İhtiyaç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İhtiyaç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Temmuz 2021 Çarşamba

Ahirzamanda eğitime nereden başlamak lazım?

 "Evet, acz dahi aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder." Sözler'den.

Bediüzzaman'ın mesleğinde 'tasavvuf' yok mudur? Ben bu soruya kat'i bir şekilde "Hayır!" diyemiyorum. Çünkü tasavvufu 'üç fıkıh'tan birisi olarak görüyorum. Nedir o 'üç fıkıh' peki? 1) 'Fıkh-ı Ekber' ki itikadımızdır. Neye inanıp-inanmayacağımızdır. 2) 'Fıkh-ı Zâhir' ki amellerimizdir. Nasıl işleyip-işlemeyeceğimizdir. 3) 'Fıkh-ı Bâtın' ki maneviyatımızdır. Nasıl duygulanıp-duygulanmayacağımızdır. 

İşte bu üçüncü fıkha mihmandarlığı tasavvuf eder büyük ölçüde arkadaşım. İkincinin âmilleriyse fakihlerimizdir. Birincinin sahipleri de akaid imamlarımızdır. Allah hepsinden razı olsun. Elbette hepsinin başı Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdır. Sahabesidir. Selef-i Salihîndir. Fakat ilerleyen asırlarda  uzmanlaşmalar başlamıştır. Bir tür görev paylaşımı olmuştur. Ehl-i Sünnet ulemamız da, ekseriya birkaç alanda birden hamiyetini göstererek, ümmetin ilgili yaralarını sarmışlardır. Pâk mirası taşımışlardır. Taliplerine ulaştırmışlardır. Mutasavvıfların sardığı yaralar da çoğunlukla 'Fıkh-ı Bâtın'a dair yaralardır. Allah ecirlerini kat kat versin. Onlar dışarıda 'Fıkh-ı Zâhir'in şartlarına uymakla erişebilecek rızanın içimizde kollanması gereken yasalarını belletirler. Sözgelimi: Namazın hak mezheplerdeki şartlarına uymakla dışarısı tamam olur. Lakin içerideki kemali ancak ihlasladır. Tevazuyladır. Dolayısıyla gösteriş için kılınanı bâtıldır. 

Bu üç dairenin birbiriyle ilişkisi bir anlamda besmeledeki Uluhiyet-Rahmaniyet-Rahimiyet ilişkisine benzer. Daire-i itikadın Uluhiyet mertebesinde tasdik ettiğini daire-i tasavvuf Rahimiyet mertebesinde tasdik eder. Arştan ferşe bir yol uzanır. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur. İtikadlar duygulanmalara dönüşür.

Bu anlamda Bediüzzaman'ın tedrisini 'Fıkh-ı Ekber'de sınırlayamayacağımız gibi 'Fıkh-ı Bâtın'dan da ibaret sayamayız. Hatta sanki mürşidim bu ikisinin birbiriyle ilişkisinden doğan enteresan bir tasavvuf dili konuşmaktadır. Erbabı değilim ki tayin edeyim arkadaşım. Ama "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla derim: Belki bu tasavvufta da bir tecdittir. Tasavvufsuzluk değil de yeni bir tasavvuftur. Tecdit deyince de bazıları 'büsbütün yeni birşey' arıyor. Yok. Değil. Büsbütün yenilik olamaz ki. Ancak üslûpta bir başkalık olduğu sezilir. Yoksa Ehl-i Sünnet'in 'Fıkh-ı Bâtın' çerçevesinden ayrılan da istikameti bulamaz. Böyle bir ayrılış kastetmiyoruz. Hâşâ. Fakat mesela 'aşk'ın yerine 'acz'i merkezine alışında bile bir başkalık seziyoruz. Hikmetini inanıyoruz.

Evet, öyle, ahirzaman ikliminin âdemiyeti en çok 'acz bilinci'nden yaraladığını düşünüyorum ben. Çünkü modern(!) çağın insanı geçmiştekilerin yapamadığı şeyleri yapıyor. Gidilemeyen hızlarda gidiyor. Bilinemeyen şeyleri biliyor. Ulaşamadıkları seviyelere ulaşıyor. Yani ki daha önce yaşanılamayan şartlarda yaşıyor. Bu hali elbette onu Karun misali bir yanılgıya itiyor. "Bu bana ilmimle verildi!" deyu iddialara sapıyor. Hatta Alâk sûresinde aktarılana epeyce benziyor hali: "Şüphesiz insan azgınlaşır kendisini ihtiyaçtan uzak görünce!" Ahirzaman insanı da tastamam böyle değil mi? Veya buna yatkın değil mi? Bence öyle. Böyle olduğunu en çok giderek artan/çeşitlenen dalaletinden, günahlarından, zulümlerinden anlıyoruz. Evet. Eskisinden daha iyi şartlarda yaşıyoruz. Fakat, hayır, aynı zamanda eskisinden çok daha zarar vericiyiz.

