saygı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
saygı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Temmuz 2023 Çarşamba

Amentünün gizli maddeleri...

"Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır. İmam-ı Rabbânî'nin (r.a.) dediği gibi: Melikin atiyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir." Mesnevî-i Nuriye'den. 

İnsanın İslam'la şereflenebilmesi için kendisini 'detaylaştırmaya' hazır olması gerekir arkadaşım. Evet. Bunda tereddüt ettiği ölçüde hidayetten uzaklaşır. Buna elverişli olduğu seviyede nasibi artar. Tevhidin 'başlangıç' beklentisi budur bizden: Madem ki, herşeyi yaratanın bir Zat-ı Samed olduğuna iman ettin, o halde sen artık bir detaysın. Yaratıcılıkta yerin yok. Yaratılanlardan birisin. Aslolanda yerin yok. Yansıtanlardan bir tanesisin. Gösterilen O, gösteren sensin. Gösterilen kendisini herşeyle gösterebilir. Gösterebilense herşeyi gösteremez. Bunu kabul etmek, yıllardır büyüttüğün iddiaların varsa içinde, hakikaten yürek ister. Ağrı dağının başından ta Konya ovasına düşmek gibi olur. Nasıl derinlik (yükseklik değildir o) korkusu olanlar aşağıya bakamazlar, çekinirler, başları döner; aynen öyle de; böylesi bir kibre sahip olanlar da İslam'ın güzelliğine bakmaya çekinirler. Davet ettiği şeyden uzaklıklarındandır korkuları. Hatta belki, tıpkı cahiliyede yapıldığı gibi, kelamullahı duyduklarında kulaklarını kapayarak kaçışırlar.

İnsanın iki 'fıtratı' vardır: 1) Üzerine yaratıldığı. (Gerçek.) 2) Kendisini alıştırdığı. (Sahte.) İnsanın iki 'kendisi' vardır: 1) Hakikatte olduğu. (Gerçek.) 2) Kendisini sanrıladığı. (Sahte.) Tamam. Kabul ediyorum. Yaşarken 'mış gibi'lere tutunmamak olmuyor. Zira sebepler dairesinde işler biraz böyle yürüyor. Tarlayı ekmezsen mahsûlünü alamazsın. Dersini çalışmazsan sınavını geçemezsin. 'Ben' demezsen yer, 'Benim' demezsen mülk, 'bence' demezsen mana tutamazsın. Hepsi doğru. Lakin bu 'sürece riayet' seni gerçekten 'yaratıcı' yapar mı? Yaratmak böylesine kolay birşey mi? Yahut daha ilerisini de soralım arkadaşım: 'Sürece riayet' dediğin de sadece 'duadan ibaret' birşey olmasın mı? Tek farkı: Bunların kabulü daha genel. Daha umumi bir şekilde, Allah, sebeplere riayet edenlerin istediklerini bağışlıyor. Mü'min-kâfir ayırmıyor. İşte bu 'kabul edilme sıklığı' da beşeri yanılgıya sokuyor: "Hep olduğuna göre belki de yaratan benimdir ha?" 

Halbuki birşeyin yaratıcısı olmak, vücudu için lazım herşeyin cümle detaylarına ilmen, iradeten, kudreten vâkıf, dahil ve hâkim olmaktır. (Elektriği yaratan lambanın düğmesine basan değildir yani.) Yani, onu, yokluğunda 'hiçten çıkarabilecek' durumda olmaktır. Her bilgisine sahip olmaktır. Her seçimini irade etmektir. Her sonucunu kudretle vücuda çıkarmaktır. Evet. Hiçten çıkaramayanlar yaratıcı sayılamazlar. Ancak emanetçisi sayılırlar mülkün. Arabayı kullanıyor olman seni yaratıcısı yapmaz. Galeri sahibi de 'Asıl yaratıcısı benim!' diyemez. Üretimi için gerekli elementleri yaratamayan firma da hakiki yaratıcısı değildir üstelik. Alınıp satılan yalnızca emanetçiliktir. Emanetçiler, emanetleri, başka emanetçilerle el değiştirirler.

Amentünün açık maddeleri olduğu gibi zımnında buyurduğu gizlileri de var. 'Emanetçiliğe iman' da bunlardan birisidir. Emanetçilik, 'sahiplik sanrısını' kırdığı gibi, 'merkezlik sanrısını' da kırar. Elhamdülillah. Doğrusu da budur zaten. Şeyler ancak onları yaratanın takdir buyurduğu merkeziyette şekillenirler. (Kadere imanın zımnında bu merkeziyet de vardır.) Hatta yaratılış sürecindeki şahitliklerimiz de, her nesnenin, sinesinden koptuğu şeyin yörüngesinde takılması şeklindedir. Dünya, güneşin sinesinden koptuğu için, onun merkeziyetinde döner. Güneş, her neyin sinesine aitse, ona ait bir yörüngede akıp gitmektedir. Çocuklar ebeveynlerinin yörüngelerindedirler. Telif müellifin yörüngesindedir. Sanat sanatkârının yörüngesindedir. (Onun kişiliği, kabiliyeti, kültürü, hayalleri vs. merkezinde şekillenir.) Bu yörünge-merkez düzeni, şecere-i hilkatin topyekün hayale geldiği bir zeminde, mekandan/zamandan münezzeh olarak elbette, Cenab-ı Hakkın takdirini varlığın merkeziyetine koyar. Varlık, Allah onların nasıl olmasını murad ediyorsa, o şekildedir. Ne yöne doğru akmalarını emretmişse oraya akmaktadır. Hangi kemali tayin etmişse oraya şevklidirler. Hakikatte durum, başkası teklif dahi edilemez şekilde, böyledir.

