Ahirzaman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahirzaman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Şubat 2024 Cuma

Bediüzzaman kâhinlik mi yapıyor?

Hazret-i Üstadın Kastamonu Lahikası'nda 'kıyametin vakti'ne dair söyledikleri yıllardır tartışılır. Esasında tartışılacak birşey yoktur ya. Anlatamazsınız. Nihayetinde müellif-i muhterem metninin içerisinde "Lâ ya’lemu’l-gaybe illallâh!" demeyi ihmal etmemiştir. Yani istihracının kesinlik ifade etmediğinin farkındadır. Lakin kronik alerji sahipleri bu tür insaf ifadelerine kulak vermezler. Onu, hâşâ, 'kâhinlik yapmakla' suçlarlar. Sanki o gelecek hakkında kat'î bildirimlerde bulunmuştur. Gayba dair acip sırları açıklamıştır. Ehl-i Sünnet usûlünün dışında bir yol tutmuştur.

Bunun böyle olmadığını bu yakınlarda okuduğum bir kitap vesilesiyle tekrar gördüm. Eserin ismi: İslam Ümmetinin Ömrü ve Mehdi Aleyhisselamın Gelmesinin Yakınlığı. Yazarı: Emin Muhammed Cemalüddin. (Yayınevi ismi veremiyorum. Zira kitapta herhangi bir yayınevi bilgisi yok. Hatta jenerik sayfası da ihmal edilmiş.) 2. baskısını 1996'da yaptığı anlaşılan kitapta yazarı hakkında görebildiğimiz sıfat: el-Ezher Üniversitesi Davetü'l-İslamiye Fakültesi Öğretim Görevlisi.

Kitap '2. Baskının Takdimi' bölümüyle başlıyor. Bu bölümün eklenmesinin nedeni daha önceki baskısının aldığı bazı eleştiriler. İçlerinden bir tanesi özellikle önplana çıkıyor: Yazarın isimde 'İslam Ümmetinin Ömrü' ifadesini kullanması. Yani Emin Muhammed Cemalüddin de, tıpkı Bediüzzaman gibi, kâhinlik yapmakla suçlanıyor. Girmesi doğru olmayan bir alana girdiği iddia ediliyor. O da kendisini bu suçlamalara karşı savunuyor. Savunurken de, Ehl-i Sünnet bir âlim olarak, geçmiş ulemanın kaynaklarından faydalanıyor. Onlara atıf yapıyor. Yaslanıyor. Okurken farkediyorsunuz ki: Kıyametin zamanına dönük tahminler sadece Bediüzzaman'a veya Emin Muhammed Cemalüddin'e ait şeyler değilmiş. Ya? Başkaları da benzer istihraçlarda bulunmuşlar.

Şimdi, mezkûr takdimden küçük alıntılar yaparak, ben de bu aziz yola girmek istiyorum:

"Doğrusu sizin yeryüzünde kalış süreniz... manasındaki hadisi İbn-i Hacer (r.h.) şerhetmiştir. Kim 'Bu hesap meselesi asla caiz olmaz!' derse yahut 'İbn-i Hacer bunu kesin hesap manasında değil de yaklaşık bir ifade ile yorumlamıştır...' diyecek olursa ona deriz ki: (...) Bu tür deliller İbn-i Hacer'de çokça bulunmaktadır. İbn-i Hacer bu hadisleri zahirî manalarına göre yorumlamıştır. Bu da hesap anlamına geldiğini göstermektedir. (...) Bir de bu hesap konusunu İbn-i Hacer'den önce de muhterem ilim adamları süre olarak değerlendirmişlerdir. Nitekim İbn-i Hacer diyor ki: 'Daha önce konuyu bu şekilde ele alan Ebu Cafer b. Cerir b. Taberî (r.h.) olmuştur.' O Tarih'inin mukaddimesinde İbn-i Asakir'den naklederek... (...) Yukarıda saydığımız o büyük önder ve ilim adamları kervanına İmam Süyûtî'yi (r.h.) de ekleyin. Çünkü o bu meseleye, yani dünyanın ömrünün hesabı konusuna, çok cesurca dalmıştır. (...) el-Keşfu fi Mücavezeti Hazihi'l-Ümmeti el-Elfe adlı risalesinde diyor ki: 'Haberlerin gösterdiğine göre bu ümmetin dünyada kalış süresi bini aşacak fakat esas olarak binbeşyüzü geçmeyecektir.' (...) İslam ümmetinin ömrü konusunu bir hurafe olarak değerlendirenler, taşlamalarda bulunanlar bilsinler ki, öncelikle adı geçen âlimleri sözlerine hedef edinmiş olurlar."


Müellif, başka isimleri de sayıyor, onlardan da alıntılar yapıyor. Fakat yazıyı uzatmamak için küçük bir buketle yetindim. Bütün bu beyanlardan özetle anlaşılması gereken şu gibi geliyor bana: Bediüzzaman'ın girdiği bu yol sadece kendisinin yürüdüğü bir yol değil. Bir bid'a değil. Yine ulemadan referansları olan bir yol. Evet, inanabilirsiniz-inanmayabilirsiniz, lakin İslam'a aykırı birşey yapılmış gibi bakamazsınız. Geçmiş ulemamızdan da yakın-uzak istihraçlarda bulunanlar olmuş çünkü. Elbette bu tahminler büsbütün ilimsiz yapılmamış. Hepsi kendilerince bir usûle yaslanmışlar. Nakillerden de bazı deliller bulmuşlar. Öyle ya. Bediüzzaman'ın da dayandığı yine bir hadistir. Hatta mektubun başlığı da şöyle zaten: "Ahirzamandan haber veren mühim bir hadis."

"(...) Hattâ ye'tiyallahu bi emrihi... (şedde sayılır) fıkrası dahi makam-ı cifrîsi binbeşyüzkırkbeş (1545) olup kâfirlerin başında kıyamet kopmasına îmâ eder. Lâ ya’lemu’l-gaybe illallâh. Cây-ı dikkat ve hayrettir ki: Üç fıkra bil'ittifak binbeşyüz (1500) tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına manidar, makul ve hikmetli bir surette binbeşyüzaltıdan (1506) ta kırkbeşe (1545) kadar üç inkılâb-ı azîmin ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır. Bu îmalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil, fakat birden ihtar edilmesi kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat'î tarzda kimse bilmez, fakat böyle îmalarla bir nevi kanaat, bir gâlip ihtimal gelebilir."

12 Temmuz 2023 Çarşamba

Amentünün gizli maddeleri...

"Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır. İmam-ı Rabbânî'nin (r.a.) dediği gibi: Melikin atiyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir." Mesnevî-i Nuriye'den. 

İnsanın İslam'la şereflenebilmesi için kendisini 'detaylaştırmaya' hazır olması gerekir arkadaşım. Evet. Bunda tereddüt ettiği ölçüde hidayetten uzaklaşır. Buna elverişli olduğu seviyede nasibi artar. Tevhidin 'başlangıç' beklentisi budur bizden: Madem ki, herşeyi yaratanın bir Zat-ı Samed olduğuna iman ettin, o halde sen artık bir detaysın. Yaratıcılıkta yerin yok. Yaratılanlardan birisin. Aslolanda yerin yok. Yansıtanlardan bir tanesisin. Gösterilen O, gösteren sensin. Gösterilen kendisini herşeyle gösterebilir. Gösterebilense herşeyi gösteremez. Bunu kabul etmek, yıllardır büyüttüğün iddiaların varsa içinde, hakikaten yürek ister. Ağrı dağının başından ta Konya ovasına düşmek gibi olur. Nasıl derinlik (yükseklik değildir o) korkusu olanlar aşağıya bakamazlar, çekinirler, başları döner; aynen öyle de; böylesi bir kibre sahip olanlar da İslam'ın güzelliğine bakmaya çekinirler. Davet ettiği şeyden uzaklıklarındandır korkuları. Hatta belki, tıpkı cahiliyede yapıldığı gibi, kelamullahı duyduklarında kulaklarını kapayarak kaçışırlar.

İnsanın iki 'fıtratı' vardır: 1) Üzerine yaratıldığı. (Gerçek.) 2) Kendisini alıştırdığı. (Sahte.) İnsanın iki 'kendisi' vardır: 1) Hakikatte olduğu. (Gerçek.) 2) Kendisini sanrıladığı. (Sahte.) Tamam. Kabul ediyorum. Yaşarken 'mış gibi'lere tutunmamak olmuyor. Zira sebepler dairesinde işler biraz böyle yürüyor. Tarlayı ekmezsen mahsûlünü alamazsın. Dersini çalışmazsan sınavını geçemezsin. 'Ben' demezsen yer, 'Benim' demezsen mülk, 'bence' demezsen mana tutamazsın. Hepsi doğru. Lakin bu 'sürece riayet' seni gerçekten 'yaratıcı' yapar mı? Yaratmak böylesine kolay birşey mi? Yahut daha ilerisini de soralım arkadaşım: 'Sürece riayet' dediğin de sadece 'duadan ibaret' birşey olmasın mı? Tek farkı: Bunların kabulü daha genel. Daha umumi bir şekilde, Allah, sebeplere riayet edenlerin istediklerini bağışlıyor. Mü'min-kâfir ayırmıyor. İşte bu 'kabul edilme sıklığı' da beşeri yanılgıya sokuyor: "Hep olduğuna göre belki de yaratan benimdir ha?" 

Halbuki birşeyin yaratıcısı olmak, vücudu için lazım herşeyin cümle detaylarına ilmen, iradeten, kudreten vâkıf, dahil ve hâkim olmaktır. (Elektriği yaratan lambanın düğmesine basan değildir yani.) Yani, onu, yokluğunda 'hiçten çıkarabilecek' durumda olmaktır. Her bilgisine sahip olmaktır. Her seçimini irade etmektir. Her sonucunu kudretle vücuda çıkarmaktır. Evet. Hiçten çıkaramayanlar yaratıcı sayılamazlar. Ancak emanetçisi sayılırlar mülkün. Arabayı kullanıyor olman seni yaratıcısı yapmaz. Galeri sahibi de 'Asıl yaratıcısı benim!' diyemez. Üretimi için gerekli elementleri yaratamayan firma da hakiki yaratıcısı değildir üstelik. Alınıp satılan yalnızca emanetçiliktir. Emanetçiler, emanetleri, başka emanetçilerle el değiştirirler.

Amentünün açık maddeleri olduğu gibi zımnında buyurduğu gizlileri de var. 'Emanetçiliğe iman' da bunlardan birisidir. Emanetçilik, 'sahiplik sanrısını' kırdığı gibi, 'merkezlik sanrısını' da kırar. Elhamdülillah. Doğrusu da budur zaten. Şeyler ancak onları yaratanın takdir buyurduğu merkeziyette şekillenirler. (Kadere imanın zımnında bu merkeziyet de vardır.) Hatta yaratılış sürecindeki şahitliklerimiz de, her nesnenin, sinesinden koptuğu şeyin yörüngesinde takılması şeklindedir. Dünya, güneşin sinesinden koptuğu için, onun merkeziyetinde döner. Güneş, her neyin sinesine aitse, ona ait bir yörüngede akıp gitmektedir. Çocuklar ebeveynlerinin yörüngelerindedirler. Telif müellifin yörüngesindedir. Sanat sanatkârının yörüngesindedir. (Onun kişiliği, kabiliyeti, kültürü, hayalleri vs. merkezinde şekillenir.) Bu yörünge-merkez düzeni, şecere-i hilkatin topyekün hayale geldiği bir zeminde, mekandan/zamandan münezzeh olarak elbette, Cenab-ı Hakkın takdirini varlığın merkeziyetine koyar. Varlık, Allah onların nasıl olmasını murad ediyorsa, o şekildedir. Ne yöne doğru akmalarını emretmişse oraya akmaktadır. Hangi kemali tayin etmişse oraya şevklidirler. Hakikatte durum, başkası teklif dahi edilemez şekilde, böyledir.

 Lakin hodbin için hakikat sanrısıyla sınırlanmıştır. Herşeyi kendi varlığıyla bildiği için (Ben yoksam benim için hiçbirşey yok!) bilmesindeki bu araçsallığını yaratıcılıkla karıştırmıştır. Tamam. Öyledir, kendisi varlığa çıkmasaydı, bilmesi gerekenleri bilemezdi. Dili olmasaydı tadamazdı. Kulağı olmasaydı duyamazdı. Gözü olmasaydı göremezdi. Tamam. Fakat bu araçsallıklarından hiçbirisi onu yaratıcı yapmıyor. Yapamaz. Neden? 'Nedenlerden bir neden' olmak 'nedenlerin tamamını hiçten çıkarabilmek' anlamına gelmiyor da ondan. Yani yaratılışın küçük bir detayı 'bütün detayların yaratıcılığı' yerine geçmiyor. Geçemez.  (Geçeceğini mâkuliyetini yitirmemiş hiçbir akıl kabullenmez.) Fakat bu mahiyette sanrılar aklî değil hevesîdir. Kolay bırakmaz. Kurtulamamak da insanı 'ait olmadığı bir âlemde yaşamak zorunda' bırakır.

Psikolojinin üç kurucu babasından biri sayılan Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı'nda, bu marazî durumun biteviye mutsuzluğun kaynaklarından birisi olduğuna dikkat çekiyor: 

"Kimsenin katlanamayacağı bir gerilimin içine sürüklenirler. Ayrıca başkalarıyla her karşılaşmaları onlar için olağanüstü bir olay olup çıkar. Birinin onlara seslenişi, yöneltilen bir söz, yergi veya yenilgi açısından yorumlanıp değerlendirilir hep. Aralıksız bir savaş sürer gider. Kendini beğenmişlik, hırs ve büyüklenme özelliklerini yaşam modeli yapanların önüne habire yeni güçlükler çıkarır bu savaş. Yaşamın gerçek sevinçlerinden yoksun bırakır. Çünkü, ancak koşullar benimsendiği zaman, yaşamın sevinçleri ele geçirilebilir. Bu koşulları bir kenara iten kimse, kıvanç ve mutluluğa götüren yolu, kendi eliyle kendisine kapatır. Başkaları için memnunluk ve mutluluk kaynağı herşeyden ister istemez el çeker. Düşler ve hayaller kurarak, başkalarından yüce ve üstün olduğu duygusunu yaşatır içinde, ama bu duygunun hiçbir yerde gerçekleştiğini göremez. Bir şekilde böyle birşeyle karşılaşsa bile saygınlığını yadsımaktan zevk duyan yeterince insan bulur karşısında. Bunu önleyecek hiçbir çare yoktur. Kimse bir kişinin üstünlüğünü benimsemeye zorlanamaz. Dolayısıyla, kendisini beğenmiş kişiye, kala kala kendisi hakkında vereceği tümüyle kesinlikten uzak ve büyüklenmeyle dolu yargısı kalacaktır." 