Ahirzaman Karunları olduğumuza inanmakta güçlük mü çektin arkadaşım? O zaman seni mürşidimin bir metnine misafir edeyim: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar..." Hani sen de bilirsin: Bilmeyene 'cahil' derler. Ama 'bilmediğini bilmemeye' 'cehl-i mürekkep' denir. Cahilliğin çaresi kolaydır da cehl-i mürekkebinki zordur. Zira bilmediğini bilene öğretirsin. Cahilliği geçer. Ama 'bilmediğini bilmeyene' hiçbirşey öğretemezsin. Boşluğunu kabul etmediği bardağını dolduramazsın. Ters bardak doldurulmaz. Ahirzaman insanı bardağını işte böyle ters çevirmiştir.

Kendisi hakkında yanılgıdadır. Bu yanılgısı uzun asırlar boyunca başardıklarıyla inşa olmuştur. Seküler alandaki harikaları aklını başından almıştır. Karun'un şaşkınlığını yaşamaktadır. Şaşkınlığını aşamadığı için de irşad edilememektedir. Bu nedenle mürşidim manevî alandaki terbiyesine 'aşk'la değil 'acz'den başlar. Cidden sarsılmış bu bilincin korunmasına çaba sarfeder. Aczin ihyası ise ancak fakrın kabulüyle olur. İhtiyaçlarını 'ihtiyaç' olarak görmeyene güçsüzlüğü anlatılamaz ki. İhtiyaçlarını karşılama sürecini 'varlığa boyun eğdirme' olarak gören şuur düzeyi elbette zayıflığını zafer sanacaktır. Hiçbir cephede kendince yenilmediğinden zırh giymek gibi bir fikre de kapılmayacaktır. Hayatını tehlikede saymayacaktır. Halbuki maneviyat havf ve reca (korku ve ümit) arasında say etmekle ayakta durur. Yürüyüşü bittiğindeyse ölür.

Yani arkadaşım, bana öyle geliyor ki, ahirzaman dalaleti 'cahilliğin' değil 'ukalalığın' neticesidir. Bu yüzden dehşetlidir. Arızası içeridedir. Psikolojiktir. Merhem sürülmesi zor bir yerdedir. 5. Şua'da da izah edilen 'Süfyanın ilimle dalalete düşmesine' dair rivayet, hakiki bir âlim olmasından değil, hevası ekseninde malumat/done sahibi olmasındandır. Bugün böylesi o kadar çok tiple karşılaşmaktayız ki. "Ulema-i su nedir?" diye sormaya ihtiyaç bile hissetmiyoruz. Bilmediğini bilmeyen bilirler heryanı sarmış vaziyette.

"Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur'ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i'câzından olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur'ân'a ait yazılarıma ihsan etti."

Mesele itikada da tam burasından bağlanıyor bence arkadaşım. Yani acz bilincinin inşası için de sahih bir itikada ihtiyaç var. Hem 'sahih' hem de 'dinamik' olmalı. 'Taklid' değil 'tahkik' olmalı. En azından temel meseleleri tahkikle halledebilmeli. Ehadiyet dairesinde soluklanmalı. Ferdi ihsan makamına çıkarabilmeli. Çıkarabilmeli ki bireyselliğine saklanamasın. "Bana öyle gelmiyor!" diyerek yırtamasın. Ona bile ister-istemez öyle gelsin. Bediüzzaman ahirzamanda bize böyle bir dil öğretmeye çalışıyor. İtikadda ilzam edici. Tasavvufta ikna edici. Yahut da itikadda ikna edici. Tasavvufta ilzam edici. Muhatabın inadına/kıvamına göre ikisi de var. Lazım. Ama hepsinin öncesinde merkezde acz var. Çünkü irşad olmak için insan önce insan olduğunu hatırlamalı. Başladığı yere dönmeli. Acz bunu yapmaya aşktan daha yatkındır. Veyahut da şöyle diyebiliriz ki: Mana-i ismiye müptela ahirzamanlıya aşk aczden daha tehlikelidir. "Muhabbetin bir vartası var ki: Ubûdiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve dâvâya atlar, mizansız hareket eder. Mâsivâ-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismîye geçmesiyle tiryak iken zehir olur."

24 Aralık 2015 Perşembe

Anmak, medet almak mıdır?

Anmak, hatırlamaktır. Zâkir kelime tekrarcısı değil, tekrar tekrar hatırlayandır. Hatıralar, hafızamıza yaptığımız yığınak. Onlardan güç alıyoruz. Tıpkı, bir siperi kum torbalarıyla doldurduğumuz gibi, hayalimize yönelik taşlar döşüyoruz hafızamıza da. Güce muhtaç olduğumuzda çağırıyoruz. Ve sık oluyor bu. Hatırlamalıyız. Çünkü hatıralar, aynı zamanda geri çağrılan duygulardır. Birşeye dair sebatınızı veya heyecanınızı yitirdiğiniz zaman, size o heyecanı yeniden hissettirecek hatıranıza koşarsınız. Anılarda salt olaylar, kişiler ve yüzler saklanmaz yani. Duygular da paketlenir.

