rivayet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
rivayet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Haziran 2021 Cumartesi

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) musilajdan bahsediyor mu?

Mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde diyor ki: "Zaman ihtiyarlandıkça Kur'ân gençleşiyor. Rümuzu tavazzuh ediyor." Ve ekliyor: "Nur 'nar' göründüğü gibi bazan şiddet-i belâğat dahi 'mübalâğa' görünür." Onun 'vahy-i metlûv'a dair bu elmas tesbitini ben 'vahy-i gayr-i metlûv' hakkında da kullanmak istiyorum. Evet. Kur'an zamanla gençleştiği gibi hadisler de zamanla gençleşiyor. Onlardaki remizler tavazzuh ettiği gibi şunlardakiler de tavazzuh ediyor. Özellikle ihbar-ı gaybla ilgili hadislerde, ki ehemmiyetli bir kısmı ahirzaman hâdisatı hakkındadır, bunun misallerini bollukla görüyoruz. Hatta, daha biz görmeden, mürşidim bir kısmını lûtfen gösteriyor. Mesela diyor ki yine: "Deccal'ın çıktığı vakit umum dünya işitecek olan kaydı telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar."
 
Öyledir. Seküler âkillerin imkan algısı zamanla gelişir. Dün "İmkansız!" dediklerine bugün "Sıradan!" deyiverirler. Dün "Olur mu öyle şey?" diye karşı çıktıklarına bugün "Nasıl kabullenmezsin canım?" diye tepki gösterirler. Eh, nihayetinde insandırlar, acizdirler, fakirdirler. Ancak birer mahlukturlar. Dolayısıyla sınırlıdırlar. Böyle böyle öğrenirler. Yanıla yanıla doğrulurlar. Ağır ağır yetişirler. Vahiyle kuşanmış aklınsa imkana bakışı elbette daha yüksektir. Çünkü gözleri açılmıştır. Çünkü gaybla tanıştırılmıştır. Çünkü 'herşeye gücü yeten' bir Allah'a iman edildikten sonra 'olabilecekler' yalnız buyruğu olarak sabit olup-olmadıklarıyla yargılanabilir. Eğer sabitse 'dilediği gibi yaratmak' şânının gereği olan bir Rabbin yapıp-yapamadığı sorgulanmaz artık. Belki ancak "Yaptım!" buyurduğunun kainattaki delillerine bakılır. Alınacak dersler tefekkür edilir. İzdüşümleri rasat edilir. İşte biraz da bu nedenle hadislerin tahlili öncelikle naklin sıhhati üzerinden yapılır. Yani Ebu Bekir radyallahu anhın Miraçtaki sıddıkıyet tavrı takınılır: "Bunu o mu söyledi?" diye sorulur sadece habercilere. Onay alınınca da iş bitirilir: "O söylediyse doğrudur." Yoksa ahirzaman nâdânları gibi denmez: "Nasıl söyler aklım almıyor. Hiç olur mu öyle şey? İslam akıl dinidir. Böyle akla sığmayan şeyler hadis olamaz. Sıhhati sabit olsa bile olsa cık, asla, kat'a, yok, hayır, ııı-ıh, inanamayız."

Onların 'cık'lanmaları kendilerine. Bizse kendimize gelelim: Risale-i Nur'da bahsi geçen bir tanesinin daha hakikatini yaşadığımızı düşünüyorum bugünlerde arkadaşım. En azından anlaşılmasını sağlayacak bir pencereyi kazandığımızı zannediyorum. Nedir? 'Müsilaj' adı da verilen 'deniz salyası' olayıdır. "Denizin de salyası olur muymuş?" demeyesin ha. Belki 'salya' kelimesi yerine 'kusmuk' desek daha doğru olacak. Evet. Kusmuk. Düpedüz kusmuk bu. Deniz kusuyor yüzümüze. Öyle ya: Neyin midesi bozulsa kusmaya başlar. İçindeki zehri dışına taşırır. Denizin de tadı kaçırıldığı zaman kusması mümkünmüş işte. Marmara'daki acı görüntü sayesinde bunu da öğrenmiş olduk. Yanısıra şu sırra da dokunmuş olduk bence arkadaşım:
 
