyanın nimet olduğu yer hakkında ne demişti: "Ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir." Sözgelimi: Bir insan ahlaksızlığıyla 'sahip olamadığı şahitlikleri' çoğaltıyorsa, Cenab-ı Hakkın bu insana unutkanlık vermesi, bir yönüyle nimet değil midir? (Allahu'l-a'lem.) Yahut da en azından bu çoğaltımın sonucunda gönlünde biriken sıklet Allah'tan kendisine bir unutkanlık gelmesi için ettiği dua değil midir? Çünkü bu yük ancak unutkanlıkla hafifler. Müterakim olmuş elemler ancak unutularak azaltılır. Gâfil unutkanlığı diler. Fakat biz de unutmayalım ki: Bu nisyan ancak bir devekuşu saadeti sağlar. Evet. Başını sokacak kum kalmadığında gaflet de biter. Sarhoş ayılır. Bu açıdan mezkûr ayetin cümle uykuların açılacağı, gafillerin ayılacağı, kumların dağıtılacağı 'haşir'le müsemma sûrede geçmesi ne kadar düşünülesidir!

Tevbenin gafletten farkı da burada bize gözkırpıyor. Tevbe hafızayı gerekli kılar. Günahını hatırlayan insan tevbeye yatkınlaşır. Pişmanlık hafızasız olamaz. Üstelik bu hatırlamanın mesaisi bir de Allah'la ilgili olmalıdır. Onun marifeti, isimleri, sıfatları, şuunatı akılda-kalpte diri tutulmalıdır. Bu diri tutma sağlanırsa ardından tevbe gelir. Yani, yine ayetin semasına uzanırsak, Allah'ı unutmayanın kendisini unutmaya ihtiyacı kalmaz. Hayatındaki hâdiseleri Onun kemaliyle, kemaldeki isimleriyle, marifetiyle bağlayacağı için koyulması gereken yere bırakacaktır. Ahirete inandığı için, mesela, sevdiklerinin kaybıyla büyük şoklar yaşamayacaktır. Unutuşa ihtiyacı azalacaktır. Hadisin ifadesiyle: Allah'ın ahlakıyla ahlaklanılacaktır. Böylece ahlaksızlığın muhtaç olduğu nisyana gerek kalmayacaktır. 

Şunun da altını çizerek bitirelim: Burada Allah'ın ahlakıyla kastedilen yaratışta gözettiği nizamdır, rahmettir, hikmettir. İnsan, Zülcelali ve'l-İkram'ın yaratışta gözettiği güzelliği kavrarsa, zaten makam-ı huzurda 'huzur'u yaşar. Herşeye doğru anlamları verir. Boşluğun eleminden kurtulur. Böylesi bir makamda unutulması gereken birşey kalmaz ki, âdem, kendisini unutmaya versin! Yine de, arkadaşım, âdemiyetin her şubesi hepimizin zaman zaman uğradığı yerlerdir. İmtihansız kulluk olmaz. O Rahman u Rahim'den bize her imtihanında huzurundan bahşetmesini, gafletinin yalnızlığından uzakta tutmasını, marifetinin ahlakıyla donatmasını dileriz, isteriz, dileniriz. Âmin. Âmin. Âmin.

9 Mart 2019 Cumartesi

Düşüyorum, o halde, birşeyler yarım

Arkadaşlar, özellikle de düzenli bir şekilde yazılarımı takip eden en sevdiğim takipçilerim, küçüklerimin gözlerinden, büyüklerimin ellerinden öperim. Eğer bu konuyu daha önce yazmışsam lüften "Ahmed artık tekrara düşüyorsun!" deyu yüzüme vurmayınız. Çünkü bazen unutuyorum. Evet. Düpedüz unutuyorum. Daha önce hakkında kalem oynattığım meseleler zihnimden uçuyor. Bunda da gerçi 'bilginin hakiki kaynağının' Allah olduğuna dair bir delil var ama bir açıdan da beni korkutuyor. Yazılarında tekrara düşenler sevilmezler çünkü.

