Ümit Şimşek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ümit Şimşek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ekim 2018 Çarşamba

Ümit Şimşek abi İmam Nevevî'den (r.a.) özür dileyecek mi?

Halimizi en net şekilde özetleyen cümle şu belki: Dallar gövdesiyle kavga ediyor. Hatta bazen bu kavga köke kadar iniyor. Ve bu kemlikten yeni bir hayat umuluyor. Canlılık bekleniyor. Tazelik zannediliyor. Fakat olan şey aslında 'bindiğin dalı kesme'dir. İslam ümmeti şimdiye kadar gövdesiyle/köküyle savaşarak değil, ona hürmet ederek, saygı duyarak, tecrübesinden faydalanarak ayakta durmayı başarabilmiştir.

Şimdi umulansa tam tersi. Şimdilerde cüretkâr dallar, bu din geçtiğimiz pazartesi inmiş gibi, gövdeyi hayattan etmekle kendilerine kemal umuyorlar. Halbuki mümkün mü? Gövdenin hayatı sönse dallara candan birşey, bir iz, bir nişan kalır mı? Gövdesiz dal durur mu?

Durmaz elbette. Ama anlatması zor. Heyecanlı zamanlardayız. Kendi Uhud'umuzu sabırla atlatabilecek dayanıklılık yok bizde. İlla okçuları suçlayacağız. Medine dışına çıkmaya sebep olanlara atar yapacağız. Eksik yakalayacağız. Hınç alacağız. Böyle böyle yaparak nefsimize düşen sorumluluk payından kurtulacağız. Sorumluluğu maziye satacağız. Bugün denklerini yetiştiremediğimiz hanım âlimleri yetiştirebilen sistemi anlamaya çalışmak yerine "Camiye niye göndermiyorlardı?" diye mızmızlanacağız. Dindarlıkta onlardan çok geride kalmamıza rağmen bulabildiğimiz her feminist açıktan karınlarına yumruğumuzu geçireceğiz.

Fıkıha falan da gerek yok. Bizim dediğimize az-çok yaklaşan bir tane Asr-ı Saadet örneği bulsak yeter. Ondan farklısını söyleyen başka hiçbir örneği kale almayarak nümayişine girişeceğiz. Farklı bütün görüşlerle dalga geçeceğiz. Alay edeceğiz. Hor göreceğiz. Kimden çıkarsa çıksın bu görüşler... Dinin dışına kadar onları kovalayacağız. Kovalayacağız ki yalnız biz kalalım. Biz ve bizim geçmişe yaptığımız körkütük eleştiri kalsın.

Anlamayacağız. Onların bu dinin pâk membaına bizden daha yakın olmakla ellerine geçen bilgiye sahip olmada, yorumlamada, anlamada, anlatmada ve zamanlarına uygulamada bizden daha önde olduklarını kavramayacağız. Bulabildiğimiz her yerde enselerine çökeceğiz.

Ta ki geriye biz ve bizim yorumlarımızla ayakta duran yeni bir din inşa edilinceye kadar. O gün gelinceye kadar 'gelenek' dediğimiz her ne varsa ensesinde boza pişireceğiz. Hiç 'acaba' demeyeceğiz. Hiç 'Belki ben yanlış düşünüyorum'a düşmeyeceğiz. Hiç 'Ama onlar ümmetin fâzılları' noktasına gerilemeyeceğiz. Tıpkı selefilerin sahabe kabirlerine yaptığı gibi, keyfimize uymayan ne kadar tecrübe varsa geçmişte, dümdüz edeceğiz. Ta ki yerine koyduklarımızın sonuçlarını görünceye dek.