 Lakin hodbin için hakikat sanrısıyla sınırlanmıştır. Herşeyi kendi varlığıyla bildiği için (Ben yoksam benim için hiçbirşey yok!) bilmesindeki bu araçsallığını yaratıcılıkla karıştırmıştır. Tamam. Öyledir, kendisi varlığa çıkmasaydı, bilmesi gerekenleri bilemezdi. Dili olmasaydı tadamazdı. Kulağı olmasaydı duyamazdı. Gözü olmasaydı göremezdi. Tamam. Fakat bu araçsallıklarından hiçbirisi onu yaratıcı yapmıyor. Yapamaz. Neden? 'Nedenlerden bir neden' olmak 'nedenlerin tamamını hiçten çıkarabilmek' anlamına gelmiyor da ondan. Yani yaratılışın küçük bir detayı 'bütün detayların yaratıcılığı' yerine geçmiyor. Geçemez.  (Geçeceğini mâkuliyetini yitirmemiş hiçbir akıl kabullenmez.) Fakat bu mahiyette sanrılar aklî değil hevesîdir. Kolay bırakmaz. Kurtulamamak da insanı 'ait olmadığı bir âlemde yaşamak zorunda' bırakır.

Psikolojinin üç kurucu babasından biri sayılan Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı'nda, bu marazî durumun biteviye mutsuzluğun kaynaklarından birisi olduğuna dikkat çekiyor: 

"Kimsenin katlanamayacağı bir gerilimin içine sürüklenirler. Ayrıca başkalarıyla her karşılaşmaları onlar için olağanüstü bir olay olup çıkar. Birinin onlara seslenişi, yöneltilen bir söz, yergi veya yenilgi açısından yorumlanıp değerlendirilir hep. Aralıksız bir savaş sürer gider. Kendini beğenmişlik, hırs ve büyüklenme özelliklerini yaşam modeli yapanların önüne habire yeni güçlükler çıkarır bu savaş. Yaşamın gerçek sevinçlerinden yoksun bırakır. Çünkü, ancak koşullar benimsendiği zaman, yaşamın sevinçleri ele geçirilebilir. Bu koşulları bir kenara iten kimse, kıvanç ve mutluluğa götüren yolu, kendi eliyle kendisine kapatır. Başkaları için memnunluk ve mutluluk kaynağı herşeyden ister istemez el çeker. Düşler ve hayaller kurarak, başkalarından yüce ve üstün olduğu duygusunu yaşatır içinde, ama bu duygunun hiçbir yerde gerçekleştiğini göremez. Bir şekilde böyle birşeyle karşılaşsa bile saygınlığını yadsımaktan zevk duyan yeterince insan bulur karşısında. Bunu önleyecek hiçbir çare yoktur. Kimse bir kişinin üstünlüğünü benimsemeye zorlanamaz. Dolayısıyla, kendisini beğenmiş kişiye, kala kala kendisi hakkında vereceği tümüyle kesinlikten uzak ve büyüklenmeyle dolu yargısı kalacaktır." 

Bediüzzaman da Hakikat Çekirdekleri'nde şöyle birşey söylüyor arkadaşım:

"Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür."

Kibir yorucudur. Bütün bir hayatı 'rol kesme'ye dönüştürdüğü için yorucudur. Zıplayarak yaşamak kanguru olmayanı yorar. Yorgumluğumu biraz da buradan tartmaya başladım şimdilerde arkadaşım. Hatta, sadece kendiminkini değil, neslimin yorgunluğu da. Elimizi korkak alıştırmayalım. Daha büyük resme de bakmaya çalışalım. Herkes yorgun. Ahirzamanın herkesin omuzlarına yüklediği bu türden bir yorgunluk var. Evet. Biz olmadığımız şeyler gibi görünmeye çalışıyoruz. İmajı hakikatten daha çok önemsiyoruz. 

Hediyeleri üzerinden hediye sahibine karşı iddialara girişmişiz. Bahşedilenler Karun gibi bozmuş bizi. Âlemlere 'Âlemler Rabbi'nden başka merkezler atıyoruz. En başta da kendi merkeziyetimiz var elbette. En büyük kıyak(!) yine kendimize. Birşeyi arzuladığımız zaman herşey çekilip yol versin bekliyoruz. Hem de değerimizi bilsin. Saygıda kusur etmesin. Bizi övsün. Hâşâ, Allah'ı bıraksın da, yalnız bize hamdetsin. Bizden bahsetsin. Biz güneş olalım da herşey gezegenimiz olsun. Fakat hakikatte hiçbir zaman böyle olmuyor tabii. Âlemler, bizim gibi hadsizler rağmına, Âlemler Rabbinin takdiri etrafında dönüp duruyorlar. Maşaallah. O ne buyurursa onu yapıyorlar. O emretmişse bize yol veriyorlar. Menetmişse kapıyorlar. Eğer sahte/kurgu merkeziyetimizi terkedip hakiki merkeze bağlansak kardeşleşeceğiz. Yörünge kardeşliği bizi birleştirecek. Bu kardeşliği küçümsediğimiz için şeyler sayısınca hasım sahibi oluyoruz. Hüznümüz de buradan kaynıyor. Tatsızlığımız da buradan. Yorgunluk da hakeza... Akıntıya karşı yüzen elbette çabuk yorulur arkadaşım. Suç akıntıda değildir. İçimizdeki sürtünme katsayısı arttıysa, ilk bakmamız gereken yer burası olabilir, vesselam.

