yahudi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yahudi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Şubat 2024 Salı

Metin Uca'yı boykot edebildin mi ki İsrail'i de edesin?

"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır."
17. Lem'a'dan.

Filistin her gündem olduğunda ardından boykot gelir. Karşı değilim. Yanlış anlaşılmasın. Hatta, Filistin meselesinde değil sadece, genel anlamda 'zaruriyat dışı' her ilişkinin bozulmasını dilerim. Müslümanların iç pazarlarının varolmasını, alışverişlerinin o pazarda dönüp durmasını, böylece İslam içre bir mübarek kapanma yaşamalarını isterim. Zira bugün Batı dalaletinin empozesi en çok ticaret üzerinden olmaktadır. Alınan herşey onları bir parça daha dünyamıza sokmaktadır. Her pazarlığımız giderek Batı'ya daha bağımlı hale getirmektedir. Ekonomimiz dış müdahalelere daha açık bir mahiyet kazanmaktadır. Gelgelelim, 'daha çok kazanmak' diye de bir put vardır ki, ahirzamanda karşısında durmak zordur. Bu zamanda müslüman da çok çok çok... kazanmak ister. Öyle çok kazanmak isteyen de Deccal'in çarkına illa bir yerden dahil olur.

Ancak gelgit tavırlı boykotlara da bazı eleştirilerim vardır tabii. Mesela: Bugüne kadar boykottan batan bir firma görmeyişimi garip bulurum. Garip buluşum boykotun başarısını sorgulama anlamındadır. Yoksa küresel şirketlerin batmasının pek de kolay olmadığını bilirim. O şirketlerin dünya üzerinde mal satmadıkları ülke nadirdir. Türkiye'den keseleri sıkılsa başka yerden gevşetmeye yol bulurlar. Zaten Türkiye özelinde de birazcık dişlerini sıkmaları yeter. Bir süre sonra boykotun enerjisi düşer. Almayanlar da ucundan ucundan almaya başlar. Hem zaten Türkiye gibi sosyolojilerde ülkenin en az %40 boykotla pek ilgilenmez. (Çok iyimser bir rakam söylediğimi düşünüyorum.) Bu da Türkiye'de satış yapan firmaların şöyle böyle bir ciro elde etmelerine yeter. Batmadan yollarına devam edebilirler. Peki boykot nihayet ne işe yarar?

İnsanın kişisel takvası dışında şöyle birşeye daha faydası olduğunu düşünüyorum: Boykot dindarların gazını almaya yarıyor. Evet. Aynen böyle. Çünkü müslümanlarda yaşananlara karşı birşey yapma hissi/beklentisi kuvvet kazanıyor. O da mevcut devletlere/hükümetlere bir baskı yapıyor. Bu baskının azaltılması gerekiyor elbette. Zira ortada söylem/diplomasi düzeyi dışında birşey yapmaya niyetlenen görünmüyor. Sorular artarsa cevapsızlık daha da belirginleşir. Böyle olunca dindarlarda biriken kirli(!) kanın hacamat edilmesi lazım geliyor. Boykot bence bizde böyle bir iş de görüyor. Elimize listeler alıp marketlerde "Neyi alayım-almayayım?" diye didinirken yoruluyoruz. Birşey yapmış olduğumuz tatminini de yaşıyoruz. Maşaallah. Halbuki Gazze'de o sırada pek birşey değişmiyor. Şehid sayısı yüz yüz artarak yüzbine doğru koşuyor.

İslamcı aydınlar hakkında da suizan üretmeye başladım artık. Evet. Çünkü onların da hükümeti çok sıkıştırmaya gönülleri elvermiyor. Erdoğan'la kişisel hukukları olanları bilmem ama çoğusu hükümete yakın organlarda yazıp-çiziyorlar veya bir işler yapıyorlar. Bu da Gazze konusundaki isyanlarının zülf-i yâre dokunmayacak oranda kalmasına dikkat etmelerini sağlıyor gibi duruyor. Buna üzülüyorum. Zira aydınların idare lambası olmak istemiyorum. Cambaza bakarak yaşamak da bir yere kadar. İnsan Gazzelileri görünce ayılmadan yapamıyor. Sahi bu işi sonuna kadar izleyecek miyiz? İzledikten sonra kendimize müslüman diyecek miyiz?

Gazze meselesinin Erdoğan için kritik bir sınav olduğu kanaatine de sahibim. Benim Erdoğancılığımı bilmeyeniniz yok. Son seçim de dahil olmak üzere kendisine desteğimi hep açıktan belirttim. Lakin bu Gazze sınavının altından kalkamadığını kederle görüyorum. Askeri birşey yapmayı gözünün kesmemesini şöyle-böyle anlasam da, ki o da eleştirilebilir, fakat devleti de fiilen topa sokmak istemediğini görerek üzülüyorum. Konuşma? Evet. Konuşuyor. Diplomasi? Evet. Galiba onu da kullanıyor. Fakat 12.000 Gazzeli çocuk da şahittir ki İsrail'e bunun bir zararı dokunmuyor. Lâf herkeste var. Gırla. İsrail'in de karnı lâfa epeyce tok gibi. Nihayetinde bu 'yerinde dayılanma'nın mevzuu hiçbir yere götürmediği dört ayda ortaya çıktı.

