güzellik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
güzellik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2023 Perşembe

En kalitesiz kâfir neden müslümanlardan çıkar?

"Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan hayat-ı içtimaiyeye zehir olur."
Lem'alar, s. 213


Küllîye düşmanlık cüz'e düşmanlığa benzemez. Bütüne düşmanlık bile parçaya düşmanlıktan başkadır. Gülün düşmanı gülün düşmanıdır. (Başka çiçeklere de düşmanlığını bu itiraftan çıkaramayız.) Papatyanın düşmanı papatyanın düşmanıdır. (Başka çiçeklere de düşmanlığını bu itiraftan çıkaramayız.) Fakat, her kim cem-i manasıyla 'çiçek' düşmanı olsa, artık bahane tutamaz, cümle çiçeklerin düşmanı olur. Zira çiçek tür ismidir. Nev'in nâmıdır. Açan herşeyi kapsar. Dışında çiçeklik bırakmaz. Evet. İslamiyet de, işte, sair itikadlara nazaran çiçek gibidir. Hepsinin (varsa) kısmî güzelliği onun güzelliğinden bazı şûlelerdir. İçlerinde, eğer kalmışsa bir dane-i hakikat, o hakikatin ağacı şeriattadır. Kemaliyle İslamiyet toprağında tebarüz eder ancak. İstikametiyle ancak onda görünür. Bu nedenle Bediüzzaman 'mürted' ile 'harbî kâfir' arasındaki şu farka dikkatimizi çeker:

"İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir."

Yani, arkadaşım, bu dinin kâfiri başka dinlerin(!) kâfirine benzemiyor. Onlar tahrif olmuş müfredatlarından edindikleri kadar bilgiyi reddedebiliyorlar. Bir tanrıyı inkâr ediyorlarsa da bu müslümanların nihayetsiz kemalde Allah'ı değil. Bir şeriata karşı koyuyorlarsa da bu İslam gibi her yönüyle sırat-ı müstakim bir içeriğe sahip değil. Hatta genellikle reddettikleri şey bâtılın şıklarından birisi oluyor. Başka bir bâtıla, yine bir bâtılı inkâr ederek, itikat ediyorlar. Tıpkı 'teslis'i reddedip ateist olan bir hristiyan eskisi gibi. Halbuki, İslam'a göre, ateizm ne kadar bâtılsa teslis de o derece bâtıldır. Şirk bütün efradıyla yine şirktir. Tevhidin dışında kalan hiçbir alan bizden değildir. Bu açıdan bâtılın kâfiri ancak bâtıldan bâtıla hasımdır. Bâtıla hasım olanın davasında bâtılla beraber hak birşeyler de bulunabilir. Lakin lebaleb hak ile dolu olana düşmanlık husumet sahibinde hiçbir nur bırakmaz.

Bu meseleyi 'bilim felsefesi' üzerine okuma yapmış olanlar için tanıdık gelebilecek bir temsille açıklayalım. (Çünkü bu temsil bilimsel bilginin hakikati ifade etmediğini savunanların kullandığı bir argümandır.) Bugün günlerden perşembedir. (Yazının yazıldığı gün itibariyle.) Ben eğer "Bugün günlerden çarşambadır!" desem, bu söylediğim hakikat değildir, ancak büsbütün yanlış da değildir. Zira "Bugün günlerden çarşambadır!" demek "Bugün günlerden pazartesi, salı, cuma, cumartesi, pazar da değildir!" demeyi kapsar. Ki kastettiği bu alt manalarda isabetlidir. Hepsi birden reddedilemez.

İşte, bilimsel bilginin kainatta bir kısım işlerimizi görmesi de, onu hakikat seviyesine çıkaramaz. Zira, bir konuda işe yarıyor olmak, nefsü'l-emirdeki hakikate isabet ediyor olmayı gerektirmez. Düğmeye her dokunduğumuzda lambanın yanması "Işığı düğme yaratıyor!" demeyi haklı kılmaz. (Elektrik de bundan aşkın değildir.) Cep telefonuyla çivi de çakabilirsiniz. Lakin bu cep telefonunun çivi çakmak için tasarlandığı anlamına gelmez. Furkan'da Hak Teala'nın "Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım!" buyurduğundan böyle bir mana da kavranmalıdır. Yoksa insanın ve cinlerin başka yan işler yapmadığı-yapamayacağı değil. Merkezdeki yaratılış maksadları bu alanlar değildir. Ve, evet, cep telefonuyla çivi çakarsanız sahibi de sizi cehenneme çakar.

Konuyu dağıtmaya başladık. Mürşidimin cümlelerine müracaat ederek toparlamaya çalışalım. O yine bir yerde diyor ki:

"Meselâ, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşa'ub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi, birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer. Ve başka sarayda, büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini görebilir; hırsızlar istifade edemezler. İşte, ey nefsim! Birinci saray, bir Müslümandır. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el'iyâzü billâh, kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemâlâtın yeri ruhunda kalamaz. Hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve lâtifeler karanlığa düşer. Ve kalbinde müthiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup, o tahribat zararını onunla tamir edersin? Halbuki, ecnebiler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir—veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine medar olacak, Hazret-i Mûsâ ve İsâ Aleyhimesselâma bir nevi imanları ve Hâlıklarına bir çeşit itikatları kalabilir."

O halde bana "Ben kâfirim!" diye soran kişiye benim de şunu sormak hakkım olur: "Neyin kâfirisin?" Bütün kemalatı kendisinde barındıran İslamiyetin mi? Yoksa başka bir bâtıl itikadın mı? Başka bir bâtılın kâfiri olmuşsan sende kimi doğrular ayakta kalmış olabilir. Ancak Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselama hasım olmuşsan, yandın, daha sende güzellik namına hiçbirşey ayakta duramaz. Zira kâfiri olduğun şeyler artık senin hasımlarındır. Reddettiğine göre kendine seçtiğin pozisyon onların karşısıdır. Veyahut onlar senin artık ulaşamayacaklarındır. Bu nedenle İslam mürtedine hakk-ı hayat tanımaz. Bu tavrında da gayet tutarlıdır. Eğer bir itikad bütün kemalatın kendinde olduğuna iman ediyorsa, içinden dışına inkâr ile çıkanın da, kemalata dair ne varsa yitirdiğini kabul etmek zorundadır. Böyle bir yitirişin de telafisi mümkün değildir. Çünkü yitirdiği şeylere husumeti nedeniyle içinde nokta kadar nur barındırmayan bir karanlığı büyütmektedir:

"Hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek ve görünmek ise, müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister. Hüsün ve cemâl ebedî, sermedî olduğundan, müştakların devam-ı vücutlarını ister. Çünkü daimî bir cemâl ise, zâil bir müştaka razı olamaz. Zira, dönmemek üzere zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner. Hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünkü, hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıttır. Halbuki, nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı zımnen bir adavet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. İşte, kâfir, Allah'ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor."

Dikkat et. Sen "Bugün günlerden çarşambadır!" demedin. "Bugün günlerden perşembe değildir!" dedin. Doğrudan hakikate kastettin. Doğrudan onu itham ettin. Onu reddettin. Senin mesuliyetin elbette 'harbî kâfir' ile bir olmaz. "Mürtedin katli var!" diye boşuna İslamiyete gönül koyma. Adaletsizlik ile de suçlama. Çünkü İslamiyet herşeyi olması gereken yere koyuyor. Seninle onu bir tutmuyor. Onunla seni bir tutarak ona da sana da zulmetmiyor. Herkes reddettiğine göre tartılıyor. Peki sen neyi reddettiğini hakikaten tartıyor musun? Vatanına ihanet edenin idamını aklın pekâlâ alıyor. Hak da veriyorsun. Peki Allah'ına ihanet edenin cezalandırılmasında alamadığın ne?