Bediüzzaman'ın kendi seyr u sülûk metodunu tarif için kullandığı 'Dört Hatve' ifadesini bilirsiniz. Hatve 'adım' demektir. Dördün içeriği ise şöyledir: Acz, fakr, şefkat, tefekkür. Kendi cümlelerimize geçmeden müellif-i muhteremin izahlarından bir parça alıntılayalım da yazımıza bereket versin:

"Cenab-ı Hakka vâsıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur'ân'dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kasır fehmimle Kur'ân'dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarikidir. Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder. Şu tarik, hafî tarikler misillü, letâif-i aşere gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi nüfus-u seb'a yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki dört hatveden ibarettir."

İşte, geçenlerde eski bir yazımı okurken, bu dört adıma dair bencileyin ilginç birşeyi sezdiğimi, ancak üzerinde yeterince duramadığımı farkettim. O da şudur: Bu dört adımın her parçasının insanı 'varoluşuyla barıştıran' bir yanı var.

'Varoluşumuzla barışmak'tan kastettiğim aslında bir tür huzur makamı. Yani şeyler içinde bambaşka birşey olarak tuttuğunuz yerden razı olmak. Daha doğrusu: Büyük resmin içinde işgal ettiğiniz 'şey'likten razı gelmek. Onun öyle olmasından mutluluk duymak. En azından barışmak. Evet. Ben, huzurun, 'şeylerle insanın arasındaki musalaha'dan inkişaf edeceğine inananlardanım. Yani şahitliklerimiz ile sinemiz arasındaki ritim bozukluğu düzeltilirse şarkının aslında güzel olduğu anlaşılır.

Tabii böylesi bir barış iki boyutlu okumaları gerekli kılıyor. 1) İçe dönük okumalar. 2) Dışa dönük okumalar. İçe dönük okumalar şeyler arasında 'nece birşey' olduğumuzu anlamak için gerekli bize. Dışa dönük okumalarsa 'ben' denen şeyin etrafında 'nece şeyler' bulunduğunu idrak edebilmek için gerekli. Bu iki okumadan "İşte budur!" denilecek sonuçlara varılırsa insan olmaktan/olduklarından huzur duyar.

Hemen burada, İşaratü'l-İ'caz'da da tefsir edilen, benim 'küfür/gaflet psikolojisi tasviri' olarak gördüğüm o ayetlerin de ellerini öpelim: "Onların durumu karanlık gecede ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda, Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır, (artık hiçbir şeyi) görmezler."

Sonrasındaki ayetlerde bir misallendirme daha var. Onu da okuyalım: "Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve şimşek bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir. O münafıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki, Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır."

İşte ben her iki ayet-i celilede de yukarıda anlattığım 'yerini bilememe' huzursuzluğunun tasvirini hissederim. Hem 'karanlık gecede ateşsiz kalan' hem de 'yağmurlu havada yolunu yitiren' aynı boşluk hissini yaşamaktadır. Yani etraflarındaki şeyler nelerdir ve kendileri o şeyler içinde nasıl bir konumdadır? Böylesi hayatî soruların cevabını bulamadığı için; kâfir, münafık veya kimi zaman da (bildiği cevaplardan gaflete düşen) bizler, bir bocalama yaşarız. Bu bocalama huzursuzluk olarak okunur.

'Huzursuzluk' diye merkezî bir başlık açtık ama korku da, vehim de, hırs da, öfke de ve daha türlü çeşit dengesizlikler de böylesine 'sınırları bilinmez bir âlemde' yaşama tasavvurundan beslenen sapmalardır aslında. Doğru cevabı bilmeyen öğrencinin şıklar karşısında düştüğü telaşın yukarıda anlattığımız psikolojiye küçüğünün küçüğü bir benzerliği vardır.

Tam da bu noktada, arkadaşlar, acz-fakr-şefkat-tefekkür dörtlüsü bize kendimizle ve çevremizle barışmanın imkanlarını sunar. İnsan, 'aciz' ve 'fakir' olduğunu kabul ettiğinde kendisiyle, 'şefkat' ve 'tefekkür' ettiğinde de evreniyle barışır. Taşıyabileceğinden fazlasıyla yüklendiğini farketmedikçe hiçbir çilekeşin çilesi 'azalıcı' değildir. Bediüzzaman'ın, gemiye bindiği halde hâlâ yükünü sırtında taşıyan yolcu misalinde olduğu gibi, insan da 'güç yetiremezliğini' ve 'çok ihtiyaçlı olduğunu' kabullenmedikçe insan olmanın rahatlığına eremez.

