Nurcular etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nurcular etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Mart 2016 Salı

Altan Tan'ın 'gör' dediği...

Altan Tan'a cevap olarak değil, bu mesele benim de zihnimi bir süredir meşgul ettiği için yazacağım. Hatta tevafuk, bundan birkaç hafta önce, bir kahvaltıda, orada hazır bulunan abi ve kardeşlerime de düşüncelerimi açmıştım. Ben, Bediüzzaman'ın, vefat hastalığı üzerinde iken Urfa'ya gidişini tesadüf olarak görmüyorum. Hiçbir nur talebesinin de böyle görmediği kanaatindeyim. Hatta nur talebesi olmasın, fakat Bediüzzaman'ın işlerinde hikmetle hareket ettiğine inansın, o da bunun bir tesadüf olduğuna ihtimal vermez. Bediüzzaman, Urfa'ya, orada ruhunu Rahman'a teslim etmeye gitti. Ve dolayısıyla diyebiliriz ki: Defni için Urfa'nın mübarek toprağını ihtiyar etti. Peki, neden orayı seçti?

Ben bu seçimi Türk-Kürt-Arap kardeşliğine atılmış bir dikiş gibi görüyorum. İttihad-ı İslam'a yapılmış bir hizmetti Bediüzzaman'ın Urfa'da vefatı ve defni. Neden ve nasıl? Bediüzzaman'ın mübarek kabri orada olduğu sürece, ömrünün büyük bir kısmında aralarında yaşadığı vefakâr Türkler, onu akrabaları ve kahramanları sayan dindar Kürtler ve dine hizmetini takdir eden mübarek Araplar Urfa'ya akın akın gidecektiler, tıpkı bugün onunla ilgili diğer mekanlara gittikleri gibi. Ve bu gidiş-gelişler Türkler-Kürtler-Araplar arasında bir etkileşim oluşturacaktı. Hatta kardeşi Abdulmecid ağabeyi bu zulme mecbur edenlerin dahi "Suriye'den ziyaret için kaçak girişler olduğunu" bahane etmeleri, onun 'büyük bir birleştirici' olduğunu gösteriyor.

Kanaatimce; Bediüzzaman, Urfa'ya defnini böyle bir etkileşime sebep olacağı için de tercih etti. Hayatını ittihad-ı İslam'a adamış birisinin vefatını da bu yola hizmetkâr etmesi hiç uzak bir ihtimal değil. Hatta öyle geliyor ki bana; eğer Üstad Hazretlerinin kabri Urfa'dan zorla taşınıp kaybettirilmeseydi; Türkler, Kürtler ve Araplar arasındaki diyalog da bugünkünden çok daha iyi bir seviyede olurdu. Belki coğrafyamız iletişimsizlikten kangren haline gelmiş sorunlarla uğraşmayacaktı bu kadar. Birbirimize karşı daha toleranslı ve anlayışlı olacaktık. Birbirimizi bilecektik. Etkileşim bunu sağlar. Bu meselenin bencileyin tarafı. Gelelim şimdi Altan Tan'ın söylediklerine...

Doğrusu; Altan Tan'ın, Nurcuların düşünce dünyasını anlamadan çok uzak birisi olduğunu düşünüyorum. Kendisi dindar olabilir. Fakat ruhu ruhumuzdan uzaktır. Çünkü kaderi ve hayatı okuyuş biçimi bizim gibi değildir. Nur talebeleri Allah'ın takdiriyle gerçekleşen her işte bir hikmet ararlar. Bu, bizzat Kur'an'ın, hadislerin ve Bediüzzaman'ın hikmet arayışlarının onlara verdiği bir derstir. Birşeyi 'irade etmek' ellerinde değilse, şartlar olgunlaşıncaya kadar 'müsbet hareket' diye tarif ettikleri metod içerisinde gayret etmeye devam ederler.

Silahlı bir örgütün siyasi kanadında milletvekili olan Altan Tan, müsbet hareketi anlayamadığı gibi, 'masum canı yanmasın' diye sabretmeyi de anlayamaz. Bu yüzden ruhu ruhumuzdan uzaktır. Kürt olması birşeyi değiştirmez. Kürt bir nur talebesi olarak, onun dilini Türk bir nur talebesinden çok daha uzak buluyorum. Bu kültür işi değil tedris işidir. Ve biz tedrisimizi Bediüzzaman'ın dizinin dibinde sürdürüyoruz. Kendisi gibi düşünmeyeni 'mutlak haklılığın fildişi kulesinden' serbestçe aşağılayan Altan Tan bizi nasıl anlasın? Onu, o meftun olduğu zirvelerde, öfkesiyle başbaşa bırakmak lazım.