10 Kasım 2022 Perşembe

Allah varsa savaşlar neden var?

Nietzsche'nin kulakları çınlasın. Cemil Meriç merhumun Kültürden İrfana'da naklettiğine göre, Izoulet, Thomas Carlyle'ın Kahramanlar'ının Fransızca tercümesine yazdığı önsözde şöyle demiş: "Güneş tutulunca yabaniler 'Işık öldü' diye dövünürlermiş. Biz medeniler ellerimizi göğe kaldırarak çığlığı basıyoruz: 'Tanrı öldü!' Biz, yabaninin afallayışına nasıl gülüyorsak, gelecek nesiller de bize öyle gülecek."

Müslümanın varlık algısında 'hikmet' herşeyin rengini değiştirebilen bir tamamlayıcıdır. Sözgelimi: Çirkinin güzelliği hikmetindedir. (Çirkinlik hikmetliyse güzeldir.) Güzelin çirkinliğiyse hikmetsizliğinde görünür. (Güzellik hikmetsizse çirkindir.) Hikmetlerin en aziziyse bekadır. ('Sonsuzluğa dairlik'tir.) Amacın derinliği ıskalandığında sûretler yalancılaşır. Aldatır. Cehennemler cennet maskesini takar. Cennetler cehennem iftirasıyla yaftalanır. Yüzeydeki bu imtihanı geçebilmenin sırrı hakikat boyutuna uyanmaktadır. Birşey eğer hikmetliyse zamanın müfessirliğinden geçer. Birşey eğer hikmetliyse zekanın da müfessirliğinden geçer. Ona herhangi bir kısagörüşlü çirkinlik yakıştırılmışsa 'neticesi itibariyle' bu oyunu bozabileceğini ortaya koyar. Kabul ettirir. Zaten mürşidim de demiştir: "Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona 'hüsn-ü bizzat' denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona 'hüsn-ü bilgayr' denilir." 

Yılanın sûretindeki soğukluk onda çirkinlik değildir. Çünkü hikmetlidir. Aslanın duruşundaki şiddet varlığının parçasıdır. Çünkü lazımıdır. Herşey çiçek olamaz. Herşey diken de saramaz. Cemalden celale, cemalden celale, bu geçişlerde kimin hükmünün geçerli olduğunu hikmet söyler. İşte, biraz da bu yüzden, hikmetlerine vâkıf olunduğunda, ayrılık-gayrılık kalmamaya başlar. Allah dostlarına "Kahrın da hoş, lütfun da!" dedirten makam bu makamdır. Hikmeti okunur olduğunda çirkinlik güzelliğe dönüşür. Hikmetsizliği görüldüğünde güzellik çirkinliğe kalbolur. Ayraç okumaktır.

Mü'min şahitliğini böyle kavrar: Varlık Allah'ın aynısı değildir. Aynasıdır. O yalnızca tecellidir. Birşey aynılıktan tecelliye düştüğünde artık 'birebirlik' aranmaz olur onda. Ya? Tecelli yalnızca işaret eder. 'Birazcık' öğretir. 'Azıcık' gösterir. (Gölgesi kendisi olamaz.) O nedenle biz, Allah'ın kusursuzluğundan bahsettiğimizde, varlıktaki kusursuzlukla aynı şeyi kastetmeyiz. Allah'ta, hâşâ, çirkinliğin zerresi yoktur. Bulunmaz. Bulunamaz. Bütün güzelliklerin kaynağı olan sonsuz Cemal sahibi hiçbir şekilde cemalinden acze düşmez. Hiçbir şekilde acze düşmemesiyle cemali kemal olur. Yanıltmaz. Şaşırtmaz. Başka türlü görünmez. Kusur arız olmaz. Fakat yarattıkları sûretlerinde, gözlerimize kısıtlanan sûretlerinde, çünkü gördüğümüz de gözümüze kısıtlanmıştır arkadaşım, çirkin seçilebilir. (Miyop olan da her manzarayı bulanık seçmez mi?) Eşyanın kusursuzluğu görüşümüzle sınırlanan pencerelerde asla çirkinliğe düşmemesiyle sınanmaz. Ya? Şeylerin kusursuzluğu okunan her karesinin hikmetli oluşundadır. Çirkin olanın çirkinliği hikmetliyse güzeldir. Güzel olanın güzelliği hikmetsizse çirkindir. Acı şifaysa tatlıdır. Tatlı zehirse acıdır. Allah'ın kusursuzluğu ise nazara gelmez. Denî nazarlara gelmeyende kısıtlanmadan söz de edilemez. Elbette Hak Subhanehu masivasının kusurlarından beridir. Yani arkadaşım, Allah hiçbir zaman çirkin olmaz, çünkü ilahlığın nihayetsiz kemaline, o kemaldeki şanına çirkinlik yakışmaz. Fakat eşya kısıtlılığından dolayı evvelemirde şaşırtabilir. Hatta sarsabilir. Duvarı aşmak derinlik gerektirir.

"Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekvâları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlaka tevcih etmemek için, o şekvâlara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz edilmiştir. Çünkü kusur onlardan çıkıyor ve onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor." Musa aleyhisselamla aynı beşerî 'kaldıramazlık' çerçevesine sahibiz. Allah'ın kemal-i Zâtını kuşatmamızın imkansızlığından kısıtlılığımız içinde marifetine yol alıyoruz. Eşya da Allah'ı bize kısıtlılığımız içinde öğretiyor. Gözümüzün gücü her çirkinin güzelliğini görmeye yetmiyor. O yüzden Hakîm ismine ikinci bir nazar atıyoruz. el-Hakîm körlüğümüze üçüncü bir göz oluyor. er-Rahman ve er-Rahîm el-Hakîm'den sonra müderrisliğe başlıyor.

Tam da bu yüzden "Allah varsa savaşlar neden var?" diye soran ateist klişesi bizim için anlamsızdır. Çünkü Allah'ın varlığı masivasında çirkinlik bulunmamasını gerektirmez. Çirkinliğin bir/binler anlamı olması yeterlidir. Eğer çirkinliğin hikmeti varsa o artık güzeldir. Sûretindeki farklılık bizi şaşırtmaz. Eşya Allah'ın bizzat kendisi değildir ki onda başkalık bulunmasın! Ayrımdaki rahatlığımızla, yani gölgenin/tecellinin Zât-ı Kudretin kendisi olmağa zorlanmayacağıyla, her engeli aşarız. Evet. Hak Teala mahlukatında bazı şerir şeyler de halketmiştir. Evet. Hak Teala mahlukatında bazı şeyleri çirkin de göstermiştir. Ancak anlamları evvellerindeki yaraları tedavi eder. Hikmetli eksiklik noksan olmaz.  