Örneklendirelim: Sınıfı birincilikle bitirmeniz lazım. Neden? Çünkü ailenizin okumanız hususunda gösterdiği fedakârlıklar size böyle bir arzu ve açlık hissettirmişti. Bu yolda çalıştınız eğitim hayatınız boyunca. Hissediyorsunuz ailenize böyle bir hediye vermenin heyecanını ve arzusunu. Bir başkasında daha fazla imkan var belki o başarıya ulaşmak için. Belki sizden de zeki. Fakat onda o açlık ve heyecan yok. Çünkü o açlığı ve heyecanı tetikleyecek bir hatırası yok. Babanızın gözlerinizi öpüşünü hatırlıyorsunuz sonra uğurlarken. Belki otobüsün ardından gözlerini silişini. Bu sizde uykuları ve tembellikleri dağıtan bir güce dönüşüyor. Siz arzuluyorsunuz. Öteki arzulamıyor. Çünkü sizin hatıralarınız var. Babanızın yırtık ceketi var. Annenizin nasırlı elleri var. Diğer çocuğun böyle bir hazinesi olmayacak. Onlara yaslanarak güç alamayacak...

Hollywood filmlerinde sık rastlarız böyle sahnelere. Bir başarı öyküsünde, esas oğlanımız veya kızımız, başarmanın en zor olduğu anda, kendisini o başarıya koşturacak ve arzusunu diriltecek olan hatırasını tahattur eder. Belki bir sözdür bu, sevdiği birisi tarafından söylenen. Belki düşmanının onu gayrete getiren hakaretidir. Nihayetinde bizim de kahramanın iç dünyasına dahil olmamızı sağlayan 'anımsama' sahnesinin ardından başarı gelir. İstisnalar var mıdır? Mutlaka. Ama genelde böyle olur.

Besmele de, bir âdet-i İslamiye ve şeair-i İslamiye olmasının ötesinde böyle bir hatırlamadır bence. Zaten âdet ve şeair, müslüman toplumun (veya ferdin) şuurunu oluşturan (ve koruyan) şeylere denir. Besmeleyi söyleyen kişi, hatırladığı Allah'a yaslanır. Bunu büyük bir farkındalık ve vurgu ile yapması şart değildir. Şuur düzeyinde, içinde bir yerde, Allah'ın varolduğunu hatırlamıştır. Onun ismini ve dolayısıyla isminin kendisindeki hatırasını anımsamıştır.

Bu anımsamayla, yapacağı fiil ile kalbindeki Allah tasavvuru arasında bir bağ kurmuştur. O fiili anlamlı kılacak veya o fiili yapmada gayretini koruyacak duyguların madeni harekete geçirilmiştir. Allah'ı hatırlayan, çok şeyi hatırlar... Allah'ı hatırlayan, kendisindeki Allah tasavvurunun gelişkinliğiyle ilgili olarak (yani marifetiyle doğru orantılı olarak) bir anlam dünyası bulur arkasında. Tıpkı okulunu birincilikle bitirmek isteyen öğrencinin veya farklı bir başarı öyküsünde, en büyük zorluğun önünde son hamlesini yapmak için bekleyen kişinin herhangi bir hatırayla ilişki kurup güç alması gibi, biz, Allah'ı andıkça Allah'tan güç alırız. Çünkü ismini anmak, hatırasını anımsamaktır. O hatırayla ilgili ne kadar duygu ve anlam varsa, kapağı açılmış barajdan akar gibi kalbe çullanmaya başlamasıdır. Bu sözümü sevdiğinin ismini ve yüzünü hatırlamadan şiir yazamayan şairler anlamazsa, hiçkimse anlayamaz. Virdini okurken cezbeye gelen zâkirin sırrı budur. Baraj kapağından akan suyun coşkusu aklını elinden alır.

Mürşidim bir yerde diyor ki: "Bismillah güneş gibidir. Başkalarını tenvir ettiği gibi, kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan onun hakikatini herkesin ruhu hisseder. Kalb ve hayal bilmese de ehemmiyeti yok. Onun için beyan ve tariften müstağnidir." Ben de bu nedenle bu hissi tarif etmeye girişmeyeceğim. Ama istemsiz bir şekilde, her zor işimde veya dara düştüğüm anlarda (hatta az önce Hakkı'yla masa tenisi oynarken oyunu çevirmekte zorlandığımda) onu anmamı başka şekilde açıklayamıyorum. Birinci Söz'deki kıssanın insan psikolojisine uzanan bir yanı bu: Sonucun bir ehemmiyeti yok. İstemeden dilime geliyor. Yaslanmak hepimizin ihtiyacı. Seve isteye söylüyorum. O zaman yine mürşidimin 'bi ismi'yi tefsir ederken dediği gibi diyeyim ve bitireyim: "Yani, yalnız Onun ismiyle başla ve medet al." İsmiyle başlamak medet almak mıdır? Evet, hakikaten öyledir. Kimin ismiyle başlarsan, ondan medet alırsın.