Ben, nur talebelerinin, gerçekleşmesine engel olamadıkları bu tasarrufun ardında kaderin elini görüp, ona Bediüzzaman'ın metinlerinden ve vasiyetlerinden beslenmiş bir okuma ile bakmalarında beis görmüyorum. Hatta okumalarının hiç de haksız olmadığı kanaatindeyim. Daha hatta, bu okumanın, Urfa için de önemli olduğunu; topraklarında gerçekleşmiş bu zulme engel olamamaktan kaynaklanan öfkeden onları koruduğunu düşünüyorum. Ki, bu pencereden bakınca, Altan Tan'ın hakareti aslında Urfa halkına (en çok da Kürtlere) yapılmış bir hakarettir. Haşa, Urfa halkı asla korkak değildir; fakat öyle zamanlar olur ki, işler daha kötü olmasın diye dişinizi sıkarsınız. Bence hem Urfalılar, hem Nurcular, hem Türkler, hem Kürtler, hem Araplar... Bediüzzaman'ın kabrinin taşınması meselesinde dişlerini sıkıp kadere tevekkül etmişlerdir.

Ancak sorgulamayla karışık bir özeleştirim de var. Özü şu: Bediüzzaman'ın Emirdağ Lahikası'nda geçen; "Benim kabrim gayet gizli bir yerde... bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lazım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü, dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor..." ifadelerinin onun son vasiyeti olduğuna emin miyiz? Eğer Bediüzzaman, bu vasiyetinin kesin ve son kararı/kanaati olduğunu düşünüyorsa, neden Urfa'da vefat etmeyi seçmiştir?

Emirdağ'dan hiç hareket etmeyerek, hatta belki daha da ıssız bir yerde vefat etmeyi seçerek (bunu istese talebeleri elbette emrine uyarlardı), mübarek bedeninin gizli bir yere defnedilmesini sağlayamaz mıydı? Zira neshe dair hükümlerde olsun, sünnete dair uygulamalarda olsun, fıkha dair içtihadlarda olsun, 'son olan esas alınır' diye biliyorum ben.

Bu açıdan, nur talebelerinin yaptıkları kaderî okumayı çok mutlaklaştırmasında da hata var bence. Şartlar olgunlaştığında Bediüzzaman'ın kabrinin tekrar Urfa'ya nakledilmesi tartışma alanından uzak tutulmamalı gibi geliyor bana. Bu, topraklarındaki emanete yapılan saygısızlığın telafisi anlamında, hem özelde Nurculara ve Urfalılara, hem de genelde Kürtlere ve Araplara doğru hoş bir adım olmaz mı? Bediüzzaman'ın ahir ömründe orada vefat etmeyi seçmesiyle son vasiyetinin Urfa'da medfun bulunmak olduğu düşünülemez mi? Ki taşınmasa, hâlâ orada olacaktı. Nur talebeleri "Vasiyeti böyle değildir" deyip kabri taşımayacaktı. Hasılı: Bu konuya dair sorularım/sorgulamalarım var. Altan Tan'ın haksızlığı içinde bir dane-i hakikat sanki göz kırpıyor. Görmezden gelmemek lazım. İnsafla düşüncemi yazdım. En doğrusunu Allah bilir.

24 Haziran 2015 Çarşamba

Ehl-i sünnet, Nurculardan neden çekinir?

Ehl-i sünnet müdafîleri neden bizden çekiniyor? Bediüzzaman'ın da ifadesiyle 'Risale-i Nur medreselerin malıyken' neden ehl-i medrese bizle temas etmekte mütereddit? Fakat hayır, bundan da ötede, bir kısım ehl-i sünnet ulemasının bizi neredeyse modernizme/ehl-i bid'a olmaya yakın, ya zaten kaymış veya kaymaya teşne gördüğünü karşıkonulmaz bir şekilde farkediyoruz. Elbette ehl-i insaf olanlar daha insaflıca yazıyorlar. Fakat kimisi var ki; neredeyse, Nurcuları (Allah korusun) ehl-i sünnetten ayrılmış bir fırka gibi görüyorlar. Canımız onları duydukça yansa da canımızın yanması onların yakmasını engellemiyor. Bu yaşanmaya devam ediyor.