Bediüzzaman da Hakikat Çekirdekleri'nde şöyle birşey söylüyor arkadaşım:

"Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür."

Kibir yorucudur. Bütün bir hayatı 'rol kesme'ye dönüştürdüğü için yorucudur. Zıplayarak yaşamak kanguru olmayanı yorar. Yorgumluğumu biraz da buradan tartmaya başladım şimdilerde arkadaşım. Hatta, sadece kendiminkini değil, neslimin yorgunluğu da. Elimizi korkak alıştırmayalım. Daha büyük resme de bakmaya çalışalım. Herkes yorgun. Ahirzamanın herkesin omuzlarına yüklediği bu türden bir yorgunluk var. Evet. Biz olmadığımız şeyler gibi görünmeye çalışıyoruz. İmajı hakikatten daha çok önemsiyoruz. 

Hediyeleri üzerinden hediye sahibine karşı iddialara girişmişiz. Bahşedilenler Karun gibi bozmuş bizi. Âlemlere 'Âlemler Rabbi'nden başka merkezler atıyoruz. En başta da kendi merkeziyetimiz var elbette. En büyük kıyak(!) yine kendimize. Birşeyi arzuladığımız zaman herşey çekilip yol versin bekliyoruz. Hem de değerimizi bilsin. Saygıda kusur etmesin. Bizi övsün. Hâşâ, Allah'ı bıraksın da, yalnız bize hamdetsin. Bizden bahsetsin. Biz güneş olalım da herşey gezegenimiz olsun. Fakat hakikatte hiçbir zaman böyle olmuyor tabii. Âlemler, bizim gibi hadsizler rağmına, Âlemler Rabbinin takdiri etrafında dönüp duruyorlar. Maşaallah. O ne buyurursa onu yapıyorlar. O emretmişse bize yol veriyorlar. Menetmişse kapıyorlar. Eğer sahte/kurgu merkeziyetimizi terkedip hakiki merkeze bağlansak kardeşleşeceğiz. Yörünge kardeşliği bizi birleştirecek. Bu kardeşliği küçümsediğimiz için şeyler sayısınca hasım sahibi oluyoruz. Hüznümüz de buradan kaynıyor. Tatsızlığımız da buradan. Yorgunluk da hakeza... Akıntıya karşı yüzen elbette çabuk yorulur arkadaşım. Suç akıntıda değildir. İçimizdeki sürtünme katsayısı arttıysa, ilk bakmamız gereken yer burası olabilir, vesselam.

8 Eylül 2022 Perşembe

Musa (a.s.) gidince hem Firavun hem İsrailoğulları kazandı

Arkadaşım, geçenlerde Musa aleyhisselamın kıssasını düşündüm, özellikle de bir bölümünü. Hani İsrailoğulları, Hak Teala canibinden kendilerine bahşedilen, kudret helvasından usanırlar da 'soğan' isterler. Bıldırcın etinden bıkarlar da 'sarımsak' talep ederler. Hatırladın değil mi? Evet. İşte orası. Tamam. "Bu bize ne anlatıyor ki?" diye dualandım üzerine. Suallenmek dualanmaktır. Zira mürşidimden öğrenmiştim: Kur'an'ı karşımızda mürşid olarak bulmak 'anlatılanın hikâyemiz olduğunu farketmeye' bağlıdır. Ne kadar alınganlığımızı arttırırsak o kadar hisse alırız. Bu titizlenme birnevi taleptir. Önü imanlı bir ümittir. Arkası mütevekkil beklentidir. Rahman'ın kapısına avuç avuç açılmaktır. Oraya dilenenler boş döndürülmezler. Avucunu yalayan yumandır ancak.

Ben deli miyim? Yummadım. Yummak kibir alametidir. Ve Cenab-ı Hakka karşı mahlukunun kibirlenmeye hakkı yoktur. Çünkü hiçbirşeyinde Ondan büyük değildir. Daha iyisini bilemez. Daha doğrusunu seçemez. Daha kuşatıcı değildir. Halbuki İsrailoğulları bu sırra uyanamadılar arkadaşım. Bugün bile onların siyasetine, akidesine ve hatta psikolojisine baksan bir 'seçilmişlik sanrısı' içinde olduklarını görürsün. Herkes bir yana onlar bir yanadır sanki. Diğerleri (yani bizler) hizmet etmek için vardır. Kendileri bambaşka üstün yaratılmışlardır. Menfaatleri gerektirirse ötekilere herşeyi eyleyebilirler. Dünyanın altını üstüne getirebilirler. Sanrıları zorlar buna onları. Zira âlemin akışı arzuları yönünde değildir. Rabbü'l-âlemîn bozuk hendeselerini hilkat nizamına mihenk tutmamıştır.

Allah'ın nizamının üstüne nizamlarını kurmak isterler. Hiç kaya denizin üstünde durur mu? İnsanoğlunun modern (me)deniyetiyle fıtrata açtığı savaş da böyledir. Ve artık küremiz inadımızdan illallah demiştir. Hem sıkılmış hem yıkılmıştır. Yani diyorum ki arkadaşım: Küresel çapta yaşadığımız her arıza gayrı mızrağın çuvala sığmamasındandır. Hatta yırtmasındandır. Denizimiz kayalarımızın çokluğundan boğulmuştur. Taşmamaya sabrı kalmamıştır. Öyledir. Hakkın düzenine meydan okuyanın düzeni yıkılmaya mahkumdur. Soğan-sarımsak ısrarların cezası da kudret helvasıyla bıldırcın etinden mahrum kalmaktır. Dizlerini dövmenin de sonradan faydası olmaz.

Ahirzaman yahudiliğin şöyle-böyle insanlığa hâkim olduğunu gösteriyor. Musa aleyhisselam gitti. Asâsı kırıldı. Sihirbazlar tekrar ortaya çıktı. Teknoloji neleri neleri gerçek gibi gösteriyor. Fakat ne garip. Hem Firavun hem İsrailoğulları kazandı. Bahşedilene razı olmak gönüllere yük artık. Yaratılışın sınırları içinde nasiblenmek zaman kaybı. İstikametli caddeyi terketmek hüner sayılıyor. Herkes farklı olmak istiyor. Herkes farklı olanı istiyor. Seçilmişlik sanrısı bireylere kadar indi. (Ajdar'ı dahi sesinin kötü olduğuna inandıramıyorsun.) Önceye dair neyi terketsen bir adım ileridesin. Hikmetli miymiş? Fıtrî miymiş? Güzel miymiş? Daha doğrusu muymuş? Uyumlu muymuş? Zararsız mıymış? Farz mıymış? Sünnet miymiş? Kimin umurunda! Farklı olmadıktan sonra ballar balının da bir anlamı yok. Önce öncekileri terkedeceksin. Dünyevî (me)deniyet ticaretini 'başkalık' üzerine kurdu bir kere. 

O şeytaniyetinde haklı. Aynılığa razı olanları yarıştıramaz. Kanaat onu büyüten ateşi söndürüyor. Kapitalizm hepimizden 'birer yahudi olmamızı' istiyor. Kudret helvasını bırakın. Bıldırcın etini terkedin. Bakın iphone'nun yeni modeli çıkmış. Soğan da olsa farklı olmayı isteyin. Sarımsak da olsa farklı olmaya yönelin. İçinizdeki 'seçilmişlik sanrısı' bundan başkasıyla hayatta kalamaz. Sünnetle farzla işiniz olmaz sizin. Cemaat, millet, ümmet, tarih eskide kalmış kelimeler. Hepiciğini boşverin. Allah insanlığı iki cins olarak mı yaratmış! Yetinmeyin efendim. Kendiniz başka cinsiyetler üretin. Peki sonuçta ne göreceksiniz? Kıssa buna dair de önemli şeyler söylüyor. Fakat oraya kadar gitmeye gerek yok. Biraz daha yaşarsak kıyametin koptuğunu bizzat göreceğiz belki.


4 Ağustos 2022 Perşembe

Huri daha güzel ama cadının da evi şekerden be kardeşim

Ahirzamanın dehşeti yokluktan değil varlıktan çıkıyor arkadaşım. "Herkes zengindir!" demek istemiyorum. Yanlış anlama. Fakat, evet, herkes herşeyden zengin kadar haberlidir. Yani yoksulluğunu en az zengin kadar tanır. (Hatta ondan da fazla tanır.) Nelerden nelerden mahrum edildiğini(!) bilir. Deccal'in seküler cehennemi en çok bundan besleniyor işte. Bu yaşanılmamış ama öğrenilmiş fakirlikten. Sözgelimi: Geçmişte, değil bir yoksul, zengin dahi bu kadar yoksunlukla tanışmamıştı. Bu kadar varlık çeşidi bilmiyordu. Lüks bilmiyordu. Şatafat bilmiyordu. Yani nelere 'ulaşabileceği halde ulaşamadığını' öğrenmemişti. Tüketim gibi üretim de sınırlıydı. Cahillik nefse bir hayal edebilme sınırı çiziyordu. 

Bediüzzaman'ın bir yerde misallendirdiği gibi, köylü, padişahı ancak 'kendi pilavını pişirir bir ağa' cesametinde hayal edebiliyordu. Fazlasından malumatlı değildi. Bu nedenle özlemiyordu. Aramıyordu. Düşlemiyordu. Artık o noktada değiliz. Artık hepimiz her zenginin nelere ulaşabildiğini-ulaşabileceğini biliyoruz. Medya-sosyalmedya bu hususta epey bir göz açıklığı kazandırdı bize. Dahası: Ulaşılmamış olanların da methini/reklamını işitiyoruz. Bunların herbirisi nefsimize bir açlık öğretiyor. 'Açlık öğretiyor' ne demek? Yani nefis bu bilgi akışı nedeniyle yeni yeni yoksunluklarla tanışıyor. Hep 'ne kadar geride kaldığını' duyuyor. Sanıyor ki aşağılanıyor. Öteleniyor. İtiliyor. Ondan hırslanıyor. Kompleksleniyor. İsyankârlaşıyor. 

Bunlar hâcât-ı gayr-ı zarurî dahi olsa öğrenildi bir kere. Nefis varlığından haberdar oldu. Olmayanı bildi. Bebeğin uçan balonu görmesi gibi. Onsuz ölecek değil ama ağlaması için yeterli. Haberdarlığı aynı arzusudur onun. Şunu da ıskalamayalım: Eskiden zaruri olup olmayanı yaşamın kendisi içinde ders alıyorduk. Zaruret tanımını ihtiyacını bizzat duyarak sınırlayabiliyorduk. Şimdi o sınır kalmadı. Kırıldı.

Karmaşık mı anlattım? Şöyle toparlayayım arkadaşım: Galiba Mektubat'ta okumuştum. İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh der ki: Hak Teala ruhu bedene koyduğu zaman ruh bedende durmak istemedi. Mahbub-u Hakiki bâki ruhu fâni bedene nefisle âşık etti. Yani nefis bekaya bakan yanlarımızı dünyaya tutunur kılar. Bir yanı arzda bir yanı semada, bir yanıyla hayvan bir yanıyla melek, âdemler oluruz böylece. Evet. Nefsin gücü arzulatmasındadır. Ruha dünyevî şeyleri de arzulatır. Bu sûretle bedeni hayatta tutar. Mekanizması böyledir. Arzulaya arzulaya da güçlenir. Onun ne kadar çok şey arzulamasına izin verirsen o kadar güçlenmesini sağlarsın. Bir yerden sonra, Allah muhafaza, kontrolü tamamen ona devredersin. Arzîleşirsin. Bu nedenle tasavvuf büyüklerimiz 'nefsin bendini kırma' diye bir metod geliştirmişler. Bu ne demektir? Yani, nefse istediklerini (meşru dahi olsalar) yasaklaya yasaklaya ihtiyaç dairesini öyle bir zaruret cenderesine sıkıştırırsın ki, ümidi kalmaz. Arzulamayı bırakır. Pes eder. 'Nefsin bendini kırmak' bu demektir. Say ki, nefsin, iradenin önüne koyduğu seti yıkıyor Allah dostları bir nevi. Kemter direnişini kırıyorlar yani.

Fakat günümüzde öyle acip bir durumun içindeyiz ki sorma gitsin. Biz nefsi kafeslemeden nefis bizi kafesliyor. Daha doğar doğmaz zincirleri boynumuza dolanmaya başlıyor. Bir kere 'reklamlar' diye birşey var arkadaşım. Her yanımızı saran rek-lam-lar. Hergün karşımıza birçok yoksunluk bilgisi çıkarıyorlar. "Sende bu da yok! Sende şu da yok! Sende o da yok! Bunu da elde edebilirsin. Şunu da eline geçirebilirsin. Ona da ulaşabilirsin." Bu yoğun akış nedeniyle nefis yerinde duramaz hale geliyor. Tıpkı sakin sakin oturan köpeğin kışkırtılması gibi. Biz bu kışkırtmayı, farkında olalım-olmayalım, hergün yaşıyoruz. Kışkırtıldığından ötürü de köpek hırlıyor. Zincirini geriyor. Tellere saldırıyor. Havadan ısırık almaya çabalıyor. Mü'min bir yere kadar dinî terbiyesiyle bu coşkunluğu bastırabiliyor. Oruç tutuyor. Namaz tutuyor. Zekat tutuyor. Ama ne zamana kadar? Tutamadığı yerde İbrahim sûresindeki hakikat yüzümüze tokat gibi çarpıyor işte: 

"Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler." 