Erdoğan bu sınavı atlatamazsa bundan sonraki siyasi hayatına 'herhangi birisi' olarak devam eder. Bir daha seçimlerde aday olacak mı? Bilemem. Belki olacak. Belki olmayacak. Ancak dindarların gözünde Gazze'ye hiçbir müdahalede bulunamamış siyasetçi olarak iz bırakacak. İnsanlar son yaptıklarıyla hatırlanır. 'Ümmetin lideri' söyleminin de sonudur bu. Hayatta hiçbir Gazzeli kalmayana kadar Ankara'dan atarlanmaya devam edeceksek herhalde ümmet de bizim liderliğimizi pek umursamaz artık. Nihayetinde lâfla liderlik olmaz. Lider dediğin elini taşın altına soktuğu kadar liderdir. Sokamıyorsan iddialarının altında ezilirsin.

Bunu söylerken Türkiye sosyolojisinin de çok cesaret verici olduğu iddiasında değilim. Bir kere %40 kafadan gidiyor. Solcular hiçbir zaman müslümanlarla aynı hassasiyetlerin peşine düşmek istemediler. Yine istemeyecekler. Geri kalan %60 içinde de ehl-i keyif olanımız çoktur. Bir aylık cirosu bozulunca "Yemişim Filistin'i!" diye Erdoğan'a parmak sallayacaklar da çoktur. Olabilir ki, Erdoğan'ın kişisel takvası, dindarlığı, yiğitliği, gayreti bu kadar parmağı birden kaldırmayabilir. Zaten ekonomi de iyi gitmiyor. Yeni bir cephe açmak doğru bir tavır mı? Bahse yokum. Zira caiz değil. Ama bir deyim olarak kullanayım yine de: Bahse varım ki: Erdoğan'ın gözü yeni bir cephe açmayı kesmiyor. En azından bu cepheyi yalnız başına açmak istemiyor. Ağababalar aynı topa girsin arzu ediyor. Fakat nerede? Âlem-i İslam'ın da bizden iyi durumda olduğu pek söylenemez. "Yalnız kalacaksak hiiç gaza gelmeyelim!" diye düşünüyor olabilir.

Sonra "Şiilerin oyununa gelmeyelim!" var. Sonra "Türkiye bir tuzağa çekiliyor olabilir!" var. Sonra "Filistin bizim derdimiz mi?" var. Sonra "Önce Araplar düşünsün var..." Var, var, varoğlu var, ama ortada da hergün cesetlerini seyrettiğimiz çocuklar var. Bir de Yemen var. Bombalanmasına rağmen, fakirliğine rağmen, erkek oğlu erkek gibi yapabildiğini yapıyor görünen bir Yemen. Şiiiliği? Şimdi ona bakacak zamanda mıyız Allah aşkına? Gazze'ye yardım eden İspanyol'a "Maşaallah!" çeken gönlümüz belki Yemen'e de "Maşaallah!" çekmeyi öğrenebilmelidir. Fakat onu da selefi kardeşlerimiz istemiyorlar. Ortalık öyle karıştı ki herkes herkese operasyon çekme vaziyetinde. Kim kimden ne et koparabileceğinin derdinde...

Nisâ sûresinin 140. ayetinde kısa bir mealiyle "O, size Kitap'da 'Allah'ın ayetlerinin inkar edildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, başka bir söze geçmedikçe, onlarla bir arada oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz...' diye indirdi!" buyruluyor. Elbette kâfirlerden uzaklaşmamız lazım. Çünkü şu an yaşadığımız da düpedüz alaydır. İki milyarlık İslam âlemi eşek yerine konulmaktadır. Hatta eşşşş...ekkk yerine konulmaktadır. Ne boykotları, ne tepkileri, ne isyanları dikkate alınmaktadır. İsrail, canı nasıl çekerse öyle, dinlene dinlene, geze geze, gezdire gezdire, istediği sayıda çocuk, kadın, ihtiyar öldürmektedir. Mücahidlerin kahramanca karşı koyuşu dışında bizden yana hiçbir endişesi yoktur. Koskoca Türkiye mesela, anlaşılıyor ki, bir avuç el-Kassam mücahidi kadar keyfini kaçırmamaktadır. Bu bizimle yapılan bir alaydır. Bir küçük görmedir. İstihzadır. Doğrudur. İstihza anında uzaklaşmamızın bir yanı da boykottur. Fakat narin boykottan öteye geçemeyişimiz de sakın gayretimizin boyunu kısaltıyor olmasın?