İstersen, bu girizgâh ile, Hac sûresinin 40. ayetine bakalım. Dersimizi bir de ondan alalım. İşte kısa bir mealiyle buyruluyor: "Eğer Allah insanların kötülüğünü birbirlerinin eliyle savuşturmasaydı, manastırlar, havralar, kiliseler ve mescidler—ki buralarda Allah'ın adı çok anılır—yıkılıp giderdi." Evet. Stefan Zweig de Günlükler'inde Dünya Savaşı'nın toplum üzerindeki etkisini şöyle anlatıyor: "Herşey bir son bulsun diye, inanmak, inanmak, inanmak istiyorlar. Modern insanın içinde unutulan bütün dinsel duyarlılık şimdi dışarı fışkırıyor, bu hedefe yöneliyor..." Buna benzer tesbitlere başka eserlerde de rastladım. Ortak parıltı sanki şu idi: Savaş imanı zayıflayan toplumları tekrar Allah'a doğru yönlendirmeye yarıyor. Onunla görünen celal tecellisiyle acziyetlerini yeniden farkediyorlar. "Şüphesiz insan azgınlaşır, kendisini ihtiyaçtan uzak gördükçe!" sırrı mana-i muhalifi ile zâhir oluyor. İnsanın azgınlığı geçiyor. Çünkü ihtiyaçlarını görüyor.

Hatta, Bediüzzaman da bir yerde, II. Dünya Harbi'nden böyle bahsetmez mi: "Nev-i beşer bu son Harb-i Umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadıyla ve merhametsiz tahribatıyla ve birtek düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle ve galiplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın ve mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve gaflet ve dalâletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur'ân'ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyaset-i rû-yi zeminin pek çirkin, pek gaddârâne hakikî sureti görünmesiyle, elbette ve elbette, hiç şüphe yok ki: Şimalde, garpta, Amerika'da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşerin mâşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak..."

Artık, Hac sûresinde buyrulan hikmeti, bu yamacından da temaşa edebiliriz sanki: Evet. Cenab-ı Hak birbirimizin eliyle birçok kötülüğü savuşturuyor. Bir kısmımızı diğerimize hikmetle musallat ediyor. Yine bir kısmımızın zararını diğerimize defettiriyor. Bazen bunu savaşlar sûretinde seyrediyoruz. Üzülüyoruz. Ancak yine bu savaşlar sayesinde ki, insanlar, özlerindeki kötülüğü, eksikliği, acizliği, hataları, fakirliği vs.'yi de farkediyorlar. Müstağniyet sanrısından gelen bozulmalardan fıtratlarını bir nebze kurtarıyorlar. Böylece manastırlar, havralar, kiliseler, mescidler, yani Allah'ın adının anıldığı yerler, dinin hayata dahil olduğu yerler, yıkılıp gitmiyor. Cihad mü'minlerin ibadet mekanlarını zalimlerden koruduğu gibi, savaşlar da, çok daha geniş bir resimde, insanlığın dinle olan bağının/ihtiyacının kopmamasını sağlıyor.

Şimdi sûreti sana çirkin görünen herşeye bu pencereden bakabilirsin arkadaşım. "Evet, bu cûd-u icad, Sâniin vücubundandır. Nevide celâlîdir, fertte cemâlîdir."  Bir gelincik yalnızken sana ne kadar güzel görünür. Koca bir gelincik tarlasının karşısındayken ne kadar hayretle irkilirsin. Belki çirkin sandığın her celalî şey de böylesi bir cemal örgüsünün korkusudur. Yok, hatta aslında korkmuyorsun, yalnızca bu kadar cemali birden kaldıramıyorsun. Kaldıramadığın cemal, kısıtlılığından ötürü, celal görünüyor. Halbuki hepsi güzellikten yapılıyor. Hikmetlice güzel olmuyorsan çirkinleşiyorsun. Günahın güzelliği burada yalan oluyor. Musibetin çirkinliği burada güzele dönüşüyor. Sanki sonsuzlaşan güzelleşiyor da.


16 Kasım 2020 Pazartesi

Celal korkutucu güzelliktir

Mürşidim bir yerde "Sahib-i Arş-ı Âzamın, mânevî bir merkez-i âlem ve kalb ve kıble-i kâinat hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkatın tedbirine medar, dört arş-ı İlâhîsi var..." diyor. Bunlardan 'dördüncüsü'nü de "Emir ve irâdenin arşıdır ki unsur-u havadır..." diyerek tesbit ediyor. Ben, "Allahu'l-a'lem!" kaydını unutmadan konuşursam, burada söylenileni bir nebze 'rüzgarın tabiatına bakarak' çözebildiğimi zannediyorum. Sıcağından soğuğuna, esintisinden fırtınasına, melteminden ayazına cümle rüzgarlarda aynı çevik-çalak hizmetin tezahürü var. Yani, sürekli emir bekliyor, hem alıyor ve hem de hemen ittiba ediyor bir ahlakı var rüzgarların. Böyle eliçabuk bir hizmetkârın üzerinden de elbette 'emir' ve 'irade'nin okunması daha kolay oluyor. Hem de zaten onun bu hali, yoğunluğu, mesaisi, telaşı, böyle bir aynalıkta istihdam edildiğini gösteriyor. Sanki. En doğrusunu Sahib-i Arş-ı Âzam bilir.

Yine "İkinci arş, fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur..." diyor Bediüzzaman. Şunun düşündürdüklerini de burada arzetmek belki yazıyı uzatacağından, eteğini öperek, bana sırlı gelen bir ayet-i kerimeye dair konuşmak istiyorum. Ancak, hepten de ümidini kesmeyeyim arkadaşım, belki o ayeti konuşurken bu bahse de değinmiş olacağız. İnşaallah. Evet: A'râf sûresi 57. ayettir peteğinden ballanmak istediğim. Orada bir kısacık mealiyle buyruluyor ki:  "Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O’dur. Nihayet o rüzgârlar ağır bir bulut yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Herhalde bundan ibret alırsınız."

Ayetin bize evvelemirde söylediği açık: Diriliş hakikati kainatta her an yaşanmakta. İnsanoğlu, eğer merak gözünü açıp da bakarsa, zaten haşir hakikatini kainatın her anında müşahade etmekte. Yani: Topraktan yeniden yeniden bedenini kaldıran, yeniden yeniden meyve veren, yeniden yeniden başak çıkaran, yeniden yeniden köklerinden yeşeren canlıları görmekte. Elhamdülillah. Bunlar arzda her an olmakta. Toprak emanet edileni hatırlamakta. 

Düzen eşyanın hafızasıdır. Tekerrür bu hafızanın tezahürüdür. Kur'an'da gösterilen ayetleri tefekkür etmesini bilen her mü'min için, 'haşir' sırf kıyametten sonra yaşanacak insana özgü bir hâdise değil, varlıkta sürekli tekerrür eden kanundur. Kıyametten sonraki dirilişse bu kanunun mâkul, mümkün, hatta beklenir tekrarıdır. Nasıl ki havaya atılan her nesne düşer. Nasıl ki kaynatılan her su buharlaşır. Nasıl ki şartlarına uyulduğuna su üstündekini yüzdürür. Bunlarda dün-bugün-yarın ayrımı gözetilmez. Aynen öyle de şartları oluştuğunda Allah'ın bir emriyle cümle ölüler dirilir. Toprak altındakini unutmaz. Zaten hep dirilmektedir. Haşir Risalesi'nin merkezi/ruhu sayılan Rum sûresinin 50. ayeti aynı 'muhyi'l-mevta' yasasına dikkatimizi çeker: "Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor. İşte bu, ölüleri dirilten Allah'tır. Onun gücü herşeye yeter!" 

