Kemal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kemal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Mayıs 2023 Cumartesi

Bediüzzaman Kızılelma'yı soldan bekler miydi?

"Dünyada en büyük ahmak odur ki dinsiz serserilerden terakkiyi ve saadet-i hayatiyeyi beklesin." Şualar'dan.

Teknofest'e gittim boynum tutuldu. 'Yukarıya çok bakmaktan olmuştur' diyor ablam. İnsan ağrısına bile seviniyor. Kırılacaksa da yukarıya bakmaktan kırılsın boynumuz. Ayak ucumuzu arandığımız zamanlar yeter. Gavurların önünde baş eğmekten yorulduk. 'Gavur' deyip geçmeyin arkadaşlar. O da türlü türlüdür. 'Gavurun gavuru' başka olur. 'Müslümanın gavuru' daha başka olur. Bediüzzaman Hazretleri bu duruma şöyle işaret eder:

"(...) Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü, onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah'ı tanıyabilirler. Allah'ı bilmeseler de kemâlâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir. Fakat bir Müslüman, hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan daha hiçbir peygamberi tanımaz ve Allah'ı da tanımaz ve ruhunda kemâlâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez. Çünkü, peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev-i beşere baktığı için ve mucizatça ve dince umuma faik ve bütün nev-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip on dört asırda parlak bir surette ispat eden ve nev-i beşerin medar-ı iftiharı bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usul-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemâl bulamaz. Sukût-u mutlaka mahkûmdur."

Türkiye yakın tarihinde her ne çekmişse, işte, bu önemli fark farkedilmediği için çekmiştir. Abartmıyorum. Açayım: Batı'da kiliseye karşı girişilen aydınlanma hareketi görece bir 'dünya mutluluğu' sağlamıştır. Neden? Çünkü, onlar, muharref dinlerine karşı mücadele ederken, yukarıda belirtildiği gibi, 'kemalata medar olacak bazı güzel hasletler'ini koruyabilmişlerdir. (Hatta arttırmışlardır.) Eh, öyle, karşılarındaki din sonuçta 'muharref'tir. Yani bozuktur. Tahrif edilmiştir. Ona karşı mücadele etmek 'her güzel şeye düşman olmak' anlamına gelmez. Bozuğa husumet insanı bazı bazı doğruya da götürebilir. 'Çalışkanlıkları' buna bir misal olarak sevkedebilir mesela. Evet. Batı'nın sekülerleri/solcuları gerçekten çalışkandır. "Hepsi öyledir!" demiyorum. Ancak bu konuda kesinlikle bizimkilerden çok, çok, çok... ileridirler. Zaten sahadaki durum bunun apaçık göstergesidir. Üstelik sosyolojilerinde giderek revaç bulmaları da yine bir ölçüde dünyevî alandaki muvaffakiyetleriyle olmuştur. 

Fakat Daru'l-İslam'a dönüldüğünde kazın ayağı değişir arkadaşlar. Bizimkiler ahiret işini bilmedikleri gibi dünya işinden de anlamazlar. Tek üretimleri sefahettir. Hünerleri tembelliktir. Sermayeleri israftır. Propagandaları hevesattır. Tutundukları yalandır. Hasım aldıkları 'her kemali kendinde barındıran' din-i Muhammedî aleyhissalatuvesselam olduğu için, ondan uzaklaştıkları ölçüde, her türden muvaffakiyetten de uzaklaşırlar. Dünyevî başarı bile ellerine geçmez. Onda da gerinin gerisine düşerler. Bu sözüme delil isteyen Türkiye'nin son yirmi yılına iyice bakabilir. (Sonra canı isterse geri kalanını da şöyle bir tarayabilir.) Kimdir yönetime geldiğinde memlekete çağ atlatan? Kimdir bugün İHA'ları-SİHA'ları, TOGG'ları, devasa gemileri üretebilen? Kimdir memleketi yollarla/köprülerle donatan? Kimdir 'Kaldırılamaz!' denilen her taşın altına elini koyan? Kimdir? Kimdir? Kimdir?

Bu neden böyledir? Çünkü bizim sağımız 'dindar' ve 'dine hürmetkâr' insanlardan oluşurken solumuz tam tersi kadrolarla kurulmuştur. Bidayetinden beri böyledir. Hakiki fayhattımız dindir. Ona olan yaklaşımımızdır. Ve dinimiz hürmetlisini dünyada-ahirette âli eder. Düşmanını da her iki âlemde rezilliğe yollar. Burada şu parantezi de hızlıca açıp kapayalım: İslam'ın ahkâmına hakiki taraftarlık göstermeyen, yine Bediüzzaman'ın ıstılahıyla, 'gayrimüslim mü'minler'i de bir bataklık beklemektedir. Onlar kendilerini sağ içinde de tarif etseler de hakikatte soldurlar. Solun karakteriyle mücehhezdirler. Ve nihayetleri de yine sol olur. Dönüp oraya varırlar. Camiamız içinden çıkıp sonra kendisini sola atan isimleri hayal edin. Hepsindeki arıza budur. (Sonra bir de karşı mahalleden çıkıp akıbette sağa dahil olan kişileri de tahattur edin. Onları buraya sürükleyen de ekseriyetle dine karşı hürmetleridir.)

"Eskide bazı dinsizleri gördüm ki ahkâm-ı Kur'âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı. 'Dinsiz bir Müslüman' denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; 'gayr-ı müslim bir mü'min' tabirine mazhar oluyorlar. (...) İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz." 

Sadece ben konuşunca söylediklerim iddia kabilinden kalıyor belki. Haklısınız. O halde İdris Küçükömer'in Anısına kitabından bir alıntıyla bahsi kapatalım. Eski TİP'çilerden Hüseyin Ergün şunları yazıyor orada: 


"Türkiye, çok partili düzene, fukara-geri bir ülke olarak girdi. Türk solu ve entelijansiyası, 1950 seçimlerinden kısa bir süre sonra, iktidardaki partiyi gericilik ve sağcılıkla suçlamaya başladı. Ülkedeki sosyo-ekonomik gelişmeleri de adam zengin etme, rüşvet, kayırmacılık, her mahallede bir milyoner kazanma kavramları ile karşıladı, lanetledi. Durum sonraki yıllarda da değişmedi. Keban yapılırken 'Ne yapacaksınız bu kadar elektrik enerjisini? Toprağa mı vereceksiniz?' dendi. Televizyona karşı çıkıldı. Boğaziçi Köprüsü yerine Zap Suyu'na köprü önerildi. Ereğli Demir Çelik'in yapılması yoksulluklar bağlamında ele alındı. Ortak Pazar'a girişe şiddetle direnildi. 

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunlar solun ekonomik gelişme, yani ilerleme karşısındaki tavırları... Özgürlükler bahsine gelince. Türkiye solunun burada da ilkeli bir tutum sergilediği söylenemez. Yassıada duruşmaları karşısındaki tutum, 12 Mart'taki yaklaşımlar vb. pek yüz ağartıcı değil. Ayrıca, sol kendi başına anlamlı bir şekilde iktidar olmadığı için, ne kadar özgürlükçü olduğunu da sınayamadık. Yalnız şu kadarını söyleyebilirim: Solun, en azından bir kesiminin, kesinlikle özgürlükçü olmadığı ve kendisi için hak gördüğünü başkası için pek de hak saymadığını biliyorum. 

Eşitlik ve dayanışma, bir başka deyişle, sosyal adalet konusunda da solun kerim devlet anlayışının pek ötesine gittiği söylenemez. Böyle bakınca zaman zaman solun sağa, sağın sola geçtiğini söyleyebiliriz. Burada sağın yeri pek değişmiyor da solun yeri değiştiği için işler karışıyor. Kısacası sol derin bir bunalım içinde. Bu bunalımı aşmak içinse, konumunu tartışması ve ilerleme, özgürlük, eşitlik ve dayanışma bayrağını ele geçirmesi gerekiyor. Bu da bu tür sözleri yineleyerek olmaz." 