"Hadîste var ki: 'Hatta deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zâlimlerden şekvâ ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur kesilir, hatta bizim de nafakamız azalır!' derler. Evet, bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor, mâsum hayvanlar da azap çekerler." Mürşidim bunu devrindeki kuraklığın hikmetini anlatmaya çalışırken söylüyor. Şimdi bu yazıyı okuyan dünyacılar hop oturup hop kalkacaklar da "Herşeyi dine bağlamayın yahu!" diye kükreyecekler belki. Nasıl bağlamayalım arkadaşım? Herşeyi yaratanın herşeyle ilgisi olmaz mı? Eh biz de tevhide iman ediyoruz. Yani "Rabbimiz bir!" diyoruz. O halde Rabbimiz bir olduğu için meselelerimiz de bir. Yani birbiriyle ilişkili. Birbirine bakar. İlla bir olan Allah'a, emirlerine, rızasına, şeriatına bir atfı olacaktır şu yaşanılanın da.

Hem şu da var: Ahirzamanda insanlığın israfı, zorbalığı, zararı, kibri, küfrü, zulmü öyle bir noktaya vardı ki tabiat kardeş de artık yaka silkiyor bizden. "Yeter be adamlar!" diyor. Küresel ısınma, buzullardaki erime, çevre kirliliği, plastik atıklar, ozon tabakasındaki delik, artan depremler, çoğalan kasırgalar, nesli tükenen hayvanlar, küresel salgınlar, radyoaktif çöpler vs. Bunların herbiri aslında yuvamızın bizden bir şikayeti, bir kızgınlığı, bir alerjisi, bir tepkisi değil mi? Midesi açılınca bilmem kaç kilo poşet bulunan balık bile lisan-ı haliyle mezkûr hâdisin tasdikçisi sayılmaz mı? Garibin pet şişe takılmış ağzıyla, yüzgecindeki naylon parçasıyla, tenindeki kimyasal izlerle cidden yüzleşsek Rabbine şikayetini işitmeyecek miyiz? Nasıl etmesin ki? Çünkü düzenlerini bozduk. Çünkü emaneti mülkümüz sanarak acı işler ettik. Zalimlikte deniz diplerine kadar eriştik. Kaçabileceklerin alanı kalmadı artık. Derinlikler bile gadrimizden paylarını alıyorlar.

Yani demek istiyorum ki: Böylesi hadislerde dikkatimiz çekilen biraz da tabiata verebileceğimiz zararlardır belki. Potansiyelimizdir. Mübalağa olduğunu düşünenler de yine şiddet-i belağatı anlayamanlardır. Evet. "Aleyhissalatuvesselam bir işarî manada müsilajdan bahsediyor..." diyebiliriz o zaman arkadaşım. Çünkü 'herşeyi bilen' Allah'ın bildirmesiyle Habib-i Edibi de bilir ki: İnsan böyle tehlikeli bir canlıdır. Komşularına yapabileceklerinde 'çok zalim' ve sonuçlarının ne olacağını farketmede 'çok cahil'dir. Kendi evini eliyle yakar da yangının içinde de gülerek oturur. Emaneti yüklendiği günden beri bu riskle yaşamaktadır. Başı dönmüştür. Elindekini malı sanmaktadır. Böyle olduğunu nereden mi anlıyoruz arkadaşım? Rikkatsizliğinden. Dikkatsizliğinden. Zira emanetçilik en çok rikkat/dikkat işidir. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bize bizden gelecek zararlardan bizi koruduğu gibi denizdeki dostlarımızı da korusun. Âmin.

20 Şubat 2017 Pazartesi

Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı? (4)

Bu seri boyunca sıkça naklettiğim bir ifade var. 24. Söz'ün 3. Dalı'nın 10. Asıl'ında geçiyor. Okuyunca hatırlayacaksınız: "Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır' de, ilişme..." Mürşidimde ifadesini bu şekilde bulan şu temkin, aslında, ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasının bize öğütlediği 'tevakkuf' hassasiyetidir.

Hakikati akıllarının kestirdiğinden ibaret görmeyen ve naklî bilginin dindeki değerini takdir eden kadirşinas büyüklerimiz, bize, bu duruşu ilmî bir hassasiyet olarak öğütlemişlerdir. Çünkü insanlığın imkansızlık algısı da, tıpkı diğer algıları gibi, değişkendir. Zamanının çocuğudur. Biz bunu en net teknoloji aynasında görürüz. Öyle ya! Bugün, çocuklar için bile gayet doğal olan işler, birkaç asır önceki dehalar için hayal edilemez şeylerdi. Gökte uçan kanatlı metal yığınlarının, hem de yüzlerce kişiyi, kıtalar ötesine taşıyabileceğini söyleseydiniz, dünün insanı sizi delilikle itham edebilirdi. Fakat onlar için harika olan şeyler bugün bizim için sıradan. Onlar için 'imkansız' olan şeyler bugün bizim için 'olağan.' Ve bu da gayet aklî birşey.