24 Mart 2019 Pazar

Peygamberi arkadaşa dönüştürmek...

Bir zamanlar ebeveynler-çocuklar arasında mesafe olmaması gerektiğine dair çok şeyler yazılır-çizilirdi. Şimdilerde bakıyorum, pedagojide de birşeyler değişmiş durumda, onlar da 'sınırların gerekliliğinden' bahsediyorlar. Hatta daha ileriye gidip 'eğitimin sınırsız mümkün olmayacağını' söyleyenler de var. Yani geçerse 'cıs' olacağını düşüneceği belli noktalar olmalı çocuğun. Olmalı ki üzerine birşeyler inşa edilebilsin. Daha yola başlarken sınır falan tanımayana yolun geri kalanında lazım olacak sınırları öğretmek zor oluyor. Sevginin bile tezahürleri saygı üzerinden okunuyor. Yani kişi saygı duyuyorsa seviyor. Seviyorsa saygı duyuyor. Saygısızın sevdiğine de inanılmıyor.

Kendi cümlelerimle anlatacağım. Kırılıp dökülen varsa bana aittir. Yanlış hatırlamıyorsam bir Riyazü's-Salihîn dersindeydi. Ebubekir Sifil Hoca, modernistlerin, "Kur'an'ın ulaşılabilirliği" temelli gelenek/ehl-i sünnet eleştirilerini masaya yatırıyordu. Ve nihayetinde diyordu ki: Bu insanların Kur'an'a hürmet öğütleyen kudsî metinlere, anlatılara ve hatta fıkhî hükümlere 'Mushafla aramıza mesafe koyuyorsunuz. Ulaşmamızı engelliyorsunuz. Sizin yüzünüzden onu hayatımıza katamıyoruz!" şeklindeki saldırılarının onları getirdiği nokta Kur'an'ı 'daha iyi yaşamak' olmadı. Ya? Kur'an'ı 'hayatlarındaki herhangi bir metin haline getirmek' oldu.

Hakikaten de Allah lafz-ı mübarekinin ardından 'celle celaluhu' demeyi 'yağcılık' sayan, Kur'an'da ismi geçen peygamberler için dahi 'aleyhisselam' veya 'hazreti' demeyi 'abartı' gören, elinin-elbisesinin-halinin kirini düşünmeden Mushafa dokunabilen, hatta, bundan bin beteri, ayetleri kirli niyetlerinin 'entelektüel eğlence'sine dönüştürebilen bu zihniyetin ürünlerini çoklukla sağımızda-solumuzda görmeye başladık.

Yani 'zamanın müfessirliği' birçok tersi örneği yaşatarak bize gösterdi: Kur'an'ın Mushafına duyulan hürmet bir silsile şeklinde onunla ilgili her tavrımıza yansır. Ona dokunurken temiz olmaya dikkat eden hakkında konuşurken de temiz niyetli/amelli olmaya çalışır. Mushafla muhatabiyetinde bazı sınırlar olduğunu kabul eden içindeki mübarek manalar hakkında düşünürken/konuşurken de sınırlarını bilir. Eğer bu türden davranışları birer 'abartı' olarak görüyorsa, kişi, artık Kur'an'ın kendisine buyurduğu hakikatlerde de 'abartılar' bulmaya başlar. Belki Abdulaziz Bayındır gibi en nihayet "Allah herşeyi bilmez!" deyu içindeki rezilliği patlatır.

Ben şimdi bunun benzeri bir saldırının Allah Resulü aleyhissalatuvesselam ile muhatabiyetimizde de yapıldığını görüyorum. Salavat getirmenin gereksizliği üzerinden başlayan ilk adımlar en nihayet Aleyhissalatuvesselama 'Arkadaşım Muhammed' deyip asker arkadaşı kıvamında muhatap olmaya kadar vardı. Bunun sonucu bir öncekinden farklı olacak mı? Bence kesinlikle olmayacak. Yine 'daha çok hayata katma' iddiasıyla hürmeti törpüleyenler 'daha çok sıradanlaştırma' meyvesini devşirecekler. "Aman bizden uzakta olmasın!" diye duvardan indirdikleri Mushafın masanın üstünde gazete kağıdı gibi serildiğine şahit olacaklar. (Allah muhafaza eylesin.) Belki zaten amaçladıkları da bu. Allahu'l-a'lem.

Ben şimdi Bediüzzaman'ın, Mucizat-ı Ahmediye ismiyle de meşhur, 19. Mektup'ta verdiği iki örneği ve sonunda söylediği mühim bir hakikati bu yaşadıklarımızla ilgili olarak tefekkür ediyorum. Diyor ki orada mürşidim:

"(...) Şimdi, o çekirdek ve o yumurtanın evsâfını ağaç ve kuşun evsâfıyla raptedip bahsetmekte lâzım gelir ki, her vakit akl-ı beşer başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin—tâ işittiği evsâfı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa, 'Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım' ve 'Şu yumurta, cevv-i âsumanda kuşların sultanıdır' dese, tekzip ve inkâra sapacak.