Aslında yerel olaylardaki tavrımızla Gazze konusundaki tutumumuzun bir ilgisi var gibi. Sözgelimi: Metin Uca'nın ölümüyle tekrar dünyamıza dahil olan tartışmalar... Ateist, deist vs. olduğunu beyan eden, İslam'la imkânı elverdiğince alay eden, fakat nihayetinde cenazeleri yine bizim camilerimizden kaldırılan insanlarla birlikte yaşıyoruz. Onları da, ayet-i kerimenin emrettiği gibi, kendimizden uzaklaştıramıyoruz. Ebubekir Sifil Hoca gibi "Cenazeleri camimize gelmesin..." diyenler de önce kendi cenahından linç yiyor. 'Küçük görülme'nin yükü hep üzerimizde kalıyor. Düşman da bizden emin oluyor. Diyor belki: "Ne kadar ileriye gidersem gideyim yine cenazem bunların camisinden kalkar. Yine beni onaylamış, kabullenmiş, kendilerinden saymış gibi olurlar. Bu kadar duruşları zayıftır bunların..." Eee, İsrail'le ona destek olan Batı da belki aynısını söylüyor: "Ne kadar bize boykot yapsalar da yine eninde sonunda tavolurlar. AB'nin kapısında yatarlar. Mallarımızı alırlar. O kadar duruşları zayıftır bunların..." Eh, kendisiyle istihza edilmesine bu kadar katlanır bir milletten de fazla sert hareketler beklenmez. Zaten ayetin sonu da onu söylüyor sanki: "Yoksa siz de onlar gibi olursunuz..." Olmayan bir yanımız kaldı mı sahi? Hak Teala imanımızı muhafaza eylesin. Âmin.

5 Kasım 2023 Pazar

Gazzelilik ölmezse Filistin de düşmez

İnsan Gazze'de olanları görünce düşünmeden edemiyor: Acaba Mâide sûresinin verdiği derste böyle bir sır da mı var? Hani 32. ayetinde kısa bir mealiyle buyruluyor: "İşte bundan dolayı İsrailoğullarına şöyle yazmıştık: 'Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.' Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler. Ama bundan sonra da onların çoğu yeryüzünde taşkınlık göstermektedirler." Belki de onlarda bütün insanlığı öldürmeye yetecek azgınlık var. Bir canı alabilecek eşiği geçtikten sonra birmiş, binmiş, yüzbinmiş, milyonmuş... umurlarında değil. İnsanlar onlar için 'insan' değil. İnsan istatistik. İnsan hesap. İnsan rakam. Paralarını saydıkları gibi sayıyorlar canı. "Tohumuna para mı saydık?" diyorlar belki de. Zaten teknoloji de gelişti. Günahlarımızı azaltan fıtrî sınırlar kalktı. Yalın kılıçla kaç kişiyi katledebilirdin? Hiç olmazsa yorulurdun. Fakat şimdi F-35'lerden yağdırdığın bombalar var. Dilediğince cür'et edebilirsin. Mevzu düğmeye basmaktan ibaret kalınca namlunun ucunda kaç kişinin oturduğu önemli değil.

Ahirzaman harikalarıyla her zaman iyilik etmiyor bizlere. Sözgelimi: Görünebilmenin sınırlarını da epeyce örseledi. Halbuki görünme çoğu zaman bir imtihana dönüşüyordu. Varın imtihanı da vardı. Yokun imtihanı yoktu. Sosyalmedyanın ettiklerinden henüz tam haberdar değiliz. Kısadır gözümüz. Dünyadan ötesini seçemiyoruz. Fakat uhrevî âlemlerde izlerimiz devam ediyor. Fiillerimiz suya atılan taş oluyor. Dalgalar biteviye genişliyor. Öldükten sonra bile büyüyoruz. Bir günahı işlerken eskiden tutabileceğin şahit sayısı sınırlıydı. Kem ameller daha kolay setrolunuyordu. Mesafeler üzerlerini örterdi. Şimdi istersen milyonlara çıkarabilirsin. Hatta sen unuttuğunda-unutulduğunda dahi o günah internette yayılmaya devam eder. Şahitlerini çağırır. "Ben varım!" diye bağırır ha bağırır. İradenden bağımsız olarak kayıtlarını çoğaltır. Defterler kirlenir ha kirlenir. Her şahitlik bir kayıttır. Her kayıt vücuda dair bir çoğalmadır. Yani şahit tuttuğun herşeyi çoğaltabiliyorsun. Ne zor birşey. Ne imtihanlı birşey. Ne albenili birşey. Bediüzzaman'ın "Bazı ehl-i cehennemin bir dişi dağ kadar olması cinayetinin büyüklüğüne bir mikyas olarak haber verilmiş..." demesinde hak var. Hem bu bahse şöyle bir ekleme de yapıyor:

"Âhirzamanda bir şahsın hatiât ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide, 'Acaba âdi bir adam binler adam kadar günah işleyebilir mi? Ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki, kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harap olmasına sebebiyet verir?' diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddit esbabını gördük. Ezcümle: Müteaddit vücuhundan radyomla anlaşıldı ki, o birtek adam, birtek kelimeyle bir milyon kebairi birden işler. Ve milyonlarla insanı dinlettirmekle günahlara sokar. Evet, küre-i havanın yüz binler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlâhiyyedir ki, küre-i havayı bütün zerratıyla şükür ve hamd ü senâyla doldurmak lâzım gelirken, dalâletten tevellüd eden sefahet-i beşeriye o azîm nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden, elbette tokat yiyecek."