Sırası geldi. Analım: Mürşidim arşlardan birincisini şöyle tarif eder: "Biri, hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır." Şimdi üç arşımız tamam oldu. Yani yukarıdaki ayette üç arşa dair de izler bulduk. 1) Rüzgarların müjdeciliğini işittik. 2) Rahmetin gönderilmesine neşelendik. 3) Topraktan meyvelerin çıkarıldığına sevindik. Peki dördüncüsü? Dördüncüsü de ayette geçiyor aslında. Ama üstü biraz daha örtülü şekilde. Nasıl? Meyvelerin olgunlaşması için gereken dördüncü şeyi düşündüğünüzde hemen gülümsüyor. "Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u nurdur." Öyle ya: Işığın bahşı olmadan meyveler pişirilmez ki. Böylece arşlarımız tamam oldu. Dört arşımız birden bir ayet-i kerimenin içine sığdı. Yaş ve kuru ne varsa içinde yazılı olandan ne 'yaş' arşlarımız ne de 'kuru' arşlarımız kaçabildi.

Fakat, arkadaşım, şu 'rüzgarların müjdeciliği' de sanki başka bir kanuna dikkatimizi çağırıyor. Hani yine Kur'an'da buyrulur: Cenab-ı Hak Zülcelal-i ve'l-İkram'dır. Yani celalî tecellilerinin içi ikramlarla doludur. Bunu bize bahsimize misafir olan yağmur da söyler: Gök gürlediği zaman insan işitir: Zülcelal'dir. Yağmur yağdığında hisseder: Ve'l-İkram'dır. Hatta Mesnevî-i Nuriye'de celal-cemal ilişkisine dair ufuk açıcı şu tesbitte bulunulur: "Evet bu cûd-u icad Sâniin vücubundandır. Nevide celâlîdir, fertte cemâlîdir." Misal: İnsan baharda şöyle bir kıra çıkıp koca bir gelincik tarlasıyla karşılaşsa heybetinden irkilir. Güzelliğin türdeki görünüşü şiddetli gelir. O yüzden bazı ârifler derler: Celal korkutucu güzelliktir. Yani tezahürürün şiddeti insanın hayretine sebep olmuştur. Ancak tarlanın içine girilse, tek tek gelincikler görülse, ele alınsa da bakılsa, farkedilir ki: Cemalîdir. Nazenin bir heybeti vardır.

İşte, şimdi diyorum ki arkadaşım, artık hayatımızdaki herşeyi bu tezahürler eşliğinde tefekkür etmeliyiz. Yani rüzgarların soğukluğu/şiddeti arkalarından gelen rahmeti görmemize engel olmasın. Onların o çabuk çabuk hizmetlerindeki gelişigüzellik(!) fehmimizi aldatmasın. Bu işlerde bir düzen var. Bu düzende bir tesbit var. Bu tesbitte bir kanuniyet var. Hayatındaki gelişigüzellikleri(!) ömrünün rüzgarı gibi göremeyenler, ne yazık, rahmeti sezemiyorlar. Gelişigüzellik diyoruz ya, katıldığımızdan değil, kuşatamadığımızdan. Sanatın şekli kitabete vardığında okumanın şekli de bütünü kuşatmaya mecbur olur. Yahut da yine Bediüzzaman'ın o müthiş cümlesine uğramalı: "İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al." 

Ben, rüzgara uğradım da yağmura vardım, sen başka şeylerden yola çıkıp farklı sonuçlara varabilirsin. Ancak her nereyi bu gözle zevketsen balından kaçamazsın. Çünkü bu bal da bir kanuniyettir. Allah rüzgarları müjdeci olarak gönderir. Bugün nasıl bir düzenle hareket ettiğini çözemediğimiz emirler-iradeler yine dizginleri o Rahman u Rahim'in elinde piyadeler. Başka yöne gitmiyorlar. Başka yöne götüremeyecekler. Arşların birbirinden farklı hükümlerini/tezahürlerini karıştırıp rüyalarını zehirleme. Emirlerin çabukluğunu çözemeyip rahmetin varlığını da inkâr etme. Bu ölüler elbette dirilecekler. O vaadinden dönmez. Âmin.

25 Haziran 2020 Perşembe

Bir Hülya Avşar kaç Koreli bebek eder?

Bediüzzaman'ın İslamiyet'i 'insaniyet-i kübra' olarak tarif ederken ta anlatmaya çalıştığı birşey var: İnsanlığımız ancak İslamlığımızla tamam olur. İslamlığı olmayan insanlık yarımdır. Hatta bu öyle bir yarımlıktır ki kendisini büsbütün zararlı hale getirir. Yol açmayı sağlayan dozerin bozulunca 'kaldırması en zor engellerden birisine' dönüşmesi gibi; insan da; bozulunca hayrın önündeki en büyük engellerden birisine dönüşür. Açması gerekeni kapar. Tarih böylesi zulümlerin en sarih şahididir. Biraz daha detayına indiğimizde ise, mürşidim, bu durumun hikmetini şöyle tarif eder: İnsan 'olabilecekler potansiyelini doldursun diye' kuvvelerine had konulmadan yaratılmıştır. Kuvve-i gadabiye (korunma güdüsü), kuvve-i şeheviye (arzulama güdüsü) ve kuvve-i akliye (zararlıyı faydalıdan ayırma güdüsü) bir ölçüde serbesttir.

Bu serbestlik ona 'herbir bir ferdi bir tür değerinde' farklı olabilme yeteneği kazandırırken aynı zamanda imtihanının da kaynağıdır. Yani sair canlılarda ancak iki tür arasında sözkonusu olabilecek nüanslar insanın iki ferdi arasında mevcuttur. O kadar başka âlemlere, meraklara, heveslere, gayretlere, yönelişlere, açılımlara vs. sahiptirler. Üstelik hayata tutunuşu da ancak bu kuvveler sayesinde mümkündür. Bir insanda korunma, arzulama ve zararlıyı faydalıdan ayırma güdüleri olmazsa yaşamayı da başaramaz. Ancak şu da var: İradesinin dizginini büsbütün bunlara bırakırsa bu defa da bencilliğinin ateşinde dünyayı yakar. İşte 'şeriat' da tam bu noktada devreye girer:

"Her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler, o küllî akıldan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun ancak şeriattır. Sonra, o şeriatın tesirini, icrasını, tatbikini temin edecek bir merci, bir sahip lâzımdır. O merci ve o sahip de ancak peygamberdir."

Nübüvvet, nübüvvetle gelen Kur'an ve sünnet, onlarla teşekkül eden şeriat bize 'had konulmamış kuvveleri' nerelerde sınırlamamız gerektiğini öğretirler. Eğer bu sınırları bilmezsek, kabullenmezsek ve ittiba etmezsek, bizzat kendimiz dünyevî ve uhrevî hayatlarımızın katiline dönüşürüz. Nitekim bu kuvvelerin teknoloji marifetiyle doludizgin koşturulduğu ahirzamanda dünyanın aldığı hal de ortadadır. Çevre kirliliği, küresel ısınma veya başka şeyler. İnsanoğlu kendi kıyametine koşmaktadır. Bu kıyametin adımlarını takip ettiğinizdeyse yine bu üç kuvvede yapılan israfa denk gelirsiniz. 'Daha iyi korunmak' ve 'daha çok arzuya ulaşmak' noktasında kontrolünü yitiren insanoğlu, histerik bir eşikten sonra, aklını da hizmetlerine vererek 'manipülasyon-hile aygıtı'na dönüştürür. Çiçekler yeşertmez. Atom bombası yapar.