Mürşidim bu hakikate ahirzaman hadisleri hususunda şöyle değiniyor: "'Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek' olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar." Yani; ahirzaman hadislerinde olacağı söylenen öyle şeyler vardır ki, bunlar, dünün insanları için imkansız, fakat bugünün insanları için 'pekâlâ olabilir' şeylerdir. O vakit, bu hadisler hususunda, sahih senedlerine itimat eden ve keyfiyetini Allah'a bırakan tevakkuf ehli mi isabet etmiştir, yoksa aklının kestiremediğini hemen inkâra yeltenen tehevvür ehli mi? Öyle görülüyor ki; zaman, selefine ve senedine itimat ederek imanlarını koruyan ehl-i tevakkufu haklı çıkarmıştır. Birçok örnek aynı hakikati doğrulamaktadır.

Şimdi, meselenin bu kısmı hatırınızda kalarak, Kur'an'da geçen birşeye değinmek istiyorum. Yahudilerin maymun edilmesi meselesine... Birkaç sûrede birden buyrulan bu kıssaya göre; yahudiler, cumartesi avlanmama emrine uymazlar ve cezası olarak da maymun edilirler. İlgili ayetleri veya kıssanın detaylarını, yazıyı uzatmamak için, buraya almayacağım. Ancak şu serinin yazılmasına vesile olan Hamdi Akyol abinin itiraz metnini mezkûr kıssa üzerine uygulayarak tekrar nazar etmenizi istirham edeceğim. Önce orijinalini koyalım:

"Fotoğraftaki rivayet Ebu Davud'dan. 1617 numaralı hadis olarak Cem'u'l-Fevaid'de yer alıyor. Şimdi ilahiyatçı ve konuya ilgi duyanlarla bir konuşalım bakalım: Peygamberimiz namaz kılıyor. Önünden bir adam merkebiyle geçiyor ve peygamberimiz beddua ediyor, adam ömrünün geri kalanını kötürüm olarak geçiriyor. Bu rivayete göre sebep, merkebiyle namaz kılan peygamberimizin önünden geçmesi. Şimdi önümüzde iki seçenek var: Ya bu rivayeti uydurma, yalan olarak değerlendireceğiz. Veya 'âlemlere rahmet olarak gönderilen' peygamberimizin (haşa) gaddar, hoşgörüsüz, kinci biri olduğunu tasdik edeceğiz... Veya önümüzde bir üçüncü seçenek varsa, onu da bilelim?"

Şimdi, bu metnin Kur'an'daki o kıssaya uygulanışını görelim:

"Fotoğraftaki ayet Bakara sûresinde yer alıyor. Şimdi ilahiyatçı ve konuya ilgi duyanlarla bir konuşalım bakalım: Yahudilerin cumartesi günü avlanması yasak ve yine de dayanamayıp avlanıyorlar. Cenab-ı Hak da onları maymun ediveriyor. Bu ayete göre sebep yahudilerin cumartesi balık avlaması. Şimdi önümüzde iki seçenek var: Ya bu ayeti uydurma, yalan olarak değerlendireceğiz. Veya Rahman ve Rahim olan Allah'ın (hâşâ) gaddar, hoşgörüsüz, kinci biri olduğunu tasdik edeceğiz... Veya önümüzde bir üçüncü seçenek varsa, onu da bilelim?"