Bir Gazzeliyi kurtarmak bir kişiyi kurtarmaktan ibaret değil artık. Herkes masada duranın bütün bir insanlık olduğunu biliyor. Amerika'nın, Avrupa'nın vazgeçtiği de o zaten. Vazgeçtikleri vazgeçebileceklerinin teminatıdır. Gazze'yle savaşırken ortaya döktüler. Bütün bir insanlığı öldürebilirler. Bebekler dahi problem değil. Belki birgün yapacaklar da bunu. Kıyametin kopuşu için uzaydan taş gelmesini beklemeye gerek yok. Yerdeki şeytanların yıkmaya gücü var. Müslümanın da buna karşı bir duruş ortaya koyması lazım. İsrailoğullarının alternatifi biziz. Kur'an bizi onların karşısına koydu. Karşı gelelim diye koydu. Biz de diriltileceklere bakmalıyız. Sayısına bakmadan bakmalıyız. Çünkü insanın her tanesinde bütününün sırrı mevcuttur. Peki senin dirilişin nereden anlaşılır? Dirinin söyleyecek sözü vardır. Yapacak işi vardır. Alacak nefesi vardır. Diri birşey için yaşarsa ancak diridir. Birşey için yaşayan insanların sayısını arttırırsak İsrailoğullarına karşı koymak ihtimalimiz var.

İnsan istatistik değildir. Aritmetik değildir. Matematik değildir. İnsana dair şeyler rakamlarla çözülmez. İnsan kimi zaman tek başına bir ümmet olur. Ümmet hangimizdir bilmiyoruz. Kurtulacak Gazzeli dünyayı değiştirecek Gazzeli olabilir. Kurtulacak nefis bütün dünyayı kurtaracak nefis olabilir. Dirilecekler varsa öldürenler yenilebilir. Kimse bize rakam vaadetmiyor. Ben de birşey vaadetmiyorum. 'Bütün insanlığı kurtarabileceğini' insanların anlayabilmesinden bahsediyorum. İslam bu ümidi doğurmak için gelmiştir. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam her sahabisinde bu ümidi doğurmuştur. Hem Risale-i Nur da böylesi bir ümidi sende doğurmamış mıydı? O seni içindeki uçurumlardan kurtardığında bütün insanlığın da kurtulabileceğine dair neşeyi kapmamış mıydın? Bize şimdi hiçbirimizin kurtulamayacağını kabul ettirmeye çalışıyorlar. Amerika'nın, Avrupa'nın, İsrail'in yaymak istediği etki bu. Dirilterek direnmek zorundayız. Kurtararak kırmak zorundayız. Yeis bizi içimizden öldürüyor. Belki bu ay Gazze de ölecek. Ama Gazzelilerin duruşu ölmemeli. Onlar sabaha Kudüs müslümanların olacak gibi savaşıyorlar. Ne mübarek bir delilikleri var. Gazzelilik ölmezse Filistin de düşmez.

8 Eylül 2022 Perşembe

Musa (a.s.) gidince hem Firavun hem İsrailoğulları kazandı

Arkadaşım, geçenlerde Musa aleyhisselamın kıssasını düşündüm, özellikle de bir bölümünü. Hani İsrailoğulları, Hak Teala canibinden kendilerine bahşedilen, kudret helvasından usanırlar da 'soğan' isterler. Bıldırcın etinden bıkarlar da 'sarımsak' talep ederler. Hatırladın değil mi? Evet. İşte orası. Tamam. "Bu bize ne anlatıyor ki?" diye dualandım üzerine. Suallenmek dualanmaktır. Zira mürşidimden öğrenmiştim: Kur'an'ı karşımızda mürşid olarak bulmak 'anlatılanın hikâyemiz olduğunu farketmeye' bağlıdır. Ne kadar alınganlığımızı arttırırsak o kadar hisse alırız. Bu titizlenme birnevi taleptir. Önü imanlı bir ümittir. Arkası mütevekkil beklentidir. Rahman'ın kapısına avuç avuç açılmaktır. Oraya dilenenler boş döndürülmezler. Avucunu yalayan yumandır ancak.

Ben deli miyim? Yummadım. Yummak kibir alametidir. Ve Cenab-ı Hakka karşı mahlukunun kibirlenmeye hakkı yoktur. Çünkü hiçbirşeyinde Ondan büyük değildir. Daha iyisini bilemez. Daha doğrusunu seçemez. Daha kuşatıcı değildir. Halbuki İsrailoğulları bu sırra uyanamadılar arkadaşım. Bugün bile onların siyasetine, akidesine ve hatta psikolojisine baksan bir 'seçilmişlik sanrısı' içinde olduklarını görürsün. Herkes bir yana onlar bir yanadır sanki. Diğerleri (yani bizler) hizmet etmek için vardır. Kendileri bambaşka üstün yaratılmışlardır. Menfaatleri gerektirirse ötekilere herşeyi eyleyebilirler. Dünyanın altını üstüne getirebilirler. Sanrıları zorlar buna onları. Zira âlemin akışı arzuları yönünde değildir. Rabbü'l-âlemîn bozuk hendeselerini hilkat nizamına mihenk tutmamıştır.