Veya Level 16/Seviye 16 filminde anlatıldığı gibi başka insanları kendi arzuları adına köleleştirir. Fakir ailelerden satın alınan çocuklar çiftliklerde yetiştirilerek 'güzelleşmek isteyen zengin kadınların hammadde sağlayıcıları' olurlar. Buna sırf bir 'kara ütopya' deyip geçmeyin muhterem kârilerim. Orwell'ın kara ütopyası 1984'ün nasıl gerçek bir dünyaya dönüştüğünü zaman gösterdi. Hem daha bugünlerde Sandra Bullock'un Ellen DeGeneres'e konuk olduğu bir programda 'Koreli bebeklerin derilerinden alınan maddeleri derisine enjekte ettiğini söylediği' bir video görüldü. Ne için yapıyor bunu? Daha güzel görünmek için. Peki insanlık böyle birşeyi ilk kez mi yapıyor? Hayır. Zaten balinaların neslini tüketmeye yaklaşmamızın ardında da böyle bir gerekçe var. Yağlarından çok kaliteli güzellik malzemesi yapılabiliyor çünkü.

Aynı sistemin fanatik bir müridi olan Hülya Avşar istediği kadar alınsın, bu, bizi yine alıp şeriatın bir parçası olan 'tesettür'ün hikmetine götürüyor. Evet. Tesettür de, tıpkı şeriatın diğer emirlerinde olduğu gibi, had konulmamış kuvvelerimizi durdurabilmemiz için var. İster kadında ister erkekteki şekliyle tesettür 'görünmeyi esas almayan bir hayatı' mü'minlere aşılıyor. Yani bizi 'görsellikle' değil 'derinlikle' varolmaya yönlendiriyor. Kadının tesettürden hissesi neden daha ziyade peki? Çünkü hem 'güzellik potansiyeli' hem de 'güzelleşme arzusu' olarak baskınlık gösteren o. Hoş, metroseksüellik belası şimdilerde erkekleri de etkiliyor, ama nasıl? Kadınlaştırarak. Bu tarz eğilimleri olan erkeklere dikkat edin. Aslında kadınlaşıyorlar. Ancak kadınlaştıktan sonra metroseksüelleşiyorlar. Metroseksüelleştikçe de kadınlaşıyorlar. Bu tıpkı Max Weber'in tesbitinde olduğu gibi: "Protestanlaşmadan kapitalistleşemezsiniz."

Tesettür görünme ve güzelleşme tutkularımızı 'hadd-i vasatta' yani 'sırat-ı müstakim'de tutmamızı sağlıyor. Bakınız, belki daha acayip misalleri var, ama bizim haberimiz yok. Şu an Batı dünyasında güzellik sektörüne harcanan paralar bilmem kaç Afrika ülkesinin açlık sorununu çözecek nitelikte. Bu bir israf değil midir? Bize sorarsanız, evet, ama kapitalist dünyanın bununla bir sorunu yok. Çünkü o kuvvelerin sınırlanması gerektiğine inanmıyor. İslamsa 14 asır öncesinden buyuruyor ki: "Ey âdemoğlu/kızı, eğer benimle sana öğretilen sınırların içinde kalmazsan, dünyanın (ve de kendinin) dengesini bozarsın. Tesettür de onlardan birisidir. Tesettürle içindeki görünme/güzelleşme arzularına bir sınır çizmezsen, gemi azıya alır, Koreli bebekleri kanını-canın-cildini kendi güzelliğinin hammaddesi kılarsın."

Kur'an-ı Hakîm 'kız çocuklarının öldürülmesinden' bahsettiği zaman biz bunu sadece Kureyş toplumuna ait bir cahiliye âdeti sanıyoruz. Geçmişte olmuş-bitmiş tasavvur ediyoruz. Bu telakki yanlış. Level 16'yı izlediğinizde farkediyorsunuz ki: Hayır. Kız çocukları hâlâ tehlikede. Özellikle sözde geri kalmış toplumların fakir ailelerinde dünyaya gelenler. Onların başkalarının güzellik malzemesi kılınması ihtimali yüksek. Belki bu yapılıyor da. Perde arkasında, tıpkı organ ticareti gibi, kimbilir ne ticaretler dönüyor. Kimler birkaç yıl daha güzel kalabilmek için canlara kıyıyor. Bunlardan onları koruyabilmemizin yolu söze değil fiilî bir tekzibe bağlı. İrademizle sistemin dışına çıkmalıyız. Tesettürle dış güzelliğin varlığın merkezinde olmadığını göstermeliyiz. Bunu başaramazsak daha çok Hülya Avşar'ların bir aylık ekstresi ile yüzlerce çocuk açlıktan ölecek. Sisteme meydan okuma şeriata bağlı. Ona ittibaya bağlı. Tevfik ise Allah'tandır.

12 Nisan 2018 Perşembe

Neden yarım bırakılıyoruz?

Parça kendisini bütün sanırsa hep kusurlarına ağlar. İnsan da kendisini bütünün ta kendisi sandığında yarımlıklarına ağlıyor. Onları ceza sanıyor. Sonra bütüne ayıldıkça farkediyor: Başkalarıyla orasından birleşmiş. Daha aşkın birşeyin parçası onlar sayesinde olmuş. Eğer oralarının yoksunluğunu hissetmeseymiş hiçbirşeye tutunamazmış. Yani yoksunlukları aslında yapboz parçalarının kıvrımları gibiymiş. Yara değil nakışmış. Eksik değil hikmetmiş.

İnsan böyle bir uyanışı yaşadığında içinde de güzel bir yerlere varıyor. Kusurlarıyla barışıyor. Sınırlarıyla barışıyor. Yaralarıyla barışıyor. "Elhamdülillah" diyor. Yaşadığı herşey için. Hem kötülük için hem iyilik için. Hem dikeni için hem gülü için. Kavuşup sevemedikleri için. Sevip kavuşamadıkları için. Çünkü herşey nihayetinde bütün için. Tevhid, yani herşeyin aynı Allah'ın eseri olduğu bilinci, insanı daha bu dünyada cennete kavuşturuyor.

Mürşidimin kendisindeki eksikliği hikmet penceresinden okuduğu bir yer vardır: "Bu biçare Said'in gayet muhtaç olduğu ve yetmiş seneden beri o san'atla meşgul olması ve bazı gün iki yüz sahife kadar tashihe mecbur olmasıyla beraber, on yaşındaki zeki bir çocuğun on günde muvaffak olduğu yazı kadar bir yazıya mâlik olamadığına hayret ediliyordu. Halbuki Said bütün bütün istidatsız değildir. Hem de nesebî kardeşlerinin hepsinin de güzel yazıları olduğu halde, bu kadar yazıya muhtaç iken böyle yarım ümmî vaziyetinin hikmeti, kanaat-i kat'iyemle şudur ki: Bir zaman gelecek ki, cüz'î ve şahsî iktidarlar, kuvvetler mukabele edemeyecek dehşetli ve mânevî düşmanların hücumu zamanında güzel yazı sahiplerini ruh u canıyla aramak ve hizmetine şerik etmek ve o çekirdeğin etrafında su, hava, nur gibi o mânevî ağaca hizmet etmek için o şahsî ve cüz'î hizmeti, küllî ve umumî ve kuvvetli ve bir kaleme mukabil binler kalemi bulmak hikmetiyle ve buz parçası gibi benliğini o mübarek havuz içinde eritmesiyle hakikî ihlâsı elde etmek ve bu suretle imana hizmet etmek hikmetiyle olmuş."