Filmini izleyenler bilmez ama kitabını okuyanlar hatırlayacaktır. Kon-Tiki'de, Thor Heyerdahl, bir kâşifin başından geçen ibretlik bir hâdiseyi aktarır: Kâşif, kutup seyahatini gerçekleştirmeden önce, bölgede yaşayan eskimoların çadırlarının ilmeklerini kemikten yaptıklarını görür. Bu hassasiyetlerinin 'hikmetten' değil 'cahillikten' kaynaklandığını düşünerek 'daha sağlam olur' düşüncesiyle kendisininkini metalden yaptırır. Çadırın içine gireceği bir gün şunu tecrübe eder: Metalden yapılmış düğmeler soğukta açılmamaktadır. Atlattığı donma tehlikesi hem ona hem Heyerdahl'a yerlilerin tecrübelerine karşı daha anlayışlı/saygılı olmayı öğretir. "Modern insanın da bilmediği şeyler vardır." Ve o, kendi seyahati boyunca, yerlilerin tecrübelerine ve tavsiyelerine 'birer hazine' gözüyle bakar.

Bence bizim de böylesi acı tecrübelere ihtiyacımız var bugünlerde. Çünkü yıkmakta pek hünerliyiz. Salih seleflerimizin kalplerinden süzüle süzüle akıp gelen bilgiye karşı çok gerginiz. Elimize geçen aksi bir örnekte pek çabuk tecrübeyi yıkabileceğimizi sanıyoruz. Bütün dinlerin çöp olacağını düşünen aydınlanmacılar gibi biz de ümmetin mübarek elleri üzerinde bizlere taşıyarak getirdiği 'dinin yaşanış şeklinin' veya 'bu yaşayış şeklinin bazı parçalarının' çöp olacağını sanrılıyoruz. Onları çöpe dönüştürürken de fıkhın damıtma yeteneği yerine ham petrolü çekiyoruz. Siyer kaynaklarındaki bilgileri, kendi reyimize uygunlarını seçerek, yeniden yorumluyoruz. Böylece yeni bir fıkıh inşa ediyoruz. Çaktırmadan yapıyoruz bunu. Ama çaktırmadan da olabiliyor bu işler.

Ümit Şimşek abiye hanımların camiye gelme meselesinde şöyle yazdıran neydi mesela: "Asr-ı Saadette ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminde kadınlar mescitlerin müdavimi idi. Ama onlardan sonra Resulullah’tan ve Hulefâ-i Râşidîn’den daha fazla takvâ sahibi zatlar peydâ oldular ve kadınlara onların asla uygulamadığı yasakları getirdiler." Halbuki biraz teenni edip araştırma zahmetine girse, Sorularla İslamiyet'te yayınlanan (Mehmet Paksu Hoca tarafından hazırlanmış) bir makalede, hemen karşısına çıkacak şu bilgilere ulaşabilirdi:

"Peygamberimiz hayatta iken, camide kadınlar erkeklerin arkasında ayrı bir saf tutar namaz kılarlardı. Fakat Peygamberimizin vefatından sonraları bu durum uzun süre devam etmedi. Sahabe-i Kiram kadınların camiye gelmelerine razı olmadılar. Hz. Aişe de şöyle diyordu: 'Eğer Resulullah (a.s.m.) bu zamanda yaşamış olsaydı, Beni İsrailin yaptıkları gibi kadınların mescitlere çıkmalarını yasaklardı.'

Hz. Aişe'ye bu sözleri söyleten kadınların giyim kuşamlarında göstermiş oldukları bazı aşırılıklardı. Çünkü bazı kadınlar koku sürünerek veya süslü elbiselerini giyip dikkat çekici bir şekilde mescide gelmeye başlamışlardı. Buharı Şarihi İmam Aynî, Hz. Aişe'nin bu sözü üzerine şöyle der: 'Aişe (r.a) bu zaman kadınlarının çıkardıkları çeşit çeşit bid'atlarla münkeratı görmüş olsaydı, elbette sözleri daha şiddetli olurdu. Üstelik o zaman kadınların çıkardıkları yenilikler bu zaman kadınlarının çıkardıkları yeniliklere nispetle binde bir kalır.'