Arkadaşlar, Hüseyin Ergün'ün bu yazısı, yıllar önce değil dün yazılmış gibidir. Birkaç ilaveyle tastamam bugüne uygulanabilir-uyarlanabilir. Sol son yirmi yılda da aynı körkütüklükle ayağımıza taş koymaya devam etti. Şimdi 14 Mayıs'ta bizim ne cevap vereceğimizi merak ediyorlar? Ben de merak ediyorum: Acaba seyyid oldu diye kemali soldan bekleyecek miyiz?

10 Kasım 2022 Perşembe

Allah varsa savaşlar neden var?

Nietzsche'nin kulakları çınlasın. Cemil Meriç merhumun Kültürden İrfana'da naklettiğine göre, Izoulet, Thomas Carlyle'ın Kahramanlar'ının Fransızca tercümesine yazdığı önsözde şöyle demiş: "Güneş tutulunca yabaniler 'Işık öldü' diye dövünürlermiş. Biz medeniler ellerimizi göğe kaldırarak çığlığı basıyoruz: 'Tanrı öldü!' Biz, yabaninin afallayışına nasıl gülüyorsak, gelecek nesiller de bize öyle gülecek."

Müslümanın varlık algısında 'hikmet' herşeyin rengini değiştirebilen bir tamamlayıcıdır. Sözgelimi: Çirkinin güzelliği hikmetindedir. (Çirkinlik hikmetliyse güzeldir.) Güzelin çirkinliğiyse hikmetsizliğinde görünür. (Güzellik hikmetsizse çirkindir.) Hikmetlerin en aziziyse bekadır. ('Sonsuzluğa dairlik'tir.) Amacın derinliği ıskalandığında sûretler yalancılaşır. Aldatır. Cehennemler cennet maskesini takar. Cennetler cehennem iftirasıyla yaftalanır. Yüzeydeki bu imtihanı geçebilmenin sırrı hakikat boyutuna uyanmaktadır. Birşey eğer hikmetliyse zamanın müfessirliğinden geçer. Birşey eğer hikmetliyse zekanın da müfessirliğinden geçer. Ona herhangi bir kısagörüşlü çirkinlik yakıştırılmışsa 'neticesi itibariyle' bu oyunu bozabileceğini ortaya koyar. Kabul ettirir. Zaten mürşidim de demiştir: "Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona 'hüsn-ü bizzat' denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona 'hüsn-ü bilgayr' denilir." 

Yılanın sûretindeki soğukluk onda çirkinlik değildir. Çünkü hikmetlidir. Aslanın duruşundaki şiddet varlığının parçasıdır. Çünkü lazımıdır. Herşey çiçek olamaz. Herşey diken de saramaz. Cemalden celale, cemalden celale, bu geçişlerde kimin hükmünün geçerli olduğunu hikmet söyler. İşte, biraz da bu yüzden, hikmetlerine vâkıf olunduğunda, ayrılık-gayrılık kalmamaya başlar. Allah dostlarına "Kahrın da hoş, lütfun da!" dedirten makam bu makamdır. Hikmeti okunur olduğunda çirkinlik güzelliğe dönüşür. Hikmetsizliği görüldüğünde güzellik çirkinliğe kalbolur. Ayraç okumaktır.

Mü'min şahitliğini böyle kavrar: Varlık Allah'ın aynısı değildir. Aynasıdır. O yalnızca tecellidir. Birşey aynılıktan tecelliye düştüğünde artık 'birebirlik' aranmaz olur onda. Ya? Tecelli yalnızca işaret eder. 'Birazcık' öğretir. 'Azıcık' gösterir. (Gölgesi kendisi olamaz.) O nedenle biz, Allah'ın kusursuzluğundan bahsettiğimizde, varlıktaki kusursuzlukla aynı şeyi kastetmeyiz. Allah'ta, hâşâ, çirkinliğin zerresi yoktur. Bulunmaz. Bulunamaz. Bütün güzelliklerin kaynağı olan sonsuz Cemal sahibi hiçbir şekilde cemalinden acze düşmez. Hiçbir şekilde acze düşmemesiyle cemali kemal olur. Yanıltmaz. Şaşırtmaz. Başka türlü görünmez. Kusur arız olmaz. Fakat yarattıkları sûretlerinde, gözlerimize kısıtlanan sûretlerinde, çünkü gördüğümüz de gözümüze kısıtlanmıştır arkadaşım, çirkin seçilebilir. (Miyop olan da her manzarayı bulanık seçmez mi?) Eşyanın kusursuzluğu görüşümüzle sınırlanan pencerelerde asla çirkinliğe düşmemesiyle sınanmaz. Ya? Şeylerin kusursuzluğu okunan her karesinin hikmetli oluşundadır. Çirkin olanın çirkinliği hikmetliyse güzeldir. Güzel olanın güzelliği hikmetsizse çirkindir. Acı şifaysa tatlıdır. Tatlı zehirse acıdır. Allah'ın kusursuzluğu ise nazara gelmez. Denî nazarlara gelmeyende kısıtlanmadan söz de edilemez. Elbette Hak Subhanehu masivasının kusurlarından beridir. Yani arkadaşım, Allah hiçbir zaman çirkin olmaz, çünkü ilahlığın nihayetsiz kemaline, o kemaldeki şanına çirkinlik yakışmaz. Fakat eşya kısıtlılığından dolayı evvelemirde şaşırtabilir. Hatta sarsabilir. Duvarı aşmak derinlik gerektirir.

"Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekvâları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlaka tevcih etmemek için, o şekvâlara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz edilmiştir. Çünkü kusur onlardan çıkıyor ve onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor." Musa aleyhisselamla aynı beşerî 'kaldıramazlık' çerçevesine sahibiz. Allah'ın kemal-i Zâtını kuşatmamızın imkansızlığından kısıtlılığımız içinde marifetine yol alıyoruz. Eşya da Allah'ı bize kısıtlılığımız içinde öğretiyor. Gözümüzün gücü her çirkinin güzelliğini görmeye yetmiyor. O yüzden Hakîm ismine ikinci bir nazar atıyoruz. el-Hakîm körlüğümüze üçüncü bir göz oluyor. er-Rahman ve er-Rahîm el-Hakîm'den sonra müderrisliğe başlıyor.

Tam da bu yüzden "Allah varsa savaşlar neden var?" diye soran ateist klişesi bizim için anlamsızdır. Çünkü Allah'ın varlığı masivasında çirkinlik bulunmamasını gerektirmez. Çirkinliğin bir/binler anlamı olması yeterlidir. Eğer çirkinliğin hikmeti varsa o artık güzeldir. Sûretindeki farklılık bizi şaşırtmaz. Eşya Allah'ın bizzat kendisi değildir ki onda başkalık bulunmasın! Ayrımdaki rahatlığımızla, yani gölgenin/tecellinin Zât-ı Kudretin kendisi olmağa zorlanmayacağıyla, her engeli aşarız. Evet. Hak Teala mahlukatında bazı şerir şeyler de halketmiştir. Evet. Hak Teala mahlukatında bazı şeyleri çirkin de göstermiştir. Ancak anlamları evvellerindeki yaraları tedavi eder. Hikmetli eksiklik noksan olmaz.  