İşte, bunun gibi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın beşeriyeti, o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise, şecere-i tûbâ gibi ve Cennetin tayr-ı hümayunu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için, çarşı içinde bir bedevî ile nizâ eden o zâtı düşündüğü vakit, Refref'e binip, Cebrail'i arkada bırakıp, Kàb-ı Kavseyne koşup giden zât-ı nuranîsine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmâresi inanmayacak.
"

Evet. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şahs-ı manevîsine nazar etmek, bu şahs-ı manevînin ifade ettiği büyüklüğe karşı hürmet etmek, onu 'beşer üstü'leştirmek değil, hakikatini hakkıyla ortaya koymaktır. Bunun dışında yapılacak şeyler, tıpkı Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği gibi, Aleyhissalatuvesselamı sıradanlaştırmaya doğru gider. Onu sıradanlaştıranlar ise, sadece mübarek zatını değil, onunla gelen mesajı da sıradanlaştırır. Hürmetini yitirir. Şevkini kaybeder.

Yani, özetle, demem o ki muhterem okuyucularım: Siz 'siz' olun. Üzerine bir parmak bal sürüldü diye böylesi domuz niyetli söylemleri yemeyin. Hürmetsizlik aşılayan nasihatlere prim vermeyin. Zira Allah'a hürmet etmeyen Allah'a hakkıyla inanmaz. Kur'an'a hürmet etmeyen Kur'an'ı hakkıyla tefekkür etmez/edemez. Aleyhissalatuvesselama hürmet etmeyense onu peygamberliğini hakkıyla tanıyamaz. Hürmet müslümanda imanının özbir kardeşidir. Canının canıdır. Ruhunun ruhudur. Sakın ha sakın. Aman ha aman. Özsuyunu kurutursanız ağacınızın daha iyi serpileceğini söyleyenlere inanmayın.

10 Ekim 2018 Çarşamba

Ümit Şimşek abi İmam Nevevî'den (r.a.) özür dileyecek mi?

Halimizi en net şekilde özetleyen cümle şu belki: Dallar gövdesiyle kavga ediyor. Hatta bazen bu kavga köke kadar iniyor. Ve bu kemlikten yeni bir hayat umuluyor. Canlılık bekleniyor. Tazelik zannediliyor. Fakat olan şey aslında 'bindiğin dalı kesme'dir. İslam ümmeti şimdiye kadar gövdesiyle/köküyle savaşarak değil, ona hürmet ederek, saygı duyarak, tecrübesinden faydalanarak ayakta durmayı başarabilmiştir.

Şimdi umulansa tam tersi. Şimdilerde cüretkâr dallar, bu din geçtiğimiz pazartesi inmiş gibi, gövdeyi hayattan etmekle kendilerine kemal umuyorlar. Halbuki mümkün mü? Gövdenin hayatı sönse dallara candan birşey, bir iz, bir nişan kalır mı? Gövdesiz dal durur mu?

Durmaz elbette. Ama anlatması zor. Heyecanlı zamanlardayız. Kendi Uhud'umuzu sabırla atlatabilecek dayanıklılık yok bizde. İlla okçuları suçlayacağız. Medine dışına çıkmaya sebep olanlara atar yapacağız. Eksik yakalayacağız. Hınç alacağız. Böyle böyle yaparak nefsimize düşen sorumluluk payından kurtulacağız. Sorumluluğu maziye satacağız. Bugün denklerini yetiştiremediğimiz hanım âlimleri yetiştirebilen sistemi anlamaya çalışmak yerine "Camiye niye göndermiyorlardı?" diye mızmızlanacağız. Dindarlıkta onlardan çok geride kalmamıza rağmen bulabildiğimiz her feminist açıktan karınlarına yumruğumuzu geçireceğiz.

Fıkıha falan da gerek yok. Bizim dediğimize az-çok yaklaşan bir tane Asr-ı Saadet örneği bulsak yeter. Ondan farklısını söyleyen başka hiçbir örneği kale almayarak nümayişine girişeceğiz. Farklı bütün görüşlerle dalga geçeceğiz. Alay edeceğiz. Hor göreceğiz. Kimden çıkarsa çıksın bu görüşler... Dinin dışına kadar onları kovalayacağız. Kovalayacağız ki yalnız biz kalalım. Biz ve bizim geçmişe yaptığımız körkütük eleştiri kalsın.

Anlamayacağız. Onların bu dinin pâk membaına bizden daha yakın olmakla ellerine geçen bilgiye sahip olmada, yorumlamada, anlamada, anlatmada ve zamanlarına uygulamada bizden daha önde olduklarını kavramayacağız. Bulabildiğimiz her yerde enselerine çökeceğiz.

Ta ki geriye biz ve bizim yorumlarımızla ayakta duran yeni bir din inşa edilinceye kadar. O gün gelinceye kadar 'gelenek' dediğimiz her ne varsa ensesinde boza pişireceğiz. Hiç 'acaba' demeyeceğiz. Hiç 'Belki ben yanlış düşünüyorum'a düşmeyeceğiz. Hiç 'Ama onlar ümmetin fâzılları' noktasına gerilemeyeceğiz. Tıpkı selefilerin sahabe kabirlerine yaptığı gibi, keyfimize uymayan ne kadar tecrübe varsa geçmişte, dümdüz edeceğiz. Ta ki yerine koyduklarımızın sonuçlarını görünceye dek.