Buraya bayılıyorum. Çünkü her türden özlemlerim için (ki her özlem bir yoksunluktur) bana bir deva öğretiyor. Öyle ya! Bu yaraları 'daha aşkın birşeyin parçası olmam için' bağışlanmış nakışlar gibi görmeseydim nasıl iyileşirdim? Nasıl hayata tutunabilirdim? İşte gördüm: Varlığım 'kendisine dair' değil sadece. Daha büyük birşeyin parçası olmak için varedilmişim. Evet. Bütün olmak eksiklik kaldırmaz. Yani eksiği olan bütün olmaz. Fakat parça olmak öyle değildir.

Parça olmak eksiklik kaldırır. Çünkü eksiklik parçalığın lazımıdır. Bir sırr-ı ehadiyet ile böyle olduğunun bilincindeyim. Bütünü hissediyorum. Güzelliğini seziyorum. Sonra onu kendim sandığım zamanlarda kusurlarıma üzülüyorum. "Herşey daha güzel olabilirdi!" diyorum. İnsanları suçluyorum. Fakat bundan vazgeçsem, yani 'isim' olarak değil 'harf' olarak varolmayı seçsem, kendimi kitabın yerine koymasam, o zaman kanamalarıma şükredeceğim. Neden? Çünkü ancak onlarla tutunacak bir yer arayacağım. Kuyuya düşmeyen eliyle neden dal aransın? Derdim olmayaydı dermanı hiç kollamazdım ki.

Ozana "Bir derdim var bin dermana değişmem!" dedirten yer de burası galiba. Çünkü ancak derttir dermanın varlığını öğreten. Artık ulaştığın derman bir olur, bin olur, ister yüzbin olur; fakat dert her şekilde (kaçınılmaz şekilde) onun başlangıç noktasıdır. Yoksunluğu tatmayan varlığın/varlığının kenarında kalır. Çünkü daha fazlası olabilmekten yoksun kalır. Yalnız kalır.

Split filminde Dr. Karen karakterini kişileştiren Betty Buckley'in bir sorgulaması vardı: "Hep acıların eksilttiğini düşünüyoruz. Ya arttırıyorsa?" Belki bizim ihtiyacımız olan da bu: Kendimizi bütünün ta kendisi olarak görmeyi bırakıp eksik kalan yanlarımızla başka nelerin parçası olabileceğimizi kollamak.

Yani: Araba olmadığına dövünen bir vites kolu olmaktansa hangi arabanın vites kolu olabileceğimize karar vermek. Okuma-yazması bile olmayan Kürt Bekir Ağa'ya, Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi, 'âlimlerin işini' yaptıran bu düşünüştür. Çünkü o, bir yerden başka bir yere taşımak kadar olsun, ilmin parçası olmayı seçiyor. Demek insan neyin parçası olmayı seçiyorsa nihayetinde ondan oluyor. O zaman Split filminin "Neye inanıyorsan osun!" mottosuna kendimizce şöyle bir ayar çekebiliriz: "Neyin parçası oluyorsan ondansın!"

İnsan 'olunabilecek bütünlüklerin en mükemmeli' olmanın peşini bıraktığında stres de onun peşini bırakır. Güzelliğin bir parçası olmayı hayatları için yeterli bir amaç olarak görenler dünyasını kurtaranlardır. Çünkü onlar, bütünün ta kendisi olmayı terketmekle, aslında bütün olmanın âdemoğullarınca/kızlarınca taşınmaz yükünü de terketmiş olurlar.

Buradan şuraya geleceğim arkadaşım: Şu hayatta birçok güzelliğin parçası olmayı (inşaallah) başarabiliriz. Ancak övüncünü yüklenemeyiz. Hamdı "Elhamdülillahirabbilalemîn" diyerek Allah'a bırakırız. Bırakmak zorundayız. Zira hiçbir iyilik yalnız bizim emeğimizle vücut bulmaz. Dolayısıyla teşekkürü de parçaya ait olamaz. Bütün âlemlerin o iyilik için uygun adım ilerlemesi gerekir. Bir çocuğun gülebilmesi için bir güneşin yanması gerekir. Hiçbir fiilimiz kainattaki düzenden bağımsız değildir. O halde ezelden ebede her türden hamd ve şükür elbette Allah'adır. İltifatların yüzü onadır. Parça ise kendisine 'parçası olmak' bağışladığını için mutlu olur. Bunun evveli ihlastır. Sonrası huzurdur.

9 Mart 2018 Cuma

En çok düğümlerimize dolanıyor ayaklarımız

Hepimizin içinde çözemediğimiz düğümler var. Bizi 'ben' yapan düğümler. Oralarımızdan yakalandığımızda meseleler giriftleşiyor. Örneğin: İşler ötemizdeyken, herkese, her hakkını teslim edebiliyoruz da, menfaatimiz sözkonusu olduğunda durumlar tuhaflaşabiliyor. Veyahut: Herkese en içten dileklerimizle mutluluklar diliyoruz da, iş düşmanımıza geldi mi, dilimiz tutulabiliyor. Dostumuzun adı anıldığında bedduamız, sevdiğimizin sûreti görününce ilgisizliğimiz, büyüğümüzün sesini duyunca cesaretimiz tutuluyor.

Engel olamıyoruz. Karşı koyamıyoruz. Öyle anlar geldiğinde, ister istemez, kendiliğimizin duvarlarına çarpıyoruz. Sanki herşey böylesi düğümlerle varedilmiş. Yahut da bu düğümleri yaşarken biz atıyoruz. Tecrübelerimizle 'hayat' denen kilimimizi dokuyoruz. Bu kilimin sahip olduğu her nakış, hem cemalinin, hem de esaretinin delili oluyor. Öyle ya! Nakış olmasa güzellik olmaz. Fakat nakışı bozmak sadeliği bozmaktan kolaydır. Hatta ne kadar giriftleşirse o kadar kolaydır. Güzellik inceleştikçe kırılganlaşır. Düzen dakikleştikçe hassaslaşır. Bu durum da hürriyetimizden çalar.

Kayanın güzelliğini balyoz bozamaz da elmasın güzelliğini bir çizik bozar. Ahsenü'l-takvim olan, yani kıvamların en güzelinde yaratılan, elbette onu yitirmemekte daha dikkatli olmalıdır. Vaktiyle "Yiğidi bir dert öldürür. Güzeli bir ben öldürür..." diye bir söz duymuştum. Bu sözün hakikati de sanıyorum aynı yerde saklıdır. Güzelliğin ziyadeleşmesi arızîleri hassaslaştırır.

Bizler yaratıcılar değil taşıyıcılarız. Taşıyan yaratan gibi değildir. Yaratan da taşımak zorunda değildir. Ancak taşıyan, ihtiyaç duyduğunda tekrar yaratamayacağından, sahip olduklarını omuzlamak zorundadır. Korumak zorundadır. Düşürmemek zorundadır. Taşıyıcı yükünün artmasıyla daha şiddetli imtihan olur. Taşıyabildiği kadar güzelleşir. Güzelleştiği şiddette sınanır. Belki biraz da bu latif sır sebebiyle bazı anneler güzel kızları için 'çirkin talihi' dilerler.