Bu sorunun bizden ve onlardan kaynaklanan iki ayağı olduğunu düşünüyorum. Bize bakan yönü: Bediüzzaman'ın, Lahikalar içinde ehl-i medreseye ve ehl-i sünnet çizgisi âlimlerine dönük tüm sevgi, muhabbet, hürmet ifadelerine ve iletişim kurma çabalarına rağmen; ondan sonra gelenler olarak, bu sıla-i rahimi yeterince sağlayamayışımız. Mademki 'Risale-i Nur medresenin malıdır' diyor Bediüzzaman, o zaman onlarla kurulacak bağ bizim sıla-i rahimimizdir. Onlardan uzakta mutlu olamayız. Fakat bu bağı yeterince gözettiğimiz söylenemez. Bu bizim asabiyetimizin ve kibrimizin kem neticesi.

Meselenin bir kısım ehl-i sünnet ulemasına bakan yönündeyse şu sorun var: Bediüzzaman'ın bütünlüğüne bakmak ve Risale-i Nur'a Nurcuların rağmına bile olsa sahip çıkmak yerine, Nurcuların hatalarıyla Risale-i Nur'dan soğumayı tercih ediyorlar. Bu soğumanın ardından gelen davranış şekli, ehl-i sünnetin dağ gibi ortak yanlarını bir kenara koyup, ayrı düştüğümüz meselelerde birbirimizin yaralarını deşip durmak... Yaptığımız tastamam bu. Onlar, böylesi meselelerde Bediüzzaman'ı anlamaya çalışmak yerine sert muhalefeti tercih ediyorlar. Bu tercihte bizim tarafın üslûbu da etkili. Üzüldüğüm tarafı şu: Bediüzzaman'ın iki-üç cümlesi üzerinde dönüyor bütün tartışmalar. Aşılamayacak şeyler de değil, aşılması istenmeyen şeyler. İnsan istiyor ki: Ehl-i medrese, Nurcular ne ederse etsinler Risalelerden küsmesinler. Hatta biz yanlış anlıyorsak bu metinleri çekip elimizden alsınlar. Onlar bize anlatsınlar. Çünkü onlar Risale-i Nur'un beslendiği kaynaklara da aşinalar.

Rahmetli Badıllı ağabeyin gayretleri haricinde Risale-i Nur'un beslendiği, süt emdiği ehl-i sünnet kaynaklarını çalışan bir Nurcu yayıncı veya Nurcu âlim var mı? Sanmıyorum. Bu meselenin tartışıldığı pekçok yer gördüm, ama Nurcular bu konuda adım atamıyorlar. Bediüzzaman hangi eserlerden alıntı yapmıştır? Hangilerine havale etmiştir? Bu eserleri basacak ve Risale-i Nur'un bostanını bize taşıyacak bir Nurcu gayreti yok piyasada. Bu da bizi 'kullanışlı' hale getiriyor bence.

Murat Türker, Moderne Nasihat kitabında tekrar tekrar vurguluyor: "Bediüzzaman bir ehl-i sünnet âlimidir." Hakikaten tekrar tekrar vurgulanması gereken birşey bu. Bediüzzaman (haşa) bir modernist veya ehl-i bid'a değildir. Bazılarının göstermeye çalıştığı gibi dinde reform taraftarı falan da olmamıştır. Onun tecdidi ehl-i sünnetin çizgisini yeniden ortaya çıkarmak noktasında olmuştur. Fakat bizde tecdid denince "Yeni ne söylemiş?" diye bakıldığından, merhum İbrahim Canan Hoca gibi Bediüzzaman'ı calvinist yapandan tutun ta Mustafa Akyol gibi liberal yapana kadar çeşit çeşit temayül var. Hatta bu sıralar Kur'an müslümanlığına Bediüzzaman'dan delil getirenler bile oluyor. Buradan ben şunu anlıyorum: Nasıl ki, sünnet olmadan Kur'an manevi tahrife müsait bir hale geliyor; ehl-i sünnet çizgisi bilinmeden de Risale-i Nur gibi bir Kur'an tefsiri kimi konularda modernistler tarafından tahrife uğratılabilir bir hale geliyor. Belki Bediüzzaman'ın ehl-i medreseye olan düşkünlüğünde bu öngörünün de payı büyük.