Tekrar tekrar yazılarımda dikkat çekmeye çalışıyorum. Böylesi hadis-i şeriflere yapılacak şu yollu bir itirazın eninde sonunda Kur'an'a gitmemesi imkansızdır. Çünkü mezkûr rivayetlerin temalarına yakın temalar Kur'an'daki kıssalarda da vardırlar. Durum, işte şu mezkûr sebepten dolayı, 'Aman canım!' denilmeyecek kadar önem arzetmektedir. Ve insaf ehline şöyle sordurmaktadır:

Ey mü'min muterizler, Kur'an'ı böyle şeyler için (hâşâ) yalancılıkla itham etmiyorken, aynı üslûplu hadisleri sorgulanır kılan nedir? Belki ve ancak 'senedleri' olabilir. İddianız şu ise anlaşılabilir yanı vardır. Eğer senedlerinde zaaf varsa, biz de bu hadisleri, hemen inkâr etmemekle birlikte, diğer hadisler derecesinde güçlü tutmayız. Yok, senedlerini de takmayıp sadece aklımızla bakacaksak meseleye, o zaman şu soruya da cevap bulmalıyız: Kur'an'a hiçbir beşerî sözün karıştırılmadığı isbat eden nedir? Yine senedine duyduğumuz güven değil midir? Öyle ya! Elimizdeki tam nüshalar ancak Emeviler dönemine kadar uzanabiliyor. Ya ondan öncesi? Ondan öncesi için yine ve mecburen senede itimat ediyoruz. Sahabeye, tabiine ve tebe-i tabiine güveniyoruz. Alternatif bir formül gösterebilenimiz var mı? Gösteren varsa onu da görelim.

Hamdi Akyol abinin mezkûr tenkidi, eğer bir senet tenkidine dayanmıyorsa (ki itirazında bunu gösterir birşey yoktur), yarın Kur'an'a aynı itirazı getirebilmesini ne engelleyebilir? Cenab-ı Hakkın bir ismine yakıştıramadığı herhangi bir hadiseyi inkârdan onu (veya bir başkasını) ne/kim alıkoyabilir? Hadis ilmine güveni berhava ettikten sonra aynı ellerden gelen Kur'an'ı bu şüphecilikten kim azât edebilir?

İşte, sözün sonu, yine ehl-i sünnet ve'l-cemaatin o muhteşem mirasına, yani tevakkuf hassasiyetine geliyor. Bediüzzaman'ın 'İlişme!' değişindeki sır anlaşılıyor. Arızanın özünü ortaya koyan soruysa şu: Yalnız bize mantıklı gelmemesi bir hadisin inkârına yeter mi? Çünkü, görüyoruz, bu iş burada kalmayacak. Yarın, Kur'an'daki kıssalara ve belki bir adım ötesinde, Allah korusun, Mutezile gibi şerrin hilkatini Allah'a vermemeye kadar gidecek. Çünkü tenzih akidesini yanlış bir kurguyla (belki bir ifratla) işlettiriyor. Ne diyelim? Allah hepimizi istikamet üzere eylesin. Âmin.

7 Şubat 2017 Salı

Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı? (3)

Üç ayrı rivayet şekliyle birçok hadis kaynağında geçen meşhur bir hâdise var. 'Muhallim' ismiyle rivayet edileni esas alırsam: Muhallim b. Cessame, Âmir b. Azbat'ı, 'içinde bulunduğu mücahid grubunu müslüman selamıyla selamladığı halde' şahsî düşmanlığından dolayı öldürmüştü. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam kısas için gelenleri kan bedeli almaya razı ettikten sonra, Muhallim, affedilmesi kendisine müracaat etti. Aleyhissalatuvesselam ellerini açıp şöyle dua etti: "Allahım, Muhallim'i affetme!" Muhallim b. Cessame, bu beddua ile öyle sarsıldı ki, bir hafta içinde vefat etti. Gömdüler. Yer dışarı attı. Tekrar denediler. Tekrar dışarıya attı. Sonunda cesedinin üzerine taş yığarak öylece bıraktılar. Durumu Efendimiz aleyhissalatuvesselama ilettiklerinde şöyle buyurdu: "Vallahi yer çok daha kötülerinin üzerini örtmüştür. Fakat Allah size gösterdiği bu hadiseyle aranızdaki (haksız yere adam öldürme) yasağı hakkında öğüt ve ibret vermek istemektedir."