Filmini izleyenler bilmez ama kitabını okuyanlar hatırlayacaktır. Kon-Tiki'de, Thor Heyerdahl, bir kâşifin başından geçen ibretlik bir hâdiseyi aktarır: Kâşif, kutup seyahatini gerçekleştirmeden önce, bölgede yaşayan eskimoların çadırlarının ilmeklerini kemikten yaptıklarını görür. Bu hassasiyetlerinin 'hikmetten' değil 'cahillikten' kaynaklandığını düşünerek 'daha sağlam olur' düşüncesiyle kendisininkini metalden yaptırır. Çadırın içine gireceği bir gün şunu tecrübe eder: Metalden yapılmış düğmeler soğukta açılmamaktadır. Atlattığı donma tehlikesi hem ona hem Heyerdahl'a yerlilerin tecrübelerine karşı daha anlayışlı/saygılı olmayı öğretir. "Modern insanın da bilmediği şeyler vardır." Ve o, kendi seyahati boyunca, yerlilerin tecrübelerine ve tavsiyelerine 'birer hazine' gözüyle bakar.

Bence bizim de böylesi acı tecrübelere ihtiyacımız var bugünlerde. Çünkü yıkmakta pek hünerliyiz. Salih seleflerimizin kalplerinden süzüle süzüle akıp gelen bilgiye karşı çok gerginiz. Elimize geçen aksi bir örnekte pek çabuk tecrübeyi yıkabileceğimizi sanıyoruz. Bütün dinlerin çöp olacağını düşünen aydınlanmacılar gibi biz de ümmetin mübarek elleri üzerinde bizlere taşıyarak getirdiği 'dinin yaşanış şeklinin' veya 'bu yaşayış şeklinin bazı parçalarının' çöp olacağını sanrılıyoruz. Onları çöpe dönüştürürken de fıkhın damıtma yeteneği yerine ham petrolü çekiyoruz. Siyer kaynaklarındaki bilgileri, kendi reyimize uygunlarını seçerek, yeniden yorumluyoruz. Böylece yeni bir fıkıh inşa ediyoruz. Çaktırmadan yapıyoruz bunu. Ama çaktırmadan da olabiliyor bu işler.

Ümit Şimşek abiye hanımların camiye gelme meselesinde şöyle yazdıran neydi mesela: "Asr-ı Saadette ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminde kadınlar mescitlerin müdavimi idi. Ama onlardan sonra Resulullah’tan ve Hulefâ-i Râşidîn’den daha fazla takvâ sahibi zatlar peydâ oldular ve kadınlara onların asla uygulamadığı yasakları getirdiler." Halbuki biraz teenni edip araştırma zahmetine girse, Sorularla İslamiyet'te yayınlanan (Mehmet Paksu Hoca tarafından hazırlanmış) bir makalede, hemen karşısına çıkacak şu bilgilere ulaşabilirdi:

"Peygamberimiz hayatta iken, camide kadınlar erkeklerin arkasında ayrı bir saf tutar namaz kılarlardı. Fakat Peygamberimizin vefatından sonraları bu durum uzun süre devam etmedi. Sahabe-i Kiram kadınların camiye gelmelerine razı olmadılar. Hz. Aişe de şöyle diyordu: 'Eğer Resulullah (a.s.m.) bu zamanda yaşamış olsaydı, Beni İsrailin yaptıkları gibi kadınların mescitlere çıkmalarını yasaklardı.'

Hz. Aişe'ye bu sözleri söyleten kadınların giyim kuşamlarında göstermiş oldukları bazı aşırılıklardı. Çünkü bazı kadınlar koku sürünerek veya süslü elbiselerini giyip dikkat çekici bir şekilde mescide gelmeye başlamışlardı. Buharı Şarihi İmam Aynî, Hz. Aişe'nin bu sözü üzerine şöyle der: 'Aişe (r.a) bu zaman kadınlarının çıkardıkları çeşit çeşit bid'atlarla münkeratı görmüş olsaydı, elbette sözleri daha şiddetli olurdu. Üstelik o zaman kadınların çıkardıkları yenilikler bu zaman kadınlarının çıkardıkları yeniliklere nispetle binde bir kalır.'

Şafii alimlerinden İmam Nevevi, 'Kadın için ihtiyar da olsa evinden daha hayırlı bir yeri yoktur' derken, Abdullah bin Mes'ud (r.a) 'Kadın avrettir. Onun Allah'a en yakın olduğu zaman, evinde bulunduğu zamandır' diyerek kadının mescidinin evi olduğuna işaret ederler. Bir hadis-i şerifte de Peygamber Efendimiz (a.s.m.) kadının en faziletli namazının hangisi olduğunu şu şekilde ifade buyururlar: 'Kadının evinin içinde kıldığı namaz, evinin avlusunda kıldığı namazdan daha efdaldir (daha faziletli, daha makbuldur.) Evinin avlusunda kıldığı namaz [mahalle] mescidinde kıldığı namazdan daha efdaldir. Evleri onlar için daha hayırlıdır.
'"

Ha, bunları naklettim, hemen beni de 'kadın düşmanlığına' iteklemeyin. Bu sıralar seviliyor böyle işler. Elbette bir kadın namazını terketmek yerine zorunda kaldığı yerde camide kendilerine ayrılmış bölümde namazını eda edebilir. Elbette ümmet içinde âdet olduğu üzere teravih namazlarını cemaatle kılabilir. Fakat iş bu değil. İş başka bir yere gidiyor. Birilerinin (ehl-i bid'anın) yelkenine rüzgâr olacağız gibi bir izlenim oluşuyor. Yakında, hem de pek yakında, bu ümmetin geçmişte gösterdiği şu hassasiyetin nasıl haklı olduğunu gösterir tecrübeler yaşayabiliriz. Hem bazı yaşanıyor da. Ancak o zaman yıktığımızı tekrar inşa etmeye gücümüz yeter mi? Yoksa camilerin kapısında oturup yaşananlara ağlar mıyız? Allah bilir. Allah istikametten ayırmasın.