İslamoğlu taifesiyle yaptığım tartışmalar sırasında bana karşı kullanmaya çalıştıkları iki argümanı örnek vereceğim: 1) Bediüzzaman'ın Kur'an'ı tevhid-i kıble etmesi meselesi. Bu zümre diyorlar ki: Bediüzzaman da aslında bizim şu an savunduğumuz şeyi savunuyor. Diyor ki; tevhid-i kıble edeceksin, yalnız Kur'an'ın peşinden gideceksin. Halbuki; Alternatif Bakış'ın bir bölümünde Kenan Demirtaş Hoca'nın da altını güzelce çizdiği gibi Bediüzzaman'ın Kur'an'a bakışı/yönelişi bütün muktesebatıyla (özellikle hadis müktesebatıyla) bir bakıştır. Ve Bediüzzaman Münacaat Risalesi gibi pekçok eserinde özellikle altını çizmiştir: "Resûl-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur'ân-ı Hakîmin dersiyle anladım ki..." Ve yine 'üç küllî muarrif' öğretisinde Kur'an'ı, nübüvveti (Allah Resulünü) ve kainatı birbirinden kopmaz bağlarla bize anlatır.

2) Zamanın müfessirliği meselesi. Bediüzzaman'ın zamanı bir müfessir olarak zikretmesi, kimileri tarafından 'zamanın ilcaatı' veya 'konjonktüre göre hüküm' şeklinde anlaşıldığı için, çizgiyi korumaya hassas ehl-i sünnet bize karşı tedirgin oluyor. Halbuki bu ifadeyi kullandığı her yerde aslında Bediüzzaman'ın yaptığı, ümmetin zaman içine yayılmış amel ediş tarzının bize gösterdiği genişlikli okuma. Yani zaman aynasında yansıyan ümmetin uygulama şekli, ümmetin icmaı, bize o konuda bir hüküm çıkarabilme veya sınırlarını görebilme yeteneği veriyor. Ümmetin dalalet üzerine birleşmeyeceği sırrı olan bu ifade, bazıları tarafından kötü niyetle kullanıldığından, ehl-i sünnet müdafîleri de bize karşı müteredditler. Fakat haksızlar. Çünkü Bediüzzaman'ın bütünlüğüne bakmıyorlar.

Daha bunun gibi Gülencilerin yaptığı, İslamoğlucuların yaptığı, liberallerin yaptığı, milliyetçilerin yaptığı, modernistlerin yaptığı birçok saptırmayı, Bediüzzaman'dan sanmak doğru değil. Bu çok kullanılma hali Risale-i Nur'un karizmasından ve toplumsal gücünden kaynaklanıyor. Gücünü kullanmaya çalışıyorlar, çünkü geniş halk kitlelerinde karşılığı var. Eğer sapıyorsak, yanlış yapıyorsak, ehl-i medrese olarak Risale-i Nur'a sahip çıkıp bize istikameti anlatmak yine onlara düşer.

İttihad-ı İslam hayali kuran bizler, bu şekilde nasıl ittihad edeceğiz? Daha kendi bahçemizde biraraya gelemiyoruz, ümmet nasıl birleşecek? Lakin son konu hakkında bir özeleştiri daha yapmak istiyorum Nurcular adına. Biz, Nurcular olarak ehl-i bid'aya karşı yeterince uyanık durumda değiliz. Gerek bize, bizim hoşlandığımız kavramların altına saklanarak gelmelerinden ve gerekse bizim Risale-i Nur haricinde İslam geleneğine yeterince hâkim olamayışımızdan kaynaklanıyor bu durum. Fakat devası, kendisini dev aynasında görmek değil; sıla-i rahim yapmakta, yine yüzümüzü ehl-i medreseye/sünnete dönmekte. Hem de Risale-i Nur metinlerini daha nitelikli/derinlikli okumakta. Tek devamız bu.

19 Mayıs 2015 Salı

Ümit Şimşek abinin meşveret eleştirisine bir eleştiri: Yine mi Demirelcilik?