Şafii alimlerinden İmam Nevevi, 'Kadın için ihtiyar da olsa evinden daha hayırlı bir yeri yoktur' derken, Abdullah bin Mes'ud (r.a) 'Kadın avrettir. Onun Allah'a en yakın olduğu zaman, evinde bulunduğu zamandır' diyerek kadının mescidinin evi olduğuna işaret ederler. Bir hadis-i şerifte de Peygamber Efendimiz (a.s.m.) kadının en faziletli namazının hangisi olduğunu şu şekilde ifade buyururlar: 'Kadının evinin içinde kıldığı namaz, evinin avlusunda kıldığı namazdan daha efdaldir (daha faziletli, daha makbuldur.) Evinin avlusunda kıldığı namaz [mahalle] mescidinde kıldığı namazdan daha efdaldir. Evleri onlar için daha hayırlıdır.
'"

Ha, bunları naklettim, hemen beni de 'kadın düşmanlığına' iteklemeyin. Bu sıralar seviliyor böyle işler. Elbette bir kadın namazını terketmek yerine zorunda kaldığı yerde camide kendilerine ayrılmış bölümde namazını eda edebilir. Elbette ümmet içinde âdet olduğu üzere teravih namazlarını cemaatle kılabilir. Fakat iş bu değil. İş başka bir yere gidiyor. Birilerinin (ehl-i bid'anın) yelkenine rüzgâr olacağız gibi bir izlenim oluşuyor. Yakında, hem de pek yakında, bu ümmetin geçmişte gösterdiği şu hassasiyetin nasıl haklı olduğunu gösterir tecrübeler yaşayabiliriz. Hem bazı yaşanıyor da. Ancak o zaman yıktığımızı tekrar inşa etmeye gücümüz yeter mi? Yoksa camilerin kapısında oturup yaşananlara ağlar mıyız? Allah bilir. Allah istikametten ayırmasın.

19 Mayıs 2015 Salı

Ümit Şimşek abinin meşveret eleştirisine bir eleştiri: Yine mi Demirelcilik?

Bu konularda çok gevezelik ettiğimin farkındayım, üstüme vazife falan da değil üstelik, ama bazı şeylerin bugün (evet, tam da bugün) söylenmiş olması gerekiyor. Zira yine bir kaymanın eşiğindeyiz. Geçmişte DP ve Demirel üzerinden yapılan bir zahirici okuma, bugün de aynı şekilde AK Parti'ye yönelik yapılmaya başlanıyor. Bu konuyu önümüze 'kapılmalardan münezzeh bir şekilde' koyup, geçmişteki acı mirastan da ders alıp, (Nurcular olarak) müzakere etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Öncelikle; bu yazıyı yazma fikri bana nereden geldi, onu anlatayım:

Ümit Şimşek abi bir yazı paylaştı. Başlığı şöyle: Bir Garip 'Meşveret' Kararı. Meşveret cemaatinin, yaklaşan seçimler öncesinde müntesiblerine 'nereye oy vermeleri gerektiğini öğreten' bir tavsiye kararını eleştiriyor bu yazı. Ümit abinin yazısının içeğine geçmeden önce yüzümü Meşveret cemaatine dönüp, oradaki kardeşlerime şunu açıkça sormalı/söylemeliyim:

Böyle şeyler yapmaktan artık sıkılmadık mı? İnsanların iradesine 'tavsiye' nevinden de olsun bir ipotek koymaya çalışmak; meşvereti, manevî bir bağlayıcılığı olduğunu müntesiblerimize dayattığımız bir irade prangasına dönüştürmek... Hakikaten bunu yapmaktan sıkılmadık mı? Yani şöyle birşey olamaz mı: Bir seçimden önce de cemaatlerin üst kadroları (meşveret heyetleri) istişare etmemiş ve istişarelerinin sonuçlarını o istişareye katılmamış müntesiblerine dayatmamış olsun? Seçim dediğimiz şey hani 'insanların hür iradesini sandığına yansıtabildiği' birşey ya. Belki bu noktada müminlerin ferasetine kendi kurulumuzun meşveret kararlarından daha fazla güvenmeniz gerekiyordur. Ne dersiniz?

