Kadın ve Cami etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kadın ve Cami etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2018 Cuma

Hanımlar ne zamandan beri yasaklı?

"Bazı vilâyetlerde taife-i nisâdan samimî ve hararetli bir surette Nurlara karşı alâkalarını gördüğüm ve haddimden pek ziyade, onların Nurlara ait derslerime itimadlarını bildiğim sıralarda, mübarek Isparta'ya ve mânevî Medresetü'z-Zehraya üçüncü defa geldiğim zaman işittim ki, o mübarek âhiret hemşirelerim olan taife-i nisâ, benden bir ders bekliyorlarmış. Güya vaaz suretinde camilerde onlara bir dersim olacak..." Hanımlar Rehberi'nden.

Daha önce, erkeklerle aynı safta/hizada namaz kılmak isteyen bir genç kızımızın meşhur beyanı üzerine, "Ön safa koşanlar rıza mı arıyor?" başlıklı bir yazı kaleme almıştım. O yazıda şunun altını çizmeye çalışmıştım özellikle: Kadın-cami ilişkisi üzerinden koparılmaya çalışılan yeni bir fırtına var. Ve bu fırtına 'çok da ürkütmeyen adımlarla' yaklaşıyor. Zahirine bakarsanız onda sadece bir 'hak arayışı' var. Hatta, daha süslü ifadelerle, kadınların da erkekler kadar din konusunda bilgili olması gerektiğine, bunun da camilere devamla mümkün olabileceğine, oradaki duruşlarının da öyle 'gerilerde' falan değil 'erkeklerle eşit seviyede' olması lazım geldiğine dair atıflar var. Böylesi beyanları duymuş/okumuş herkes az-çok mevzuyu biliyordur.

Tafsilata girmeyeceğim. Yaşar Nuri Öztürk'ün sağlığında, kendisinin takipçileri oldukları söylenen bir grup, bazı camilerde böyle cemaatlar oluşturmaya başlamıştı. Karışık saflar, göbeği-bacağı-saçı açık kadınlar, aralarına serpiştirilmiş modern erkekler, herkes ellerini aynı şekilde bağlamış, namazların biçimi dahi tevhid edilmiş enteresan ayinlerdi bunlar. Bir rüzgâr gibi esip geçtiler. Çok şükür. Fakat şimdilerde işin rengi daha başka bir hal almaya başladı. Bu defa mütesettir, hatta sokakta görseniz ziyadesiyle ehl-i takva olduğunu tahmin edebileceğiniz hanımlar, camilerde ve ön saflarda hak iddiasında bulunuyorlar. (Batı'da özellikle çok desteklenen/uygulanan bir tutum bu.)

Bazı camilerde erkeklerin şaşkın bakışları altında ilk safların bir bölümünü işgal edip namaza durduklarını işittim. Bazı fotoğrafları ise haber sitelerinde gördüm. Şaşırdım. Bu daha değişik bir fitne gibi geliyor bana. Daha da tehlikeli görünüyor. Çünkü öncekilerin sekülerliği dışlarından zaten belli oluyordu. Ve avam-ı mü'minîn de bu sayede durumun 'dindarlık gayreti olmadığı' kolayca tayin edebiliyordu. Peki bu yeni akıma karşı ne yapacaklar? Nesinden hamiyetin kirli mehazını ayıracaklar?

Hatta bir tane de mayoyla namaz kılan hanım kızımız oldu. Subhanallah! Bunu da gördük kıyamet kopmadan önce. Belki içinizden başkaları başka başka rezillikleri duydular. Allah bilir. Malumatım bunlardan ibaret. Fakat bütün bu olanlar bana birşey sezdirdi. Hamiyet-i diniye görünümde yeni bir bid'a dalgasının, hanımlar (hem de dindar hanımlar), üzerinden geldiğini hissettim. Üstelik camilere doğru estiğini hissettim. Belki epeydir bu konuda çalışıyorlar da tezahürleri yeni yeni görünmeye başladı. Bilemiyorum. Ancak içimizde âkil olanların, önder olanların, abi olanların, hoca olanların bu durumda 'surların delinmesine' değil 'sağlamlığının korunmasına' temayül göstermesi şart. Doğrusu budur. Bediüzzaman'ın tabiriyle "Lâubâliler ruhsatlarla okşanılmaz; azîmetlerle, şiddetle ikaz edilir." Bu yüzden endişelerimizi arzetmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Ne kadar 'sevilmez' hale gelsek de bunu yapıyoruz. Ve, inşaallah, hep yapacağız da.