Huzuruna geldiğinde Muhallim b. Cessame'ye şöyle tepki gösterdiği nakledilir Aleyhissalatuvesselamın: "Demek, sen, ona (Âmir b. Azbat'a) Allah'ın emanıyla eman verdin (selamına karşılık selam verdin) ve sonra da vurup öldürdün, öyle mi?" Kanaatimce, mezkûr ifadeler üç şeye dikkatimizi çeker: 1) Mü'minlerin birbirlerini haksız yere öldürmeleri Allah katında büyük bir cürümdür. 2) Muhallim b. Cessame'nin toprak tarafından kabul edilmeyişine bakarak, onun, insanların en kötüsü olduğuna hükmetmek doğru değildir. 3) Cenab-ı Hak, bazen, önemli hakikatlere dikkatimizi çekmek için, kişileri veya cezaları ibret ve öğüt aracı olarak kullanabilir. Mahlukatı üzerindeki bu tarz tasarruflarında kimse Hakkın hikmet elini alıkoyamaz. Malikü'l-Mülk odur. Ve mürşidimin de ifade buyurduğu gibi: "Mülkünde istediği gibi tasarruf eder."

"Üçüncü Sualiniz: Cenâb-ı Hak musibetleri veriyor, belâları musallat ediyor. Hususan masumlara, hattâ hayvanlara bu zulüm değil mi? Elcevap: Hâşâ! Mülk Onundur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Hem acaba, san'atkâr bir zât, bir ücret mukàbilinde seni bir model yapıp, gayet san'atkârâne yaptığı murassâ bir libası sana giydiriyor; hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor, seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki, 'Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana oturtup kaldırmakla zahmet verdin?' Elbette diyemezsin. Dersen divanelik edersin."

Bu noktada, gerek (bu serinin ilk yazısında zikrettiğim) Hamdi Akyol abinin şüphesinin, gerek (artık sıkça karşılaştığımız) benzer şüphelerin kaynağının sadece 'hadis ilmiyle' ilgili olmadığı nazarımıza çarpıyor. Bu endişeler, en özünde, mülk algısına dair mü'min zihinlerinde yaşanan erozyonun sonucu olarak ortaya çıkıyorlar. Çarçabuk inkâra gidilebilmesinin ardında yatan psikoloji bu. İster Hamdi Akyol abinin Ebu Davud'dan naklettiği 'merkeple Efendimiz aleyhissalatuvesselamın namazını bozan adamın bedduaya uğrayıp felçli kalması' meselesini ele alalım, ister Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde naklettiği 'Efendimiz aleyhissalatuvesselamın namazını bozan yaramaz bir çocuğun bedduaya uğrayıp sakat kalması' hâdisesine odaklanalım, sonuç değişmiyor. Burada öncelikle edilen itiraz şu: "Şu kadarcık fiile insan böylesine ağır bir bedduayı ve cezayı hakeder mi?"

İşte, bu tarz suallerin modern zamanlardan önce sorulmamasının veya böylesi rivayetlerin (en azından şu yönleriyle) bizden önce tartışmaya medar olmamasının değişen mülk algımızla ciddi bir ilgisi var. Salih seleflerimizin zihinleri, mürşidimin de ifade buyurduğu gibi, "Mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder!" çerçevesinde şekillendiği için, onlara göre bu rivayetlerde (eğer sened sorunu yoksa) tartışmaya medar olacak hiçbirşey yoktu. O Allah'tı. Hak Teala, şan-ı Rububiyeti iktizasınca, böylesi tasarruflarda bulunabilir ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da beddualarıyla bu hikmet ve ibret derslerinin vesilesi olabilirdi. Ancak modern zaman müslümanı bu tür konulara seleflerinden daha farklı bir perspektiften bakıyordu. Kendisi farkında olsun veya olmasın, bu farklı perspektif, hadislere bakışında yansımalarını gösterdi.

Hayatın içinden bir örnek vermeyi deneyelim: Askerde, öyle yerlerde nöbet tuttuğunuz olur ki, oraya değil bir düşman askerinin, yönünü kaybetmiş hayvanların bile yolu düşmez. Henüz inşaatı süren binaların veya boş depoların önünde nöbet tuttuğunuz olur. (Aslında depo doluyken tutulacak bir nöbettir o.) Bu nöbetlerde bazen mermi de verilmez erlere. (Şahsen ben 'şarjör atar' diye tesmiye ettiğimiz silahlarla çok nöbet tuttum.) Fakat yaptığınız iş ne kadar boş gelirse gelsin, uyumaktan korkarsınız, çünkü cezası ağırdır. Nöbet yerinin önemsizliği veya nöbetçinin bahanesi 'nöbette uyumanın' cezasını hiçbir zaman yumuşatamamıştır. Komutanlar, uyurken yakaladıkları erlere ağır cezalar verirler ki, diğerleri böyle birşeyi akıllarından dahi geçirmesinler. Bunun hikmetini herhangi bir komutana sorsanız alacağınız cevap aşağı-yukarı şöyle birşey olur: "Bugün sen boş deponun önünde uyursan yarın bir başkası da cephaneliğin önünde uyur." Yani size verilen ceza aslında zincirin hiçbir yerinde zayıflık oluşmaması içindir. Üzümlerin birbirlerine bakarak kararmalarını engellemek için ilk kararan üzümü iyice beyazlatırlar.