İstersen, bu girizgâh ile, Hac sûresinin 40. ayetine bakalım. Dersimizi bir de ondan alalım. İşte kısa bir mealiyle buyruluyor: "Eğer Allah insanların kötülüğünü birbirlerinin eliyle savuşturmasaydı, manastırlar, havralar, kiliseler ve mescidler—ki buralarda Allah'ın adı çok anılır—yıkılıp giderdi." Evet. Stefan Zweig de Günlükler'inde Dünya Savaşı'nın toplum üzerindeki etkisini şöyle anlatıyor: "Herşey bir son bulsun diye, inanmak, inanmak, inanmak istiyorlar. Modern insanın içinde unutulan bütün dinsel duyarlılık şimdi dışarı fışkırıyor, bu hedefe yöneliyor..." Buna benzer tesbitlere başka eserlerde de rastladım. Ortak parıltı sanki şu idi: Savaş imanı zayıflayan toplumları tekrar Allah'a doğru yönlendirmeye yarıyor. Onunla görünen celal tecellisiyle acziyetlerini yeniden farkediyorlar. "Şüphesiz insan azgınlaşır, kendisini ihtiyaçtan uzak gördükçe!" sırrı mana-i muhalifi ile zâhir oluyor. İnsanın azgınlığı geçiyor. Çünkü ihtiyaçlarını görüyor.

Hatta, Bediüzzaman da bir yerde, II. Dünya Harbi'nden böyle bahsetmez mi: "Nev-i beşer bu son Harb-i Umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadıyla ve merhametsiz tahribatıyla ve birtek düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle ve galiplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın ve mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve gaflet ve dalâletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur'ân'ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyaset-i rû-yi zeminin pek çirkin, pek gaddârâne hakikî sureti görünmesiyle, elbette ve elbette, hiç şüphe yok ki: Şimalde, garpta, Amerika'da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşerin mâşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak..."

Artık, Hac sûresinde buyrulan hikmeti, bu yamacından da temaşa edebiliriz sanki: Evet. Cenab-ı Hak birbirimizin eliyle birçok kötülüğü savuşturuyor. Bir kısmımızı diğerimize hikmetle musallat ediyor. Yine bir kısmımızın zararını diğerimize defettiriyor. Bazen bunu savaşlar sûretinde seyrediyoruz. Üzülüyoruz. Ancak yine bu savaşlar sayesinde ki, insanlar, özlerindeki kötülüğü, eksikliği, acizliği, hataları, fakirliği vs.'yi de farkediyorlar. Müstağniyet sanrısından gelen bozulmalardan fıtratlarını bir nebze kurtarıyorlar. Böylece manastırlar, havralar, kiliseler, mescidler, yani Allah'ın adının anıldığı yerler, dinin hayata dahil olduğu yerler, yıkılıp gitmiyor. Cihad mü'minlerin ibadet mekanlarını zalimlerden koruduğu gibi, savaşlar da, çok daha geniş bir resimde, insanlığın dinle olan bağının/ihtiyacının kopmamasını sağlıyor.

Şimdi sûreti sana çirkin görünen herşeye bu pencereden bakabilirsin arkadaşım. "Evet, bu cûd-u icad, Sâniin vücubundandır. Nevide celâlîdir, fertte cemâlîdir."  Bir gelincik yalnızken sana ne kadar güzel görünür. Koca bir gelincik tarlasının karşısındayken ne kadar hayretle irkilirsin. Belki çirkin sandığın her celalî şey de böylesi bir cemal örgüsünün korkusudur. Yok, hatta aslında korkmuyorsun, yalnızca bu kadar cemali birden kaldıramıyorsun. Kaldıramadığın cemal, kısıtlılığından ötürü, celal görünüyor. Halbuki hepsi güzellikten yapılıyor. Hikmetlice güzel olmuyorsan çirkinleşiyorsun. Günahın güzelliği burada yalan oluyor. Musibetin çirkinliği burada güzele dönüşüyor. Sanki sonsuzlaşan güzelleşiyor da.


23 Temmuz 2021 Cuma

Ferrari neden LPG taktırmaz?

Sosyalizm dünya kavgasını 'özel mülkiyet'i bitirmekle bitirebileceğini sanmış. Fena aldanmış. Çünkü sahipliği bitirdiği her sosyolojide sorumluluk hissini de köreltmiş. Yani ki insanlar sahibi olmadıkları şeylerin sorumlusu da olmak istememişler. "Mahsûl benim değilse tarlayı sürmek neyime!" diye dikelmişler. Buradan da tembellik çıkmış. Halbuki İslam öyle dememiş. Ya? İslam demiş ki: Mülk sorumluluk itibariyle senin. Daire-i muamelatta öyle kabul ederim. Ama Malik-i Hakiki olmak bahsinde yalnız emanetçisin. Daire-i itikadda öyle kabul ederim. Tarlanı ekip mahsûlünü alacaksın. Helal u hoş olsun. Lakin emanetçiliğinden yana hatırlatmaları da gözardı etmeyeceksin. Zekatın, sadakan, ibadetin de hoş olsun.

Arkadaşım, başka bütün ayetler bir kenarda dursa, yalnız 'sistemindeki bütünlük'ten dolayı İslam'ın hak din olduğuna iman ederdim. Mesela: "Mü'minler ancak kardeştirler!" buyuran din aynı zamanda 'hamdın da Allaha mahsus olduğunu' emrediyor. Ne mucize! Ne uyum! Ne sanat! Ne incelik! Evet. Bunlar bence 'evreni kuşatan bir kanun'un fertleridir. Aynı güzelin farklı sûretleridir. Yani ki birbirlerinin bütünleyicileridirler. Birisi olursa ancak diğerisi de olur. Birisi kuşanılırsa diğerinin kemaline erişilir. Öyledir: Hamdı topyekün olarak Allah'a verenler ancak aralarında kardeşliği tesis edebilirler. Hızlı mı gittim? Karıştırdım mı? Peki. O zaman bu büyük hakikate bakmanın daha kolay yollarını aramaya çalışalım. Bismillah:

Sualle başlayalım: Şunca nizâlar niye çıkıyor arkadaşım? Para, menfaat, güç, mülk sevgisi, şöhret tutkusu, bencillik, kibir, hased... vs. Dilediğince ekleyebilirsin. Kem duygular-nesneler sayısınca çarpabilirsin. Fakat bence hangisinin ardına düşsek ilânihaye varacağız: İnsanlar varlıkta asıl 'hamd'ı paylaşamıyorlar. Evet. 'Hamd'ı. Hamd nedir peki? Onu da şöyle tarif etmeyi deneyeyim: Eşyanın yaratıldığı kemal üzere işlemesinden birçok övülecek güzellik, meziyet, hüner, muvaffakiyet, sanat, uyum, düzen, kıymet vs. ortaya çıkıyor. Aynalığını ettiği Zât-ı Zülkemal'in kemali, güneş karşısında kabarcık misali, üzerinde pırıldıyor. Adam olan âdem bunları farketmeden yapamıyor. Herşey Ustasının medhine durmuş. Varlığını yudumlarken Esmaü'l-Hüsna'ya da şahit kılınmış. Dili durmuyor. Lisan-ı halleri kâllerinden ziyade söyleşiyor. Öyle ki: Her mükemmel makine mühendisine bülbüldür.

Daha da mı aşağı inelim. Peki. Bir de şu misale kulak ver o zaman: Bir Ferrari meraklısı aslında neyi satın almış oluyor? Sürüş keyfini mi sadece? Hayır. O aynı zamanda arabasına edilen iltifatın/övgünün de bir parçasını aldığını düşünüyor. Asıl sahiplikle arasındaki mesafeyi aştığını vehmediyor. 'Bunun mümkün olmadığını' söyleseniz de umursamıyor. Bir tür muğalata ile nefsini kandırıyor. 'Onunla olan'ı 'onun yarattığı' sanrılıyor. Eh, evet, nihayetinde sürerken o da beğenilecek. Belki alkışlanacak. Hem de övülecek. Yani bütün bunlardan ona da bir hisse düşecek(!). "Onun Ferrarisi var!" denilecek en azından. "Ferrarisi olan adam!" Çünkü kendisi gibi başkaları da 'satın almak' ile 'üretmek' arasındaki farkı karıştırıyorlar. Sanki o üretmiş gibi hazır alıcısını da övmeye başlıyorlar. Aldanıyorlar.