15 Ocak 2015 Perşembe

Bediüzzaman da dünyaya alıcı gözüyle bakardı

"Dünyamın tepetakla olmasının getirdiği panik duygusundan kurtulur kurtulmaz ve aramızdaki bu istenmeyen misafiri kabullenir kabullenmez, kendimi yepyeni bir dönemecin başında buldum. Onlarca yıldır, yetkin, güçlü, güvenli olmanın verdiği gururu bir kenara bırakıp sorumluluklarımın bir kısmını başkalarıyla paylaşarak hayatın sadece vermekten ibaret olmadığını öğrendim." Deborah Hutton, Bir Kanser Hastasından Yakınları İçin 75 Faydalı Öneri'den.

Muhtemelen daha evvel de yazdım. Fakat bu dişimin kestiği öyle güzel bir şeker ki bitmiyor, gitmiyor, balı dilimi terketmiyor. O yüzden tekrar tekrar meşgul olmak ihtiyacı hissediyorum. "Nedir ki acep bunca mübalağa ile hayran olduğun ey ifratkâr çocuk?" derseniz hemen döküleyim: Acz/fakr mesleğidir. Böyle söyleyince heyecan vermedi belki. Nihayetinde mezkûr kelimeler zamanın ‘Marvel karakteri olmayı arzulayan’ bireyine çok da albenili gelmiyorlar. Tersi bir istikameti gösteriyorlar.

Bense 'acz/fakr mesleğini' bu sıralar daha zengin anlamaya çalışıyorum. Bence bu meslek hayata 'hep alan el olduğunuz' bir düzlemde bakmaya çalışmaktır. Evet. Buraya da şuradan geldim arkadaşım: "Veren el, alan elden üstündür!" buyuran Aleyhissalatuvesselamın sadece ‘sadaka alma/verme ahlakına’ yönelik bir nasihatte bulunmadığını düşünmeye başladım. Hayır. Daha da üstünde birşeydi söylenen. İçimizin yasasıydı. Gönlümüzün dengesiydi. Üst olanın ‘kendisini ne olarak vehmederek’ üst olduğunu; altta kalanınsa ‘kendisini ne olarak görerek’ altta kaldığını haber veriyordu sanki 'habercilerin en güzeli' Aleyhissalatuvesselam.

Yani: Size birşeyler verdiğini düşündüğünüz kişi sizin üstünüzdür. Üstünüz olduğunu düşünürsünüz kalbinizin/aklınızın bir köşesinde. Sizden birşeyler alan kişiyse altınızda gibi gelir. Ona da astınız olarak muamele edersiniz yine bilincinizin/şuurunuzun bir yerinde. O yüzden derim ki: 'Acz/fakr mesleğinde' ilerlemenin yolu, Allahu’l-a’lem, ancak şeylerle olabildiğince 'alan el' konumunda muhatap olmaktır. Bunu mahlukattan dilenme şeklinde düşünmeyin. Çünkü acz/fakr mesleğinin öyle anlaşılmasının yanlışlığını mürşidim bizzat kendisi beyan ediyor:

"Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip, yalvarmak demektir. Yoksa, fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak demek değildir." Ama, kaçırmayalım arkadaşım, hemen öncesinde şunu da söylüyor: "(...) bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine, fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştihâ sûretini alır. İştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler."

Peki ‘fakrın tezyidi’ nasıl olur? Bir insan şu anki halinden daha aciz/fakir mi olmalıdır Allah'a yaklaşmak için? Sahip olduğu imkanları mı terketmelidir? Halbuki mürşidim modern medeniyeti de; "Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş..." diyerek eleştirmektedir. O halde buradaki 'fakrın ziyadeleşmesi' meselesi bir ihtiyaç artımından ziyade şuur işidir. Allah'a ne denli muhtaç olduğunu anlama meselesidir.

Elhamdülillah. Buraya kadar geldik. Bir adım ötesine de gidelim: İnsan Allah'a muhtaçlığını nasıl ‘daha fazla’ anlar? Nasıl böylesi bir mecrada arttırım sağlayabilir? Zaten başlarken herşeyin Allah'ın ona bir bağışı olduğunu kabul etmemiş midir? (Tevhid buna denmez mi?) Daha fazla neye iman edebilir ki aczini/fakrını bu yolla ziyadeleştirsin?

İşte, tam da bu mertebede Vahidiyet'ten Ehadiyet'e geçiş, gaibane muhatabiyetten hazırane muhatabiyete atlayış, malikiyevmiddin'den indinessıratalmustakim'e yapılan sıçrama sorularımıza cevap da oluyor. Çünkü Bediüzzaman, Mesnevî'sinin başında, 'amiyane tevhid' ve 'hakiki tevhid' ayrımını buna benzer bir şekilde yapıyor:

"Birisi âmiyâne tevhiddir ki; 'Allah'ın şeriki yok ve bu kâinat Onun mülküdür...' der. Bu kısım tevhid sahiplerinin fikirce gaflet ve dalâlete düşmeleri korkusu vardır. İkincisi hakikî tevhiddir ki 'Allah birdir, mülk Onundur, vücut Onundur, herşey Onundur...' der; lâyetezelzel bir itikada sahiptirler. Bu kısım tevhid sahipleri, herşeyin üstünde Cenab-ı Hakkın sikkesini görür ve herşeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki dalâlet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar."