Mürşidimin bu ayeti tefsir ederken bakınız neler söylüyor: "O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delâletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidâne tercih edip dinsizlikle iftihar ederler." 

Yani ahireti bilmiyor değiller. Fakat ahirete temayül edecek güçleri kalmamış. Bitmişler. Tükenmişler. İradeleri pert olmuş. Nefisleri bütün hamiyetlerini alıp dünyaya çevirmiş. Devam edelim: "Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor." Ayetin devamındaki "Halkı Allah'ın yolundan alıkoyan ve doğru yolu eğri göstermeye çalışanlardır..." ifadeleri de şöyle izah ediyor mürşidim: 

"O bedbahtların dalâleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş'et ettiği için kendi halleriyle durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onunla ecdatları bağlı olan dine, adavetkârâne, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar. (...) Onların dalâleti fenden, felsefeden geldiği için acip bir gurur ve garip bir Firavunluk ve dehşetli bir enâniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlâhî kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsait görmediklerinden—hâşâ—eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar."

Evet. Mezkûr ayetin haber verdiği haleti yaşıyor haldeyiz. İçten dışa doğru sapıyoruz. Baştan değil dalaktan kokuyoruz. Öğrendiğimiz sunî açlıklarla direncimizi yitiriyoruz. Nefsimizin kontrolüne geçiyoruz Sonra Allah'ın helal dairesinde durmak gücümüze gittiğinden yoldan çıkıyoruz. Kendi çıkmamız yetmiyor. Hiçbir günah tek başına işlenmez çünkü. Ortaklarımızı arttırarak payımızı çoğaltmaya gayret ediyoruz. Bunun iki yolu var: 1) Doğrunun yollarını kapamak. 2) Doğruyu eğri göstermek. Evet. Dünyevîleşmeyle birlikte İslam dünyasını saran modernist-reformist akımların yaptıkları bu değil mi arkadaşım? Büsbütün irtidat etmeyenlerimizin bile kalbi çoktan tarafını değiştirmiş oluyor. Cümle maraz ilk sapmadan çıkıyor.

Sözü uzattık. Ama sıkılmayalım. Bediüzzaman'ın aynı ayeti tefsir ettiği başka bir metne daha bakalım: 

"Bu asrın bir hassası şudur ki: Hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını, baki elmaslara bildiği halde, tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş. Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki: Nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede derc edilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbapla yaralanmış, sair letâifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya çalışıyor. (...) Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfatla ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb etmiş ki, ednâ bir hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye tercih ettiriyor."

Bu maraza nasıl karşı koyacağız peki? Dünyanın albenisini karşıt bir propagandayla kırmamız gerektiği muhakkak. Yapabilecek potansiyelimiz var mı? Var. İslam buna da muktedir. Lakin yeterince organize değiliz. "İman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor." Bu doğru arkadaşım. Deccal'in cennetinin sadece sûreti cennet. Aslı cehennem. Fakat çekirdeği-tohumu çalışıp "İşte böyle!" diye sunacak kadar sanat dillerine hâkim değiliz ki. Maalesef değiliz. Küfür kendi cadı masalını bin güzelin sûretine sokup satıyor. Biz huri hakikatimizi yırtık libastan çıkarabilmiş değiliz. Çocuklar şekerden evleri yemek için koşuyorlar. Sonra onlar yenecekler. Yazık. Gözlerinin açılması için cadının fırınını görmeleri lazım. Pişenlerin kokularını almaları lazım. Şekerden evin zehrine uyanmaları lazım. Ne diyelim. Cenab-ı Hak muvaffak edecek rüşdü cümlemize ilham eylesin. Âmin.


24 Temmuz 2022 Pazar

Benim oyumla dağdaki kocakarının imanı bir mi?

Muhterem kârilerim, ahirzaman 'tevazunun yol olduğu' değil, 'enaniyetin kol olduğu' zamandır. Bu nedenle âdeminde/havvasında sık sık Aysun Kayacı halleri görülür. Haydi o kadar basite indirgemeyelim. "Benim oyumla dağdaki çobanın oyu bir mi?" demez elbette. O kadar da açık etmez. Ama dudaklarını hiç kıpırdatmadan şöyle diyebilir: "Şimdi benim imanımla kocakarının imanı bir mi?" 

Tabii canım. Kolay mı öyle! Sen o kadar evrimin(!) son halkası ol. Doğrusal tarih anlayışına binip medeniyetin zirvesine kurul. Ay'a çık. Füze at. Topu tut. Twitter'dan twitle. Facebook'tan canlı yayına gir. İnstagram'da balık dudaklı hikâyeler paylaş. Sonra bunlardan haberdar dahi olmayan kocakarı takma dişleriyle gelsin seni geçsin. Yakışır mı? Olabilir mi? Cık, cık, cık. Neler neler başarmaktadır ahirzaman kişisi. Neler neler okumaktadır. Neler neler yemektedir. Nereleri nereleri gezmektedir. Hatta bir tarafını hiç kaldırmadan gözü dünyayı dolaşmaktadır. Bütün bunları başarmışken, şimdi... Ya hiç olur mu öyle şey. Hiç. Yaaa!

Aman muhterem kârilerim. Sakın ağzınızdan "Hadis var!" falan diye birşey kaçırmayın. Hâdise çıkar sonra. Bunlar 'hadis' kelimesini duydular mı peşine 'e'yi yapıştırmadan duramazlar. Ortalığı yıkarlar. Kafalarına uymuyorsa ne münasebet efendim. Olamaz öyle birşey. Bir çukur psikolojisidir yaptıkları. "Çıkamıyorsan cennetin orasıdır." Yahut da şöyle: "Nefis evimiz. Enaniyet babamız." O nedenle ulemanın da hasbelkader ağzından kaçırdığı 'kocakarı imanı' övgülerini sindiremezler. Ne demektir canım o öyle? O kadar okuduktan sonra? Şu kadar bildikten sonra? Bu kadar akademik ünvandan sonra? Boru mudur bütün bunlar? Değildir.

Bediüzzaman bir yerde der ki: "Neticenin kayyûmu imandır." Ve ekler: "Burhan ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür." Bu elbette Aysungillere, estağfirullah, ahirzaman âdemlerine/havvalarına ters gelir. Onlar bilgiyle iman arasındaki ilişkinin sadece 'birisinin diğerini inşa ettiği' zemin olduğunu sanırlar. (Yani doneleri danone kadar beyazdır.) İmanlı olmakla delilleri farketmenin ilgisi olabileceğine inanmazlar. 'Bitarafane muhakeme' tuzağına düşmüşlerdir çünkü. Nötr bir duruşla herşeyin çözüleceğine kanaat getirmişlerdir. Yine mürşidimin söylediği hiç hatırlarına gelmez: 

"Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir. Muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir." 

Hem mürşidime göre 'ibadetlerini yerine getirmek dahi' insanın kainat algısını değiştirir: 

"Evet, herkes kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenâb-ı Hak, insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş; o âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ, gayet meyus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve meyus suretinde görür. Gayet sürurlu ve neş'eli, müjdeli ve kemâl-i neş'esinden gülen bir adam, kâinatı neş'eli, güler gördüğü gibi; mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder."

Zaten ahirzaman sapmasının bir nedeni de gözlemcinin kendisinin de üzerinde tasarrufta bulunulan birşey olduğunu görmezden gelmesidir:

"Evham, şübehat, dalâletin menşe' ve mahzenlerinden biri: Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder. Sonra tecelliyata mazhar olanlardan birisinin mevkiinde kendisini farz eder, onda fenâ olur. Sonra, başlar, bazı tevillerle o şeyi de Allah'ın mülkünden, tasarrufundan çıkartır. Kendisinin girmiş olduğu şirk-i hafîye girdirir. Ve şirk-i hafîden aldığı bazı halleri o mâsuma da aksettirir."

Buradan felsefecilerin bilimadamlarını çok hırpaladıkları bir mevzuya sıra gelir: "Gözlem kuram yüklüdür." Bilim adamının analizleri acaba inançlarından ne kadar etkilenmektedir? Yorumlarının ne kadarı 'arzuya fikir sûreti giydirme'dir? Bu etkilenir olma halinden ne derece kurtulabilirler? Eğer mutlak bir şekilde kurtulmak mümkün değilse, o zaman ilimle-bilimle yapılan şey, herkesin iman ettiği şeyi aramasından ibaret değil midir? Ki genelde de süreç böyle işler. Önce tahayyül seviyesinde "Bu böyle olabilir!" diye başlayan umut-umuş, eğer sarfedilen mesai maksûda götürürse, itikada dönüşür. İlk atom bombasının öncesinde 'patlayabileceğine' duyulan iman vardır.

Elhamdülillah. Ulemamız kocakarı imanının övülmesindeki sırrı tam kavramışlardır. Onlar, bilginin bir tür laik alanda algılandığı çağımızda yaşanacaklardan, sanki birebir kendileri yaşıyorlarmış gibi, korkmuşlardır. Evet. Kabul edelim. Bugünün dinî öğrenimi 'yaşamak' amacından uzaklaşmaktadır. Mahsulümüz ne yazık ki sıkıntılıdır. Hatta, aksine, 'entelektüel tatmin' gibi dünyevî amaçların aracı olmuştur bilgi. Hal böyle olunca da, 'kayyum iman' aradan çıkmış, 'kime hizmet edeceğini şaşırmış done' avare dolaşmaktadır ortalıkta. Maalesef, oryantalistlerin kuyruğuna takılmaya meyyal çokları oryantalistleşmiş, dinlerine taraftarlıklarını yitirmekte gavurlara benzemişlerdir.

'Oryantalist' deyip geçmeyin muhterem kârilerim. Öyle oryantalistler vardır ki, İslam ilahiyatına dair vukûfiyetlerinde, bizim ilahiyat profesörlerini ceplerinden çıkarırlar. Fakat kalplerinde 'kayyum iman' olmadığından dolayı doneler ışık saçmaz. Bir nur yakamaz. Kur'an hafızı dahi çıkar belki içlerinden, ama, 'La ilahe illallah!" demeyi dağdaki mü'min çoban kadar başaramaz. Evet. Biz de aynı eşiğe geldik işte. Şimdi Aysunluğumuzu yapabiliriz. Söyleyebiliriz: Dağdaki çobanın kelime-i tevhidi Oxford'daki oryantalistinkiyle bir değildir. Hak ikisini bir saymaz. Çünkü mü'min çoban imanıyla, imandan gelen taraftarlığıyla, söyler. Oryantalistin ise, haydi nefreti olmasa bile, taraftarlığı yoktur. Tarafsız(!) bir bilimadamıdır. 'Bitarafane muhakeme' ne kadar mümkünse tabii.

Peki bizim ulemamız kocakarı imanını överken neyden korkuyorlar? 

Allah Allah. Bunu sahiden biz mi soruyoruz? Hocalık ilmine sahip nicelerinin ayaklarının kaydığını gördüğümüz bu asırda? "Ben oldum!" diyenlerin cesetlerini saymaktan yıldığımız bu zamanda? Bilmek (daha doğrusu bildiğini sanmak) imtihanını veremeyenlerin cehl-i mürekkep intiharını hergün gördüğümüz bu uçurumda? Doğrusu, kârilerim, en az bizim sormamız gerekirdi. Ama işte gözlemci kendinin de gözlendiğini unutuyor. Doğrunun mihengini etkilerden azâde saydığı kendisi sanıyor. Doğruyu arayanın da doğruluğunu kollaması gerektiğini hesap etmiyor. Maşaallah ulemamıza ki onlar hesap etmişler. Yüzbin ilim içinde yükselirken dahi kocakarı imanındaki taraftarlığın kadr u kıymetini unutmamışlar. Kendi oylarını dağdaki çobanın oyundan, estağfurullah, kendi imanlarını bir kocakarının imanından daha korunmuş saymamışlar.

Bu bahtiyar tereddüt kadar insanı sırat-ı müstakimde tutan birşey var mı? Veya tersinden söyleyelim muhterem kârilerim: "Bana artık birşey olmaz!" diyen kadar ölmeye müsait başkasını gördünüz mü? O halde artistliğimiz kime? Öyle ya: İmanda esas olan kalbî taraftarlıktır. Bu taraftarlığı korumadıktan sonra bilmek de tuzaklaşır. 'Bitarafanelik' avareliktir. Aslı kaybedenin kazandığı olmaz. İstersen yüzbin kitap okumuş ol. Müslümana lazım olan itikaddaki istikameti koruyamamışsan, hayattaki iltizamı olan takvaya sahip değilsen, 'entelektüel tatminin' seni nereye götürür? (Doğru cevap: Cehenneme.) Evet. Ulemamız kendilerine bu hadisi o sebepten hatırlatmışlar. Nefislerine ayar vermişler. Ucbun tehlikesini gidermişler. Yüzbin tebrikler olsun cümlesine... 


10 Temmuz 2022 Pazar

Demokrasiyi anladıysan salavat getir!

Bazen latife olsun diye diyorum: "Salat u selam getirmek müslümanların 'temsilî sistemi' ta 14 asır evvelden kavramış olmasındandır." Duyanlar elbette gülümsüyorlar. Gülümsetmenin bir sırrı da beklenmeyeni söylemektir. Fakat bu öyle bir beklenmeyen olacak ki muhataba mutluluk da verecek. Yani farkındalığına eriştiğinde varlığı artacak. Her neyse. Bahsimiz gülücük bahsi değil. Yok. Aslında gülücük bahsi. Varlığıyla yüzümüzü güldüren Aleyhissalatuvesselama dair bir manayı konuşacağız. Onun varlığı, eşyanın yüzünü güldürdüğü gibi, ona dair olanların tefekkürü de şeyliğimizin yüzünü güldürür. Hele anlatayım da bakalım beni güldüren sizi de güldürür mü?