Hani bir Hoca Nasreddin fıkrası vardır. Önünden en şık haliyle geçen beyzade umduğu ilgiyi göremeyince sorar: "Hoca neden birşey söylemiyorsun?" Hoca cevap verir: "Ne söyleyeyim beyzadem?" Beyzade göğsünü şişirip anlatır: "Şu görkemli atıma baksana. Ne diyorsun onun için? İltifatın yok mudur?" Hoca der: "Yanlışlık olmasın? Bir küheylana iltifat seyisine gider. Siz at bakıcısına benzemiyorsunuz." Beyzade şaşırır. Lakin uyanmaz. Bu defa üstündekilere dikkatini çeker: "Hele şu kaftanımın kumaşına bir bak. Hele şu şalvarımın süslerine bir dikkat et. Hele şu papuçlarımın nakışını incele. Bunlara da mı iltifat etmeyeceksin?" Hocamız dersini sürdürür: "Bunların övgüsü de dikenlerine gider beyzadem. Siz terziye de benzemiyorsunuz." Hülasa: Beyzade nesinden bahsetse Hoca Nasreddin ustasını işaret eder. Son çare boyuna-posuna vurgu yapan beyzadeye de cevap hazırdır: "Beyzadem, bunları yaratan da siz değilsiniz ki, onların hamdı da Allah'ın hakkıdır."

Hocanın bu tedrisi aslında Kur'an'da geçen 'tahdis-i nimet' sırrının izahıdır arkadaşım. Aynı zamanda 'Elhamdülillah'ın da tam manasıdır. Fakat hamda geçmeden önce Bediüzzaman'ın da Mesnevî-i Nuriye'de tahdis-i nimet sırrını anlatışını hatırlayalım:

"Cenâb-ı Hakkın verdiği nimetleri söyleyip ilân ve tahdis-i nimet etmek, bazan gurura ve kibre incirar eder. Tevazu kastıyla da o nimetleri ketmetmek iyi değildir. Binaenaleyh ifrat ve tefritten kurtulmak için istikamet mizanına müracaat edilmeli. Şöyle ki: Herbir nimetin iki veçhi vardır. Bir veçhi insana aittir ki, insanı tezyin eder, medar-ı lezzeti olur. Halk içinde temayüze sebep olur. Mucib-i fahr olur, sarhoş olur. Mâlik-i Hakikîyi unutur. En nihayet kibir ve gurur kuyusuna düşürtür. İkinci veçhi ise in'am edene bakar ki, keremini izhar, derece-i rahmetini ilân, in'âmını ifşa, esmâsına şehadet eder. Binaenaleyh tevazu ancak birinci vecihte tevazu olabilir. Ve illâ küfranı tazammun etmiş olur. Tahdis-i nimet dahi ikinci vecihle mânevî bir şükür olmakla memduh olur. Yoksa kibir ve gururu tazammun ettiğinden mezmumdur. Tevazu ile tahdis-i nimet şöylece bir içtimâları var: Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyu giyen adama başka bir adam 'Ne kadar güzel oldun' dediğine karşı 'Güzellik paltonundur' dediği zaman tevazu ile tahdis-i nimeti cem etmiş olur."

Yazı uzuyor ama bir de Barla Lahikası'na gidelim istiyorum senle: "Bazan tevazu küfrân-ı nimeti istilzam ediyor; belki küfrân-ı nimet olur. Bazan da tahdis-i nimet iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi—ki ne küfrân-ı nimet çıksın ne de iftihar olsun—meziyet ve kemâlâtları ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, Mün'im-i Hakikînin eser-i in'âmı olarak göstermektir. Meselâ: Nasıl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese 'Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.' Eğer sen tevazukârâne desen 'Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?' O vakit küfrân-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir san'atkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirâne desen, 'Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz." O vakit mağrurâne bir fahirdir. İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: 'Evet. Ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir.'"

İşte, arkadaşım, mü'minlerin kardeşliği de böyle bir varlık algısına dayanıyor bence. Onlar birbirleriyle kardeş olabiliyorlar. Çünkü 'medih kavgası' yaşayacak bir hak iddiaları yok.  'Elhamdülillah' ile iman ediyorlar ki: "Bütün mevcudatta sebeb-i medih ve senâ olan kemâlât Onundur. Öyle ise hamd dahi Ona aittir. Ezelden ebede kadar her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü senâ Ona aittir. Çünkü sebeb-i medih olan nimet ve ihsan ve kemâl ve cemâl ve medar-ı hamd olan herşey Onundur. Ona aittir. Evet, âyât-ı Kur'âniyenin işârâtıyla, bütün mevcudattan daimî bir surette dergâh-ı İlâhiyeye giden bir ubûdiyettir, bir tesbihtir, bir secdedir, bir duadır ve bir hamd ü senâdır ki, daimî o dergâha gidiyor."

Bu anlamda bir 'Senin-benim' davaları kalmadığı için belki ayet-i kerime de buyuruyor: "Mü'minler ancak kardeştir." Mü'min olmayanların kardeş olamamalarına şaşırılmaz. Çünkü tevhid dışındaki bütün itikadlarda 'hisse iddiaları' vardır. Hissedar kavgasına müsait tevehhüm alanları bulunmaktadır. Ancak bir mü'min tevhid ile herşeyin yaratılışını Allah'a verdikten sonra alınan mahsûlden nasıl kavga fikri çıkarabilir? Sahadaki duruma bakmayın lütfen. Hayatiyyat kitabiyyata uymaz her zaman. Başta söylediğim gibi: Ben İslam'ın tutarlılığını anlatmaya çalışıyorum. Yani kitabiyyata bakıyorum. Evet, İslam bizi 'medihleri sahiplenmeme' noktasında öyle bir düzleme çıkarıyor ki, bunun sonucu ister-istemez kardeşlik oluyor. Kardeşlik olmuyorsa demek ki birileri beyzade gibi 'sahiplik' ile 'yaratıcılığı' karıştırıyor. Daha doğrusu 'emanetçilik' ile 'Malik-i Hakiki' olmayı birbirinden ayıramıyor.

Ferrariyi satın alan asıl sahibi midir? Yoksa emanetçisi midir? Her ne kadar kağıt üzerinde sahibi gibi algılansa da aslında emanetçiliktir. Üretici firmanın kullanım haklarını kısmen devretmesidir. Zira bir sorun oluştuğunda yine müdahaleyi üretici firma yapar. Onarımını-bakımını o üslenir. Parçasını o üretir. O değiştirir. Satın alansa sadece kullanım hakkı elde etmiştir. Hatta bazen yapacağı tasarruflara üretici firma izin vermez de elinden alır. (LPG taktırmak isteyen kişinin başına gelen gibi.) Evet. Daha derine inersek: 

Asıl sahiplik ancak yaratıcılıktır. Çünkü malik sahipliğinde acze düşmezse malikiyeti hakiki olur. Ki ancak herşeyi 'hiçkimseye muhtaç olmayacak şekilde' kendisi yapıyorsa mülkünde yoksunluğa düşmez. (Samediyet sırrının anlattığı budur. Samediyet Malik-i Hakikiliğin olmazsa olmazıdır.) Ferrari bile Allah'ın yarattığı âlem olmadan arabayı üretemez. Metalini, plastiğini, kimyasını yoktan çıkaramaz. Dolayısıyla hakiki sahiplik iddiasında asla bulunamaz. Onda hal böyleyken sanki kullanıcısı mı bunu başarabilecektir? Hülasa: Arkadaşım, mü'minler ancak kardeştir, çünkü ancak mü'minlerin 'elhamdülillah' düzeyinde böyle bir kardeşlik yaşanabilir. Medhi herkes asıl sahibi olan Allah'a bıraktığında, ki bu varlığın da fıtratına uygun olandır, Allah da o bırakanları kardeşlik sahibi yapar. İşte dinimiz böyle tutarlı bir dindir arkadaşım. Şu yazıda buna dokunmaya çalıştım. Yaklaştım-yaklaşamadım. Sürçmek bizden tevfik ise Hüda'dandır. Muvaffakiyeti Ondan dileriz.