Allah'ın nizamının üstüne nizamlarını kurmak isterler. Hiç kaya denizin üstünde durur mu? İnsanoğlunun modern (me)deniyetiyle fıtrata açtığı savaş da böyledir. Ve artık küremiz inadımızdan illallah demiştir. Hem sıkılmış hem yıkılmıştır. Yani diyorum ki arkadaşım: Küresel çapta yaşadığımız her arıza gayrı mızrağın çuvala sığmamasındandır. Hatta yırtmasındandır. Denizimiz kayalarımızın çokluğundan boğulmuştur. Taşmamaya sabrı kalmamıştır. Öyledir. Hakkın düzenine meydan okuyanın düzeni yıkılmaya mahkumdur. Soğan-sarımsak ısrarların cezası da kudret helvasıyla bıldırcın etinden mahrum kalmaktır. Dizlerini dövmenin de sonradan faydası olmaz.

Ahirzaman yahudiliğin şöyle-böyle insanlığa hâkim olduğunu gösteriyor. Musa aleyhisselam gitti. Asâsı kırıldı. Sihirbazlar tekrar ortaya çıktı. Teknoloji neleri neleri gerçek gibi gösteriyor. Fakat ne garip. Hem Firavun hem İsrailoğulları kazandı. Bahşedilene razı olmak gönüllere yük artık. Yaratılışın sınırları içinde nasiblenmek zaman kaybı. İstikametli caddeyi terketmek hüner sayılıyor. Herkes farklı olmak istiyor. Herkes farklı olanı istiyor. Seçilmişlik sanrısı bireylere kadar indi. (Ajdar'ı dahi sesinin kötü olduğuna inandıramıyorsun.) Önceye dair neyi terketsen bir adım ileridesin. Hikmetli miymiş? Fıtrî miymiş? Güzel miymiş? Daha doğrusu muymuş? Uyumlu muymuş? Zararsız mıymış? Farz mıymış? Sünnet miymiş? Kimin umurunda! Farklı olmadıktan sonra ballar balının da bir anlamı yok. Önce öncekileri terkedeceksin. Dünyevî (me)deniyet ticaretini 'başkalık' üzerine kurdu bir kere. 

O şeytaniyetinde haklı. Aynılığa razı olanları yarıştıramaz. Kanaat onu büyüten ateşi söndürüyor. Kapitalizm hepimizden 'birer yahudi olmamızı' istiyor. Kudret helvasını bırakın. Bıldırcın etini terkedin. Bakın iphone'nun yeni modeli çıkmış. Soğan da olsa farklı olmayı isteyin. Sarımsak da olsa farklı olmaya yönelin. İçinizdeki 'seçilmişlik sanrısı' bundan başkasıyla hayatta kalamaz. Sünnetle farzla işiniz olmaz sizin. Cemaat, millet, ümmet, tarih eskide kalmış kelimeler. Hepiciğini boşverin. Allah insanlığı iki cins olarak mı yaratmış! Yetinmeyin efendim. Kendiniz başka cinsiyetler üretin. Peki sonuçta ne göreceksiniz? Kıssa buna dair de önemli şeyler söylüyor. Fakat oraya kadar gitmeye gerek yok. Biraz daha yaşarsak kıyametin koptuğunu bizzat göreceğiz belki.


20 Şubat 2017 Pazartesi

Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı? (4)

Bu seri boyunca sıkça naklettiğim bir ifade var. 24. Söz'ün 3. Dalı'nın 10. Asıl'ında geçiyor. Okuyunca hatırlayacaksınız: "Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır' de, ilişme..." Mürşidimde ifadesini bu şekilde bulan şu temkin, aslında, ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasının bize öğütlediği 'tevakkuf' hassasiyetidir.

Hakikati akıllarının kestirdiğinden ibaret görmeyen ve naklî bilginin dindeki değerini takdir eden kadirşinas büyüklerimiz, bize, bu duruşu ilmî bir hassasiyet olarak öğütlemişlerdir. Çünkü insanlığın imkansızlık algısı da, tıpkı diğer algıları gibi, değişkendir. Zamanının çocuğudur. Biz bunu en net teknoloji aynasında görürüz. Öyle ya! Bugün, çocuklar için bile gayet doğal olan işler, birkaç asır önceki dehalar için hayal edilemez şeylerdi. Gökte uçan kanatlı metal yığınlarının, hem de yüzlerce kişiyi, kıtalar ötesine taşıyabileceğini söyleseydiniz, dünün insanı sizi delilikle itham edebilirdi. Fakat onlar için harika olan şeyler bugün bizim için sıradan. Onlar için 'imkansız' olan şeyler bugün bizim için 'olağan.' Ve bu da gayet aklî birşey.

Mürşidim bu hakikate ahirzaman hadisleri hususunda şöyle değiniyor: "'Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek' olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar." Yani; ahirzaman hadislerinde olacağı söylenen öyle şeyler vardır ki, bunlar, dünün insanları için imkansız, fakat bugünün insanları için 'pekâlâ olabilir' şeylerdir. O vakit, bu hadisler hususunda, sahih senedlerine itimat eden ve keyfiyetini Allah'a bırakan tevakkuf ehli mi isabet etmiştir, yoksa aklının kestiremediğini hemen inkâra yeltenen tehevvür ehli mi? Öyle görülüyor ki; zaman, selefine ve senedine itimat ederek imanlarını koruyan ehl-i tevakkufu haklı çıkarmıştır. Birçok örnek aynı hakikati doğrulamaktadır.