Keşke Ümit abi de Meşveret cemaatini ve aldığı kararı bu yönüyle eleştiriyor olsaydı. Fakat hayır, Ümit abi, iradelere konulan bir ipotekten veya manevî istibdattan rahatsız değil. Onun rahatsız olduğu şey, Meşveret cemaatinin aldığı kararın yeterince bağlayıcı olmaması. En açık ifadesiyle eleştirisinin kaynağı bu. Meşveret'in aldığı kararda geçen (bunu Ümit abinin yazısından iktibas ediyorum); "Bugünkü şartlarda; siyasi parti tercihinde, memleket ve millet menfaatinin ve maslahatının nazara alınarak, iman ve fazilet ehli, ekseriyetin teveccühünü kazanmış, müspet şahsiyetlerin kazanmalarına yardımcı olunması..." ifadesinin Nurcuların iradesini ve oylarını AK Parti'ye kaydırmakta yeterince güçlü durmayışından rahatsız Ümit abi. Ve itirazını şöyle dillendiriyor: "Seçimlerde şahıslara göre tercih yapma prensibini Risale-i Nur’un neresinden çıkardınız?" Ve ekliyor: "Üstadın seçimler konusundaki tavrı gayet açık ve net iken, bugünkü tablo da ortada iken, siz niçin açıkça bir tercih ortaya koyamıyorsunuz? Yoksa dilinizin altında başka birşey mi var?"

Benim, tam da yazının burasında sormak istediğim şey şu Ümit abiye: Evet, olamaz mı? Yani bir Nurcu, Risale-i Nur'dan iman-ı tahkiki dersini aldıktan sonra tek partiye mi oy vermek zorundadır? Diyelim ki: Bugünkü tablo gibi olmasın. AK Parti'yle birlikte kazanması muhtemel bir 'demokrat' parti daha bulunsun. O zaman Nurcuların oyları ikiye bölündüğünde birbirimizi 'Nurculuğa ve Üstadın yoluna ihanet etmekle' mi suçlayacağız? Nitekim Özal döneminde Demirelciler ve Özalcılar arasında böyle birşeyin yaşandığını duymuşluğumuz var. Demirel'e destekleyen Nurcular ve Özal'ı destekleyen Nurcular... Kimisi ilkesel bazda DP'nin manasının ANAP'ta yaşadığını söylüyormuş. Diğerleri daha zahirici bir okumayla DP'yi bırakıp ANAP'a oy verilmesinin Üstadın yolundan bir ayrılış olduğunu ifade ediyormuş. Sanki Üstadın yolu hâzâ siyaset...

Biraz daha ötesine gidelim: "Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir..." diyen Üstadın hayal ettiği şey, talebelerinin/sevenlerinin reylerinin cemaatlerin daha üst yapılarınca tabir yerindeyse 'esir alındığı' bir düzlem midir? Yoksa bunlar sonradan başımıza çıkan icadlar mıdır? Lahika okuması yapanlar bilirler: Orada Nur Fabrikası veya Gül Fabrikası gibi isimlendirmeler dahi bu meşrep farklılıklarının gözetildiği isimlendirmelerdir. Hulusi abi gibi isimler Nur Fabrikası parçası olarak tarif edilirken; Hüsrev abi gibi isimler de Gül Fabrikası çalışanları olarak tesmiye edilirler. Bu yönüyle de Bediüzzaman'ın tektipçi veya tek oycu bir cemaat tasavvurunda olmadığını anlıyoruz.