Mevzu Barla Lahikası'ndaki 'Mesail-i Müteferrika' bölümünden çıkıyor. Evet. Burası şöyle bir soruyla başlıyor: "Salâvatın bu kadar kesretle hikmeti ve salâtla beraber selâmı zikretmenin sırrı nedir?" Sualde yadırganacak birşey yok. Teslimiyetin şu denli bozulduğu zamanda hikmetten bu denli sorulması garip değil. Zaten ahirzaman demek 'son tüketim tarihi' geldi-geçiyor demek. Tarihi yaklaşmış gıdalara nasıl muamele ettiğimizse malumdur. "Yesek mi yemesek mi?" Şöyle kaşığın ucuyla bir parça dile dokundursak? Tattan bir sonuca ulaşma çabaları. Kıvamdan birşeyler çıkarmaya çalışma. "Yoksa kokuyor mu?" Emin olamazsam bir de sorarım. Bir değil bin düşünürüm. Tefekkür bir zenginliğimiz. Doğru. Elhamdülillah. Ama aynı zamanda şimdinin mecburiyetidir. Çünkü eğilen kaşık değil Neo. Estağfurullah. Bozulan gıda değil biziz.

İslam bozulmadı. Bozulan biziz. Bu sebepten çok sual ediyoruz. Yediğimiz bizi zehirlemiyor. Hâşâ. Kevser zehirlemez. Esasında şifaya tâlip değiliz. Olur böyle şeyler. Sarhoşlar ayıltıcıları reddeder. Müptela için normali iptiladaki haletidir çünkü. Nefsin bu deliliğine karşı elbette bizde de silahlar var. İşte onlardan birisi tefekkür. Aklı ikna edersek ona karşı bir şansımız olabilir. Yok. Aklı dahi ikna edemiyorsak, o zaman hazırlanalım, nefsin seçtiği artık 'akıllıca' oluverecek.

Sadede dönelim. Mürşidim 'salat' ile 'selam'ın mü'min dillerinin bal u şekeri olmasını şöyle aydınlatıyor: "Hem Resul-i Ekrem hem abd, hem resul olduğundan, ubudiyet cihetiyle salât ister, risalet cihetiyle selâm ister ki: Ubudiyet halktan Hakka gider, mahbubiyet ve rahmete mazhar olur. Bunu es-salât ifade eder. Risalet Haktan halka bir elçiliktir ki, selâmet ve teslim ve memuriyetinin kabul ve vazifesinin icrâsına muvaffakıyet ister ki, selâm lâfzı onu ifade ediyor. Hem biz seyyidinâ lâfzıyla tabir ettiğimizden, diyoruz ki: Ya Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin."

Hadi bakalım. "Şimdi bunun 'temsilî sistem' ile ne ilgisi var?" Böyle sormakta elbette hakkınız var karilerim. Ben de 'cumhuriyet, demokrasi, seçim' vs. gibi kavramlarla büyümüş bir ahirzaman çocuğu olarak şöyle cevap vereceğim: Aleyhissalatuvesselam Efendimiz, bir yönüyle, Hak Teala Hazretlerinin içimizden seçtiği mebusumuzdur. Yani içimizden seçilen elçisidir. Bu seçiliş bir 'akrebiyet' sırrıyla olmuştur. Biz oy vermiş değiliz. Fakat elbette Alîm u Hakîm olan Allah'ın seçişinden yüce bir seçiş olamayacağından müslüman gönüllerin oyları hep onadır. Biatları tereddütsüz âlemlere rahmet olan Efendilerinedir. (Biatın oydan farkı buradan görünür.) 

Seçerken biz seçmedik. Tamam. Fakat biatımız nasıl ona olacak? İşte bizim biatımız da önce kelime-i şehadetimiz, imanımız; sonra da dilimize bal u şeker kıldığımız salat u selamımızdır. Evet. Elhamdülillah ki elhamdülillah. Biz her salat u selam getirdiğimizde Aleyhissalatuvesselam Efendimize tekrar tekrar biat ederiz. Tekrar mebusluğunu sahipleniriz. Tekrar ümmeti oluruz.

Experimenter filminde Stanley Milgram hani eşine şöyle bir iltifatta bulunuyordu: "Seni hergün yeniden seçiyorum." (Filmi izleyenler veya Milgram deneyleri nedir bilenler mezkûr iltifatın edenin-edilenin gözünde ne denli büyük olduğunu kavrayacaklardır.) Biz de her salat u selam getirişimizde şunu söylemiş oluyoruz belki: "Evet, yâ Rabbenâ, ver, biz dahi istiyoruz."

Şimdi ilk paragrafı hatırlamak da yerinde olacak: "Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm nihayet derecede rahmete mazhar olduğu halde, nihayetsiz salâvata ihtiyaç göstermiştir. Çünkü, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bütün ümmetin dertleriyle alâkadar ve saadetleriyle nasibedardır. Nihayetsiz istikbalde, ebedü'l-âbâdda, nihayetsiz ahvâle mâruz ümmetin, bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki, nihayetsiz salâvata ihtiyaç göstermiştir."

İşte bir 'temsilî sistem' dersi daha. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz zaten Allah'ın peygamberi. Bizim biatımız onun bu akrebiyet makamında bir değişiklik yapmayacak. Yani onayımızla-biatımızla nebi olmayacak. Lakin yine de duamıza ihtiyaç gösteriyor. Neden? Çünkü ona dua etmeye bizim ihtiyacımız var. Zaten bihakkın ifa ettiği vazifeyi yapabilmesi ümmetinin 'kurbiyetinin artması yönünde edeceği dua'yla da ilgilidir. Çünkü o 'abduhu ve resuluhu'dur. Hem abddır hem resuldür. Salatın bir manası da yardımdır. Biz Aleyhissalatuvesselama onun Rabbü'l-Âlemîn katında daha büyük mazhariyetlere uğraması için dua ederiz. Ubudiyetine karıncalığımızla iştiraktir bu. Desteğimizi-sevgimizi gösteririz. Tıpkı bir memleket ahalisinin devlet katında nüfuzu tam olsun diye mebuslarına desteklerini gösterdikleri gibi. Temsilî sistemin bir ayağı budur.

Yanlış anlaşılmasın. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz seçim bölgelerine beş senede bir uğrayan mebuslara benzemez. Yukarıda deniliyor ya: 'bütün ümmetin dertleriyle alâkadar ve saadetleriyle nasibedardır.' (Hem ayet zaten haber veriyor: "Sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir.") Onun bu şiddetli ilgisidir ki, üzerimizdeki hakkı olarak, bizi de kendisiyle daha dinamik bir ilişki içinde olmaya itmiştir. Biz beş senede bir oy kullanmayız. Her namaz kılışımızda, her tesbihat yapışımızda, hatta her ismi anıldığında ona oyumuzu veririz. Bu oy hem kalbimizin ona olan biatını yeniler hem de onun elçimiz olduğu makama yardım eder. Sünnete ittibamız da yine minvaldedir. Madem o elçinin hayatımızın her anına ilgisi vardır, elbette, endişelendiği her ana rehberliği de olacaktır. İşte o rehberliğin zarureti sünnet-i seniyyesinin aramızdaki itibarıdır. İttibaımızdır.

Peki ya selam? Onu nasıl anlamalıyız? "Risalet Haktan halka bir elçiliktir ki, selâmet ve teslim ve memuriyetinin kabul ve vazifesinin icrâsına muvaffakıyet ister ki, selâm lâfzı onu ifade ediyor." Evet. Bir mebusun hem devlete karşı hem halkına karşı vazifeleri var. Devletten emredileni halkına bildirdiği gibi halkın ihtiyaçlarını da devlete bildiriyor. İhtiyaçlarımızı bildirebilmesi için 'salat' ile yardımda bulunduk. Üzerindeki rahmet tecellilerinin artmasını diledik. Zira o tecelliler arttıkça, Rahman u Rahim'in, onun üzerinden muhtaç olduklarımızı bağışlaması da artacak. Fakat, dedik ya, elçinin görevi yalnızca bir boyutlu değil. Allah'ın emirlerini de bize bildiriyor. Orada da bizden selamet bulması lazım. Devletin gönderdiği elçiye eziyet edenler, mesajını reddedenler, sünnetine hakk-ı hayat vermeyenler elbette selamet de sunmamış olurlar. "Elçiye zeval yok!" denilir. Eğer ona selamet alanı sağlanmazsa irşadının nimetlerinden de faydalanılamaz.

İşte bir 'temsilî sistem' öğretisi daha: Biat ettiğiniz aranızda selamet bulmalı. Bulması için de dua etmelisiniz. Dikkat göstermelisiniz. Fem-i mübarekinden çıkmış sözün kalbimizde selamet bulmasından tutun, en küçük sünnî detayın dahi hayatınızda selamet bulmasına kadar, 'müsaitleşmelisiniz.' Sadece mebustan istemek yok. Öyle değil. Mebusun emrettiklerine de riayet edilecek. (Mebus onunla da elçiliğine destek kazanacak.) Sadece mebusun ihtiyaçlarınızı kollaması yok. Öyle değil. Siz de mebusun aranızdaki emeğini kollayacaksınız. Elçiniz önce sizde selamet bulacak ki elçilik yapabilecek. İttibaınızla muvaffakiyeti artacak. Ve siz de selameti için duaya berdevam olacaksınız. Evet. Bu iki kanadın birlikteliğiyle Hakkın kainatta insana biçtiği fonksiyon yerini bulacak. Nübüvvetin akrebiyeti ile velayetin kurbiyeti birbirleriyle buradan buluşacaklar.

"Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma salâvat getirmek tek başıyla bir tarik-i hakikattır." İlk cümleye en son gelebildik. Sağlık olsun. Eh, evet, bir ahirzaman çocuğunun mürşidini anlamaya çalışmasına şahit oldunuz. Kızmayın. Ve de korkmayın. Olayı "Demokrasiyi önce müslümanlar bulmuştu!" gibi saçma bir noktaya götürmeyeceğim. Sadece şunu söylüyorum: "Müslümanlar 'temsilî sistem' nasıl işler bunu 'peygambere iman' ettikleri günden itibaren biliyorlardı." İnanmayanlar için şahit de tutuyorum: Salavattaki derinlik derinliğimizin ispatıdır, vesselam.


17 Haziran 2022 Cuma

Cemil Kılıç'ın fendi, vay canına, bilmek inanmayı nasıl yendi?

"Onun hak olduğunu anlayıncaya kadar ayetlerimizi (delillerimizi) onlara hem âfâkta hem de enfüste göstereceğiz. Rabbinin herşeye şahid olması yetmez mi?" (Fussilet sûresi, 53. ayet)

Ahirzaman ne demek efendim? 'Bunamak' gibi birşey. İnsanın bildiğini dahi bilmez hale gelmesi. Neden? Çünkü ihtiyarlıkta öyle olur. 'Ahir' demek 'son' demek. İnsanlığın sonu yaklaştığı için bunaklığı da arttı. Daha önce bildiklerini de bilmez oldu. İşte ahirzaman fitnesi de bizim bu yönümüzden pek faydalanıyor. Bunaklığımızın yanaklarından tutup pışpışlıyor. Diyor ki: "Sen birşeye inanıyorsan aslında onu bilmiyorsun demektir. Birşeyi biliyorsan da ona aslında inanmıyorsun." Dedeler-nineler böyle pışpışlanır mı? Büyüklerinin ileriki yaşlarını görenler bu tasvirimi yadırgamazlar. Zira onlar da tıpkı çocuklar gibi 'kandırılarak' ikna edilir. Cenab-ı Hak cümlemizin ihtiyarlık imtihanını kolay eylesin. İhtiyarımızı elimizden almasın. Âmin.

Zaten benim kusurum budur: Oyundan önce topu görürüm. Komplo teorisyeni değilim. Ya? Futbol pratisyeniyim. Ve benim pratisyenliğim diyor ki: Ortalıkta bir çeşit top çok gezmeye başlamışsa kesin oyunu da vardır. Işık varsa güneş vardır. Aydınlık varsa gündüzdür. Bu kadarıcık akıl yürütmeyi de herkes yapar. O yüzden Ahmed'in çok zeki bir adam olması gerekmez. Seken topa gözü ilişsin yeter. Geç de olsa görsün.

Seken toplara da gözüm iyi ilişir. Geçenlerde de hem Atatürkçü hem ilahiyatçı, yani ki hem karada yaşar hem denizde gider, ne perhizden ne turşudan vazgeçer Cemil Kılıç Bey'in nüktedanlığına denk geldim. Hoş bir lâtife işitmiş gibi tebessüm ettim. Çocukluğuma döndüm. Bizim zamanımızda 'Portakalı soydum, başucuma koydum, ben bir yalan uydurdum...' tarzı şeyler vardı. Elbette koskoca ilahiyatçı bu kadar basit metinlerle takılacak değil. Kendisi twitter'da daha yükseğini beyan etmiş:

"Allah'ın varlığı kanıtlanabilir bir kesinlikte olsaydı Allah bizden kendisine inanmamızı istemezdi. Zaten imanın değeri de, anlamı da kendisine konu olan şeyin kanıtlanamaz oluşundan gelmektedir. İman kanıta dayanmaz. Kanıt, imanı çökertir. Ben Müslümanım; Allah'ın var olduğunu iddia etmiyorum, var olup olmadığını da bilmiyorum. Zaten var olduğunu bilseydim; inanmazdım. Bilmediğim ve kanıtlayamadığım için inanıyorum. Kanıtlayabilseydim; inanmazdım, bilirdim. Allah'a inanmak bana huzur veriyor."

 Vay arkadaş. "Ulan yoksa bu genç yaşımda ben de mi bunadım?" deyu eseflendim muhterem karilerim. Çünkü müslüman oğlu müslüman birisinin 'kanıtın imanı çökerttiğini' söylemesini yeni işittim. Ve dahi birçok yaşıma hızlı bir şekilde giriverdim. Bir de düşündüm ki: Koskoca ilahiyatçı neden top çeviriyor böyle? Ne de olsa oyun dediğin çocukların işi. Sonra aklıma geldi: Çocuğu kandırırken büyükler de bir şekilde oyuna dahil olmuş sayılırlar. Samimi değillerdir. Lakin kafeslemek için 'mış gibi' yapmak gereklidir. Oyun olmazsa oynanmaz. Elbette koskoca ilahiyatçının da canı portakal çekebilir. Vitaminini kabuğunda aramaz. Soyabildiği kadar soyar onu.