7 Temmuz 2021 Çarşamba

Ahirzamanda eğitime nereden başlamak lazım?

 "Evet, acz dahi aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder." Sözler'den.

Bediüzzaman'ın mesleğinde 'tasavvuf' yok mudur? Ben bu soruya kat'i bir şekilde "Hayır!" diyemiyorum. Çünkü tasavvufu 'üç fıkıh'tan birisi olarak görüyorum. Nedir o 'üç fıkıh' peki? 1) 'Fıkh-ı Ekber' ki itikadımızdır. Neye inanıp-inanmayacağımızdır. 2) 'Fıkh-ı Zâhir' ki amellerimizdir. Nasıl işleyip-işlemeyeceğimizdir. 3) 'Fıkh-ı Bâtın' ki maneviyatımızdır. Nasıl duygulanıp-duygulanmayacağımızdır. 

İşte bu üçüncü fıkha mihmandarlığı tasavvuf eder büyük ölçüde arkadaşım. İkincinin âmilleriyse fakihlerimizdir. Birincinin sahipleri de akaid imamlarımızdır. Allah hepsinden razı olsun. Elbette hepsinin başı Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdır. Sahabesidir. Selef-i Salihîndir. Fakat ilerleyen asırlarda  uzmanlaşmalar başlamıştır. Bir tür görev paylaşımı olmuştur. Ehl-i Sünnet ulemamız da, ekseriya birkaç alanda birden hamiyetini göstererek, ümmetin ilgili yaralarını sarmışlardır. Pâk mirası taşımışlardır. Taliplerine ulaştırmışlardır. Mutasavvıfların sardığı yaralar da çoğunlukla 'Fıkh-ı Bâtın'a dair yaralardır. Allah ecirlerini kat kat versin. Onlar dışarıda 'Fıkh-ı Zâhir'in şartlarına uymakla erişebilecek rızanın içimizde kollanması gereken yasalarını belletirler. Sözgelimi: Namazın hak mezheplerdeki şartlarına uymakla dışarısı tamam olur. Lakin içerideki kemali ancak ihlasladır. Tevazuyladır. Dolayısıyla gösteriş için kılınanı bâtıldır. 

Bu üç dairenin birbiriyle ilişkisi bir anlamda besmeledeki Uluhiyet-Rahmaniyet-Rahimiyet ilişkisine benzer. Daire-i itikadın Uluhiyet mertebesinde tasdik ettiğini daire-i tasavvuf Rahimiyet mertebesinde tasdik eder. Arştan ferşe bir yol uzanır. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur. İtikadlar duygulanmalara dönüşür.

Bu anlamda Bediüzzaman'ın tedrisini 'Fıkh-ı Ekber'de sınırlayamayacağımız gibi 'Fıkh-ı Bâtın'dan da ibaret sayamayız. Hatta sanki mürşidim bu ikisinin birbiriyle ilişkisinden doğan enteresan bir tasavvuf dili konuşmaktadır. Erbabı değilim ki tayin edeyim arkadaşım. Ama "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla derim: Belki bu tasavvufta da bir tecdittir. Tasavvufsuzluk değil de yeni bir tasavvuftur. Tecdit deyince de bazıları 'büsbütün yeni birşey' arıyor. Yok. Değil. Büsbütün yenilik olamaz ki. Ancak üslûpta bir başkalık olduğu sezilir. Yoksa Ehl-i Sünnet'in 'Fıkh-ı Bâtın' çerçevesinden ayrılan da istikameti bulamaz. Böyle bir ayrılış kastetmiyoruz. Hâşâ. Fakat mesela 'aşk'ın yerine 'acz'i merkezine alışında bile bir başkalık seziyoruz. Hikmetini inanıyoruz.

Evet, öyle, ahirzaman ikliminin âdemiyeti en çok 'acz bilinci'nden yaraladığını düşünüyorum ben. Çünkü modern(!) çağın insanı geçmiştekilerin yapamadığı şeyleri yapıyor. Gidilemeyen hızlarda gidiyor. Bilinemeyen şeyleri biliyor. Ulaşamadıkları seviyelere ulaşıyor. Yani ki daha önce yaşanılamayan şartlarda yaşıyor. Bu hali elbette onu Karun misali bir yanılgıya itiyor. "Bu bana ilmimle verildi!" deyu iddialara sapıyor. Hatta Alâk sûresinde aktarılana epeyce benziyor hali: "Şüphesiz insan azgınlaşır kendisini ihtiyaçtan uzak görünce!" Ahirzaman insanı da tastamam böyle değil mi? Veya buna yatkın değil mi? Bence öyle. Böyle olduğunu en çok giderek artan/çeşitlenen dalaletinden, günahlarından, zulümlerinden anlıyoruz. Evet. Eskisinden daha iyi şartlarda yaşıyoruz. Fakat, hayır, aynı zamanda eskisinden çok daha zarar vericiyiz.

Ahirzaman Karunları olduğumuza inanmakta güçlük mü çektin arkadaşım? O zaman seni mürşidimin bir metnine misafir edeyim: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar..." Hani sen de bilirsin: Bilmeyene 'cahil' derler. Ama 'bilmediğini bilmemeye' 'cehl-i mürekkep' denir. Cahilliğin çaresi kolaydır da cehl-i mürekkebinki zordur. Zira bilmediğini bilene öğretirsin. Cahilliği geçer. Ama 'bilmediğini bilmeyene' hiçbirşey öğretemezsin. Boşluğunu kabul etmediği bardağını dolduramazsın. Ters bardak doldurulmaz. Ahirzaman insanı bardağını işte böyle ters çevirmiştir.

Kendisi hakkında yanılgıdadır. Bu yanılgısı uzun asırlar boyunca başardıklarıyla inşa olmuştur. Seküler alandaki harikaları aklını başından almıştır. Karun'un şaşkınlığını yaşamaktadır. Şaşkınlığını aşamadığı için de irşad edilememektedir. Bu nedenle mürşidim manevî alandaki terbiyesine 'aşk'la değil 'acz'den başlar. Cidden sarsılmış bu bilincin korunmasına çaba sarfeder. Aczin ihyası ise ancak fakrın kabulüyle olur. İhtiyaçlarını 'ihtiyaç' olarak görmeyene güçsüzlüğü anlatılamaz ki. İhtiyaçlarını karşılama sürecini 'varlığa boyun eğdirme' olarak gören şuur düzeyi elbette zayıflığını zafer sanacaktır. Hiçbir cephede kendince yenilmediğinden zırh giymek gibi bir fikre de kapılmayacaktır. Hayatını tehlikede saymayacaktır. Halbuki maneviyat havf ve reca (korku ve ümit) arasında say etmekle ayakta durur. Yürüyüşü bittiğindeyse ölür.