Yani, hakikî tevhidi yaşamak, sadece “Herşeyi Allah yarattı!” fikrine ulaşmak değildir. Ya? ‘Huzurî bir tevhid melekesi' ile ‘varlığın sana yazılmış mektuplar haline geldiği’ bir düzlemde, herşeyin aslında sana mesaj olduğunu ve hiçbir zaman mesaj veren olamayacağını anlamandır. Bu anlayışı geliştirdikçe geliştirirsin kendini acz/fakr mesleğinde. Her bağışın sana yapılan bir bağıştır. Her verişin sana yapılmış bir veriştir.

Bediüzzaman; "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz..." derken de bunu ders verir; "Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi..." derken de bunu söyler; "Mesela, Risale-i Nur'un şakirtleri içinde Cenab-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur'ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş..." derken de bunu anlatır; "Elhasıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur'âniyenin lemeâtındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, devâ Kur'ân'ındır..." derken de bunu nasihat eder ve hakeza. Hangisine baksanız Bediüzzaman'ın dünyaya 'alan el' olarak baktığını ve hiçbir zaman kendisini 'veren el' gibi görmediğini görürsünüz.

Şimdi buradan alıp kendi hayatlarımıza dönelim. Bir sadaka veriyoruz, bir muhtacın başını okşuyoruz, birisine tebessüm ediyoruz, bir namaz kılıyoruz, bir yazı yazıyoruz vs. Acaba bütün bunları yaparken kendimizi ne olarak görüyoruz? Alan el mi? Veren el mi? Bence vereceğimiz cevap bu meslekte ne kadar ilerde olduğumuzu da gösterecek. Cevabımızı ararken mürşidimin şu cümlesini de hatırda tutalım arkadaşım: "Elbette nimet yukarıdan aşağıyadır ve muhtaç olan beşerin mertebesi aşağıdadır."

Mesela ben kendime döneyim hemen: Bu yazıyı yazmakla size birşey bahşettiğimi ve yüce ilmimden(!) faydalandırdığımı mı düşünüyorum, yoksa yazmak-duyurmak-paylaşmak aşkı kalbime düşürülerek aslında Allah'ın 'kalemle öğrettiğine' mi şükrediyorum?

Bu da benim işin neresinde olduğumu öğretecek bana. Eğer size, bu yazıyı yazmakla bir bağış yaptığımı düşünüyorsam, kendimi veren el kıldım, üst saydım, aczim ve fakrım yara aldı, kibrim yükseldi, risk altındayım, 'dalâlet ve evhamın taarruzu'na kapı açtım. Ama eğer aslında bu yazıyı yazmakla Allah'ın 'bir işe yaramamı' sağladığını düşünmüşsem ve bir işe yaramamı sağladığı için ona şükretmişsem, hem tehlikesi gitti, hem de ne güzel, belki kardeşinize dua edeceksiniz. İki yerden kazancım var.

Ancak dedim ya: Mesele varlığa alan el olarak bakmakta. Hep talebe kalmakta. Hep aç durmakta. İhlas da burada gizli. Tevazu da. Bu bir tasannu değil. Olduğumuz şey bu zaten. (Tevazu da 'vazedildiği gibi olmak' demek değil midir?) Ne biliyorsun: Belki senin sadakan değil de sadaka verebileceğin muhtacın karşına çıkarılması sana verilmiş bir sadakadır? En nihayetinde fikir eteğimizi topladığımız cümle şöyle: "(...) senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabt edip, Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar." Amenna. Nihayetinde sen sadece bir kulsun. Allah odur. Ve "Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var!"

10 Kasım 2014 Pazartesi

İçimdeki ateiste mektuplar 4: Timsahın duası

Bir belgeselde izlemiştim. Vahşi hayvanlar, sürüler halinde bir su birikintisinin (göl demek biraz zor) çevresinde toplanıyorlardı. Bir şeylerden korktukları çok belliydi. Fazla beklememe gerek yokmuş neyse ki. Beş dakika bile sürmeden bu tedirginliğin hikmet-i vücudu ortaya çıktı. Bir timsah ansızın yerinden fırladı ve gaflette yakaladığı bir tanesini suya çekti.

Ölümler de en az 'hayat buluşlar' kadar organize ve gerekli. Belki bunu bana, her gün binlerce canlıyı öldüren dünya mezarlığı düşündürüyor. Zira bu dünyaya gelenler ve gidenler öylesine orantılı ki, birisi tarafından ayarlanmamış olması mümkün gözükmüyor. Böyle mükemmel bir intizam, gelir-gider dengesi olmadan korunamaz.