Geriye dönelim: Benim Ümit abiye yapacağım eleştirilerden ilki; kendisi Yeniasya'nın Demirelcilik saikiyle düştüğü çukurları bilen birisi olduğu halde, böylesi bir tavrı nasıl sergiliyor olduğudur. Çünkü örnek olarak paylaştığı metinlerde yaptığı okuma tarzının bir tık ötesi bildiğiniz gibi falancacılıktır. Yeniasya tıpkı Ümit abinin yaptığı gibi metinleri okumuştur ve yıllarca müntesiblerinin oylarını Demirel/ism-i DP adına (başında Cindoruk varken bile) esir almıştır. O halde Ümit abi gibi sütten ağzı yanmış bir ismin yoğurdu biraz daha üfleyerek yemesini beklemek hakkımız değil mi?

Üstelik, yapılması yanlış olsa bile (ki ben daha en baştan böyle bir kararın, tavsiye niteliğinde bile olsun, dayatılmasını yanlış buluyorum) ilkelere daha yakın duruşuyla Meşveret cemaatinin kararının Ümit abinin eleştirdiği yönden bir zaafı olduğu düşünülebilir mi? Veya şöyle diyelim: Bu şartlara sahip olmayan bir AK Parti'ye oy vermeye Ümit abinin vicdanı elverir mi? "(...) memleket ve millet menfaatinin ve maslahatının nazara alınarak, iman ve fazilet ehli, ekseriyetin teveccühünü kazanmış, müspet şahsiyetlerin kazanmalarına yardımcı olunması..." doğrusu bu şartlara sahip değilse, ben de AK Parti'ye oy vermem. Bu şartlara sahip olduğunu düşündüğüm için 2002'den beri oyumu AK Parti'ye veriyorum.

Ama ya AK Parti bu özelliğini bir gün kaybederse? 'Olmaz' demeyin, Bediüzzaman, Beyanat ve Tenvirler'de "Sen Selanik’te İttihat ve Terakkî ile ittifak etmiştin, neden ayrıldın?" şeklindeki soruya şöyle cevap verir: "Ben ayrılmadım, onların bazıları ayrıldılar. Niyazi Bey, Enver Bey gibi adamlarla şimdi de müttefikim; lakin bazıları bizden ayrıldılar, bataklık yoluna saptılar." Burada Bediüzzaman'ın İttihat ve Terakki ile ilişkisini bir angajman şeklinde değil, ilkesel bir duruş şeklinde savunduğunu söyleyebiliriz. Ve bir sürpriz daha: Bediüzzaman burada desteğini kişiler üzerinden açıklamıyor mu? Niyazi Bey, Enver Bey, buna ne der Ümit abi?

Şimdi dönelim tekrar Meşveret'in meşveretine: Aldıkları karar metnine baktığımızda metnin ilkelere daha yakın olduğunu, parti ismi vermektense aranması gereken özellikleri yâdettiğini görüyoruz. Bazılarının siyasi nefsini teskin etmese de, bundan "Bediüzzaman'ın yolunu takip etmediler... Bediüzzaman olsa parti ismi verirdi!" gibi bir yorum çıkar mı? CHP ve DP'den başka partinin olmadığı bir düzlemde, siyahın ve beyazın o kadar net olduğu bir sahada, üstelik geçmişteki muhalif parti oluşumlarında çeşitli ayak oyunları görmüş, tokatlarını yemiş ve korkmuş olan bir millete cesaret vermek için Bediüzzaman'ın ortaya koyduğu netlikte bir tavır; bugün bizim tevillerimizle bir partiye uysa da, meseleyi bu şekilde tevil etmeyenleri dışarıya şutlamak doğru bir tavır mı? Asıl sahip olmamız gereken şey olay okuması değil ilke okuması. Ümit abiye de yaptığı eleştirinin ilkeden ziyade olaya, manadan ziyade cisme/isme vurgulu olmasından dolayı bu eleştiriyi yapıyorum. Bize kanunları okumayı öğretin abi, öğretin ki; bir gün (Allah korusun) AK Parti'nin bir tek adı AK Parti kalırsa, içi hâzâ CHP olursa, yine de oyumuzu ona veriyor olmayalım.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...