O vitamin aramıyor ama biz de akl u fikrimizi peynir ekmekle yemedik ya. Arıyoruz. Düşünüyoruz: Kurban olduğum Allah, diyoruz. Taşa-toprağa, kediye-köpeğe, ota-ağaca, dağa-ovaya, yıldıza-seyyareye, hatta ışığı yutan karadeliğe bile 'kanıtlanabilme' nimetini bağışlamış da kendisi nasıl bundan mahrum kalmış? "Herşeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet, herşeyi gösteren, kendini herşeyden ziyade gösterir." Hani daha bunamadığımızı kendimize ispat etmek için soruyoruz. Mürşidim gibi diyoruz hatta: "Bir harf kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde kâtibini bir satır kadar ifade ediyor." Nasıl oluyor da insan yazısında böyle oluyor da Allah'ın yaratışında olmuyor? Allah'ın yaratışı insanın yazısından geri mi?

Sonra yine takılıyoruz: İmanın değeri niye kanıtlanamaz oluşundan geliyor? Ben şimdi Sevimli Hayalet Casper'a inansam, ne de olsa kanıtlanamaz birşey, bu imanım değerli mi olacak? Yoksa uzun kollu gömleği giydirip en yakın tımarhaneye yolcu mu ederler beni? Yani demem o ki muhterem karilerim: Deli dediklerimizin 'deliliği' kanıtlanamayan şeylere inanmalarından gelmiyor mu biraz da? Bu ayracı aradan kaldırınca kim 'akıllı' kim 'deli' karışmaz mı? Hem kim yalancı kim doğru farkı kalır mı? Madem ki ispatlanmayınca imanın kıymeti artıyor. Yalancıdan daha kıymetlisi yok o zaman. Ne de olsa hiçbir dediği ispatlanamıyor. Cemil Bey'e birşey demiyoruz tabii.

"İman kanıta dayanmaz. Kanıt imanı çökertir!" de ne yahu? Şimdi ben burnuma gelen kokularla mutfakta yemek olduğuna iman etsem, ki koku dahi bir kanıttır, gidip gördüğümde imanımın tadı mı kaçacak? Yoksa düzeyi mi yükselecek? Hani 'ilmelyakin-aynelyakin-hakkalyakin' deriz ya. Dumanı görmek, ateşi görmek, ona dokunmak diye de kademelendiririz. Herbirinin farklı bir iman katmanı olduğunu ifade ederiz. Cemil Bey'e göre herhalde alametlerine vâkıf oldukça ateşe inanılmamaya başlıyor. Yani normal insanın aksine Cemilbeygillerde süreç şöyle işliyor: (Ateşe dair hiçbir alamet yok.) Ateşe inanıyorum. (Ateşin dumanı göründü.) Ateşe imanım kalmadı. (Ateşi gördüm.) Ateşe inanmıyorum. (Ateşe elimi soktum.) Acımadı ki, acımadı ki!

Peh! Allah'ın varolduğunu iddia etmeyen müslüman ahirzamanda bulunur ancak. Varolup-olmadığını bilmiyorum diyeni din-i İslam'a davet ederlerdi eskiden. Kelime-i Şehadet getirince bizden olurdu. Şimdi ilahiyatçı yapıyorlar demek ki. Eh. Ne yapalım? Olabilir. Ama kuzum şu ne oluyor: "Zaten var olduğunu bilseydim; inanmazdım. Bilmediğim ve kanıtlayamadığım için inanıyorum. Kanıtlayabilseydim; inanmazdım, bilirdim." Bilmek ile inanmanın arası ne ara bu denli açıldı? Kim küstürdü onları? Hem nasıl küstüler? Çünkü bir elmanın iki yarısı gibiydiler. İnsan birşeyi bildiği zaman ona inanırdı. İnandığı şeyi de bilirdi. Peki Cemil Bey'in çağına yetişince ikisi birden nasıl konumlarından istifa ediverdi? Biz bu süreci nasıl kaçırdık?

Sözgelimi: Ben suyun 100 derecede kaynayacağına inanıyorum. Ama suyun 100 derecede kaynayacağını biliyorum da. Eğer suyun 100 derecede kaynayacağını biliyorsam, artık 100 derecede kaynayacağına inanmıyor muyum? Peki neden kaynatıyorum? Eğer kaynayacağını bilmiyorsam onu neden ısıtıyorum? Öncesinde 'inanmıyorsam' sonrasında 'bilmek' nasıl vücuda geliyor? Öncesinde bilmiyorsam sonrasına nasıl inanıyorum? Şahitliğimle aldığım mesafenin kıymet-i harbiyesi ne?

Kafanız karıştı değil mi? Benimki de. Mevzuu biraz daha açmaya çalışalım. Lemaat'ta Bediüzzaman Hazretlerinin 'dimağdaki meratip' isimli bir izahı var. Azıcık alıntı yapalım oradan: "Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir." Şimdi metinden hareketle şu 'kaynama' mevzuuna geri dönelim. Ben bir suyu kaynatıyorum. Çünkü suyun kaynadığı bilgisine sahibim. Ama kaynattığım suyun kaynadığı bilgisine değil. Onu kaynarken hiç görmedim. Zaten kaynamış olsa tekrar kaynatmama gerek yok. Yani ki bende bir 'tahayyül' var. Daha önceki şahitliklerimden biliyorum ve de inanıyorum ki: Kaynama olayı tekrar edecek. Elimdeki su henüz kaynamadı. Bu kesin(!) bir bilgi değil. Fakat iman ediyorum: Kaynayacak. Ve su kaynadığında doğrulanmış oluyor.

Her bilimsel keşif bir imana dayanıyor. Tonlarca ağırlıkta bir metal yığınının uçabileceğini hayal ediyorum. Buna hayal düzeyinde inanıyorum. İnanmasam peşinden gitmem. Bu bir çeşit bilmek. Tahakkuk etmemiş birşeyi bilmek. 'Sezgi' diyelim isterseniz buna. Fakat kanıtsız değil. Çünkü 'uçulabildiğini' biliyorum. Benim metal yığınım uçmadı ama kuşlar uçuyor. Kuşların uçtuğunu bildiğim için, bu şahitliğimden hareketle, hayalime bir iddia taşıyorum. Sonra o hayal diğer meratipten geçiyor. Teşebbüslerle-başarılarla gelişiyor. Uçaklar uçuyor. Ben de itikad ediyorum. Uçaklar uçar. Uçakların uçtuğunu bildiğim anda ona imanım yokolmuyor. Aksine uçakların uçtuğunu gördüğüm anda imanım daha yüksek bir düzeye çıkıyor.

Kanıtlar eğer imanı yokediyorsa neden imanlar kanıtlarla kovalanıyor? Neden bilimsel teoriler sahiplerinin elinde deney deney ispatlanmaya çalışılıyor? Madem imanları yokolacak? Birşey kendisini yoketmek için çalışır mı? İmanı yokolacak 'bilim âdemi' neden bir de onu ispatlamaya çalışıyor ki? Kanıtsızken makbul oluyorsa hayalde kalmaya devam etsin. Hiçbir bilimsel gayret gösterilmesin. Değerli madem.

Ahirzaman bunaması sizi de sarmadıysa burada şunu seçebilirsiniz: İnanmak farklı katmanlarıyla bilmenin hem başı hem sonu. Bilmek de farklı katmanlarıyla inanmanın hem başı hem sonu. Anlamak için yine Bediüzzaman'ın zarf-mazruf ilişkisine dair bir metnine bakalım: "Herşeyin, içine melekût, dışına da mülk denir. Bu itibarla insan ile kalb, birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünkü, insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur, melekût cihetiyle de mazruf olur." 

O ona sarılmış. Öteki de ona sarılmış. Bambaşka boyutlarda ikisi de birbirini sarıyor. 'Bilgi' ekseninde baktığınızda bütün bilimsel çabalar 'inanmak-inanmak' arasında geçiyor. 'İnanmak' ekseninde baktığınızda bütün itikadlar 'bilmek-bilmek' arasında dönüyor. Bilinebileceğin bilinebileceği bildiriliyor. İnanılacağa inanılabileceği inandırılıyor. İnsan yaratılışından bildiği İslam'a yaşayarak bir kez daha şahit oluyor. 'Kalu Bela'daki sözümüz maşherdeki tasdikimizle birleşiyor. Biliyorduk. Yine bildik. Yine bileceğiz. İnanıyorduk. Daha fazla inandık. Çok daha fazla inanacağız.

İşin şu boyutu da var: Başta Kur'an olmak üzere İslamî bütün metinler 'acaba'yı değil 'kesinliği' ifade ediyorlar. Yani hiç öyle "Aman kullarım, kâfirlere karşı iddiaya girişmeyin, ben kesin bilinmem!" tarzı bir Cemil Bey söylemi işitilmiyor Kur'an'dan. Ya? Tam aksine: "Akletmez misiniz? Tefekkür etmez misiniz? Görmez misiniz?" tarzı iddialı/ispatlı bir metod izliyor bizim yüce vahyimiz. İslamî bütün metinler de bu minval üzere gidiyor. Ama belli ki hiçbiri Cemil Bey'i yeterince ikna edemiyor.

"Allah'a inanmak bana huzur veriyor!" diyor bir de. Sanki 'huzur' bir bilgi türü değilmiş gibi. Bir delil oluşturmayacakmış gibi. Ayağına giydiğin doğru numara ayakkabı da bir huzur veriyor Cemil Bey. Huzuru sayesinde doğru ayakkabıyı giydiğini anlıyorsun. Çok sıkışıp helaya gittiğinde de bir rahatlama hissediyorsun. İçin nasıl huzurla doluyor. "Aaa, nasıl?" Sürpriz: Çünkü o huzur da boşaltım organlarını zamanı geldiğinde kullanmanın doğru olduğunun bir delili. Yani Allah'a inandığında içinde bir huzur varsa iman ispatlanabiliyor demektir. 'İspatlanamaz' ama 'huzur verir' demekle kendinle çelişmeye başlarsın. Zaten ahirzaman bunaklığının neyi ayıramadığına ben şöyle ayıldım muhterem karilerim: Bunlar, "Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz!" sırrını kavrayamıyorlar.

Yani 'bilmek' alanını 'kâfir-mü'min ortak alanı' olarak görüyorlar. Ona münhasır sayıyorlar. İmtihan sırrı gereği 'acaba' kalan başlıkları da 'inanmak' alanına taşıyorlar. "Acaba varsa bilmek yoktur!" diyorlar. "Bilmek olsaydı kâfirler de kesin öyle bilirdi." İyi de na-mübarekler, o zaman imtihan nerede kalırdı, Ebu Bekirler ile Ebu Cehiller birbirinden nasıl ayrılırdı? İslam, Kur'an, sünnet elbet akla kapı açıyor. Eğer akla kapı açmasa kendisine inanılmasını zarurî tutamaz. İspatlanamayan şeye inanmak mecburiyeti olamaz çünkü. İspatlanma-ispatlanmama ayrımı gözetilmedikten sonra her vehim bir iman olabilir. Naklî bile olsa delil delildir. Kainat-fıtrat ayrı birer delildir. İddia bile edilemedikten sonra cennet-cehennem bahsini açmaya gerek olabilir mi? İnanmayanlar cezalandırılabilir mi? Zaten bilinmeyecek şekildeymiş madem.

Biz bu tuzağa düşmeyelim muhterem karilerim. İnandığımızın bilmekten ayrı olduğunu zannetmeyelim. 'Bilmek' alanı Kur'an'ın-sünnetin açtığı yere kadar geniştir. Kâfirlerin de müslümanlar gibi aynen iman ettikleri alana münhasır değildir. O belki 'imtihan edilmediğimiz alan'dır. Hakikat bilgisi tam da müslümanların kâfirlerden ayrıldıkları noktada başlar. Müslümanlar bu bilgiye ihtiyarlarıyla-iradeleriyle talip olurlar. Cenab-ı Hak da kalplerinde bir nur yakar. Onlara delillerini gösterir. Deliller göründükçe iman ziyadeleşir. Azalmaz. Yokolmaz. Kanıtlandıkça iman genişler.

Aman, ne çok konuştum, estağfirullah, yazdım. Sizi de sıktım. En iyisi burada bırakalım. Ve diyelim ki: Allah bizi Atatürkçü ilahiyatçı yapmasın muhterem karilerim. Çünkü bunlar Atatürk'ü Allah gibi biliyorlar ama Allah'a Atatürk kadar inanmıyorlar.

17 Mart 2022 Perşembe

Kendinden umut kesmeyen Allah'tan ümitvar olamaz

"Eğer hiç gurur sahibi olmasaydık başkalarının gururundan da şikayetçi olmazdık."
La Rochefoucauld (Aktaran: İsmet Özel, Faydasız Randevu, s. 37)

Modern özgürlük bir sınır ihlalidir. Her hamlesi bir sınırsızlık iddiasıdır. Herşeye karşı özgür olmak isteyen hiçbirşeyle kayıtlanmadığını düşünür. Evet. Ahirzamanda hürriyeti fazlaca tartışmamızın 'artan kayıtsızlığımız'la ilgisi var. Makine çağının çocukları artık eskisi kadar mahluk olmadıklarını sanrılıyorlar. Allah'a karşı özgür olunabilir mi peki? Onlara göre olunabilir. Çünkü Rablığın sınırlandırıcılığı da ıskartaya çıkarıldı içlerinde. Hatırlayalım mı: Niçe "Tanrı öldü!" ifadesini nasıl devam ettirmişti? "Onu biz öldürdük." Demek kastettiği hakikati değil tasavvuruydu. Tasavvurun ölümüne bir inkârcık yeter.

Şimdi birtek kendileri var. Kendilerinin Rabbi kendileri. Herkes Rab olunca mahlukiyetten doğan kardeşlik hukuku bozuldu. Rakipleşildi. Hepsini yaratan hepsi adına hidayet göstermiyor. Hukuku onlar yazarlar. Cezaları onlar verirler. Kararlar onlardan sorulur. Seçimler onların işidir. Anlaşamazlarsa savaşırlar. Savaşamazlarsa anlaşırlar. Bu kadar söz sahibi olduktan sonra da artık vites düşürülmez. Gidilebildiği yere kadar gitmelidir hükümranlık. Eh, biliyorsun, dünya da imtihan yeridir. Bize bir "Başardık galiba ha!" dedirtecek mühlet bağışlanır. Boğuşanlardan herbiri dişini hasmının şahdamarına geçirmesine az kaldığıyla avunur. Öyledir: Firavunlar da atlarını tıpkı Musa aleyhisselam gibi denize sürerler. Kendileri için yol kalmadığını durunca anlarlar.