Şöyle enteresan bir şey okumuştum: İkinci Dünya Savaşı’nda ülkelerin erkek nüfusunda büyük azalışlar olmuş. Fakat burada enteresan bir şey var. Aynı ülkelerde, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki doğumlara bakıldığında, erkek çocukların doğum oranı, kız çocuklarının doğum oranının neredeyse iki katına ulaşmış.

Sanki dünyaya gelen çocukların bu açıktan haberi varmış da eksikliği kapamışlar gibi. Ve bilim adamları şaşırmış. “Doğa yaşamak için yol buluyor...” diye düşünmüşler. Sanki doğa dediğimiz otun, böceğin aklı var da bunları düşünüyor.

Empati yapıyorum ve kendimi timsahların yerine koyuyorum. O ağır cüsseleriyle uzun kara koşuları yapamayacak olan biçareler, elbette rızkı ayaklarına bekleyecekler. Hem zaten suyun dışında, yanlış hatırlamıyorsam, üç günden fazla yaşayamıyorlar. Siz böyle sınırlarla yaratılmış olsanız, nasıl dua ederdiniz Allah’a? Mesela şöyle olabilir mi:

“Allah’ım, benim rızkımı kovalamaya gücüm yetmiyor. Vücudum ağır, suya muhtacım. Sen rızkımı bana gönder!” Galiba timsahlar da böyle dua ediyorlar. Zira belgeselin devamında öğrendiğime göre, o bölgede timsahların bulunduğu sudan başka içme suyu kaynağı yokmuş. Yani o vahşi hayvancıklar, korkarak da olsa, suya yanaşmaya mecburlar. Dahası var. Eğer timsahlar onların sayısına böylesi bir ayar çekmese, hızlı nüfus artışları nedeniyle ortalığı sararlarmış. Nesilleri çoğalır ve başka hayvanlar için sıkıntı yaratırlarmış.

Onlar böyleyse, peki ya diğerleri? Sahi, bir seferde binlerce yumurta bırakan balıklar ve on binden fazla tohum saçan haşhaşlar var. Eğer onlara da Allah böyle bir sınır koymasa, dünya nasıl bir yer olurdu? Bu yüzden hepsinin bir sınırı var arkadaşım. Ve herkesin bir duası var. Şuurlu ettiklerimiz bir yana, haberimiz olmadan ettiklerimiz de var. Kuşların da var. Ağaçların da var.

İnanmıyor musun? Hatta ağaçlarınki o kadar mucizevî ki, onların muhtaç olduğu su, ta başka okyanuslardan gökte taşınarak getiriliyor. Damlacık, damlacık yüzlerine serpiştiriliyor. Böyle hizmet nerede var? Şu dünyaya dikkat et! Her canlının arzusu, adeta duası işitilir gibi hiç ummadığı yerlerden karşılanıyor. Yavrular, annesinin sinesinden süt emiyor, insanlar tat bilmez bir böcekten bal alıyor ve elsiz bir böcekten ipek giyiyor. Hayat bir şekilde sürüyor.

Seni bilemem. Ama ben gördüğüm harikaları 'duaların sahibinden' başkasına veremem. Bu kadar farklı arzuların, bu kadar farklı canlıdan, bu kadar farklı şekillerde semaya yükseldiği bir kâinatta, Allah’tan başkasına bir zerreciğin yükünü yükleyemem. Zira bir ağaç için, bir güneş gerek. Bir güneş içinse, bir kâinat. Herkesin duası, bir diğerine bakıyor. Bunların hepsini işiten ve birbirine uygun cevaplar veren, ancak O olabilir.

10 Eylül 2014 Çarşamba

İhtiyaçlarınızdan hangi birini inkâr edersiniz?

"Şüphesiz insan azgınlaşır. Kendini ihtiyaçtan uzak görürse..." Alâk sûresi, 6-7.

Her nimet, bir açlığa mukabil. İnsanın muhtaç olmadığı şeyin ona bağışlanması nimet sayılmaz. Bu yüzden çoğu zaman elimizdekilerin kıymetini kaybettikten sonra anlarız. Neden kaybettikten sonra? Çünkü kayboluşu ihtar ediyor bize lazım olduğunu. Bu nedenle 'nimet' kelimesine bir tanım getirdiğimizde yalnız 'faydalı'yı değil, 'lazım derecesinde faydalı'yı kullanmalıyız. Fayda var ki; aslında israftır; insanın israfıdır onu faydalı sandıran. (Fayda bizde oynak bir kelime. Sanrısı çok.)

Lazım ile faydalı arasında ince bir nüas var. Lazım, olmazsa seni eksik bırakandır. Faydalı, olduğunda seni arttırandır. İsraf, arttığında seni zarara uğratan, eksilten.