Şimdi, meselenin bu kısmı hatırınızda kalarak, Kur'an'da geçen birşeye değinmek istiyorum. Yahudilerin maymun edilmesi meselesine... Birkaç sûrede birden buyrulan bu kıssaya göre; yahudiler, cumartesi avlanmama emrine uymazlar ve cezası olarak da maymun edilirler. İlgili ayetleri veya kıssanın detaylarını, yazıyı uzatmamak için, buraya almayacağım. Ancak şu serinin yazılmasına vesile olan Hamdi Akyol abinin itiraz metnini mezkûr kıssa üzerine uygulayarak tekrar nazar etmenizi istirham edeceğim. Önce orijinalini koyalım:

"Fotoğraftaki rivayet Ebu Davud'dan. 1617 numaralı hadis olarak Cem'u'l-Fevaid'de yer alıyor. Şimdi ilahiyatçı ve konuya ilgi duyanlarla bir konuşalım bakalım: Peygamberimiz namaz kılıyor. Önünden bir adam merkebiyle geçiyor ve peygamberimiz beddua ediyor, adam ömrünün geri kalanını kötürüm olarak geçiriyor. Bu rivayete göre sebep, merkebiyle namaz kılan peygamberimizin önünden geçmesi. Şimdi önümüzde iki seçenek var: Ya bu rivayeti uydurma, yalan olarak değerlendireceğiz. Veya 'âlemlere rahmet olarak gönderilen' peygamberimizin (haşa) gaddar, hoşgörüsüz, kinci biri olduğunu tasdik edeceğiz... Veya önümüzde bir üçüncü seçenek varsa, onu da bilelim?"

Şimdi, bu metnin Kur'an'daki o kıssaya uygulanışını görelim:

"Fotoğraftaki ayet Bakara sûresinde yer alıyor. Şimdi ilahiyatçı ve konuya ilgi duyanlarla bir konuşalım bakalım: Yahudilerin cumartesi günü avlanması yasak ve yine de dayanamayıp avlanıyorlar. Cenab-ı Hak da onları maymun ediveriyor. Bu ayete göre sebep yahudilerin cumartesi balık avlaması. Şimdi önümüzde iki seçenek var: Ya bu ayeti uydurma, yalan olarak değerlendireceğiz. Veya Rahman ve Rahim olan Allah'ın (hâşâ) gaddar, hoşgörüsüz, kinci biri olduğunu tasdik edeceğiz... Veya önümüzde bir üçüncü seçenek varsa, onu da bilelim?"

Tekrar tekrar yazılarımda dikkat çekmeye çalışıyorum. Böylesi hadis-i şeriflere yapılacak şu yollu bir itirazın eninde sonunda Kur'an'a gitmemesi imkansızdır. Çünkü mezkûr rivayetlerin temalarına yakın temalar Kur'an'daki kıssalarda da vardırlar. Durum, işte şu mezkûr sebepten dolayı, 'Aman canım!' denilmeyecek kadar önem arzetmektedir. Ve insaf ehline şöyle sordurmaktadır:

Ey mü'min muterizler, Kur'an'ı böyle şeyler için (hâşâ) yalancılıkla itham etmiyorken, aynı üslûplu hadisleri sorgulanır kılan nedir? Belki ve ancak 'senedleri' olabilir. İddianız şu ise anlaşılabilir yanı vardır. Eğer senedlerinde zaaf varsa, biz de bu hadisleri, hemen inkâr etmemekle birlikte, diğer hadisler derecesinde güçlü tutmayız. Yok, senedlerini de takmayıp sadece aklımızla bakacaksak meseleye, o zaman şu soruya da cevap bulmalıyız: Kur'an'a hiçbir beşerî sözün karıştırılmadığı isbat eden nedir? Yine senedine duyduğumuz güven değil midir? Öyle ya! Elimizdeki tam nüshalar ancak Emeviler dönemine kadar uzanabiliyor. Ya ondan öncesi? Ondan öncesi için yine ve mecburen senede itimat ediyoruz. Sahabeye, tabiine ve tebe-i tabiine güveniyoruz. Alternatif bir formül gösterebilenimiz var mı? Gösteren varsa onu da görelim.

Hamdi Akyol abinin mezkûr tenkidi, eğer bir senet tenkidine dayanmıyorsa (ki itirazında bunu gösterir birşey yoktur), yarın Kur'an'a aynı itirazı getirebilmesini ne engelleyebilir? Cenab-ı Hakkın bir ismine yakıştıramadığı herhangi bir hadiseyi inkârdan onu (veya bir başkasını) ne/kim alıkoyabilir? Hadis ilmine güveni berhava ettikten sonra aynı ellerden gelen Kur'an'ı bu şüphecilikten kim azât edebilir?