Yani mesele 'kadınların camiye gidip-gitmemesi' meselesi değildir. Bu memlekette yaşamış hiçbir müslüman, çevresindeki kadınların, teravihlerde (veya kadınlara özel düzenlenen dinî etkinliklerde) camiye gittiğini görmeden büyümemiştir. Hatta metropollerde yaşamanın bir sonucu olarak, hanımların evlerine tekrar dönmelerinin namazı kaçırmalarına sebep olabileceği mesafelerde, her erkek eşini-annesini-bacısını camilere götürür. Şehirlerarası otobüs yolculuklarında, AVM'lerde, hatta terminallerde mutlaka bu yerlere bir/birkaç uğranır. Ve oralarda 'hanımlar mescidi' ve 'erkekler mescidi' ayrı ayrı olarak vardır. Yoksa da istenir. Talep edilir. Bizzat erkekler tarafından da yapılır bu.

Yani müslüman erkeklerin 'kadınları camiye göndermemek' diye bir yasak dünyasında yoktur. Ya ne vardır? Sahabe döneminden başlayarak gözetilmiş bir endişenin, o salih seleflerin uygulamalarındaki hikmete tevekkül edilerek, devam ettirilmesi vardır. Bir kadın "Ben beş vakit camiye devam edeceğim!" dese bu her müslüman erkeğe tuhaf gelir. Çünkü kadınların evlerinde kıldıkları namazların mescidlerde kılacakları namazlardan daha faziletli olduğuna dair rivayetler vardır. Bu kadınlara konulmuş bir cami yasağı değildir. Bu takdir edilmesi gereken bir endişedir. Hatta, şunu da açıklıkla ifade edelim, 'ahirzaman ablaları' gelene kadar kadınların da bu konuda bir kavgası-endişesi-dışlanmışlık hissi bulunmamıştır.

Aksine, kadınlar, cami dışı her alanın birer mescid, medrese, ilim ve ibadet yuvası haline gelmesinde büyük hizmetler görmüşlerdir. Ben iddia ediyorum: Hiçbir camide okunagelen cüzleri takip eden erkek sayısı, kadınların evlerinde organize ettikleri Kur'an etkinliklerini takip eden kadın sayısından fazla değildir. Camilerde devam eden tefsir-hadis derslerini takip eden erkek sayısı, aynı dersleri kendilerine has mekanlarda takip eden kadın sayısından fazla değildir. Hatta, hepimiz birer parçası olarak şahidi oluyoruzdur bu durumun, dinî seminerleri takip eden erkek sayısı asla kadın sayısına ulaşmamıştır. Bu bazen eleştiri konusu bile edilir. Özellikle Sözler Köşkü, Çay House veya Hayalhanem gibi grupların etkinliklerine gelen hanım sayısının fazlalığı nedeniyle aldıkları eleştiriler az mıdır? Çeşitli dinî internet programlarının dahi en devamlı, sebatlı, istekli takipçileri yine hanımlardır. (Bunu da ben TV111 tecrübemden biliyorum.)

Bence, asıl görülmesi gereken, hanımlar dindarlıklarını korumak veya arttırmak hususunda erkeklerden daha az camiye ihtiyaç hissediyorlar. Ortadaki durumu böyle düşünebilmek de mümkün. Çünkü, daha iyi organize olabiliyorlar, daha sağlam sohbet grupları oluşturabiliyorlar, daha düzenli bir din eğitimini her mekanda başarabiliyorlar. Bu noktada camilerin yardımına daha çok muhtaç olan, onlar değil, erkekler. Cuma namazı gibi ancak cemaatle yapılan bir ibadetin yalnız erkeklere farz olması bu noktadan da ele alınıp irdenelebilir. (Hatta bu irdelemeye Bediüzzaman'ın Kur'an'da geçen iki kullanım üzerinden, kadınların ittifaklarının kuvvetli, erkeklerin ittifaklarının zayıf oluşuna dair yaptığı okuma da eklenebilir.)