Yani arkadaşım, bana öyle geliyor ki, ahirzaman dalaleti 'cahilliğin' değil 'ukalalığın' neticesidir. Bu yüzden dehşetlidir. Arızası içeridedir. Psikolojiktir. Merhem sürülmesi zor bir yerdedir. 5. Şua'da da izah edilen 'Süfyanın ilimle dalalete düşmesine' dair rivayet, hakiki bir âlim olmasından değil, hevası ekseninde malumat/done sahibi olmasındandır. Bugün böylesi o kadar çok tiple karşılaşmaktayız ki. "Ulema-i su nedir?" diye sormaya ihtiyaç bile hissetmiyoruz. Bilmediğini bilmeyen bilirler heryanı sarmış vaziyette.

"Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur'ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i'câzından olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur'ân'a ait yazılarıma ihsan etti."

Mesele itikada da tam burasından bağlanıyor bence arkadaşım. Yani acz bilincinin inşası için de sahih bir itikada ihtiyaç var. Hem 'sahih' hem de 'dinamik' olmalı. 'Taklid' değil 'tahkik' olmalı. En azından temel meseleleri tahkikle halledebilmeli. Ehadiyet dairesinde soluklanmalı. Ferdi ihsan makamına çıkarabilmeli. Çıkarabilmeli ki bireyselliğine saklanamasın. "Bana öyle gelmiyor!" diyerek yırtamasın. Ona bile ister-istemez öyle gelsin. Bediüzzaman ahirzamanda bize böyle bir dil öğretmeye çalışıyor. İtikadda ilzam edici. Tasavvufta ikna edici. Yahut da itikadda ikna edici. Tasavvufta ilzam edici. Muhatabın inadına/kıvamına göre ikisi de var. Lazım. Ama hepsinin öncesinde merkezde acz var. Çünkü irşad olmak için insan önce insan olduğunu hatırlamalı. Başladığı yere dönmeli. Acz bunu yapmaya aşktan daha yatkındır. Veyahut da şöyle diyebiliriz ki: Mana-i ismiye müptela ahirzamanlıya aşk aczden daha tehlikelidir. "Muhabbetin bir vartası var ki: Ubûdiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve dâvâya atlar, mizansız hareket eder. Mâsivâ-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismîye geçmesiyle tiryak iken zehir olur."

7 Ekim 2019 Pazartesi

Sevilmenin de bir bedeli vardır

Coetzee Yavaş Adam'ında der ki: "Sevilmenin de bir bedeli vardır, tamamen vicdansız değilsek." Bu cümleyi okuduğumdan beri 'sevilmenin bedelini' düşünüyorum. Sonra hafızam yine mürşidimin cümlelerini getirip avucuma koyuyor: "Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki, hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san'atını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâni'ine fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedî ile idam edip, kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin?" Bu sorgulamada Coetzee'nin cümlesini iki farklı yönden okuyorum. Bunlardan birincisi Zülcemal'in kendisini sevdirişini hatırlatıyor.

Nereden başlasam? Bu sevgiye dair okumalar katman katman. Tanımı gereği hiçbirşeye muhtaç olmayan bir ilahın (ilah zaten ancak böyle olur) yaratışı dahi bir sevginin ifadesidir. O, hâşâ, yaratmaya muhtaç olduğu için değil, lütfetmek kemalinin parçası olduğu için yaratır. Mahlukatı da bu hikmetle yaratmıştır. Onlara varolmayı, hiç borçlu olmadığı halde, kereminden tattırmıştır. Sonra? Sonrası ilave olan nakışları. Bir düşünsene arkadaşım: Varolan hiçbirşey bu kadar güzel olmaya muhtaç değil aslında.

Çam ağacına yaşatmak için kozalağı yeterken şeftaliye neden yetmiyor? Neden üzerine görünüşü-kokusu-tadı ayrı ayrı hoş, ayrı ayrı can çeker, ayrı ayrı tebessüm eder giysiler giydiriliyor? Dikenler tohumlarını yaymaktan aciz değilken; hatta bağı-bahçeyi, dağı-vadiyi dolanmada en başarılı bitkilerden birisi iken diken, gül neden bu kadar zahmetle güzelleşmeyi seçiyor? Ona yeten buna neden yetmiyor? Neden ziyadeleşiyor? Bu yetmeyişlerden de bir süsleme seçilmez mi? Bu süslemelerden bir kerem sezilmez mi? Bu keremde bir sevginin nakışları yok mudur? Ona bakıp sevildiğini anlasan çok mudur?

Her sabah kapında bir demet çiçek bulsan 'gizli bir sevdiğin' olduğuna kesinkes iman edersin. Fakat her bahar, hiç mecbur olmadıkları halde, türlü türlü süslenip gelmiş, hem de buketlere sığmaz çiçekleri görüyor da sana bir sevgi duyulduğuna ihtimal vermiyorsun. "Sevilmesem seveceklerim olmazdı!" diyemiyorsun. Çünkü görmemeyi alışkanlık edindin. Bedel korkusu gözlerini kör etti. Başka tarafa bakmaktan görüşün köreldi. Bir kem alışkanlığı kırmak inatçı bir farkındalığa sahip olmakla mümkündür. Buna çalışmalısın.

Sadece bu mu? Değil elbette. Farkedilenler kadar farketmek de bir nimet. Hatta farkedebilme yeteneği farkedilenlerden önceki nimet. Koku alma duyun kokulardan önce bağışlanmış bir hediye. Leyla'dan önce kalbinde Mecnun'luk istidadı yaratıldı. Bu da bir sevgi ifadesi. Bu da bir iltifat. Eğer vicdansız değilsen bunun da sana yüklediği bir bedel var. Teşekkür etmek insaniyetinin bir parçasıdır. İnsanı hayvandan ayırır. Hayvanlar teşekkür etmez. Sen, velev ki dilegelmesin, yüreğinde buna ihtiyaç hissedersin. Çünkü vicdan denilen zişuur fıtratın 'yaratılışının bunun üzerine olduğunu' sezer. İnsan teşekkür eder çünkü 'sevilmenin de bedel istediğini' bilir. Bu yüzden belki de kişioğlu/kızı bedel ödemek istemediklerinin sevgisinden rahatsız olur. Her güzel sevmediğinin nazarından sıkılır. Kaçar. Aslında karşılığından kaçar.

Bu meselenin birinci tarafıydı. İkincisini de söz verdik. Onu da konuşalım: İşte insan da bu kadar 'sevilme farkındalığı' ile dolunca Allah'ını sevmeden yapamıyor. Öyle-böyle kalbinde kime edeceğini şaşırdığı bir teşekkür hissi ile doluyor. Peki bizim bu sevişimizin de Cenab-ı Hakkın Rahmet arşına dokunur bir yanı yok mu? Sen aciz bir beşerken sevgiye karşılık vermek gerektiğini bilirsin. Kudreti herşeye yeten Mevlan bunu bilmez mi? Senin yapılmakla kemal bulunduğunu sezdiğin şeyi, yani sevgiye karşılık vermeyi, sevilmenin bedelini ödemeyi, değil mecburiyeti olmadan ama kemalinin gereği olarak, yerine getirmez mi? Bunu anladınsa, gözün aydın, kalbinden cennete yolu araladın. Çünkü mürşidim de metnini devamında şöyle diyor:

"Yüzbin defa hâşâ ve kellâ! Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemâl-i mutlak ve umum mahlûkatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir. Netice: Madem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimal etmeyenler, dâr-ı bekàda ve Cennet-i bâkiyede hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmennâ."

Arkadaşım, formül basit aslında, aklında tutman gereken sadece birkaç cümle var: 1) Sevilmenin de bir karşılığı var. 2) Sen sevilmenin kadr u kıymetini bilmekte Allah'ı geçemezsin. 3) Hem karşılığını vermede de Allah'tan ileriye gidemezsin. Bir fincan kahveye kırk yıl hatır biçen aklın şuna da uyanmalı: Rabb-i Rahim bizim sınırlarımızdan yücedir. Dilerse, ki vaadetmiştir, onu andığımız bir ömre karşılık sonsuzluk verebilir. Bizim fincan hesabına hapı yutturabilir. Onun için ahireti yaratmak senin için teşekkür etmekten daha güç değildir. Üstelik kahveyi yine sen içeceksin. Yalnız zikri-fikri-şükrü unutma.