Ayetin verdiği haber halimizdir: Allah'ı unutanlara Allah da kendilerini unutturur. Mahluk olduklarını unuturlar onlar. 'Sadece insan' olduklarını hatırlamazlar. Hatalarını görmezden gelirler. İtiraf etmezler. Bu yüzden tedavileri de aynı yerden başlamalıdır. Nedir? Mahluk tekrar mahluk olmak için 'aczini' bilmelidir. İnsan tekrar insan olabilmek için 'fakrını' görmelidir. Yani derim ki arkadaşım: Ahirzamanda irşad 'insanı tekrar insan haline getirmeden' başlayamaz. İnsan tekrar insan olmadığı sürece rendeçlenemez. Çünkü: 1) Kayıt sahibi olmayan kusur sahibi olmaz. 2) Kayıt sahibi olmayan endişe sahibi olmaz. 3) Kayıt sahibi olmayan özgürlük iddiasından vazgeçmez. Halbuki biz İslam'la düpedüz bu tarz hürriyetten vazgeçmeyi tembihliyoruz. Kendini kartal sanan tavuğa "Uçurumdan atlama!" demek kolay mı?

Belki biraz da bu hikmetle, Bediüzzaman Hazretleri, eserleri içinde acz-fakr bilincine tekrar tekrar vurgu yapıyor. Bununla 'insan olan insana' sadece 'insan' olduğunu hatırlatıyor. Yarasını bilmeyen devasını bilmiyor çünkü. Hastalığını kabullenmeyene şifa sunulamıyor. Hatta diyebilirim ki arkadaşım: Marifetullaha, yani Allah'ı tanımamıza, dair her bilginin de insanda yaptığı böyle bir iş var. Marifetullah sadra şifadır. Niçin? Çünkü sonsuzun hakikatini öğrendikçe, insan, kayıtlarını da öğrenir. Olanı öğrenmekle olmadığını öğrenir. Sonsuzluğun aslı Allah gibi birşeyse ve Allah'ın sonsuzluğu böyle birşeyse, o halde, bendeki bu tarz iddialar düpedüz evcilik oyunudur. Düzelteyim: Rabcilik oyunudur. Hâşâ. Allah benim gibi birşey olamaz. Benim gibi birşeyden Allah çıkamaz. Ancak Allah 'Allah' olur. Allahlık ancak Allah'a yakışır. Sonsuzun tekilliği kabul edildikten, yani tevhide iman edildikten, sonra da geriye "Kimimiz/nice sınırlıdır?" sualini cevaplamak kalır.

Bu soruyu sorabilecek kıvama gelmemiş insanın irşadı güçtür. Kartallıktan vazgeçmemiş tavuk uçurumlardan sakınamaz. Ayağını gereğince dikkatli atamaz. Düşebileceğine ikna edilemez. İşte acz-fakr öğretisi bize 'düşebileceğimizi' hatırlatıyor. Düşüncemizi düşlerden kurtarıyor. Nasıl yapıyor bunu peki? Kendimizi Samediyet aynasında seyrettirerek. Allah olana herşeyin muhtaç olduğu, fakat Onun Allahlığı gereği hiçbirşeye muhtaç olmaması gerektiği gerçeğiyle bizi yüzleştiren Samediyet, karşısına devasa iddialarla gelenleri cüceleştirmekte, cüceliğinin bilinciyle gelenleri ise devasa umutlara sahip kılmaktadır. Hamdolsun. İnsan Allah olamıyorsa da Allah'tan umutlanabilir. Umut, yalnızca fakirin ekmeği değil, mesleğidir. Öyle ya: Sultan'ın karşısına güçsüzlükle-ihtiyaçlılıkla gelmeyen insan Ondan hangi bahşı umut eder? Hatta Sultan'ın 'sultan' olduğunu farkedebilir mi? Müstağninin Sultan'ı olur mu? Alâk sûresi istiğnanın bizi azgınlaştırdığını hatırlatıyor.

Kendimizden umudu kesmedikçe Allah'tan umut edemeyiz. Acz-fakr bilinci bize 'kendimizden umudu kesmemizi' emrediyor. Kesilen umudun kendisi değil, yönü, adresi. Boynu kesilen yüklendiğimiz sahte-haksız rububiyet. Yani 'rablık.' Evet. Rabbü'l-Âlemîn olamayanın Rab de olamayacağı, cümle sanrılarımızın 'âlemler' çapına yetişmeyeceği, açıktır. Yukarıdan aşağıya bu uyanış en küçük daireye kadar sürerse âdem kıvama erer. Yapamadıklarını göre göre ancak sahte rububiyetlerden soyunulur. Yaratılanları göre göreyse Rabbü'l-Âlemîn imanına uzanılır.

Arkadaşım çok uzattık. Asıl diyeceğimiz de geri bıraktık. Bir 'hülasa' ile olsun dokunalım: Neden hür olamıyoruz? Ahirzamanın her sınavda çıkan sorusu budur. Müslüman olduğumuzdan mı? Hayır. İslam özgürlüğü yasaklamıyor. Yasakladığı Allah gibi 'özgür' olmaya çabalamak. (Tırnak içinde anmamı uygunsuzluğunu bilmeme bağlayın.) Elhamdülillah. Allah'ın dilediğini eyleyeceğini Kur'an pekçok kereler haber veriyor. Zaten kudreti sonsuz. İradesi sonsuz. İlmi sonsuz. Samediyet sahibi. Mülk tamamen Onun. Tasarruf yetkisi Onda. Dilediğini eylemesine kayıt koyabilecek bir kuvvet yok ki. Hakkın hakkıdır bu durum. Peki sen böyle misin?

O halde senin arayacağın hürriyet ilaha yakışır bir hürriyet değil. Kendine yakışır bir hürriyet. Mahluka yakışır bir hürriyet. İnsana yakışır bir hürriyet. Onun özü de ihlastır. Sen ancak ibadetlerini Allah'ın rızasına münhasır kılmakla özgür olursun. Rızkını sadece Ondan beklemekle özgür olursun. Hukukunu şeriatında aramakla özgür olursun. Rabbin elverdiğince olur hürriyetin. Abdullahlıktan başkası olamaz. Olursa bela olur. Her yeni gün cefa olur. Fakat modern (me)deniyet öyle birşey ki herkesi birer ilahçık yapmış. Herkes ilahlığa yakışır bir özgürlüğün peşinde. Kavgaları yeri-göğü altüst ediyor. Savaşlar, yıkımlar, karmaşalar birbirini kovalıyor. Kur'an-ı Hakîm zaten haber vermişti: Allah'tan başka ilah olsaydı yerin-göğün düzeni kalmazdı demişti. Baksana sahtenin sahtesi putlar bile nelere sebep oluyor.

7 Temmuz 2021 Çarşamba

Ahirzamanda eğitime nereden başlamak lazım?

 "Evet, acz dahi aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder." Sözler'den.

Bediüzzaman'ın mesleğinde 'tasavvuf' yok mudur? Ben bu soruya kat'i bir şekilde "Hayır!" diyemiyorum. Çünkü tasavvufu 'üç fıkıh'tan birisi olarak görüyorum. Nedir o 'üç fıkıh' peki? 1) 'Fıkh-ı Ekber' ki itikadımızdır. Neye inanıp-inanmayacağımızdır. 2) 'Fıkh-ı Zâhir' ki amellerimizdir. Nasıl işleyip-işlemeyeceğimizdir. 3) 'Fıkh-ı Bâtın' ki maneviyatımızdır. Nasıl duygulanıp-duygulanmayacağımızdır. 

İşte bu üçüncü fıkha mihmandarlığı tasavvuf eder büyük ölçüde arkadaşım. İkincinin âmilleriyse fakihlerimizdir. Birincinin sahipleri de akaid imamlarımızdır. Allah hepsinden razı olsun. Elbette hepsinin başı Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdır. Sahabesidir. Selef-i Salihîndir. Fakat ilerleyen asırlarda  uzmanlaşmalar başlamıştır. Bir tür görev paylaşımı olmuştur. Ehl-i Sünnet ulemamız da, ekseriya birkaç alanda birden hamiyetini göstererek, ümmetin ilgili yaralarını sarmışlardır. Pâk mirası taşımışlardır. Taliplerine ulaştırmışlardır. Mutasavvıfların sardığı yaralar da çoğunlukla 'Fıkh-ı Bâtın'a dair yaralardır. Allah ecirlerini kat kat versin. Onlar dışarıda 'Fıkh-ı Zâhir'in şartlarına uymakla erişebilecek rızanın içimizde kollanması gereken yasalarını belletirler. Sözgelimi: Namazın hak mezheplerdeki şartlarına uymakla dışarısı tamam olur. Lakin içerideki kemali ancak ihlasladır. Tevazuyladır. Dolayısıyla gösteriş için kılınanı bâtıldır. 

Bu üç dairenin birbiriyle ilişkisi bir anlamda besmeledeki Uluhiyet-Rahmaniyet-Rahimiyet ilişkisine benzer. Daire-i itikadın Uluhiyet mertebesinde tasdik ettiğini daire-i tasavvuf Rahimiyet mertebesinde tasdik eder. Arştan ferşe bir yol uzanır. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur. İtikadlar duygulanmalara dönüşür.

Bu anlamda Bediüzzaman'ın tedrisini 'Fıkh-ı Ekber'de sınırlayamayacağımız gibi 'Fıkh-ı Bâtın'dan da ibaret sayamayız. Hatta sanki mürşidim bu ikisinin birbiriyle ilişkisinden doğan enteresan bir tasavvuf dili konuşmaktadır. Erbabı değilim ki tayin edeyim arkadaşım. Ama "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla derim: Belki bu tasavvufta da bir tecdittir. Tasavvufsuzluk değil de yeni bir tasavvuftur. Tecdit deyince de bazıları 'büsbütün yeni birşey' arıyor. Yok. Değil. Büsbütün yenilik olamaz ki. Ancak üslûpta bir başkalık olduğu sezilir. Yoksa Ehl-i Sünnet'in 'Fıkh-ı Bâtın' çerçevesinden ayrılan da istikameti bulamaz. Böyle bir ayrılış kastetmiyoruz. Hâşâ. Fakat mesela 'aşk'ın yerine 'acz'i merkezine alışında bile bir başkalık seziyoruz. Hikmetini inanıyoruz.

Evet, öyle, ahirzaman ikliminin âdemiyeti en çok 'acz bilinci'nden yaraladığını düşünüyorum ben. Çünkü modern(!) çağın insanı geçmiştekilerin yapamadığı şeyleri yapıyor. Gidilemeyen hızlarda gidiyor. Bilinemeyen şeyleri biliyor. Ulaşamadıkları seviyelere ulaşıyor. Yani ki daha önce yaşanılamayan şartlarda yaşıyor. Bu hali elbette onu Karun misali bir yanılgıya itiyor. "Bu bana ilmimle verildi!" deyu iddialara sapıyor. Hatta Alâk sûresinde aktarılana epeyce benziyor hali: "Şüphesiz insan azgınlaşır kendisini ihtiyaçtan uzak görünce!" Ahirzaman insanı da tastamam böyle değil mi? Veya buna yatkın değil mi? Bence öyle. Böyle olduğunu en çok giderek artan/çeşitlenen dalaletinden, günahlarından, zulümlerinden anlıyoruz. Evet. Eskisinden daha iyi şartlarda yaşıyoruz. Fakat, hayır, aynı zamanda eskisinden çok daha zarar vericiyiz.

Ahirzaman Karunları olduğumuza inanmakta güçlük mü çektin arkadaşım? O zaman seni mürşidimin bir metnine misafir edeyim: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar..." Hani sen de bilirsin: Bilmeyene 'cahil' derler. Ama 'bilmediğini bilmemeye' 'cehl-i mürekkep' denir. Cahilliğin çaresi kolaydır da cehl-i mürekkebinki zordur. Zira bilmediğini bilene öğretirsin. Cahilliği geçer. Ama 'bilmediğini bilmeyene' hiçbirşey öğretemezsin. Boşluğunu kabul etmediği bardağını dolduramazsın. Ters bardak doldurulmaz. Ahirzaman insanı bardağını işte böyle ters çevirmiştir.

Kendisi hakkında yanılgıdadır. Bu yanılgısı uzun asırlar boyunca başardıklarıyla inşa olmuştur. Seküler alandaki harikaları aklını başından almıştır. Karun'un şaşkınlığını yaşamaktadır. Şaşkınlığını aşamadığı için de irşad edilememektedir. Bu nedenle mürşidim manevî alandaki terbiyesine 'aşk'la değil 'acz'den başlar. Cidden sarsılmış bu bilincin korunmasına çaba sarfeder. Aczin ihyası ise ancak fakrın kabulüyle olur. İhtiyaçlarını 'ihtiyaç' olarak görmeyene güçsüzlüğü anlatılamaz ki. İhtiyaçlarını karşılama sürecini 'varlığa boyun eğdirme' olarak gören şuur düzeyi elbette zayıflığını zafer sanacaktır. Hiçbir cephede kendince yenilmediğinden zırh giymek gibi bir fikre de kapılmayacaktır. Hayatını tehlikede saymayacaktır. Halbuki maneviyat havf ve reca (korku ve ümit) arasında say etmekle ayakta durur. Yürüyüşü bittiğindeyse ölür.

Yani arkadaşım, bana öyle geliyor ki, ahirzaman dalaleti 'cahilliğin' değil 'ukalalığın' neticesidir. Bu yüzden dehşetlidir. Arızası içeridedir. Psikolojiktir. Merhem sürülmesi zor bir yerdedir. 5. Şua'da da izah edilen 'Süfyanın ilimle dalalete düşmesine' dair rivayet, hakiki bir âlim olmasından değil, hevası ekseninde malumat/done sahibi olmasındandır. Bugün böylesi o kadar çok tiple karşılaşmaktayız ki. "Ulema-i su nedir?" diye sormaya ihtiyaç bile hissetmiyoruz. Bilmediğini bilmeyen bilirler heryanı sarmış vaziyette.

"Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur'ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i'câzından olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur'ân'a ait yazılarıma ihsan etti."

Mesele itikada da tam burasından bağlanıyor bence arkadaşım. Yani acz bilincinin inşası için de sahih bir itikada ihtiyaç var. Hem 'sahih' hem de 'dinamik' olmalı. 'Taklid' değil 'tahkik' olmalı. En azından temel meseleleri tahkikle halledebilmeli. Ehadiyet dairesinde soluklanmalı. Ferdi ihsan makamına çıkarabilmeli. Çıkarabilmeli ki bireyselliğine saklanamasın. "Bana öyle gelmiyor!" diyerek yırtamasın. Ona bile ister-istemez öyle gelsin. Bediüzzaman ahirzamanda bize böyle bir dil öğretmeye çalışıyor. İtikadda ilzam edici. Tasavvufta ikna edici. Yahut da itikadda ikna edici. Tasavvufta ilzam edici. Muhatabın inadına/kıvamına göre ikisi de var. Lazım. Ama hepsinin öncesinde merkezde acz var. Çünkü irşad olmak için insan önce insan olduğunu hatırlamalı. Başladığı yere dönmeli. Acz bunu yapmaya aşktan daha yatkındır. Veyahut da şöyle diyebiliriz ki: Mana-i ismiye müptela ahirzamanlıya aşk aczden daha tehlikelidir. "Muhabbetin bir vartası var ki: Ubûdiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve dâvâya atlar, mizansız hareket eder. Mâsivâ-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismîye geçmesiyle tiryak iken zehir olur."

12 Haziran 2021 Cumartesi

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) musilajdan bahsediyor mu?

Mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde diyor ki: "Zaman ihtiyarlandıkça Kur'ân gençleşiyor. Rümuzu tavazzuh ediyor." Ve ekliyor: "Nur 'nar' göründüğü gibi bazan şiddet-i belâğat dahi 'mübalâğa' görünür." Onun 'vahy-i metlûv'a dair bu elmas tesbitini ben 'vahy-i gayr-i metlûv' hakkında da kullanmak istiyorum. Evet. Kur'an zamanla gençleştiği gibi hadisler de zamanla gençleşiyor. Onlardaki remizler tavazzuh ettiği gibi şunlardakiler de tavazzuh ediyor. Özellikle ihbar-ı gaybla ilgili hadislerde, ki ehemmiyetli bir kısmı ahirzaman hâdisatı hakkındadır, bunun misallerini bollukla görüyoruz. Hatta, daha biz görmeden, mürşidim bir kısmını lûtfen gösteriyor. Mesela diyor ki yine: "Deccal'ın çıktığı vakit umum dünya işitecek olan kaydı telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar."
 
Öyledir. Seküler âkillerin imkan algısı zamanla gelişir. Dün "İmkansız!" dediklerine bugün "Sıradan!" deyiverirler. Dün "Olur mu öyle şey?" diye karşı çıktıklarına bugün "Nasıl kabullenmezsin canım?" diye tepki gösterirler. Eh, nihayetinde insandırlar, acizdirler, fakirdirler. Ancak birer mahlukturlar. Dolayısıyla sınırlıdırlar. Böyle böyle öğrenirler. Yanıla yanıla doğrulurlar. Ağır ağır yetişirler. Vahiyle kuşanmış aklınsa imkana bakışı elbette daha yüksektir. Çünkü gözleri açılmıştır. Çünkü gaybla tanıştırılmıştır. Çünkü 'herşeye gücü yeten' bir Allah'a iman edildikten sonra 'olabilecekler' yalnız buyruğu olarak sabit olup-olmadıklarıyla yargılanabilir. Eğer sabitse 'dilediği gibi yaratmak' şânının gereği olan bir Rabbin yapıp-yapamadığı sorgulanmaz artık. Belki ancak "Yaptım!" buyurduğunun kainattaki delillerine bakılır. Alınacak dersler tefekkür edilir. İzdüşümleri rasat edilir. İşte biraz da bu nedenle hadislerin tahlili öncelikle naklin sıhhati üzerinden yapılır. Yani Ebu Bekir radyallahu anhın Miraçtaki sıddıkıyet tavrı takınılır: "Bunu o mu söyledi?" diye sorulur sadece habercilere. Onay alınınca da iş bitirilir: "O söylediyse doğrudur." Yoksa ahirzaman nâdânları gibi denmez: "Nasıl söyler aklım almıyor. Hiç olur mu öyle şey? İslam akıl dinidir. Böyle akla sığmayan şeyler hadis olamaz. Sıhhati sabit olsa bile olsa cık, asla, kat'a, yok, hayır, ııı-ıh, inanamayız."

Onların 'cık'lanmaları kendilerine. Bizse kendimize gelelim: Risale-i Nur'da bahsi geçen bir tanesinin daha hakikatini yaşadığımızı düşünüyorum bugünlerde arkadaşım. En azından anlaşılmasını sağlayacak bir pencereyi kazandığımızı zannediyorum. Nedir? 'Müsilaj' adı da verilen 'deniz salyası' olayıdır. "Denizin de salyası olur muymuş?" demeyesin ha. Belki 'salya' kelimesi yerine 'kusmuk' desek daha doğru olacak. Evet. Kusmuk. Düpedüz kusmuk bu. Deniz kusuyor yüzümüze. Öyle ya: Neyin midesi bozulsa kusmaya başlar. İçindeki zehri dışına taşırır. Denizin de tadı kaçırıldığı zaman kusması mümkünmüş işte. Marmara'daki acı görüntü sayesinde bunu da öğrenmiş olduk. Yanısıra şu sırra da dokunmuş olduk bence arkadaşım:
 
"Hadîste var ki: 'Hatta deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zâlimlerden şekvâ ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur kesilir, hatta bizim de nafakamız azalır!' derler. Evet, bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor, mâsum hayvanlar da azap çekerler." Mürşidim bunu devrindeki kuraklığın hikmetini anlatmaya çalışırken söylüyor. Şimdi bu yazıyı okuyan dünyacılar hop oturup hop kalkacaklar da "Herşeyi dine bağlamayın yahu!" diye kükreyecekler belki. Nasıl bağlamayalım arkadaşım? Herşeyi yaratanın herşeyle ilgisi olmaz mı? Eh biz de tevhide iman ediyoruz. Yani "Rabbimiz bir!" diyoruz. O halde Rabbimiz bir olduğu için meselelerimiz de bir. Yani birbiriyle ilişkili. Birbirine bakar. İlla bir olan Allah'a, emirlerine, rızasına, şeriatına bir atfı olacaktır şu yaşanılanın da.

Hem şu da var: Ahirzamanda insanlığın israfı, zorbalığı, zararı, kibri, küfrü, zulmü öyle bir noktaya vardı ki tabiat kardeş de artık yaka silkiyor bizden. "Yeter be adamlar!" diyor. Küresel ısınma, buzullardaki erime, çevre kirliliği, plastik atıklar, ozon tabakasındaki delik, artan depremler, çoğalan kasırgalar, nesli tükenen hayvanlar, küresel salgınlar, radyoaktif çöpler vs. Bunların herbiri aslında yuvamızın bizden bir şikayeti, bir kızgınlığı, bir alerjisi, bir tepkisi değil mi? Midesi açılınca bilmem kaç kilo poşet bulunan balık bile lisan-ı haliyle mezkûr hâdisin tasdikçisi sayılmaz mı? Garibin pet şişe takılmış ağzıyla, yüzgecindeki naylon parçasıyla, tenindeki kimyasal izlerle cidden yüzleşsek Rabbine şikayetini işitmeyecek miyiz? Nasıl etmesin ki? Çünkü düzenlerini bozduk. Çünkü emaneti mülkümüz sanarak acı işler ettik. Zalimlikte deniz diplerine kadar eriştik. Kaçabileceklerin alanı kalmadı artık. Derinlikler bile gadrimizden paylarını alıyorlar.

Yani demek istiyorum ki: Böylesi hadislerde dikkatimiz çekilen biraz da tabiata verebileceğimiz zararlardır belki. Potansiyelimizdir. Mübalağa olduğunu düşünenler de yine şiddet-i belağatı anlayamanlardır. Evet. "Aleyhissalatuvesselam bir işarî manada müsilajdan bahsediyor..." diyebiliriz o zaman arkadaşım. Çünkü 'herşeyi bilen' Allah'ın bildirmesiyle Habib-i Edibi de bilir ki: İnsan böyle tehlikeli bir canlıdır. Komşularına yapabileceklerinde 'çok zalim' ve sonuçlarının ne olacağını farketmede 'çok cahil'dir. Kendi evini eliyle yakar da yangının içinde de gülerek oturur. Emaneti yüklendiği günden beri bu riskle yaşamaktadır. Başı dönmüştür. Elindekini malı sanmaktadır. Böyle olduğunu nereden mi anlıyoruz arkadaşım? Rikkatsizliğinden. Dikkatsizliğinden. Zira emanetçilik en çok rikkat/dikkat işidir. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bize bizden gelecek zararlardan bizi koruduğu gibi denizdeki dostlarımızı da korusun. Âmin.

12 Şubat 2021 Cuma

Rabbine inanır da Allah'ı nasıl inkar eder?

Arkadaşım, bunu da 'acaba' avucunda tut, çünkü bir ihtimaldir. Zaten 'çünkü'ler hep ihtimaldir. "Allahu'l-a'lem!" demeden hakikat sahasına giremezler. Özetiyse şöyle: Kehf sûresinde iki arkadaştan birisi diğerine, kısa bir mealiyle, şöyle diyor: "Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem, hiç şüphem yok ki, (orada) bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum." Bahtiyar olanıysa uyarıyor: "Arkadaşı ona hitaben: Sen, dedi, seni topraktan, sonra nutfeden (spermadan) yaratan, daha sonra adam biçimine sokan Allah’ı inkar mı ettin?" Öncesini-sonrasını da konuşacağız fakat, arkadaşım, burada dikkatime evveliyetle şu ilginçlik çarpıyor: İlk konuşan Allah'ı inkâr etmiyor ki alttaki ona "Allah'ı inkar mı ettin?" diye tepki göstersin. Hatta dikkat edersen aslında şöyle diyor o: "Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem..." Yani Rabbinden haberli gibi. "Yoktur. İnanmam. Olamaz..." falan demedi. İlhada girmedi. Peki ayet-i kerime mezkûr diyaloğu bize neden bu şekilde aktardı?

Mürşidimin 'Allah' isminin içeriğine dair hatırlattığı bazı şeyler var ki, arkadaşım, bence okumanın tam zamanıdır onları şimdi. Diyor ki Mesnevî-i Nuriye'sinde: "Bütün Esmâ-i Hüsnâ'nın ifâde ettiği mânâlar ile bütün sıfât-ı kemâliyeye Lâfza-i Celâl olan Allah bil'iltizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmâlarına delâlet eder. Sıfatlara delâletleri yoktur. Çünkü sıfatlar müsemmâlarına cüz olmadığı gibi aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla ne tazammunen ve ne iltizamen sıfatlara delâletleri yoktur. Amma Lâfza-i Celâl bilmutabakat Zât-ı Akdese delâlet eder. Zât-ı Akdes ile sıfât-ı kemâliye arasında lüzum-u beyyin olduğundan sıfatlara da bil'iltizam delâlet eder. Ve keza, ulûhiyet ünvanı sıfât-ı kemâliyeyi istilzam etmesi, ism-i has olan Allah'ın da o sıfâtı istilzam ettiğini istilzam ediyor."

Anladığımca izaha çalışırsam şunları söylenebilirim belki: Cenab-ı Hakkın 'Allah' ismi doğrudan Onun 'uluhiyyetini/ilahlığını' kastettiğinden, yani manaca buna işaret ettiğinden, 'Allah olmanın gereği' her ne sıfat varsa kastının içindedir. Mahiyetçe onları da içerir. Diğer isimlerse kendi kastettikleri manalarca Allah'a işaret ederler. Bir/birkaç yönünü gösterirler. Çok kusurlu bir temsille açmayı denersem: İyi bir ressamı tarif ederken "Renkleri çok iyi seçiyor!" demekle de haklıyımdır, yani onu tarif etmiş olurum, "Ayrıntıları iyi yakalıyor!" demekle de. Yahut: "Fırçayı iyi kullanıyor!" demekle de isabet ederim hem. Hem "Gölgeleri iyi yansıtıyor!" demekle de. Daha bunlar gibi pekçok altbaşlıkla ressamın yeteneklerine işaret edebilirim. Hepsi de onu hakikaten tarif eder. Lakin "O çok iyi bir ressam!" dediğimde bütün bu altbaşlıklar ister istemez içine girer. Akıllara gelir. Çünkü bunlar ressamlığın gereğidir.

La teşbih. Allah'a 'Allah' demek de böyledir arkadaşım. Diğer bütün Esmaü'l-Hüsna ve Sıfat-ı İlahiyye Cenab-ı Hakkın Zat-ı Akdesine işaret eden şu Lafza-i Celal'in gölgesinde, zımnında, içerisinde saklıdır. Yahut renklerine girerler. (Tek bir beyaz ışığın yedi rengi bağrında taşıması gibi.) Hatta mürşidim mezkûr bahsin devamında mevzuu biraz daha detaylandırır: "Ve keza, Allah kelimesi de, nefiyden sonra sıfatlarla beraber düşünülür. Binaenaleyh 'Lâ ilâhe illâllah' kelâmı, Esmâ-i Hüsnâ'nın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delâlet ettiği sıfatlar itibarıyla bir kelâm iken bin kelâm oluyor: 'Lâ hâlıka illâllah, lâ fâtıra, lâ râzıka, lâ kayyûme illâllah' gibi... Binaenaleyh, terakki etmiş olan zâkir bir zât, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor."