Bu kulakla dinlersek; "Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!" emr-i Kur'anîsi diyor ki bize: Lazım için çıktığınız yolculuk, faydalıya uğradıktan sonra; faydaya (ama sanrısı çoktur dedik) müptela olup israfı arattırmasın. Yemek ve içmek sizin lazımınız idi. Oradan yola çıktınız. Lezzet, koku, süs, renk vesaire, o lazımı yapmanızın mükafatı/ücreti idi. Sakın sakın! Mükafatını lazımı sanıp yemeyi ve içmeyi araçsallaştırmayın. İşte o zaman yediğiniz, içtiğiniz israf olur. Sizi arttırmaz, azaltır. Yalnız tenevv-ü et'imeden (yeneceklerin çeşitliliğinden) gelen bir yalan iştah kalır dilinizde. Ücreti, hedef kılmışsınızdır çünkü. Kapıcıyı sultan etmişsinizdir. Bediüzzaman nasıl tarif ediyor onu 19. Lem'a'da:

"İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."

Her nimet, bir açlığa mukabil. Muhtaç olmadığın şeyin sana bağışlanması nimet sayılmaz. Kumruya aslanlara layık et versen, değersizdir. Kedinin kuyruğu tavus olsa, yakışmaz. Balıklara oksijen tüpü bağışlamışsın, sevdiler mi sandın? Herşey yerinde hikmetli. Herşeyin yerli yerindeliği hikmet. Hikmetin bir gözü 'ihtiyaç'a bakıyor. Görebilirsek.

Ve görebilirsek, Allah'ın rububiyeti, yani terbiye ediciliği, o ihtiyaçların diliyle ve eliyle bize gösteriliyor. İhtiyaçlarımız bizim öğretmenlerimiz. Belki de bu yüzden, 78 ayetlik Rahman sûresinde, tam 31 kere aynı şey soruluyor: "Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?" Ben bu soruyu nimet ve ihtiyaç arasında yukarıda kurduğum bağlantının diliyle şöyle de işitiyorum: "Ey insanlar ve cinler topluluğu, ihtiyaçlarınızdan hangi birini inkâr edersiniz?" Çünkü ihtiyaçlar, inkâr edilmezdir.

"Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakîkiye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir."

Orada sayılan şeylere baksan, bir yanıyla senden uzak geliyor ama, diğer yanıyla olmazsa olmazların onlar senin. Güneş, ay, gece ve gündüz, otlar, ağaçlar, beyan yeteneği, Kur'an ve diğerleri. Hepsine muhtaçsın aslında, fakat elinden alınmadıkça ve alınmış haliyle alınmamış halini kıyaslamadıkça, farketmiyorsun.

Ey imtihana gelen insan, sen Allah'ın rububiyetini ihtiyaçlarınla ders alıyorsun. Birinci Söz'de geçen, aczinin ve fakrının en makbul şefaatçi oluşunu da birazcık böyle anla. Onlar senin öğretmenlerin, eğer görebilirsen. Sen Allah'a ihtiyaçlarının sayısınca muhtaçsın. Her ihtiyacın bir irtibat noktası aynı zamanda. Bir kapı, dilenebileceğin. İhtiyaçlarının sayısınca alabileceğin dersler var. "Muzaaf meyil, ihtiyaç olur; muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur; muzaaf iştiyak, incizab olur." Böyle böyle Allah'a doğru çekilir, zaten muhtacı olduğun Allah'ın (tabir-i caizse) yörüngesine kapılır, pervanesi olursun. Acz, fakr, şefkat, tefekkür yolunu bir de böyle düşün. Yüzünü öğretmenine dönmeyen nasıl dersini tefekkür etsin?



21 Mayıs 2013 Salı

Tebessüm, kime sadaka?

Benim namazla hukukum aslında eskidir. İlkokul yıllarından itibaren dönem dönem başlamış ve bırakmışımdır. Ta ki, yirmi yaşıma kadar... Yirmi yaşımda, bir manevî sarsıntı neticesi açlıkla sarıldığım seccade, değil yalnız ahiretime umut, dünya hayatım için de kurtuluş olmuştur. (Huzurundan umut kesilmeyen Allah’a hamdolsun.) Bu kurtuluşun/umudun detayları bir tarafa, o günlere dair analizlerimi konuşmak istiyorum bu yazıda sizlerle. Geçmişte neyi yanlış yaptığımı, yirmi yaşımda ise neyi doğru anladığımı tartışmak istiyorum. Hem böylece belki, fakr’a dair bir sır da bize nazar edecek, inşaallah. Muvaffakiyet Allah’tan ve hamd her zaman Ona.

Şimdi, geçmişime geri dönelim: İlkokulun masumiyeti, ortaokul ve lisenin saf taklitçiliği içinde uyanamadığım şey neydi ki; ben, defaatle başladığım namazlarımı birkaç ay sonra nedametsiz bırakıyordum? Öyle ya! Namazların kıymetini biliyordum. Ailemde kılanlar da vardı. Buna rağmen benim dünyamda nasıl bir eksiklik vardı ki; kıymetini bildiğim bir ibadeti hakkını vererek yapamıyordum?