1 Ekim 2016 Cumartesi

Mükemmeli aramak kaybolmaktır

"Herşey yokolup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna..." (Kasas sûresi, 88. ayet.)

Mükemmelin ne olduğunu bilmeyiz. Yaklaştıkça bir serap gibi uzaklaşır bizden. Arayı açar. Bir kızıl elmadır. Mükemmeli aramak kaybolmaktır. Yazma yolculuğumda beni en çok zorlayan şeylerden birisi buydu. Metinlerimin mükemmele ulaşabileceklerini ve ancak ulaştıkları zaman yayınlanmaya değer olduklarını düşünmek, hem yazma süreci boyunca, hem de yazdıktan bir süre sonra ümitsizliğe düşmeme sebep oluyordu. Bu ümitsizlik iki nedendendi.

Birincisi: Metinlerimin olgunlaşması için gereken zaman sonsuzluk gibi uzuyordu. Her 'tamam'ın bir 'daha'sı vardı. (Dahalar bitmiyordu.) Bizzat kendimin ifadelerimden tastamam razı olması mümkün değil gibiydi. Çünkü yazarken ben de değişiyordum. (İnsan her anda başka bir insan değil midir?) Ahmed'den Ahmed'e geçiyordum. Halet-i ruhiyem ile beraber standartlarım ve telakkilerim de kuş gibi daldan dala konuyordu. Ve sonraki Ahmed önceki Ahmed'in cümlelerinden pek de razı değildi.

İkincisi: Yayınlamakla da çilem bitmiyordu. Sona geldiğimi sanmamdan bir süre sonra yeniden 'daha'ların içine yuvarlanıyordum. (Dahalar bitmiyordu.) Metinlerimle bağımı bir türlü koparamıyordum. Eski yazılarım gözümde eskimiyordu. "Şu cümle değiştirilse daha güzel olmaz mıydı? Şurada 've' değil de 'veya' konmalı değil miydi? Şu satırda nokta yerine ünlem işareti koymak gerekmez miydi? Hem şurada... Hem şurada... Hem şurada..." Yeter daaa!

Şimdi bunları dert gibi söyleyince komik duruyor. Belki bazınız içten içe gülüyorsunuz da. Hakkınız var. Gülün bakalım. Tatmayan bu zehri bilemez. Halet-i ruhiyemi ancak şöyle anlatabilirim: Yazılar hiç bitmiyordu. Hiç arkamda kalmıyordu. Hiç kafamdan çıkmıyordu. Başkası için yazması çok kolay yarım sayfalık bir metin bile benim için eziyet oluyordu. Onun 'tamam' olup olmadığından emin olamıyordum. Neden? Tamam 'mükemmel' olduğunda teşhis edilmezdir. Her tamamın bir devamı vardır. Tekrar tekrar bakmaktan, tekrar tekrar oynamaktan, tekrar tekrar düzeltmekten yorulana ve hatta bazen arzu ile başladığım o şeyden nefret edip tiksinene kadar üzerinde gezinmeye devam ediyordum. Bu da üretkenliğimi katlediyordu.

Sonra bir gün mürşidimin bir cümlesine tekrar rastladım. Bana kendi halet-i ruhiyemi anlatıyor gibi geldi. Diyordu ki orada: "Kendini beğenen belâyı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen safâyı bulur, rahmete gider..." Hem yine başka bir yerde bu manayı tamamlar gibi diyordu ki: "Kemâlini kemâlsizlikte (...) bil." Ben bunların ikisini de üzerime alındım. Çünkü işimi güçleştiren mükemmellik arayışının aslında kendimi beğenmişlikten kaynaklandığını farkettim. Metnimin mükemmel olabileceğini düşünmem, bunun peşinde koşmam, aslında bir yazar olarak kendimi mükemmel bulmamdandı. (Veya öyle görünmek istiyordum.) İçimdeki kibir eserimde kusur istemiyordu. Eserimdeki kusur içimdeki kibri mutsuz kılıyordu. Halbuki kusur insanın imzasıydı. Onsuz olamazdım. Demek ki, ben, kendimi 'kendimden öte birşeymiş gibi' beğenmekle belamı bulmuştum. Omzuma taşıyamayacağım bir yük almaktandı tüm çektiklerim.

'Kemalini kemalsizlikte bil'mekle rahatlamaya başladım. (Özgürlük ancak fıtratın sınırlarını tanıyorsa kayışı koparmıyordu.) Yazdıklarıma, ebediyen kalplerde kalacak şeyler olarak değil de, ebediyen kalplerde kalacak şeylere işaret eden geçici şeyler olarak bakmayı başardım. "Odur" demeyi terkedip "Ona dairdir" demeyi öğrendim. 'O' olsaydım kusursuz olmalıydım. Ama eğer sadece 'ona dair' isem işaret etmem yeterdi. Kusur kaldırırdım. Çünkü aslolan ben değildim. Aslolmayana, asla işaret etmek için, bir an-ı seyyale olsun varolmak yeterdi. İşaret, ettiğiyle varolurdu. Mademki ona dair olmuştum, dair olduğum şey varoldukça, ben de onunla varolurdum. Onun kemalinden kemalsizliğim içinde hissedar olurdum. Yeter ki işaret edeyim.

Hem Yalnız Gezerin Hayalleri'nde Rousseau şöyle demiyor muydu: "Hangi durumda olursak olalım, bizi sürekli mutsuz eden, kendini beğenmişliktir. O susup da aklımız konuştuğunda, kaçınmamız mümkün olmayan tüm mutsuzlukların tesellisini buluruz." Varoluşunun 'mükemmellikte' değil 'nihayetsiz kemalde olana işaret etmekte' olduğunu farkedenler için hangi kusur cinnet sebebi olabilir? Kusur kemal sahibine yakışmaz ancak. Bize yakışır. Haketmediğini düşünenler için acıdır musibetler. Layık olmadığını düşünenler için üzücüdür kemlikler. Sınırlarımız canımızı yakmamalıdır. İşaret edenin işaret ettiği şey gibi olmasına gerek yoktur ki. Görevi göstermektir. Bizzat görünmek değil ki.

Bu düşünce beni rahatlattı. Detaylaşmak huzurdur. Bu kemalsizlik (aslında özümle yüzleşme idi) aniden kemalim oluverdi. O günden beridir daha sık yazıyorum. Mükemmellik aramıyorum. Yazılarımın yükünü gemiye bıraktım. Tekrar tekrar dönmüyorum onlara. Bu artık önemsiz geliyor. Zira 'tamam'ım mükemmellik değil yeterlilik. İşaret edebildiysem, tamam. Ardımdan gelecekler sırtıma basıp yoluna devam edebileceklerse, tamam. O bütünde parça olduysam, tamam. Fazlası olmaya ihtiyaç yok. Çünkü bu benden beklenen değil. Ben kusursuz olana 'dair' olabilmek için gelmişim. Kusursuz olmam şart değil.

Bu arada: Dikkatli okursak, Bediüzzaman'ın mektuplarını 'el-bâki hüve'l-bâki' diye bitirmesinde de böyle bir nasihat görebiliriz. İnsan, biraz da yarına daha fazla kalabilmek için yazmıyor mu? İşte, 'el-bâki hüve'l-bâki' diyor ki bize: Nasıl bir metin yazarsanız yazın, o metinden geriye kalacak olan, ona dair olanlardır. Çünkü "Bâki olan yalnız odur." Beşerî işlerinizde bunu aramayın.