Peki, bu yanlış bir tedbir midir? Doğrusu, kendi tuttuğunuz nöbetleri ve nöbet yerlerini hakikatin tek mihengi olarak almazsanız, 'yanlıştır' diyemezsiniz. Çünkü öyle nöbet yerleri vardır ki, hakikaten uyku kaldırmaz, dalgınlığınız dahi sizinle birlikte birçok kişinin hayatını tehlikeye sokar. (Dağ filminin birincisinde nöbet yerinde uyuyan er üzerinden komutanın birliğe anlattıklarını hatırlayanlar ne dediğimi daha kolay anlayacaklardır.)

Bu hakikati, mürşidim, 24. Söz'ün 3. Dalı'ndaki Asıllar'da, zâhiren küçük görülen bazı günahların tehlikesine vurgu yapan hadisler hakkında da ifade eder:

"Meselâ, 'Gıybet, katl gibidir.' Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır. Meselâ, 'Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.' Şimdi, tergib veya teşvik için, o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir."

Her merkebiyle namaz bozan felç olası mıdır? Değildir. Her namaz bozduran çocuk felç olası mıdır? Değildir. Her gıybet adam öldürmek gibi günah mıdır? Değildir. Her güzel söz bir insanı özgürlüğüne kavuşturmak gibi sevaplı mıdır? Değildir. Fakat, hepsinin böyle olmaması, içlerinden bazılarının (harika fertlerin) bu ayarda olmasını engellemez. Bazen, gıybet olur, bir insana (veya insanlara) onu öldürmekten daha fazla zarar verir. Bazen, güzel bir söz olur, onu duyanı/duyanları özgürlüğüne kavuşturur. (Mürşidlerin güzel sözleri böyledir. Bizi nefsimize, şeytanımıza ve günahlarımıza esir olmaktan kurtarır.) Böyle harika fertler bulunabilir nesneler ve olaylar içinde. Onların bulunması da bir hikmet ve ibret dersi içindir.

Tıpkı Muhallim b. Cessame'nin yaşadıkları gibi. Sahabeden birisinin, işlediği cinayet nedeniyle toprak tarafından kabul edilmemesi, nasıl Mülk Sahibi'nin bize üzerinden ders vermek istediği bir vesileye dönüşüyorsa; aynen öyle de, bir çocuğun veya merkepli insanın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama (veya namazına) gereken saygıyı göstermemesi de yine ibret ve hikmet dersine dönüşebilir. Kur'an'da, hakkında, mü'minlere 'seslerini dahi sesinden yüksekte tutmamaları' emredilen bir Nebi aleyhissalatuvesselamdan bahsediyoruz. Allah'ın kudret ve hikmet elini böylesi derslerden kim alıkoyabilir? En nihayet demek istediğim şu: Yeter ki, hazine sandığının önünde tevakkuf edelim, dikkatli bakınca görünecek inci çoktur. Hem yine mürşidim demez mi: "Nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir."

4 Şubat 2017 Cumartesi

Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı?

Sürekli bu tarz konular hakkında yazmamdan bıktınız belki. Fakat ne çare? Tekrar tekrar karşıma çıkıyor. Ben de çenesini tutamaz bir adamım. İster istemez haklarında karalamak zorunda kalıyorum. Bu defa yazımın girizgâhını oluşturacak soruyu müdakkik abim Hamdi Akyol sordu. Facebook'ta yaptığı bir fotoğraf (sol köşede gördüğünüz) paylaşımının üstünde şunlar yazıyordu:

"Fotoğraftaki rivayet Ebu Davud'dan. 1617 numaralı hadis olarak Cem'u'l-Fevaid'de yer alıyor. Şimdi ilahiyatçı ve konuya ilgi duyanlarla bir konuşalım bakalım: Peygamberimiz namaz kılıyor. Önünden bir adam merkebiyle geçiyor ve peygamberimiz beddua ediyor, adam ömrünün geri kalanını kötürüm olarak geçiriyor. Bu rivayete göre sebep, merkebiyle namaz kılan peygamberimizin önünden geçmesi. Şimdi önümüzde iki seçenek var: Ya bu rivayeti uydurma, yalan olarak değerlendireceğiz. Veya 'âlemlere rahmet olarak gönderilen' peygamberimizin (haşa) gaddar, hoşgörüsüz, kinci biri olduğunu tasdik edeceğiz... Veya önümüzde bir üçüncü seçenek varsa, onu da bilelim?"