Yani, toparlarsam, bu cami tartışmalarında mevzu bana 'kadınların dindarlığı' gibi gelmiyor. Metropol şartlarında namazlarını rahatça kılabilmek için camileri kullanabilmeleri imkanının sağlanması gibi de gelmiyor. Bu imkanın sağlanmasına karşı hiçbir erkeğin itirazı yok zaten. Çünkü onlar da durumun farkındalar. (Girişteki metinde Bediüzzaman'dan bulunulan kadınlara vaaz talebini ve onun bu durumu hiç yadırgamamasını hatırlayalım.) Fakat erkekler şunun da farkındalar:

Kadın-cami ilişkisinde değişen birşeyler var. Ve belki bu değişkenlerdir ki, asırlar önce, bu ümmetin salih seleflerini kadınların camideki varlıklarını azaltmaya götüren tavsiyeleri vermeye veya ilgili rivayetleri nakletmeye sevketti. Ve ümmet de bu tavsiyeye ekseriyetle intibak etmekle icma desteğini vermiş oldu. Onayladı. Yalnız erkekler değil kadınlar da tutumlarıyla bu okumaya destek verdiler.

Siz hiç Rabia-i Adeviye'nin (k.s.) "Ben de erkeklerle aynı safta namaz kılacağım!" veya "Ben de beş vakit namazımı erkeklerle camide kılacağım!" gibi bir davaya girdiğini duydunuz mu? Ben hiç duymadım. Başka faziletli hanımlardan böyle bir dava işitmedik. Bu yepyeni birşey. Bunu bilelim.

Ve sakınalım. Yıktığımız şeylerin altındaki hikmeti okumamaktan sakınalım. Sinematografiye dair okuduğum kitaptan şöyle bir cümle aklımda kaldı: "Kuralları değiştirmek isteyenler önce o kuralların ne işe yaradığı öğrenmeli!" Bizim de 'ümmetin hep öyle uygulayageldiği şeylere' saldırılırken aklımızda şu kuralı tutmamız lazım. Uhud dağı kadar altınımızın bir dirhemine karşılık gelmediği insanlarla karşı karşıyayız. Dikkatli olmak zorundayız. Yoksa akıbetimizi mahvetmek işten bile değil. Allah, katından bir istikamet bağışlayarak, cümlemizi böyle bir akıbetten korusun. Kendi hevamızı onların hayâsından yüce göstermesin. Âmin.

10 Ekim 2018 Çarşamba

Ümit Şimşek abi İmam Nevevî'den (r.a.) özür dileyecek mi?

Halimizi en net şekilde özetleyen cümle şu belki: Dallar gövdesiyle kavga ediyor. Hatta bazen bu kavga köke kadar iniyor. Ve bu kemlikten yeni bir hayat umuluyor. Canlılık bekleniyor. Tazelik zannediliyor. Fakat olan şey aslında 'bindiğin dalı kesme'dir. İslam ümmeti şimdiye kadar gövdesiyle/köküyle savaşarak değil, ona hürmet ederek, saygı duyarak, tecrübesinden faydalanarak ayakta durmayı başarabilmiştir.

Şimdi umulansa tam tersi. Şimdilerde cüretkâr dallar, bu din geçtiğimiz pazartesi inmiş gibi, gövdeyi hayattan etmekle kendilerine kemal umuyorlar. Halbuki mümkün mü? Gövdenin hayatı sönse dallara candan birşey, bir iz, bir nişan kalır mı? Gövdesiz dal durur mu?