28 Ağustos 2015 Cuma

Kadere iman, imanın kemalidir 2

Sık düştüğümüz bir yanılgı var. Kader yalnızca bizimle (bireysel hayatlarımızla) ilgili birşey değil. Kader bize kainatın nasıl yaratıldığını anlatıyor. Daha doğrusu; yaratış için gerekli olan tek şeyin 'kudret' olmadığını (yani yaratıcının mucib-i bizzat olmadığını) bilen bir mümin için kader, ilim-irade ikilisinin yaratış içindeki fonksiyonunu tayin ediyor. Bu nedenle bir insan kadere iman ettiğinde, ekstra/fazladan birşeye iman etmiş olmuyor. Bakmayın siz Kur'an müslümanlığı sapkınlarının "Kur'an'da geçmiyor!" deyu onu inkâr etmelerine. Gözünde hastalık olana güneş dahi ışık veremez. Dilinde hastalık olana bal bile kezzap gelir. Aslında kadere esmaü'l-hüsna adedince işaretler var Kur'an'da. Çünkü Allah'ın tüm isim ve sıfatlarında sonsuzluğu kaderle mümkün. Hatta sırf kainattaki nizam (düzen) dahi kaderin bir delilidir. Ki kaderin Kur'an'da en sık tekrar edilen burhanı 'bilişten yaratışa sirayet eden ölçülülük'tür.

Biz kadere iman ettiğimiz zaman aslında Allah'ın 'yüzü ilme ve iradeye bakan' her ismine iman etmiş oluyoruz. Tüm sınırsızlığı ve sonsuzluğuyla. Aksi halde, yani kadere imanın olmadığı bir düzlemde, Allah'ın nasıl (hâşâ) kusurlu bir ilah olacağını bir önceki yazımda anlatmaya çalışmıştım. Bilmeden yaratan... Sonradan öğrenen... Kadere iman edilmediğinde Allah tasavvurumuzda ve tevhid inancımızda meydana gelecek erozyonun telafisi mümkün değil. Hatta şöyle düşünüyorum ben: İnsan, Allah'ı (hâşâ) 'insanlaştırmaya/sınırlamaya' kadere iman etmeyerek başlıyor. Kadere imanın sarsılması şirke doğru atılmış ilk adım. Madem imanın altı şartı içinde en sonuncu olarak o söyleniyor. Ve madem Bediüzzaman, Kader Risalesi'nde onun için; "Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir..." diyor. Bu direklerin yıkılışı da herhalde en ahirkinden başlıyor. Çünkü her gerileme 'nihayetten/sondan' başlar.

Bu noktada, İşaratü'l-İ'caz'da, yine kaderle ilgili, Bakara sûresinin 7. ayetini tefsir ederken Bediüzzaman'ın; "Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar. Meselâ, ehl-i tabiat, o aldatıcı kıyas ile, tesir-i hakikîyi, esbaba; Ehl-i İ'tizal, halk-ı ef'ali, abde; Mecusîler, şerri, ikinci bir hâlıka isnad etmeye mecbur olmuşlardır. Güya zuumlarınca Cenâb-ı Hak, azamet-i kibriya ve tenezzühü dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez! Demek, akılları vehimlerine esir olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar..." demesi bu 'insanlaştırmaya' işarettir.

Kaderle kainatın düzeni arasındaki ilgiye geleyim. Bu ilgi aynı zamanda Kur'an müslümanlığı taifesinin "Kader Kur'an'da geçmiyor!" safsatasına da güzel bir cevap olacak. Ve Kur'an'da düzenden/ölçülülükten bahseden her ayetin aslında kaderden bahsettiğini bize gösterecek. Şöyle söylüyor mürşidim bir eserinde; "Evet, şu kâinatı idare eden Zât, herşeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise, ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür. Çünkü, görüyoruz, her masnu, vücudunda gayet muntazam ve mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği suretler dahi, birer intizamlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizam tahtındadır." Mürşidimin bu tesbitine 'sadakte' demek için değil imana, azıcık insafa sahip olmak bile yeterli. Çünkü kainattaki düzen, inkâr edilemez bir şekilde, tüm bilimdallarının yüzümüze haykırdığı birşey. Hatta bilimin kendisi zaten bu düzenin keşfî üzerine kurulu. Düzeni olmayan birşeyin bilimi olabilir mi? Rastgelelik bizzat bilginin düşmanıdır. Daha doğrusu 'nasıllığın' bir kaideye/kanuna bağlı olmadığı bir sahada, zaten kendisi bizzat kaide/kanun keşfine dayanan bilim diye birşey yapılabilir mi? Demek bizim kainattan okuduğumuz her kanun/kaide (nasıllık bilgisi) aslında o şeyin belirli bir düzen/ölçü içinde yaratılmasının delilidir. Herhalde ateistlerin bile reddemediği bu gerçeği Kur'an müslümanları da reddetmezler. Yoksa ederler mi?

İşte mürşidim de diyor ki: Madem bu düzeni reddemiyorsun, o halde o düzenin ardındaki şu üç şeyi de reddemezsin: İlim, irade, kudret... Yani herhangi bir fiil vücuda geldiğinde yalnızca kudret ile vücuda gelmez. Yaratıcı aynı zamanda o fiili bilir, seçer ve yaratır. Yaratıştan öncesi (bu biz kullarca bir öncedir) yani ilim ve irade yönleri, Kur'an'da 'takdir' lafzıyla zikredilen şeyin içeriğini doldurur aslında. Ve kader konusunda takıntılı olanların da kafalarının basmadığı şey budur: Allah, elbette, yarattığı şeylerin ne olduğunu ve ne olacağını bilir, iradesiyle seçer ve kudretiyle de yaratır. Düzen dediğimiz şey de Allah'ın 'takdiri' dediğimiz bu 'ilimle/ölçüyle ve iradeyle/seçilerek' vücuda gelişin bir tezahürüdür.

Eğer Allah yarattığının ne olacağını bilmeden yaratıyor olsaydı, kainatta bir düzenin varlığından bahsedebilir miydik? Fiillerin arkasında irade olmasaydı, kanunları/eşyayı kalıp içinde ne tutabilirdi? Bütün kainatta varolan sanatlar, düzenler, işleyişler bir 'bilenin/seçenin' yaratışının eseri değil midir? Küllî iradenin 'hikmetli' seçişleri ile kuşatılmış değil mi her bir yanımız? Allah'a Hakîm diye bu yüzden iman etmiyor muyuz? O halde, kainattaki 'tecezzi kabul etmez' düzen içinden Kur'an müslümanına Kur'anca soralım: "İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanır?"

Elbette 'başıboş' bırakılmaz. O da bu 'takdire' dahildir. "Bir küll ne şeye muhtaç ise, cüz'ü de o şeye muhtaçtır. Meselâ, bir şecerenin meydana gelmesi için ne lâzımsa, bir semerenin vücuduna da lâzımdır." Onun da iradesiyle yaptığı/yapacağı seçimler Allah'ın ilminde bilinmektedir. İradesiyle onaylanmaktadır. Kudretiyle de yaratılmaktadır. Bu noktada yine Bediüzzaman'ın kaderle takıntı yaşayanların psikolojisine dair yaptığı şu tesbit ne kadar anlamlıdır: "Evham, şübehat, dalâletin menşe' ve mahzenlerinden biri: Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder." En başta da söylediğim gibi: Kader yalnızca bizimle (bizim bireysel hayatlarımızla) ilgili birşey değil. Böyle düşünmekle büyük bir yanılgıya düşüyoruz. Kainatın yaratılışını ilim ve iradeden öte açıklayabilen meczup varsa, o beri gelsin, kendisini de o ilim ve iradeden bağımsız açıklasın.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...