Bu konularda çok gevezelik ettiğimin farkındayım, üstüme vazife falan da değil üstelik, ama bazı şeylerin bugün (evet, tam da bugün) söylenmiş olması gerekiyor. Zira yine bir kaymanın eşiğindeyiz. Geçmişte DP ve Demirel üzerinden yapılan bir zahirici okuma, bugün de aynı şekilde AK Parti'ye yönelik yapılmaya başlanıyor. Bu konuyu önümüze 'kapılmalardan münezzeh bir şekilde' koyup, geçmişteki acı mirastan da ders alıp, (Nurcular olarak) müzakere etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Öncelikle; bu yazıyı yazma fikri bana nereden geldi, onu anlatayım:

Ümit Şimşek abi bir yazı paylaştı. Başlığı şöyle: Bir Garip 'Meşveret' Kararı. Meşveret cemaatinin, yaklaşan seçimler öncesinde müntesiblerine 'nereye oy vermeleri gerektiğini öğreten' bir tavsiye kararını eleştiriyor bu yazı. Ümit abinin yazısının içeğine geçmeden önce yüzümü Meşveret cemaatine dönüp, oradaki kardeşlerime şunu açıkça sormalı/söylemeliyim:

Böyle şeyler yapmaktan artık sıkılmadık mı? İnsanların iradesine 'tavsiye' nevinden de olsun bir ipotek koymaya çalışmak; meşvereti, manevî bir bağlayıcılığı olduğunu müntesiblerimize dayattığımız bir irade prangasına dönüştürmek... Hakikaten bunu yapmaktan sıkılmadık mı? Yani şöyle birşey olamaz mı: Bir seçimden önce de cemaatlerin üst kadroları (meşveret heyetleri) istişare etmemiş ve istişarelerinin sonuçlarını o istişareye katılmamış müntesiblerine dayatmamış olsun? Seçim dediğimiz şey hani 'insanların hür iradesini sandığına yansıtabildiği' birşey ya. Belki bu noktada müminlerin ferasetine kendi kurulumuzun meşveret kararlarından daha fazla güvenmeniz gerekiyordur. Ne dersiniz?

Keşke Ümit abi de Meşveret cemaatini ve aldığı kararı bu yönüyle eleştiriyor olsaydı. Fakat hayır, Ümit abi, iradelere konulan bir ipotekten veya manevî istibdattan rahatsız değil. Onun rahatsız olduğu şey, Meşveret cemaatinin aldığı kararın yeterince bağlayıcı olmaması. En açık ifadesiyle eleştirisinin kaynağı bu. Meşveret'in aldığı kararda geçen (bunu Ümit abinin yazısından iktibas ediyorum); "Bugünkü şartlarda; siyasi parti tercihinde, memleket ve millet menfaatinin ve maslahatının nazara alınarak, iman ve fazilet ehli, ekseriyetin teveccühünü kazanmış, müspet şahsiyetlerin kazanmalarına yardımcı olunması..." ifadesinin Nurcuların iradesini ve oylarını AK Parti'ye kaydırmakta yeterince güçlü durmayışından rahatsız Ümit abi. Ve itirazını şöyle dillendiriyor: "Seçimlerde şahıslara göre tercih yapma prensibini Risale-i Nur’un neresinden çıkardınız?" Ve ekliyor: "Üstadın seçimler konusundaki tavrı gayet açık ve net iken, bugünkü tablo da ortada iken, siz niçin açıkça bir tercih ortaya koyamıyorsunuz? Yoksa dilinizin altında başka birşey mi var?"

Benim, tam da yazının burasında sormak istediğim şey şu Ümit abiye: Evet, olamaz mı? Yani bir Nurcu, Risale-i Nur'dan iman-ı tahkiki dersini aldıktan sonra tek partiye mi oy vermek zorundadır? Diyelim ki: Bugünkü tablo gibi olmasın. AK Parti'yle birlikte kazanması muhtemel bir 'demokrat' parti daha bulunsun. O zaman Nurcuların oyları ikiye bölündüğünde birbirimizi 'Nurculuğa ve Üstadın yoluna ihanet etmekle' mi suçlayacağız? Nitekim Özal döneminde Demirelciler ve Özalcılar arasında böyle birşeyin yaşandığını duymuşluğumuz var. Demirel'e destekleyen Nurcular ve Özal'ı destekleyen Nurcular... Kimisi ilkesel bazda DP'nin manasının ANAP'ta yaşadığını söylüyormuş. Diğerleri daha zahirici bir okumayla DP'yi bırakıp ANAP'a oy verilmesinin Üstadın yolundan bir ayrılış olduğunu ifade ediyormuş. Sanki Üstadın yolu hâzâ siyaset...