Öncelikle herkesin zaten az-çok bildiği şu hakikati tekrar ifade edelim: Din, her duyana, duyar duymaz inanması kolay gelen hakikatlerden oluşmaz. (Sadece bunlardan oluşmaz.) Bizzat miraç hadisesinin kendisi bunu söyler bize. İnanmak için bir nebze Ebu Bekir'leşmek (r.a.), "O söylüyorsa doğrudur!" kıvamına ermek, yani sahabenin düşünüş ve aklediş biçimine yakınlaşmak gerekir. Ki bu 'aslında bizlere sıradan gelmesi gereken' mü'min tavrıdır.

Okuyanlar bilirler: Bediüzzaman, 24. Söz'ün 3. Dalı'nda 12 Asıl ile bir usûl öğretir talebelerine. "Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı?" dersi veren bir yerdir bana göre. O metnin 10. Asıl'ını şöyle bağlar mürşidim: "Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır' de, ilişme..."

Yine Hz. Ebu Bekir (r.a.) üzerinden konuşursak: "O söylüyorsa doğrudur!" sadakatinin öncesi "Bunu o mu söyledi?" sualini sormak ve emin olmaktır. Bir hadisin tenkidi de öncelikle senedinin tenkididir. Yani; rivayetler sağlam bir/birçok nakil silsilesiyle Efendimize (a.s.m.) bağlanabiliyor mu? Cevap aranması gereken ilk soru budur. Rivayetin sorunsuz bir şekilde Efendimize (a.s.m.) dayandırılıp dayandırılamayacağıdır.

İşin bu kısmını, ancak ehli olan âlimler, ilgili ilimlerin sağlama sistemleriyle sınayabilirler. Eğer burada hadis sorunlu çıkarsa zaten tartışılacak birşey kalmaz. Çünkü hadis ilmine göre de bir problemi vardır naklin. Ama ya senedi sağlam çıkarsa? Bu noktada artık mü'min kendi aklını merkezden veya doğrunun tek kıstası olmaktan çekerek rivayeti anlamanın yollarına koyulur.

Bu örneği Caner Taslaman'a yazdığım eleştiride de anmıştım. Yeri geldi. Yine anayım: Malumunuz, Hz. Hızır ve Musa kıssasında, Hz. Hızır (a.s.) bir masum çocuk öldürür. Kur'an'da geçen birşeydir bu. Ve Hz. Musa (a.s.) bu cinayete şaşırır. "Sen günahsız birisini öldürdün!" diye itiraz eder. Kıssa uzun. Tafsilatına girmeyeyim. Çoğunuz hatırlamıştır zaten. Hz. Hızır (a.s.), Hz. Musa'nın (a.s.) ilgili kıssa boyunca yaptığı bütün itirazları sahip olduğu ilm-i ledünle cevaplar. Kıssada geçen mezkûr çocuk için der mesela: "Erkek çocuğa gelince. Onun ana-babası mü'min kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlükle boğmasından korktuk." Yani cinayeti göründüğü şekilde 'çocuk öldürmeyi canı istediği için' işlememiştir.

Aslında şu hakikat, bizim, daha imanın kapısından girerken kabul ettiğimiz/kuşandığımız birşeydir. Kur'an, bizi, "Onlar ki gayba iman ederler" diye tarif ve tasvir ettiğinde biraz da bu 'aklediş biçimimize' işaret eder. Özetlersek: Biz müslümanlar, herhangi bir meselede, beş duyu organıyla bilinenden daha fazlasının olabileceğine iman eden kimseleriz. Bu zengin farkındalık ve zihnî uyanıklık sayesinde zaten amentünün esaslarına iman edebiliyoruz. Kainatı deterministler gibi kendisinden ibaret görmüyoruz. Materyalistler gibi hakikati görünene hapsetmiyoruz. Ötesinde bir gayba uyanık kalplerimiz var. Neyi ele alsak başka mümkünlüklere teyakkuzla ele alıyoruz. Böyle bir bakışımız olmasa; ahiret gibi, haşir gibi, kader gibi, melekler gibi varlık ötesi hakikatlere iman etmemiz de mümkün değil zaten.