Hani, yazılarımda sık alıntılarım, Irvin Yalom'un bir sözü vardır: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar!" diye. İşte insan da 'yalnızca bir insan' olduğunu kabul ettikçe şifa bulur. Kur'an'ın kendisini 'şifa' olarak tarif etmesinde bunun da payı vardır. Çünkü bize aslımızı anlatır. Aslımızı anlata anlata sanrı 'ben'liklerimiz alır. Elhamdülillah.

İnsan aczini ve fakrını kabul ettiğinde 'Hayır!' demesini de öğrenmiş olur. Kime karşı? Önce nefsine karşı. Sonra şeytana karşı. Sonra hevasına karşı. Sonra kibrine karşı. Sonra kendisini dev dalgalarıyla alıp sürüklemek isteyen yaşama telaşına karşı. Sonra? Bu sonraları onlara-yüzlere çıkarmak mümkündür. Fakat en nihayet hepsi aynı güzel şiiri söyler: Karınca, yalnızca bir karınca olduğunu kabul ettiğinde, deveyle yük yarışına girmekten kurtulur. Kimseyle yarışmayan yenilmekten kurtulur. Hatta hayallerimizin ortayaşlarımızdan sonra yapmaya başladığı tazyikattan dahi bizi kurtaran "Ben işte bu kadarım!" diyebilme yetimizdir.

Şefkat ve tefekkür ise bize dış âlemimizle barışmanın imkanlarını sunuyor. Mesela: İnsan şefkat ettikçe çevresindeki şeylerle kalbî bir barışma yaşıyor. Bir yavru köpek size yaklaştı. Elinizdeki dürüme doğru anlamlı bakışlar atıyor. Siz de açsınız. Bu köpek şimdi sizin düşmanınız mı? Şefkatliyseniz değil. Şefkatliyseniz ona yedirdiğiniz lokmadan daha leziz şeyler sizin kalbinize akacaktır. Şefkatiniz sayesinde şeyler sizin zararınızdan kurtulacaktır. Şefkatiniz sayesinde 'ben'iniz dünyayla kalbinden barışacaktır.

Peki ya tefekkür? Tefekkür de aklın evrenle barışması için gerekli. Başınıza bir musibet geldi diyelim. Bu musibete güzel bir anlam yükleyemedikten sonra onun etkisinden kurtulabilmek mümkün olabilir mi? Çünkü kaybettirdiği çoğu zaman geri getirilmez. Kaybı tastamam kayıptır. Gideni gidendir. İnsan gidenlerle ancak onlara doğru anlamları yükleyebilirse barışabilir. İşte, tefekkürümüz de, Allah'ın Hakîm ismiyle bezeli, 'Ondan gelen herşeyde bir hayır olduğu' düşüncesiyle sarılı, en çirkin sahnelerde bile ötelere bakan bir güzellik arayan açlığıyla 'ben'imizi aklından dünya ile barıştırır. Çıldırmaktan korur.

Demek, bu dört hatvenin, kendilik kulemizden çıkıp, ancak içlerinde durduğumuz yerin doğru tanımını yapmakla huzur bulacağımız yönlere, yani içe-dışa doğru adımlar atmaya benzer bir yanı var. Bediüzzaman'ın, geçmişi ve geleceği de katarak, 'şeş cihet/altı yön' kavramlaştırmasıyla andığı bu 'nerede olduğunu anlama' meselesinin dünyada bulacağımız huzurun kaynağı olduğu herhalde su götürmez.

İki halet-i ruhiye arasındaki nüansı karanlıkta merdiven inmeye de benzetebiliriz aslında. Hani olur ya. Bazen ayağınız iki basamağı birden aşar karanlıkta ve tabanı umduğunuz yerde bulamamaktan bir boşluk yaşarsınız o an. Bir düşme korkusu duyarsınız. Bocalarsınız. Tuttuğunuz yeri karıştırırsınız. İşte acz, fakr, şefkat ve tefekkür yaşarken bunu aşabilmemizi sağlıyor. Haklarını tam anlamıyla verebilirsek elbette.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...