O halde diyebiliriz ki: Arkadaşına "Allah'ı inkar mı ettin?" diye soran bahtiyarın, tıpkı Bediüzzaman gibi, Lafza-i Celal üzerinden yaptığı bir 'hatırlatma' vardır. Nedir? Rabbini bilene dahi bazen Allah'ı hatırlatmak gerekir. Fakat şu hakikati kavramak için kıssanın öncesine-sonrasına da bir parça uzanmamız lazım. Diyanet Vakfı'nın meal çalışmasından takip edelim: 

"Onlara, şu iki adamı misal olarak anlat: Bunlardan birine iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla donatmış, aralarında da ekinler bitirmiştik. İki bağın ikisi de yemişlerini vermiş, hiçbirini eksik bırakmamıştı. İkisinin arasından bir de ırmak fışkırtmıştık. Bu adamın başka geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona şöyle dedi: 'Ben, servetçe senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm.' (Böyle gurur ve kibirle) kendisine zulmederek bağına girdi. Şöyle dedi: 'Bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmam. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem, hiç şüphem yok ki, (orada) bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum.'"

Görüldüğü üzere bu arkadaş, zâhirde Rabbini inkar etmese bile, içinde bir yerlerde sarsıntılar yaşamış. Nasıl sarsıntılar? Günümüz kelimelerine taşırsak şöyle diyebiliriz: Bu arkadaş 'mekanik dünya görüşü' bağlamında itikadını törpülemeye başlamış. Hatta epey yol da almış. Fiilî duasının, yani bağına verdiği ermeğin, düzenli şekilde karşılığını almasından ötürü Allah'la ilişkisinde 'niyaz'dan 'iddia'ya sapar olmuş. Evet. Dikkat edin: Arkadaşına karşı tavrında kibrin izleri görülürken Rabbine karşı tavrında da ucbun izleri görünüyor. Kur'an ikisini de nazarımıza veriyor. 'Ucb' nedir peki? Ucb insanın ameliyle iddia sahibi olmasıdır. Akıbetini garantilemiş gibi konuşmasıdır. Yine mürşidimin metinlerine kulak verelim: 

"(...) a'mâle güvenmek ucubdur. İnsanı dalâlete atar. Çünkü insanın yaptığı kemâlât ve iyiliklerde hakkı yoktur. Mülkü değildir. Onlara güvenemez. Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i san'atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakîta olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış da insan almış değildir. Ancak, o vücut, hâvi olduğu garib san'at, acip nakışların şehadetiyle, bir Sâni-i Hakîmin dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarrufattan ancak bir tane insana aittir..."

Hülasa: Kehf sûresindeki kıssada aslında psikolojik bir tahlil de var. Âdeta buyruluyor: İnsan dünyayla mekanik bir ilişki kurarsa, yani sebep-sonuç düzenliliğini aşamazsa, Cenab-ı Hakkın yaratışını göremezse, onda bu düzenlilik üzerinden bir kibrin, ucbun ve dolayısıyla 'gizli şirk'in kokusu hissedilmeye başlar. Başarı, zenginlik, güç gibi şeyler acz şuuruyla onarılmazsa sahiplerini dalalete atabilirler. Allahu'l-a'lem. Bu hikmetle belki de bahtiyar arkadaşı dostunu bu şekilde uyarmaktadır: "Arkadaşı ona hitaben: Sen, dedi, seni topraktan, sonra nutfeden (spermadan) yaratan, daha sonra adam biçimine sokan Allah’ı inkar mı ettin?" Yani 'Rab' olarak ansan da 'Allah'lığın hakkı olan şekilde Ona inanmayı bıraktın. Marifetini eksilttin. Bazı şeylerde Ona karşı iddia sahibi oldun. Halbuki yaratılışın sadece bu bağ ile hukukundan ibaret değildir. Bu noktaya gelmek için öyle aşamalardan geçtin ki, haberin bile olmadı, kudretin de yetmezdi. Toprak, nutfe, adamlık... Hangisinde senin emeğin var? Onları aklına getir de bu sahte iddiadan vazgeç. Allah'ın Allah'lığını hatırla!

Devamı şöyle kıssanın: "'Fakat O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiçbirşeyi ortak koşmam. Bağına girdiğinde: Mâşâallah! Kuvvet yalnız Allah’ındır, deseydin ya! Eğer malca ve evlâtça beni kendinden güçsüz görüyorsan (şunu bil ki): Belki Rabbim bana, bağından daha iyisini verir; senin bağına ise gökten yıldırımlar gönderir de kupkuru bir toprak haline gelir. Yahut suyu dibe çekilir de bir daha arayıp bulamazsın.' Derken serveti kuşatılıp yok edildi. Bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü ellerini oğuşturup kaldı. Çardakları yere çökmüştü. 'Ah' diyordu, 'keşke Rabbime hiçbir ortak koşmamış olsaydım!' Allah’tan başka yardım edecek destekçileri olmadığı gibi kendini de kurtaracak güçte değildi." 

Subhanallah. Enfes. Aslında "Cenâb-ı Hakkın verdiği nimetleri söyleyip ilân ve tahdis-i nimet etmek bazan gurura ve kibre incirar eder..." bahsine de götürecektim meseleyi. Fakat sözü uzattım. Yormak istemem arkadaşım. Şu kadarcık daha deyip çekileyim. Hem seni bir soru hakkında düşünmeye davet edeyim: Sanayileşmesiyle-mekaniğiyle-dijitaliyle ünlü ahirzamanın aynı zamanda inkarcılığın da zirve yaptığı bir çağ olması tesadüf mü? Belki de dünyayı bu düzeyde sebep-sonuç ilişkilerine boğulu şekilde kavramak, kodlamak, sarınmak nihayetinde bağına güvenen arkadaşın kibrini verdi hepimize. Allah'a karşı iddia sahibi yaptı. Öyle ya: Tuşa bastık mı oluyor. Kartı gösterdik mi alıyor. Gaza bastık mı gidiyor. Ahirzaman insanı artık herşeyi bu düzeyde çözebileceğini sanıyor. Kabul edilen fiilî dualarından kavlî duanın aşıladığı şuuru, belki duanın kendisini de, unutuyor. Susuzluktan endişe etse de Allah'tan bilmiyor. (Nitekim bugün yaşıyoruz.) Dileyelim de o Rahman u Rahîm bağımızı kuru toprağa çevirmesin. Bize bahtiyar arkadaşın uyanıklığını-imanını versin. Âmin. Âmin. Âmin. 

7 Şubat 2021 Pazar

Deistler ahirzaman bedevileridir

Meşhur bir sahnedir. Bilirsiniz. Torunlarına gösterdiği ilgiye hayret ederek "Siz çocukları öpüyor musunuz? Biz çocuklarımızı öpmeyiz!" diyen bedeviye, Aleyhissalatuvesselam Efendimiz şöyle cevap vermiştir: "Allah Teâlâ kalbinden merhameti söküp almışsa ben ne yapabilirim?" 

Barekallah. Hak Subhanehu bu sahneyi bize taşıyan o salihlerden de razı olsun. Katından büyük ecirlerle mükâfatlandırsın. Çünkü her ne hayra eriştiysek evvelimizin şu türden şefkatleri sayesinde eriştik. Onlar, Hâtemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın hayat sahnelerini kristal taşır gibi hassasiyetlerle nesilden nesile aktararak, sonraki hidayet arayan gözleri öpmüş oldular. Şefkatin en hasını gösterdiler. Yetim avuçlarımıza elmaslar sıkıştırdılar. Bugün biz de o salihlerin şefkati sayesinde bu sahnelerden dersimizi alabiliyoruz. İstifade edebiliyoruz. Elhamdülillah.

Fakat arkadaşım başlarken belirtmeliyim: Bu yazıda mevzuun çocuklara bakan yönünü konuşmayacağım. Ya? Deistlere bakan tarafı hakkında kelam etmeye gayret edeceğim. "Nasıl olur?" diyerek itiraz parmağını uzatma sakın. Sabredersen hisseni alacaksın. Sahiden Efendimiz aleyhissalatuvesselam bu kıssada deistlerden de bahsediyor. Dikkatle baktığında farkedeceksin: Çocuklarla ilgilenmeyi 'büyüklüğün şanına yakışmaz' sanan bedevinin de, mahlukatına vahiy göndermesinin Allah'ın 'azametine yakışmayacağını' sanan deistin de düştükleri çukur aynı. Ki ikisinin de yanlışını, yani ilah tasavvurlarındaki arızayı, mürşidim şöyle belirtiyor: "Sual: Cenab-ı Hakkın cüz'iyat ve hasis emirler ile iştigali azametine münafidir. el-Cevap: O iştigal azametine münafi değildir. Bilâkis, adem-i iştigali, azamet-i rububiyetine bir nakîsedir. Meselâ, şemsin ziyasından bazı şeylerin mahrum ve hariç kalması, şemse bir nakîse olur." 

Peki şu hatanın suyu nereden kaynamaktadır? el-Cevap: İnsanın kendi 'sınırlı büyüklük' algısıyla 'sonsuz büyüklük' arasındaki nüansı görememesinden. Nihayetsiz kemal sahibi Allah'ın azameti ile beşer hiyerarşisindeki sahte heybetlerin farkını sezememesinden. Yani insaniyetin büyüklüğünde mecbur olduğu şeylere Allah'ın da azametinde mecbur olduğunu sanmaktan. Evet. Hatanın özü budur. Halbuki arkadaşım her ismi/sıfatı sonsuz olan Kadîr-i Mutlak'ı kim/neye mecbur edebilir? Kim/neyle esir alabilir? Hâşâ. Böyle birşeyden sözedilemez. Hakkında böyle şeylerden sözedilebilen 'ilah' olamaz. Şu da var ki: Cenab-ı Hak elbette insanlığa, marifetine erişebilmesi için, bazı aynacıklar vermiştir. Ölçücükler koymuştur. Mizancıklar bağışlamıştır. Lakin bunların hiçbirisi Zatını sınırlamak için değildir. Kalıplamak için değildir. Sıkıştırmak için değildir. Dolayısıyla insan kendi sınırlı büyüklük algısına takılarak Rabb-i Zülkemal'ini de sınırlayamaz. Yaratılışın hiçbir kısmını tasarrufundan, tecellisinden, ilgisinden uzakta göremez. Hadsizliktir bu.

Şuna da mürşidim burada dokunur: "Ulûhiyetin azameti, izzeti, istiklâliyeti, herşeyin; küçük olsun, büyük olsun; yüksek olsun, alçak olsun; taht-ı tasarrufunda bulunduğunu istiyor. Senin hissetin veya hakaretin Onun tasarrufundan hariç kalmasına sebep olamaz. Çünkü senin Ondan bu'dun varsa da Onun senden bu'du yoktur. Veya senin bir sıfatının hakareti vücudunun hakaretini istilzam etmez." Veya şurada işaret eder: "Kader herşeye bir miktar ve o miktara göre bir kalıp vermiştir. Feyyaz-ı Mutlaktan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir. Mâlûmdur ki: Dahilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesiyle, hâkimiyet-i Esmânın nizam ve tekabülüyle feyz alınabilir. Maahaza, şemsin azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir." Veyahut şurada dikkat parmağını basar: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır." 

Risalelerin neresine tasını daldırsan şu kevserin suyundan alırsın: Biz, Cenab-ı Hakkı bağışladığı küçücük mizanlarla anlamaya çalışırız, fakat onlara sıkışmaktan da tenzih ederiz. O 'onlarla esir alınmaktan' yücedir. O 'o kadarcık' olmaktan beridir. Subhanallah. Bir ressam da bazen resmedebilmek için manzaradan parmağıyla ölçü alır da "Dağ parmağım kadardır!" diyemez. Derse de halteder. Herkesi kendine güldürür. İşte deistin durumu da böyledir.

Deist insanî sınırlılıklardan kaynaklanan ilgisizlikleri Allah'a da maleder. Sözgelimi: Bir reis-i cumhurun herhangi bir mahalle muhtarının uğraştığı işlerle uğraşması beklenemez. Yine elbette generalin kafasında onbaşının nöbet listesi yoktur. İnsanlar makamlarında azamet kazandıkça sınırlılıklarından ötürü meşguliyetlerini azaltmak zorunda kalırlar. Her işe bakamadıklarından ilgilerinde seçmece yaparlar. Bazılarını başkalarına bırakırlar. Cüziyatı omuzlarından atarlar. Fakat herşeyin başında hazır-nazır, gücü herşeye yeten, herşey ilminde mevcud olan bir Alîm-i Hakîm-i Kadîr insan gibi aciziyetlere maruz değildir ki, böyle ilgisizliklere mecbur kalsın. O,  dünyayı güneşin etrafında nasıl çevirirse, protonun etrafında elektronu öylece çevirir. Bir işi bir işine mâni olmaz. Birisi diğerini gölgelemez. Dikkatten kaçırmaz. Hâşâ. Allah bundan yücedir.

 Dolayısıyla şu ahirzaman bedeviliğinden de kurtulmak lazım. Yani deistlikten. Çünkü bunlar da başlarken andığımız bedevinin düştüğü hataya düşüyorlar. Büyüklüğün 'küçüklerle ilgilenmemekte saklı olduğunu' sanıyorlar. Halbuki büyüklüğün bir mizanı da merhamettir. Yani merhamet büyüklükte bir kemaldir. Evet. Merhametsiz büyüklük kibirdir. Merhamet öyle birşeydir ki: En büyüğü en küçüğe ilgili kılar. Bilhassa onunla meşgul eder. Çünkü küçüğün imdada ihtiyacı büyükten fazladır. Bediüzzaman'ın "Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış!" derken uyardığı da budur. Allah'ın bizi yaratışı da rahmetinin bir eseridir. 

Böylesi bir rahmet hidayetini bulmakta hayrete düşmüş şaşkınları muztar durumda bırakır mı? Bir anne düşün ki arkadaşım binbir özenle büyütür çocuğunu. Sonra aynı anne uçurum kenarında umursamamazlık eder mi? Peki cümle annelerin şefkati toplansa rahmet okyanusunun damlası etmeyen o Rahman u Rahîm bizi nasıl nebisiz-şeriatsız bırakır? Hâşâ. Yüzbin kere hâşâ. Biz ahmak değiliz. Hiç değiliz. Bu nedenle deistlerin imâ ettiği ilgisizlikten Rabbimizi tenzih ederiz.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...