Hem sonra biliyoruz ki: Gayr-ı metlüv vahiy dediğimiz bir haberdar edilişi daha var Efendimizin (a.s.m). Bunun Kur'an'da ve sünnette pekçok delilleri mevcut. Hatta bizzat Kur'an, Efendimize (a.s.m.) bildirilen öyle şeylerden bahsediyor ki, onlar hakkında ayet yok, ama 'bildirdik' diyor. Şuralardan anlıyoruz ki: Vahiy Kur'an'dan ibaret değil. Farklı haberdar oluşlar ve bu haberdar oluşlara yönelik tedbirler, amel veya emredişler vâki hayat-ı nebeviyede.

Din sadece Kur'an değil ehl-i sünnet ve'l-cemaat için. Dinin şekillenmesinde vahy-i metlüv kadar vahy-i gayr-i metlüvun da payı var. Zaten sünnet olmadan en önemli ibadetlerin bile içeriği bize meçhulleşiyor. Hem hadiseleri anlamak zorlaşıyor. Bazen, gayr-i metlüv vahiy, eşleri hakkında bir bilgi veriyor Efendimize (a.s.m.), bazen bir suikaste karşı uyarıyor, bazen de Kur'an'da bildirilmemiş ahkama dair bilgiler paylaşıyor. Bunların hepsi "normal mü'minler için" meşhur ve makbul şeyler. Siyerde örnekleri çoklukla mevcut.

İşte, bizim, evvelemirde kapalı gelen hadis-i şeriflere bakışımıza bu kıymetli tereddüt şekillendiriyor. Diyoruz ki hemen temkinle: Varlık bizim gördüğümüzden ibaret değil. Diyoruz ki hemen: Vahiy Kur'an'dan ibaret değil. Diyoruz ki: Hakikat anladığımızdan ibaret değil. Ve öncesindeki bu güzel tevakkufta yeşeren şu tefekkürle anlama mesaisine girişiyoruz: "Belki de o adama dair Allah Resulü'nün (a.s.m.) başka bir bilişi sözkonusu? Bu iş sadece namaz bozma meselesi değil. Belki o adama dair bir kemlikten haberdar edildi? Belki şu olay göründüğünden ibaret değildi? Belki mü'minlerin bir ders almasını diledi Cenab-ı Hak? Meselenin bizce gayb olan bir bilişe bakan yönleri de olabilir..." diyoruz. Hemen reddetmiyoruz.

"Âlemlere rahmet olan bir Peygamber (a.s.m.) nasıl öz amcasına beddua eder?" deyip, yani meselenin Ebu Leheb'e dair derinliği ıskalanıp, Tebbet sûresini onun şan-ı şefkatine uygun görmemek ve inkâr etmek nasıl mümkün değilse, mezkûr rivayeti inkâr etmek de öyle mümkün değildir. Bu en azından içerik bakımından böyledir. Aksi tavrı benimsemek zararlı bir kolaycılık olur.

Kavimlerine beddua eden peygamberler de (ki Kur'an'da geçen şeylerdir) bize bu sırrı söylüyorlar. En nihayet şunu kabul etmek lazım düzlüğe çıkabilmek için: Hakikat göze görünenden ibaret değildir. Vahiy de sadece Kur'an'dan ibaret değildir. Efendimiz (a.s.m.), birçok örnekle de gördüğümüz gibi, çeşitli şekillerde/şeylerden haberdar edilir. Ve onlara yönelik tedbirlerde ve tavırlarda bulunur. Biz "Allahu'l-alem mezkûr meselenin böyle bir derinliği de olabilir!" deriz. Senedi sıhhatliyse reddetmeyiz. Anlamasak da önce tevakkuf ve sonra hakkında tefekkür ederiz. Özetle: Evet, Hamdi Akyol abi, üçüncü yol mümkün. Hatta mecburî. Yoksa bu itirazın dinin her yerine sirayet etmesi kaçınılmazdır. Çünkü din modern aklın eseri değildir.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...