Durmaz elbette. Ama anlatması zor. Heyecanlı zamanlardayız. Kendi Uhud'umuzu sabırla atlatabilecek dayanıklılık yok bizde. İlla okçuları suçlayacağız. Medine dışına çıkmaya sebep olanlara atar yapacağız. Eksik yakalayacağız. Hınç alacağız. Böyle böyle yaparak nefsimize düşen sorumluluk payından kurtulacağız. Sorumluluğu maziye satacağız. Bugün denklerini yetiştiremediğimiz hanım âlimleri yetiştirebilen sistemi anlamaya çalışmak yerine "Camiye niye göndermiyorlardı?" diye mızmızlanacağız. Dindarlıkta onlardan çok geride kalmamıza rağmen bulabildiğimiz her feminist açıktan karınlarına yumruğumuzu geçireceğiz.

Fıkıha falan da gerek yok. Bizim dediğimize az-çok yaklaşan bir tane Asr-ı Saadet örneği bulsak yeter. Ondan farklısını söyleyen başka hiçbir örneği kale almayarak nümayişine girişeceğiz. Farklı bütün görüşlerle dalga geçeceğiz. Alay edeceğiz. Hor göreceğiz. Kimden çıkarsa çıksın bu görüşler... Dinin dışına kadar onları kovalayacağız. Kovalayacağız ki yalnız biz kalalım. Biz ve bizim geçmişe yaptığımız körkütük eleştiri kalsın.

Anlamayacağız. Onların bu dinin pâk membaına bizden daha yakın olmakla ellerine geçen bilgiye sahip olmada, yorumlamada, anlamada, anlatmada ve zamanlarına uygulamada bizden daha önde olduklarını kavramayacağız. Bulabildiğimiz her yerde enselerine çökeceğiz.

Ta ki geriye biz ve bizim yorumlarımızla ayakta duran yeni bir din inşa edilinceye kadar. O gün gelinceye kadar 'gelenek' dediğimiz her ne varsa ensesinde boza pişireceğiz. Hiç 'acaba' demeyeceğiz. Hiç 'Belki ben yanlış düşünüyorum'a düşmeyeceğiz. Hiç 'Ama onlar ümmetin fâzılları' noktasına gerilemeyeceğiz. Tıpkı selefilerin sahabe kabirlerine yaptığı gibi, keyfimize uymayan ne kadar tecrübe varsa geçmişte, dümdüz edeceğiz. Ta ki yerine koyduklarımızın sonuçlarını görünceye dek.

Filmini izleyenler bilmez ama kitabını okuyanlar hatırlayacaktır. Kon-Tiki'de, Thor Heyerdahl, bir kâşifin başından geçen ibretlik bir hâdiseyi aktarır: Kâşif, kutup seyahatini gerçekleştirmeden önce, bölgede yaşayan eskimoların çadırlarının ilmeklerini kemikten yaptıklarını görür. Bu hassasiyetlerinin 'hikmetten' değil 'cahillikten' kaynaklandığını düşünerek 'daha sağlam olur' düşüncesiyle kendisininkini metalden yaptırır. Çadırın içine gireceği bir gün şunu tecrübe eder: Metalden yapılmış düğmeler soğukta açılmamaktadır. Atlattığı donma tehlikesi hem ona hem Heyerdahl'a yerlilerin tecrübelerine karşı daha anlayışlı/saygılı olmayı öğretir. "Modern insanın da bilmediği şeyler vardır." Ve o, kendi seyahati boyunca, yerlilerin tecrübelerine ve tavsiyelerine 'birer hazine' gözüyle bakar.

Bence bizim de böylesi acı tecrübelere ihtiyacımız var bugünlerde. Çünkü yıkmakta pek hünerliyiz. Salih seleflerimizin kalplerinden süzüle süzüle akıp gelen bilgiye karşı çok gerginiz. Elimize geçen aksi bir örnekte pek çabuk tecrübeyi yıkabileceğimizi sanıyoruz. Bütün dinlerin çöp olacağını düşünen aydınlanmacılar gibi biz de ümmetin mübarek elleri üzerinde bizlere taşıyarak getirdiği 'dinin yaşanış şeklinin' veya 'bu yaşayış şeklinin bazı parçalarının' çöp olacağını sanrılıyoruz. Onları çöpe dönüştürürken de fıkhın damıtma yeteneği yerine ham petrolü çekiyoruz. Siyer kaynaklarındaki bilgileri, kendi reyimize uygunlarını seçerek, yeniden yorumluyoruz. Böylece yeni bir fıkıh inşa ediyoruz. Çaktırmadan yapıyoruz bunu. Ama çaktırmadan da olabiliyor bu işler.