İşte, sözün sonu, yine ehl-i sünnet ve'l-cemaatin o muhteşem mirasına, yani tevakkuf hassasiyetine geliyor. Bediüzzaman'ın 'İlişme!' değişindeki sır anlaşılıyor. Arızanın özünü ortaya koyan soruysa şu: Yalnız bize mantıklı gelmemesi bir hadisin inkârına yeter mi? Çünkü, görüyoruz, bu iş burada kalmayacak. Yarın, Kur'an'daki kıssalara ve belki bir adım ötesinde, Allah korusun, Mutezile gibi şerrin hilkatini Allah'a vermemeye kadar gidecek. Çünkü tenzih akidesini yanlış bir kurguyla (belki bir ifratla) işlettiriyor. Ne diyelim? Allah hepimizi istikamet üzere eylesin. Âmin.

3 Eylül 2016 Cumartesi

Yoksa İsrailoğulları yahudiler değil mi?

Bu, bencileyin bir 'komplo teorisi' yazısı olacak. Belki endişesinde isabet de etmeyecek, ama (huyumu biliyorsunuz) yine de yazılacak. Son zamanlarda birçoklarında İsrailoğulları ile ilgili ayetleri 'ırk/millet' üzerinden değil de 'zihin/ahlak kodları' üzerinden okumaya bir yatkınlık görüyorum. Üstelik son on yılda arttı da bu yatkınlık. (Konu hakkında yazılmış makaleler ve çıkarılmış kitaplar dahi var.) Bu yaklaşım bir açıdan doğru da. Kur'an'daki ayetlerin sadece 'olay okuması' olarak değil, o olayın haber verdiği 'her zamanda geçer kanunların okuması' olarak düşünülmesi bakışaçımızı çok zenginleştiren birşey.

Mürşidimin kıssa-i Kur'aniye bahsinde dikkatimizi çektiği gibi: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Ancak bu okumalar sırasında unutulmaması gereken hassasiyet kanaatimce şudur: Küllî düsturun arayışında olan kişi, o düstur-u küllînin adına/sarhoşluğuyla haddini aşıp, zikredilen olayı inkâra yeltenmemelidir. Eğer inkâra başlarsa, bu, Cenab-ı Hakkı (yüzbin defa hâşâ) Kur'an'da yalan buyurmakla itham olur ki, mü'min böyle bir halt işlemez. İşte bu püf noktası, bizi, Kur'an'a tarihselci bakanlardan ayırır. Biz kıssa-i Kur'aniyeyi 'düstur-u küllîler adına' inkar etmeyiz. Ancak kıssa-i Kur'anîyeyi 'salt tarihsel olaylar' diye de okumayız. Onlara inanır, düne ve bugüne bakan pencerelerimiz kılarız. Kim 1. ve 2. Lem'alara veya 20. Söz'e bu gözle baksa, işin sırrını çözer.

Peki, İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin bir 'ırk/millet' analizi gibi değil de salt bir 'zihin/ahlak kodu' olarak okunmasının ne gibi tehlikeleri var? Bencileyin arzedeyim: Birinci tehlike; yukarıda da ifade ettiğim şekilde, Kur'an'ın ırk/millet üzerinden buyurduğu hakikatlerin 'aslında öyle olmadığı halde Kur'an'da öyle denildiği' imasıyla okunmasıdır ki, bu, 'bâtınî sapkınlığında' bir Kur'an okumasıdır. Çünkü ayetin zahiri bu imkanı bize vermez.

Fakat yanlış anlaşılmış olmayayım: "Burada tek kastedilen İsrailoğulları değildir!" demek başkadır, "Burada kastedilen İsrailoğulları değildir!" demek başkadır. Birincisine işarî mana kabilinden hakk-ı hayat tanınsa da ikincisine bu kolaylık gösterilmez. Çünkü burada verilecek bir serbestî Cenab-ı Hakkın 'öyle demek istemediği halde öyle dediği' iması taşır. Bu dolaylı yoldan Allah'ın aczle ithamıdır. Biz, Rabbimizi her türlü eksikten/kusurdan tenzih ettiğimiz gibi, böylesi bir acz imasından da tenzih ederiz.

Bizim Allahımız 'öyle söylemek istediği halde böyle söyleyen' veya 'öyle söylemek istediği halde böyle söylemek zorunda kalan' bir Allah değildir. Ki, hatırlayacaksınız, Kur'an-ı Hakîm'de müşrikler/münafıklar üzerinden 'ırk/millet' tayini yapılmadan ifade buyrulmuş ahlak saptamaları da vardır. Allah vahyinde böyle bir yolu zaten murad etmiş ve yine edebilecekken İsrailoğullarını kavim olarak anmışsa, şüphesiz bunda aklını kullanan bir topluluk için farklı tefekkür imkanları vardır.

İkinci tehlike: İlgili ayetlere böyle bakmaya başladıktan sonra kıssa-i Kur'aniyenin tamamının bu zehirli bakışaçısından hissedar olmasını engelleyecek duvar yoktur. Kur'an, böylesi bir okumayla, tam da tarihselcilik iddiasında bulunanların beyan ettiği şekilde, 'alınacak dersler adına okunan mitolojik/masalcı bir kitap' haline gelir. Bu maraz bir insanda hasıl olursa, Kur'an'a istediği herşeyi dedirtecek veya demeye getirtecek bir cür'et görür kendinde. (Allah cümlemizi korusun.) Üçüncü tehlike; selef-i salihîn döneminden beri yapılan/yazılan tefsirlerin, İsrailoğularını, tam da olması gerektiği şekilde 'İsrailoğulları' olarak tefsir ettikleri için eksik veya yanlış görülmeye başlanmasıdır. Ki bu tefsirlerden birisi de Risale-i Nur'dur:

"Yahudilere müteveccih şu iki hükm-ü Kur'ânî, o milletin hayat-ı içtimaiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müthiş düstur-u umumîyi tazammun eder ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa'y-u ameli, sermaye ile mübareze ettirip fukarayı zenginlerle çarpıştıran muzaaf ribâ yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud'a ile cem-i mal eden o millet olduğu gibi; mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükûmetlerden ve galiplerden intikamlarını almak için her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor."