Biraz daha ötesine gidelim: "Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir..." diyen Üstadın hayal ettiği şey, talebelerinin/sevenlerinin reylerinin cemaatlerin daha üst yapılarınca tabir yerindeyse 'esir alındığı' bir düzlem midir? Yoksa bunlar sonradan başımıza çıkan icadlar mıdır? Lahika okuması yapanlar bilirler: Orada Nur Fabrikası veya Gül Fabrikası gibi isimlendirmeler dahi bu meşrep farklılıklarının gözetildiği isimlendirmelerdir. Hulusi abi gibi isimler Nur Fabrikası parçası olarak tarif edilirken; Hüsrev abi gibi isimler de Gül Fabrikası çalışanları olarak tesmiye edilirler. Bu yönüyle de Bediüzzaman'ın tektipçi veya tek oycu bir cemaat tasavvurunda olmadığını anlıyoruz.

Geriye dönelim: Benim Ümit abiye yapacağım eleştirilerden ilki; kendisi Yeniasya'nın Demirelcilik saikiyle düştüğü çukurları bilen birisi olduğu halde, böylesi bir tavrı nasıl sergiliyor olduğudur. Çünkü örnek olarak paylaştığı metinlerde yaptığı okuma tarzının bir tık ötesi bildiğiniz gibi falancacılıktır. Yeniasya tıpkı Ümit abinin yaptığı gibi metinleri okumuştur ve yıllarca müntesiblerinin oylarını Demirel/ism-i DP adına (başında Cindoruk varken bile) esir almıştır. O halde Ümit abi gibi sütten ağzı yanmış bir ismin yoğurdu biraz daha üfleyerek yemesini beklemek hakkımız değil mi?

Üstelik, yapılması yanlış olsa bile (ki ben daha en baştan böyle bir kararın, tavsiye niteliğinde bile olsun, dayatılmasını yanlış buluyorum) ilkelere daha yakın duruşuyla Meşveret cemaatinin kararının Ümit abinin eleştirdiği yönden bir zaafı olduğu düşünülebilir mi? Veya şöyle diyelim: Bu şartlara sahip olmayan bir AK Parti'ye oy vermeye Ümit abinin vicdanı elverir mi? "(...) memleket ve millet menfaatinin ve maslahatının nazara alınarak, iman ve fazilet ehli, ekseriyetin teveccühünü kazanmış, müspet şahsiyetlerin kazanmalarına yardımcı olunması..." doğrusu bu şartlara sahip değilse, ben de AK Parti'ye oy vermem. Bu şartlara sahip olduğunu düşündüğüm için 2002'den beri oyumu AK Parti'ye veriyorum.

Ama ya AK Parti bu özelliğini bir gün kaybederse? 'Olmaz' demeyin, Bediüzzaman, Beyanat ve Tenvirler'de "Sen Selanik’te İttihat ve Terakkî ile ittifak etmiştin, neden ayrıldın?" şeklindeki soruya şöyle cevap verir: "Ben ayrılmadım, onların bazıları ayrıldılar. Niyazi Bey, Enver Bey gibi adamlarla şimdi de müttefikim; lakin bazıları bizden ayrıldılar, bataklık yoluna saptılar." Burada Bediüzzaman'ın İttihat ve Terakki ile ilişkisini bir angajman şeklinde değil, ilkesel bir duruş şeklinde savunduğunu söyleyebiliriz. Ve bir sürpriz daha: Bediüzzaman burada desteğini kişiler üzerinden açıklamıyor mu? Niyazi Bey, Enver Bey, buna ne der Ümit abi?

Şimdi dönelim tekrar Meşveret'in meşveretine: Aldıkları karar metnine baktığımızda metnin ilkelere daha yakın olduğunu, parti ismi vermektense aranması gereken özellikleri yâdettiğini görüyoruz. Bazılarının siyasi nefsini teskin etmese de, bundan "Bediüzzaman'ın yolunu takip etmediler... Bediüzzaman olsa parti ismi verirdi!" gibi bir yorum çıkar mı? CHP ve DP'den başka partinin olmadığı bir düzlemde, siyahın ve beyazın o kadar net olduğu bir sahada, üstelik geçmişteki muhalif parti oluşumlarında çeşitli ayak oyunları görmüş, tokatlarını yemiş ve korkmuş olan bir millete cesaret vermek için Bediüzzaman'ın ortaya koyduğu netlikte bir tavır; bugün bizim tevillerimizle bir partiye uysa da, meseleyi bu şekilde tevil etmeyenleri dışarıya şutlamak doğru bir tavır mı? Asıl sahip olmamız gereken şey olay okuması değil ilke okuması. Ümit abiye de yaptığı eleştirinin ilkeden ziyade olaya, manadan ziyade cisme/isme vurgulu olmasından dolayı bu eleştiriyi yapıyorum. Bize kanunları okumayı öğretin abi, öğretin ki; bir gün (Allah korusun) AK Parti'nin bir tek adı AK Parti kalırsa, içi hâzâ CHP olursa, yine de oyumuzu ona veriyor olmayalım.