Ümit Şimşek abiye hanımların camiye gelme meselesinde şöyle yazdıran neydi mesela: "Asr-ı Saadette ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminde kadınlar mescitlerin müdavimi idi. Ama onlardan sonra Resulullah’tan ve Hulefâ-i Râşidîn’den daha fazla takvâ sahibi zatlar peydâ oldular ve kadınlara onların asla uygulamadığı yasakları getirdiler." Halbuki biraz teenni edip araştırma zahmetine girse, Sorularla İslamiyet'te yayınlanan (Mehmet Paksu Hoca tarafından hazırlanmış) bir makalede, hemen karşısına çıkacak şu bilgilere ulaşabilirdi:

"Peygamberimiz hayatta iken, camide kadınlar erkeklerin arkasında ayrı bir saf tutar namaz kılarlardı. Fakat Peygamberimizin vefatından sonraları bu durum uzun süre devam etmedi. Sahabe-i Kiram kadınların camiye gelmelerine razı olmadılar. Hz. Aişe de şöyle diyordu: 'Eğer Resulullah (a.s.m.) bu zamanda yaşamış olsaydı, Beni İsrailin yaptıkları gibi kadınların mescitlere çıkmalarını yasaklardı.'

Hz. Aişe'ye bu sözleri söyleten kadınların giyim kuşamlarında göstermiş oldukları bazı aşırılıklardı. Çünkü bazı kadınlar koku sürünerek veya süslü elbiselerini giyip dikkat çekici bir şekilde mescide gelmeye başlamışlardı. Buharı Şarihi İmam Aynî, Hz. Aişe'nin bu sözü üzerine şöyle der: 'Aişe (r.a) bu zaman kadınlarının çıkardıkları çeşit çeşit bid'atlarla münkeratı görmüş olsaydı, elbette sözleri daha şiddetli olurdu. Üstelik o zaman kadınların çıkardıkları yenilikler bu zaman kadınlarının çıkardıkları yeniliklere nispetle binde bir kalır.'

Şafii alimlerinden İmam Nevevi, 'Kadın için ihtiyar da olsa evinden daha hayırlı bir yeri yoktur' derken, Abdullah bin Mes'ud (r.a) 'Kadın avrettir. Onun Allah'a en yakın olduğu zaman, evinde bulunduğu zamandır' diyerek kadının mescidinin evi olduğuna işaret ederler. Bir hadis-i şerifte de Peygamber Efendimiz (a.s.m.) kadının en faziletli namazının hangisi olduğunu şu şekilde ifade buyururlar: 'Kadının evinin içinde kıldığı namaz, evinin avlusunda kıldığı namazdan daha efdaldir (daha faziletli, daha makbuldur.) Evinin avlusunda kıldığı namaz [mahalle] mescidinde kıldığı namazdan daha efdaldir. Evleri onlar için daha hayırlıdır.
'"

Ha, bunları naklettim, hemen beni de 'kadın düşmanlığına' iteklemeyin. Bu sıralar seviliyor böyle işler. Elbette bir kadın namazını terketmek yerine zorunda kaldığı yerde camide kendilerine ayrılmış bölümde namazını eda edebilir. Elbette ümmet içinde âdet olduğu üzere teravih namazlarını cemaatle kılabilir. Fakat iş bu değil. İş başka bir yere gidiyor. Birilerinin (ehl-i bid'anın) yelkenine rüzgâr olacağız gibi bir izlenim oluşuyor. Yakında, hem de pek yakında, bu ümmetin geçmişte gösterdiği şu hassasiyetin nasıl haklı olduğunu gösterir tecrübeler yaşayabiliriz. Hem bazı yaşanıyor da. Ancak o zaman yıktığımızı tekrar inşa etmeye gücümüz yeter mi? Yoksa camilerin kapısında oturup yaşananlara ağlar mıyız? Allah bilir. Allah istikametten ayırmasın.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...