4 Temmuz 2016 Pazartesi

Sakal-ı şerife düşmanlık etmek veya ergenlerin efendiliği...

"Herkesi körlükle suçlarken ben de en az onlar kadar kördüm." Yalan Labirenti filminden...

Filmini izleyenler bilmez ama kitabını okuyanlar hatırlayacaktır. Kon-Tiki'de, Thor Heyerdahl, bir kâşifin başından geçen ibretlik bir hâdiseyi aktarır: Kâşif, kutup seyahatini gerçekleştirmeden önce, bölgede yaşayan Eskimoların çadırlarının düğmelerini kemikten yaptıklarını görür. Bu hassasiyetlerinin 'hikmetten' değil 'cahillikten' kaynaklandığını düşünerek 'daha sağlam olur' düşüncesiyle kendisininkini metalden yaptırır. Çadırını kurup içine gireceği bir gün şunu acıyla tecrübe eder: Metalden yapılmış düğmeler soğukta açılmamaktadır. Çadırın dışında atlattığı donma tehlikesi hem ona hem Heyerdahl'a yerlilerin tecrübelerine karşı daha anlayışlı/saygılı olmayı öğretir. "Modern insanının da bilmediği şeyler vardır." Ve Heyerdahl, kendi seyahati boyunca, yerlilerin tecrübelerine ve tavsiyelerine 'birer hazine' gözüyle bakar.

Modern zamanlar bizi en çok şu noktada kibre sürükledi: İnsanlığın son iki yüzyılında öyle şeyler keşfedildi ve üretildi ki, önceki nesillerin hayallerinde bile yoktu bunlar. Buradan Karunvarî bir kibre kapıldı çağımız. Zamanları herşeyin en iyisinin bilindiği zamanlardı. Kendilerine bu kemal 'ilimleri sayesinde' verilmişti. Çıkış her anlamda daha yukarıya doğru ve sürekliydi. Peki öncesi? Öncesi cehaletti. Öncesi vahşilikti. Öncesi bedeviyetti. Öncesi tastamam karanlıktı. Oralardan öğrenilecek birşey yoktu. Aksine öğretilecek çok şey vardı. 'Ergenlerin efendiliği' dönemi başladı böylece. İhtiyarların öğretecekleri giderek azaldı. Hatta kalmadı. Gençlerin öğretecekleri arttı.

Bu, bizi 'yaşla gelen tecrübenin' tarih boyunca yaşamadığı şekilde gözden düştüğü zamanlara uyandırdı. Geçmişe dair herşey bu kibirle karışık öfkeden payını aldı. Hor görüldü. Küçümsendi. Görmezden gelindi. Firavun gibi; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye soruyordu modern bilimler her çağa. "Hayır!" diyen hangi dönem varsa Hz. Musa ve Hz. Harun'un (a.s.) çilesinden bir pay da onlara düşüyordu. İmaj ve Takva'da şöyle söylüyor Fatma Barbarosoğlu; “Modern hayat ile birlikte hayatın değişmeyen yönü önemini kaybetti. Bu kayıp en ağır yenilgiyi yaşlıların dünyasında gerçekleştirdi. Dünün bilgisi önemsenmediğinde, yaşlıların dünya üzerinde tuttukları alan işgal gibi algılanmaya başlandı.” Bediüzzaman'ın İhtiyarlar Risalesi'ni telif edişi ve geriatrinin (yaşlılık biliminin) ortaya çıkışı arasındaki ilgiye dair bir yazıda şöyle dokunmuştum bu konuya:

"Hakikaten her bilginin pek çabuk eskidiği ve yerlerine sürekli yenilerinin üretildiği bu devirde eskiye dair malumatı olanların ayakta kalabilmesi ve dahi kıymetli kalabilmesi çok güç. En nihayetinde gençlerden bulabildikleri tek karşılık (en iyi ihtimalle) 'küçümseyici bir şefkat' oluyor. Dikkat ediniz, mazide olduğu gibi saygı içeren bir şefkat değil bu. İçeriğinde küçümseyicilik var. Zira yaşla gelen bilgelik hayatın çarklarında ezilip kaybolan, kıymet bulmayan bir kavram haline gelmiş. Bildikleri herşey çoktan eskimiş. Bu yönüyle ihtiyarlar da ancak 'acınmayı' alabiliyorlar gençlerden. Susup hayatın dışarısına çıkmaları bekleniyor onlardan. Konuşan, görüş bildiren ihtiyar makbul olmuyor."

Günümüzde bazılarının 'İslam geleneği' denilen ama aslında İslam'ın ta kendisi olan herşeye karşı besledikleri düşmanlıkta da aynı kibrin izlerini görüyorum ben. Bu insanlar Asr-ı Saadet döneminde yaşamış insanların veya salih haleflerinin Kur'an'ı ve Allah'ın marziyatını bizden daha iyi anlamış olmalarına katlanamıyorlar. Evet, katlanamıyorlar, çünkü bu modernizmin onlara yaşattığı yüceleşme keyfine uygun düşmüyor. Anlamaya çalışmaktansa dalga geçmek, hikmet aramaktansa topyekûn reddedip ayakları altında çiğnemek daha kolay ve keyfe uygun geliyor. Böylece İslam içre olduklarını iddia ettikleri halde modernist kibrin dibine vuruyorlar.