19 Şubat 2013 Salı

Aşmak ya da açmak, işte bütün mesele...

Peki... Zor bir yazı olacak şimdiden kabul edelim. Çok şey anlatan bir kitabı, birkaç sayfa içinde aktarmaya çalışacağım. Büyük hayaller kurmaya gerek yok. Muhtemelen beceremem. Yine eteğimde ne kaldıysa onlar dökülecek ortaya. O halde biraz kendi geçmişimden bahsedeyim size. Oradan başlayınca, yaşamak gibi, herşey kolay geliyor. Okuduklarımı hayatımla tefsir ediyorum böylece, daha bir kalıcı oluyor. Ayıraç koyduğun sayfaya dönmek gibi birşey. Tanıdık bir satır bulmak gibi. Oradan tekrar okumaya başlıyorsun herşeyi. Herşey evine giden yol gibi tanıdık oluyor.

Benim Risalelerle tanışıklığım aslında eskidir. Daha önce bahsetmiştim. Ortaokul yıllarımdan itibaren, hatta belki daha öncesinde Risale metinleri görmüştüm. Birinci Söz’ü de yine o yıllarda okumuştum. Daha sonra ise yine sevdiğim bir abimin (ve de kendi abimin) etkisiyle Nur cemaatlerinin birisine dahil oldum. Dahil olmak derken, işte Fen Lisesi sınavlarına hazırlanırken üniversite öğrencisi abilerden dersler falan almaya gidiyorduk ilçemizdeki yurda. Dinî bir eğitim de alıyorduk. Dahil olduğum bu daire beni ancak lise ikiye kadar taşıyabildi. Daha sonra attı omuzlarından... Evet, resmen atıldım. Çünkü ben biraz aykırı bir adamdım.

Ahlaksızdım, hırsızdım, yalancıydım anlamında değil; biraz beynime ve irademe düşkündüm diyeyim. Bana birşeyin yapılması söylendiğinde—eğer ikna edici bir sebep zikredilmezse—onu yapmıyordum. Çok soru soruyordum. Hatta dersanede böyle ev işlerine falan koştururken heyecanla yaptığım birşeyi, birisinin “Yap!” diye emretmesiyle derhal bırakıyordum. Daha elimi de sürmüyordum. Garip bir şekilde emir-komutaya uymayan bir yapım vardı. Dahası; beynimin açlığı giderek artıyordu. Okuduklarımla (ki okuduğumuz kitaplar da kontrol ediliyordu bir nevi) bu açlık doymuyordu. Eh, en nihayet bir gün arkadaşlarım dersaneden geldiklerinde benim cemaatten atıldığımı söylediler. Herşeye rağmen umursamadım desem yalan olur. Umursadım. Hatta yaşarken cehenneme gitmiş gibi hissettim kendimi.

Nedenine gelirsek, işte bu neden beni Geleceğe Dönüş kitabına bağlıyor. Çünkü aynı kitapta anlatıldığı gibi, Bediüzzaman’ın daire dışına çıkanlar hakkında yaptığı yorumları kendi cemaatlerine/kanaatlerine münhasır gören insanlar bana şakiler defterine yazıldığımı öğrettiler. Onlara göre ben artık iflah olmazdım. Tuhaftır, ben de bu telkinin etkisiyle onlara hak veriyordum. Aralarda aksatsam da kıldığım namazlarımı tamamen bıraktım. Hatta cumaları hiç kaçırmayan birisiyken onları da terk ettim. Her tarafımı şüpheler sardı. Bir boşluğa düştüğümü hissettim. Bana öyle geliyordu ki, artık ben cehenneme doğru gidiyordum. Her neyse...