Bu maraz bir insanda hasıl olursa, dinî hükümlerin üzerine bina edildiği eski tefsirlerle veya onların ifade ettikleri sarih manalarla cedelleşmeye ve kendince hata/eksik bulduğu konularda reform talep etmeye başlar. (Artık hepiniz az-çok aşinasınız bu meseleye.) Kur'an'ın modernist okumaları ve bid'akâr faaliyetler hep bu damardan beslenir.

Şimdi asıl konuya gelelim: "Kur'an yahudi düşmanlığı barındırmaz!" yahut "Kur'an ırkçılık yapmaz!" veyahut da "Kur'an'da dinsel milliyetçilik olmaz!" tarzı spotlar altında yedirilmeye çalışılan yeni 'yahudi yaklaşımını' bize bugün ne ninni söylemektedir? Bu soruya cevap vermeden önce şunun altının çizilmesi önemli: Mezkûr ayetlerin 'olduğu gibi anlaşıldığı' hangi dönemde müslümanlar yahudi düşmanlığı yapmıştır? İddia sahiplerinin buna vereceği bir cevap var mıdır? Onların yoksa biz verelim: Hiçbir dönemde müslümanlar yahudilere karşı ırksal/dinsel bir zulüm yapmamışlardır. Bunu, tarih boyunca İslam toplumunda huzurla yaşayan yahudiler söylemezse, Endülüs'ten kaçıp Osmanlı'ya sığınan yahudiler söyler. Buradan da anlaşılır ki: Zikredilen uyarı 'husumet' için değil 'temkin' içindir.

Komplo teorisine gelirsek: Bence bu yeni yaklaşım, yani yahudiliğin salt bir ahlak/zihin koduna indirgenmesi, müslümanların yahudilere karşı karınlarını yumuşatmaya yönelik sistemli bir çalışmanın parçasıdır. Kur'an'daki İsrailoğulları ile ilgili ayetleri 'ırk/millet' bağlamından koparıp 'zihniyet/ahlak kodlarına' indirgemek, aynı zamanda Kur'an'daki tesbitleri kişisizleştirmektir.

Dikkat edin: Son zamanlarda sıkça duyar olduğumuz, hatta kitapları dahi yazılan 'yahudileşme temayülü' veya 'yahudi psikoloji' gibi kavramlar, teenni içinde olunması gerekenin yahudiler değil kendimiz olduğunu bize aşılar. Bunu anlatırken de genelde İsrailoğulları ile ilgili ayetleri kullanırlar. Aslolanı reddetmediği ve vurguyu ondan şuna kaydırmadığı sürece bunda sakınca yoktur.

Fakat tersi olduğunda, bu, müslümanların 'ılımlı İslam' projesi içinde sokulmak istendiği "Yaşadığım her belanın suçlusunu sadece benim!" psikolojisini besler. Üzerine basan düşmanının ayağını öpme arzusu uyandırır. Moğolların da İslam ülkelerini işgal ederken müslümanların direnişini benzer argümanlarla kırmaya çalıştığı anlatılır. Mesela derler ki: "Zalim Allah'ın kılıcıdır. Haketmeyene onu musallat etmez. Cengiz de zulmedebildiğine göre onlar bunu hakediyor olmalıdırlar. O halde Allah'ın verdiği bu hükme nafile yere karşı koyulmamalıdır. Müslümanlar düzelirlerse Cengiz de onlara musallat olmaz..." Tam bir âl-i Cengiz oyunu öyle değil mi?

Müslüman coğrafyada her ne bela zuhur etse, küresel güçleri (yüzbin kere hâşâ) Allah'ı tenzih eder gibi tenzih edip, alabildiğine kendi değerlerine ve milletine saldıran, sürekli kendi mazisinde ve itikadında kusurlar arayan müslümanlarla bizleri tanıştıran bu ve benzeri sapmalardır. Ben, şimdilerde, Kur'an'daki İsrailoğulları ile ilgili ayetler üzerine geliştirilen bu yeni okuma şeklini de endişeyle karşılıyorum. Bu tür tefsir ve tevillerin bizi götüreceği yer; İsrailoğullarına karşı Kur'an'ın bize aşıladığı/öğütlediği teenniyi yitirmek ve bu teenniler eşliğinde sahip olduğumuz izzeti ve feraseti kaybetmektir. Teenni ve temkin hem ferasetin hem de izzetin yarısıdır. Temkininizde direnin! Zannın fazlası zarar olduğu gibi hüsnüzannın da fazlası zarardır.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...