Sakal-ı şerif ziyareti meselesini de bundan uzakta görmüyorum. Sakal-ı şerife düşmanlık takva hassasiyetinden kaynaklanmıyor. 'Eski müslümanlara müslümanlık öğretme' arzusundan kaynaklanıyor. Öyle ya, eskiler hata yapmazsa, yeniler 'daha iyisini' nasıl öğretecek? Ceptelefonundan veya bilgisiyardan daha farklı/fazla/başka birşey olmamalı onlara göre din. "Ceptelefonunu kullanmasını babama ben öğretiyorsam, sakal-ı şerifin ziyaret edilip edilmeyeceğini de babama ben öğretirim." Olay tamamen bu. Bu kibir, twitter'da yazıştığım bazı gençlerin sakal-ı şerif ziyaretini 'peygamberin idrarına tapmak' olarak tarif etmesiyle iyice ayyuka çıkıyor.

Bu bile-isteye aptallıkla nasıl başedeceğiz? Cehl-i mürekkep cehl-i basite dönüşmeden cahil neyi öğrenebilir? Kabe'ye doğru secde etmek Kabe'ye tapmak mıdır? Bayramda ebeveyn elini öpmek ebeveyne kulluk mudur? Hadi, bunları çabuk geçelim. Allah, meleklerine Hz. Âdem'e (a.s.) secde etmelerini emrediyor Kur'an'da. Onlar da ediyorlar. Hâşâ, Cenab-ı Hak böyle yapmakla kendisi kendisine Hz. Âdem (a.s.) vesilesiyle şirk mi koşturuyor? Yakaladığı her saygı ifadesini 'şirk' diye damgalayan modernist veya selefi bu kafalardan toplumda zaten mumla arar hale geldiğimiz hürmeti nasıl kurtaracağız? Geçmişe hürmet etmeyene dine hürmeti nasıl öğreteceğiz?

Zaten az kalan hürmet sembollerini hepten yasaklayarak mı? Mehmet Görmez Hoca'nın bulduğu çare bu mu? Sonra işimiz çadırın dışında kalan kâşifin işine dönmesin? Biz de 'dini daha doğru yaşayalım' derken küfre batmış yeni nesilleri görüp donmayalım? Özetlersem: Bu 'anlamaya çalışma' yerine 'reddetme' temayülü doğru değil. Ve kesinlikle de hayır getirmeyecek. Ben sakal-ı şerifi ziyaret ettiği için itikadı bozulan avam görmedim, ama bu kafayla Kur'an okuduğu için itikadı bozulan çok akademisyen gördüm. Çünkü 'anlamaya' değil, 'yıkmaya' bakıyor. Sakal-ı şerif ziyaretleri konusunda da 'yıkmaya bakan' hem kendisi kaybedecek hem bize kaybettirecek. (Nitekim daha bugün Mescid-i Nebevî yanında bir terör eylemine şahit olduk. Demek korkulması gereken sakal-ı şerife hürmet eden mü'minler değil. Hz. Peygamber'e (a.s.m.) hürmetini yitirmiş meczuplar...)

30 Temmuz 2015 Perşembe

Emre Dorman nereye koşuyor 14: Risale-i Nur'u Bektaşîce okumak...

İki şeyi karıştırıyoruz. Bediüzzaman'ın, Kastamonu Lahikası'nda talebelerine tavsiye ettiği, 'muarız taifenin ruesalarını çürütmeme' meselesi, ehl-i sünnet içi bir meseledir. Yani ehl-i sünnet (hasen) dairesinde hizmet eden gruplar (ahsenler) içinde olabilecek çatışmalar için Bediüzzaman onu söyler. Ve muhatap da ehl-i hak olduğundan dolayı, kanaat önderlerinin çürütülmesinin İslam'a zarar vereceğinin tesbiti ve tereddüdüdür bu tavsiye. Fakat bazı Nur talebesi kardeşlerin, hatta hocaların gönlü/meşrebi o kadar geniş ki, Bediüzzaman'ın ehl-i sünnete münhasır söylediği bu hassasiyeti ehl-i bid'aya/modernistlere kadar genişletebiliyorlar. Siz ne zaman onlara eleştirel birşey söyleseniz/yazsanız size şöyle serzenişte bulunuyorlar: "Muarız taifenin ruesalarını çürütmemek lazım." Sanırım Risale metinlerinde Bektaşîlik böyle yapılıyor. Kim söylemiş, kime söylemiş bakılmadan, sadece sözden (hatta sözlerin yalnızca birinden) duruş belirleniyor.

"İstanbul'da malûm itiraz hâdisesi ima ediyor ki, ileride, meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofi-meşrepler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u cah vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur'a ve şakirtlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etbâlarının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler; belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidâl-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir."