Yıllar geçtikten sonra Cenab-ı Hak, insanların rağmına, benden vazgeçmediğini göstererek beni sevindirdi. Hem sadece Cenab-ı Hak da değil, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisi de bana küsmemişti. O güzel kitaplar yıllar sonra bana tekrar açıldılar. Dört beş yıllık ademî bir hayatın ardından tekrar vücudumla buluştum. Hem de ne güzel buluştum. Bu sefer taklidî değil, tam bir tahkikle sarıldım onlara. Doğrudan onlara sarıldım. Başka hiçkimse arada kalmadı. Her perdeden soyundum.

Şimdi, Metin Karabaşoğlu’nun Geleceğe Dönüş kitabına geri dönelim. Geleceğe Dönüş, aslında isminden başlayarak benim gibi öyküleri olan Nurculara hitap ediyor kanaatimce. (Çok mu üzerime alındım?) Bizim geleceğimiz aslında ilk Risaleleri elimize aldığımız gün. O günkü tat, lezzet. O günkü samimiyet. Daha külliyatın dışında, külliyatın üzerinden geliştirilen hiçbir sınırla tanışmadığımız o zaman dilimi. Oraya dönmek aslında bu kitapla amaçlanan. Müellifin izahı başka Sunuş’ta ama ben cüretkâr davranıp farklı izah edeceğim. Benim arkalarda okuduğum başka şeyler var. Kavgalardan yorgun başka şeyler...

Metin abinin Geleceğe Dönüş boyunca aradığı/sorguladığı şey, aslında(n) kaybolan metinler, becayiş-i mekanî yaşamış anlamlar ve tevillerle incitilmiş hakikatler... Amaçların önüne geçmiş araçlar, araçlaşmış amaçlar, görmezden gelinen gerçekler ve hepsinin ortasında hâlâ temizliğini koruyabilmiş bir güzellik: Umut. Risale-i Nur’un ilk yazılmaya başladığı günlerden bugünlere inşa etmek istediği insan tipiyle, insanların inşa etmek istediği Nurcu tipi arasındaki derin uçurumlar... Sanıyorum bütün bunlar Geleceğe Dönüş’te var. Ve sanıyorum, eylem ve söylem arasındaki farklılıklara uyanmış her insanın da bu kitaptan istifadesi olacaktır.

Ben hep birşey söylerim bana Risale-i Nur’u soranlara: Risale-i Nur bir kitaptır, cemaat değildir. Bir yönüyle cemaatlerin ilk ilhamı ondan olsa da sonuçta bu kadar çok insanın karıştığı bir çorbadan bir kitabın lezzeti, nizamı beklenemez. Biz ilk hatayı oradan yapıyoruz. Nurculuğu kulaktan dolma yaşıyoruz. İnsanlardan okuyoruz. Metinlerle aramız iyi değil. Çok okumak da değil kastettiğim, yanlış bile çıkacak olsan, hakikati arayarak okumak...

Aslında biraz daha içerikten bahsetmek istiyordum ama şimdi neresini anlatsam? Her yazı değişik bir zaman diliminin ve yaranın ilacı. İlaç diyorum çünkü taşların kafanızda yerlerini bulması açısından çok anlamlı. Metin Karabaşoğlu’nun Risale Okumaları serisi, Risale-i Nur’u okumaya başlamadan önce değil, ama en azından bir miktar haşır neşir olduktan sonra mutlaka takip edilmesi gereken eserler. Çünkü cemaat içinde eritilen sorularınızı yeniden diriltiyorlar. Bu kadar cemaat aleyhinde konuştum da onların düşmanı değilim tabii... Ama içinde bu kadar insan olan hiçbir şeye (kendim de dahil) kitaplar kadar güvenmiyorum. Ve en az müellif kadar endişe ediyorum hakikatlerin yerini kişilerin/kanaatlerin almasından...

Nurculuk açısından bence çok önemli bir özeleştiri dili (belki tek dil bu) geliştiren Metin Karabaşoğlu’nu tebrik etmek gerek. Belki Risale-i Nur’u geleceğe bu sorular taşıyacak. Sorusu olmayana hiçbir şey öğretemezsiniz. Nur talebelerinin de kendilerini geleceğe taşıyacak yeni sorulara ihtiyacı var. Gerçi Metin abi kitabını ifade eden cümleyi “Risale-i Nur aşılmayı değil, açılmayı bekliyor” olarak seçiyor. Fakat kitabı anlamak için benim tavsiyem 254. sayfanın ilk paragrafının okunması. Yapılmaya çalışılan en çok bu... Hepinize güzel okumalar muhterem karilerim. Bu kitaplık benden bu kadar...

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...