Bunu çok sorguladım. Çünkü aynı Ahmet’in yirmisinden sonra namazlarına devam edişi, önceki sebatsızlığını anlamamı güçleştiriyordu. Yıllar sonra, aradığıma, Bediüzzaman’ın bir cevabında rastladım. Orada Üstad Hazretleri, özetle; “Cenab-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var?” şeklinde sorulan bir suale şöyle yanıt veriyordu: “Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; manen hastasın.” O zaman jeton düştü kafamda: Ben o zamana kadar namaza muhtaç olduğumu ve bende birşeyleri tedavi ettiğini hiç düşünmemiştim!

Evet, bunu bir itiraf olarak değil yalnız, bu zaman müslümanlarının bir gerçeği olarak kabul etmemiz gerek: Bizim, daha küçük yaştan itibaren aldığımız dinî eğitim, ibadetleri/yasakları bize ihtiyaç olarak öğretmiyor, hissettirmiyor. Daha çok onları (affınıza sığınarak söylüyorum) bir bonus kazanma aracı gibi tarif ederek ve faziletlerine vurgu yaparak özendirmeye çalışıyorlar. Bu dünyadan uzak, ahirete dönük yüzünü anlatıyorlar.

Ve böyle bir tedrisat da en nihayet, ortaokul ve lise yıllarındaki Ahmet gibi “Cenab-ı Hakka hediye verir, hatta—haşa—Onun bir ihtiyacını karşılar gibi...” ibadetler yapmamıza neden oluyor. Risalelerdeki o sorunun beslendiği mantık, bu aslında. Bizim namaz başta olmak üzere bütün ibadetlerle ilişkimiz bu yönüyle sorunlu. Birşey bağışlar gibi, artı puan kazanmaya çıkmışız gibi yapıyoruz onları. Açlık çekerek değil. Bu, aslında modern insanın kendisine vehmettiği kusursuzluğa da bir kapı açıyor. Kusursuz insan, çevresi için ne yaparsa, bunu fedakârlık olarak yapıyor. İhtiyaç olduğundan değil. Her yaptığı bağış. Her yaptığı bonus.

Hatta bu gözle “Tebessüm sadakadır” hadisini bile tekrar bir izah etmemiz gerekiyor kendimize: Neşeli olmanın insanın bizzat kendi psikolojisine müspet tesirinin ispatlandığı bugünlerde, bu sadaka kimedir? Yalnız topluma yapılmış bir bağış mıdır? Yoksa insanın bizzat kendisinin de nasiplendiği birşeyler, tedavi olan ‘manevî yaralar’ var mıdır? Yani bu sadaka Allah tarafından, tebessüm suretiyle yapılan, sende bir ihtiyaç giderme midir? Yoksa sen muhtaç olmadığın halde (hâşâ) avantadan insanlara tebessüm mü sunmaktasın? İtiraf et nefsine: Bağışta bulunan mısın? Bağışta bulunulan mısın? Nasıl hissediyorsun ibadetleri yaparken kendini? Mesela zekatını verirken?

Bize yapılan her kudsî tavsiyeyi ve amel-i salihi bu gözle (yani ihtiyaç gözüyle) tekrar gözden geçirmemiz gerek. Yalnız farzları değil, sünnetleri de... Ki ancak böyle böyle onları ihtiyaçlarımız gibi açlık hissederek yerine getirebiliriz. Ekmeğe ihtiyaç, meyveye duyulan ilgiye benzemez. Ondaki ihlas, ötekinde yakalanmaz. Risale-i Nur’un mesleğinin bir esası da fakr’dır. Ben bu fakr’ı, biraz da, işte böyle ibadetlere/takvaya açlık hissetmek olarak anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Bonusları sonra düşünüp önce açlığa ve nedenlerine konsantre olmak... Ki bunun Ene Risalesi’ndeki ifadesi de şudur:

“Nübüvvet ise, ‘Gâye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-i hasene ile tahallûk etmekle beraber aczini bilip kudret-i İlâhiyeye ilticâ, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinat, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-i İlâhiyeden istimdâd, kusurunu görüp afv-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhan olmaktır’ diye, ubûdiyetkârâne hükmetmişler.”

Nur mesleğinin fakr esasına dayanması, aslında insanın modern zamanlarda kendisine dayatılan ‘kusursuzluğu’ reddedip muhtaçlığına tekrar vurgu yapmasıdır bence. Kainata ‘veren’ olarak değil, ‘alan’ olarak temas ettiği noktaları itiraf edip açığa çıkarmasıdır. Girizgâhı itiraftır. Bu da bir tefekkür kapısıdır ve bu kapıdan girenler ibadetlerinde daha sebatkâr ve ihlaslı olurlar. Irvin Yalom’un da Bugünü Yaşama Arzusu’nda dediği gibi: “Tedavi, suçlamanın bitip kişinin sorumluluklarını kabul ettiği yerde başlar.”

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...