Mektubun tamamına bakmadan, mezkûr cümlenin geçtiği paragrafı bile analiz etseniz, Bediüzzaman'ın bu cümleyi söylerken kastettiği kişilerin/taifelerin ehl-i hak ve ehl-i irşad olduğunu kabul ettiğini görürsünüz. (Nur talebeleri, mektupların yazılma sebebi olan kişiyi ve medar-ı niza olmuş meseleyi de bilirler.) Yani Bediüzzaman muhatablarının da kendisi gibi hak ve hakikat uğruna çalıştıklarını ve insanları irşad faaliyeti yürüttüklerini takdir etmektedir. Onları da kendisinden, kendisini de onlardan saymaktadır. Anlaşmazlığın, itikadî sapmalardan değil, daha farklı noktalardan kaynaklandığını, bu nedenle de böylesi ehl-i irşad ve ehl-i hak insanlara karşı onların mürşidlerini çürütür beyanlarda bulunulmaması gerektiğini söylemektedir. Zira dava aynı davadır. Hizmet aynı makama edilmektedir. Bediüzzaman'ın burada gösterdiği hassasiyet aslında İhlas Risalesi'nde altını çizdiği hassasiyettir. Fakat maalesef bizde İhlas Risalesi 'Nurcular içi bir metin' gibi algılandığı için çıkarılan sonuçlar da o daireye münhasır olur. Halbuki İhlas Risalesi, ehl-i sünnet içi meslek ve meşrebler arası ilişkiler üzerine yazılmış bir metindir:

"Nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa'ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak."

Peki, modernist/ehl-i bid'a taifeye karşı duruşu nasıldır Bediüzzaman'ın? Bir kere daha en baştan söylenebilir ki; külliyat içinde ehl-i bid'aya karşı takınılan tutum, kesinlikle ehl-i sünnete karşı takınılan tutumla bir değildir. Bunu, değil Risale-i Nur'un tamamını tetkikten geçirmiş bir kişi; ilgili kelimeleri şöyle bir aratmış, önüne çıkan metinlere şöyle bir bakmış insanlar dahi bilirler. Elbette ehl-i bid'aya tutumu böylesine farklı olan Bediüzzaman'ın onların ruesalarına karşı tutumu da ehl-i sünnet ruesalarına karşı tutumuyla bir olmayacaktır. Nitekim yine Lem'alar içinde yeralan bir metin bu konuda bize ilginç şeyler söyler:

"Yani sizin değil, İmam Ömer Efendinin suali ki, bedbaht bir doktor, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın pederi varmış diye, dîvânecesine bir te'vil ile bir âyetten kendine güya şâhit gösteriyor... O bîçare adam bir zaman huruf-u mukattáa ile bir hat icadına çalışıyordu. Hem pek çok hararetli çalışıyordu. O vakit anladım ki, o adam zındıkların tavrından hissetmiş ki, hurufat-ı İslâmiyenin kaldırılmasına teşebbüs edecekler. O adam gûya o sele karşı hizmet edeceğim diye çok beyhude çalışmış. Şimdi bu meselede ve hem ikinci meselesinde yine zındıkların esasât-ı İslâmiyeye karşı müthiş hücumunu hissetmiş ki böyle mânâsız te'vilat ile bir musalâha yolunu açmak istediğini zannediyorum."

Uzunluğu nedeniyle hepsini alıntılayamadığım bu metinde Bediüzzaman ne yapmaktadır? 'Bedbaht bir doktor' dediği kişiyi, hem şahsına ve hem de modernist görüşlerinin arkasındaki niyete uzanan bir neşterle tahlil etmektedir. Yani bir nevi hem kişiyi, hem söylemini çürütmektedir. Mezkûr kişi, metinden anlaşıldığı kadarıyla, bu zamanın Kur'an müslümanlarına pek benzer bir tarzda, ayetler üzerinden (ehl-i sünnetin itikadına uymayan) bazı 'divanece tevillerle' hâkim seküler kültürle barışmaya çalışmaktadır. Niyeti, güya İslam'a hizmettir. Fakat aslında yaptığı İslam'ı tahriftir. Bunu Bediüzzaman ilgili metin boyunca vurgulu bir şekilde söyler: "O bîçâre adamın ne kadar şeriatın rûhundan uzak konuştuğu anlaşılsın. Şeriat nâmına onun sözüne ehemmiyet verilmez. Hâlikın çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!" (Yine bu kişinin de kim olduğu Nurcularca malumdur.)

Alıntıladığım metinler üzerinden en nihayet sormak istediğimse şu: Yahu siz ne yapıyorsunuz? Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet reisleri/mürşidleri hakkında söylediği bir güzel temkini, ehl-i bid'aya kadar genişletip, külliyat genelinde ehl-i bid'aya karşı sergilediği duruşu ona boğdurmak mı istiyorsunuz? Yılların Risale-i Nur talebesi hocalar/abiler, benim Mustafa İslamoğlu'na, Emre Dorman'a (veya bir başkasına) yaptığım eleştiriler için bana böyle şeyler söyleyince, sitem edince, ihtar çekince, kafamı duvarlara vurasım geliyor. Aynı külliyatı okumuyor muyuz? O halde siz nasıl öyle, ben böyle anlıyorum? Nurculuğun ehl-i sünnet çizgisine uymayan hassasiyeti olur mu? Veya ehl-i bid'aya karşı hürmeti/saygısı olur mu? Onların rüeasalarını çürütmemek gibi, dolayısıyla yollarına da bir destek anlamına gelecek şeyler söyler mi Bediüzzaman? Kim böyle birşey olduğunu düşünüyorsa, çok uzağa gitmesin, kafasındaki ezberi ve kalbindeki temayülü kontrol etsin. Yanlış Risale-i Nur'da değil, oralarda bir yerdedir.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...