Ve ancak insan göklerin, yerin ve dağların kabullenmediği emaneti taşır. İmtihan da ancak onun başına açılır. Çünkü bu yükü ancak o kaldırır. Hatta, mahlukatın en eşrefi olması yanında, aynı zamanda en acizi olması da, böyle bir perspektifle anlaşılabilir. Yani: En acizi olmuştur. Çünkü en güzeli o olmuştur. Yükü en ağır odur. Çünkü en çok taşıyabilen odur. En büyük açlık ona verilmiştir. Çünkü en çok lezzet de ona verilecektir. Nihayetinde demem o ki: Evet, kolay dağılıyoruz, çabuk yıkılıyoruz, üzülüyoruz. Çünkü Rabbimiz bizi çok güzel yarattı.

Düğüm meselesine geri dönelim: Düğümün bizi güzelleştiren/griftleştiren şey olduğunu konuştuk. Evet, hakikaten de, bir düğüme rastgelene kadar örgü ipini çektiğiniz yöne doğru sökülmeye devam eder. Fakat düğüm işi karıştırır.

Düğüm çekildiğinde farklı yönlerden ona katılarak kendisi oluşturmuş her ipin mukavemetiyle karşılaşırsınız. Diğelim üç farklı yönden gelen ipin bu düğümde payı vardır. O halde düğümü çekmek, yalnızca bir ipi çekmek olmaz artık, üç ipi birden çekmektir. Üç farklı yönü birden çekmektir. Ve bu yönler, ne de olsa farklı taraflara doğru akmak istediklerinden, kuvvetinizi bölerler. Bir noktada ise, artık, kuvvetinizi size karşı kullanarak emeğinize mani olurlar.

Nakış giriftleştikçe güzelleşir. Tamam. Fakat aynı zamanda giriftleştikçe içindeki düğüm sayısı artar. İnsanın onu taştan, ağaçtan, hayvandan ayıran o muhteşem 'ahsen-i takvim' nakışı da içinde birçok düğüm barındırır. Sanatı buradan gelir. Lakin güçlükleri de yine buradan doğar.

Bir eşeğin inat ettiği kaç şey vardır? Peki bir insan kaç şeye inat edebilir? Bir ağacın, Allah bilir, hiç düşmanı yoktur. Fakat bir insan ömrünün kaç gününü hasımsız/öfkesiz geçirebilir? Bir kayanın hased ettiğini görenimiz olmamıştır. Lakin şu ömrünü hiçkimseye hased etmeden geçiren kaç insan vardır?

İşte, bizi, Felak sûresinde buyrulduğu şekilde, hased ettiğinde hasedcinin şerrinden sabahın Rabbine sığındıran da budur. Hased eden, kendisindeki düğümlerden birisine dolanmakla, aynı zamanda varlığın akışına da zarar vermeye niyetlenir. Bir güzelliğin varolmasıyla, ancak kendisindeyken varolması, hatta başkasındayken yokolması arasında yaptığı tercih; nefsi ile hayreti arasında takıldığı o düğüm; budur hasedciyi yakıp kavuran.

Kimse Allah'ın "Ol!" buyurduğuna karşı koyamaz. Allah'ın dilediğine hiçkimse kendi küçücük 'keşke'siyle direnemez. Ancak hasedci içindeki düğüme ayağı dolandığı için bunu arzulamaya başlar. Onun bu düğümüne üfleyenler, gıpta damarını tahrik edenler, belki tahkir ile öfkesini körükleyenler de bu cürme dahildir. Zaten hased, eğer kişinin kendi karakterindeki bir hamlıktan kaynaklanmıyorsa, telkinden doğan birşeydir.

Bu yüzden belki de, Bediüzzaman, İhlas Risalesi'nin bir yerinde "Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir..." diye önemli bir düstura dikkat çeker. Yani İhlas Risalesi'nden Felak sûresine uzanan böylesi yollar vardır. Hem sadece bu da değil. Daha bizim içimizde, üzerine oynanırsa çok hasedleri doğuracak, gecemizin karanlığını arttıracak ne ukdeler vardır!

Faşizmin kulağına şer üflediği milliyetçilik düğümü böyle bir düğümdür. Sosyalizmin kulağına anarşi öğütlediği zengin-fakir ayrımı böyle bir düğümdür. Feminizmin saçıdan tutup kendisine çektiği cinsiyet ayrımı böyle bir düğümdür. Hatta kendi mazimizde, aşamadığımız, içinden çıkamadığımız, barışamadığımız her ne kötü olay varsa, yani üflenince hased damarlarımızı tahrik eden her ne varsa, bence böylesi düğümlerden birisidir.

Bazı olur, kocanın karısına attığı bir tokat, kadının kocasına ettiği bir kem söz, evladın babasına ettiği bir edepsizlik, akrabanın akrabaya ettiği bir eziyet, komşunun komşuya çektirdiği bir çile... Bütün bunlar birer düğüm olarak kalbimizde dururlar. Efendimiz aleyhissalatuvesselam belki biraz da bu yüzden mü'minlere şöyle der: "Fitne uykudadır. Uyandırana Allah lanet etsin!"

İşte, gördün arkadaşım, Felak sûresini öyle ötemizde birşey gibi okuyamayız artık. Çünkü hayatımızdaki düğümleri gördük.

Onlara karşı nasıl savaşacağımızı ise bize önce Kur'an, sonra Sünnet, sonra da Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat büyüklerinin nasihatleri öğretir. Dilersen, Bediüzzaman'ın İhlas Risalesi'ni de, Felak sûresinin fıkh-ı bâtın çerçevesinde bir tefsiriymişçesine, okuyabilirsin. Ve yine Uhuvvet Risalesi de aynı sûrenin sosyolojik zeminde bir tefsiri olarak analiz edebilirsin. İktisat Risalesi'ni, ekonomi alanında, yine öyle. Nihayetinde insan bu. Düğümü var düğümü içinde. Düğümü var düğümü içinde. Düğümü var düğümü içinde. Hem Derviş Yunus'un (k.s.) söylediği gibi: "Bir ben vardır bende benden içeru..."

22 Aralık 2017 Cuma

Güzele bakmak yaradır

Ebubekir Sifil Hoca, Riyazü's-Salihîn derslerinden birisinde Talak sûresinin 2. ayetinde geçen "Kim Allah'tan ittika ederse (Ona karşı gelmekten sakınırsa/korkarsa) Allah ona bir çıkış yolu nasip eder..." mealini izah sadedinde 'günümüz insanın psikolojik problemlerine' değiniyor ve onlardan da çıkışın ancak 'takva' ile olacağı vurgusunu yapıyor. Hayatın modern insan için giderek daha boğucu/bunaltıcı bir hale gelmesinin halihazırdaki günahkârlığıyla da bir ilgisi olduğunu, bu halinden uzaklaştıkça, yani takvaya çalıştıkça, dertlerinin de gideceğini ders veriyor. (Merak edenler için: https://www.youtube.com/watch?v=tCkDNRyULOg)

Bu tesbite can u gönülden katılıyorum. Hatta şimdi, şu yazıda, mürşidimin birkaç cümlesinin hayatımda gördüğüm yansımalarını aynı sadedde paylaşmak istiyorum. İstiyorum. Çünkü belki Ebubekir Sifil Hoca'nın izahına bir delil/dayanak oluşturacak. Anlamayı kolaylaştırıcı bir yol açacak. O cümle de Lemeat'ta geçer. Şudur:

"Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir. Hem müthiştir tesiri. Memnu heykel, suretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habis ervahları..." Cümleler bunlar. Hissettiğim ise şudur:

Varması helal olmayan şeylere temayül göstermek veya (en somut haliyle) bakması helal olmayan güzelliklere hasr-ı nazar etmek, ele geçmeyecekleri için, ruha bir çizik atıyor. Bir yara bırakıyor. Bir iğne batırıyor. Velev (Allah saklasın) haram-helal hassasiyeti gözetmeyen, takvadan nasipsiz, fasık birisi olsun bahse konu olan kişi. Yine de kaçınamıyor. Bu yaralar insaniyetinde açılıyor. Çünkü o da her tanıştığına erişemez. Eriştiğine kavuşamaz. Kavuştuğuna sahip olamaz. Sahip olduğunu elinde tutamaz. O da en az dindar bir birey kadar heveslerinin zararlarına maruzdur. Kavuştuğunun zahiren fazlalılığı yaralarını gidermez. Ayrılıklarının sayısını ve/veya miktarını arttırır.

Şunu demek istiyorum: İmansızlık, fısk veya gaflet bu türden kesikleri kesinlikle gidermiyor. Sadece önemsetmiyor. Acısını bir süre hissettirmiyor. Önemsememek ise etkiye engel birşey değildir. Anestezi ameliyata engel olmaz. Size atılan kurşunu "Aman canım boşver!" demekle durduramadığınız gibi harama temayülü de 'önemsememekle' etkisizleştiremiyorsunuz. Ancak 'nazarımda yoktur'laştırabiliyorsunuz.

Cesaretle yüzleşelim: İnsan şahit olduğu her güzelliğe bir açlık duyuyor. Bu açlıkların herbirisi bir tür yara. Bir tür ihtiyaç. Bir tür özlem. Bir tür kavuşma isteği. Bir tür yokluk acısı. Hatta yine mürşidimin tabiriyle: "Hatta, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır. Belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise hadsizdir."

Bu eşikte durup diyebilirim ki: Takvasız bir yaşam sürekli yara alınan bir yaşamdır. Süregiden bir ayrılıktır. Hele hele benim gibi kendini korumayı beceremeyenler için gözden dahi ruha uzanan kesikler vardır. Bu pencereden bakınca; her yeni bakış, yeni bir farkediş ve yeni bir yoklukla tanışmadır. Ve yitirişin, şuurunda olunsun-olunmasın, sancısını çekmedir.

İnsan büyük bir acıyla yüzleştiğinde onu tam yaşar. Tesirini tam hisseder. Çözümünü tam arar. Yaşadıklarını ondan bilir. Fakat küçük küçük acıların 'insanı uyandırmayan' bir gerginliği vardır. Üstelik böylesi gerginlikler, doğru adresleri bilinmediği için, başka adreslere de yansıtılır. Zararı giderek katlanır.

Hafiften devam eden bir dişağrısını (veya kaşıntısı demeli) çektiğim günlerde nasıl gergin olduğumu hatırlarım. Dişçiye gitmedim. Çünkü dayanabiliyordum. Ancak etkilenmediğim konusunda kendime dahi yapmacıktım. Çünkü geriliyordum. Çabuk kızıyordum. Konsantre olamıyordum. Dikkatimi veremiyordum. Kanaatimce günümüz insanı takvadaki eksikliği nedeniyle böyle bir 'yoksunluk stresi' yaşıyor. Her gün bin Leyla'yı teklifsiz gönlüne sokuyor ve aynı anda bin Leyla'nın yokluğunu taşıyor. Bu bizi her gün biraz daha denizin dibine çekiyor. Mecnun olmadığımıza şükretmeli.

Mürşidimin 'bu asrın hırçın yüzünde' suretperestliğin izini görmesi boşuna değil. Artık sayamayacağımız kadar çok Leyla var. Hepsi de bir 'tık' uzağımızda. Cep telefonunda her an taşınır/ulaşılır halde. Afişlerde, posterlerde, reklamlarda, her yerde!

Gönlümüzden içeri girenlerin sayısını arttıran şu 'perestlik' belalı birşey. Hayatın sabit fon müziği gibi sürekli yokluk şarkıları söylüyor. Gıptamızı arttırıyor. Özlemimizi körüklüyor. Yoksunluk yarasını büyütüyor. Ve bazen hasetle söylettiriyor. (Hatta isyan ettiriyor.) Yani: Hayatı 'sürekli kaybeden olarak yaşadığımızı' fısıldıyor bu yara.

Müslümanın takvaya sarılması bu açıdan, tam da Ebubekir Sifil Hoca'nın kastettiği şekilde, bir korunmadır. Önleyici tedbirdir. Ruh sağlığını korumasını da sağlar. Psikolojimizi düzeltir. Yaralarımızın çoğalmasını engeller. 1. Lem'a'nın verdiği ders ile düşünürsek: Her günah içinde küfre giden yolun 'yoksunluk kapısını' daha sık kullanmasını engellemez mi takva? Ne diyelim: Allah bizi günahlarıyla yoksunluk yarasını büyütenlerden eylemesin. Firavun'unu şükrüyle ezenlerden eylesin. Âmin.

9 Ağustos 2017 Çarşamba

Belki de ben çirkin değilim sen çok yakınsın

Yakından bakılan hiçbir yüz güzel değildir. Gözenekleri vardır. Siyah noktaları vardır. Sivilceleri vardır. Belki terlidir. Yediği yemekten iz kalmıştır. Belki düzgünce de traş olmamıştır. Burun kılları uzamıştır. Dişine maydanoz takılmıştır. Yakından bakarak kimseye âşık olmazsınız. Yanında uzun müddet kalınarak kimseye hayran olunmaz. (Ancak ki o insanın kemali bütün hayatını kaplayan bir kemaldir.) Bu yazıma aranızda hak verecek çokların olduğunu umuyorum. Öncelikle hemen belirteyim: Sosyalmedya düşmanı değilim. Doğru şekilde kullanıldığında pekçok hayrı olduğuna inanıyorum. Nitekim kendim de kullanıyorum. (Hem de istemediğim kadar çok.) Ancak sosyalmedyanın bize kötü birşey yaptığının da farkındayım. Nedir o? Bizi 'an'ların insanı haline getiriyor.

Bazılarımızın bundan bir şikayeti olmayabilir. Ancak özellikle yazar-düşünür kısmımızın olmalı. Çünkü yazmak/düşünmek özünde 'an'a değil 'sürec'e bakan şeyler. Süreçle yetişen, olgunlaşan ve kemalini bulan şeyler. Aklınıza gelen herhangi birşeyi bir twit olarak paylaşmakla bir yazı haline getirmek arasında büyük farklar var. Yazı bir olgunluktur. Üstünde durulmuşluktur. Tekrar tekrar düşünülmüşlüktür. Bir yazıyı ne kadar hızlı yazarsanız yazın, bir saatte bile yazsanız, başından sonuna geldiğinizde başka bir insan olursunuz. Hakkında yazdığınız meseleden bir nebze uzaklaşırsınız. Yazmaktan yorulursunuz.

Yorulmak uzaklaşmaktır. Öfkeniz geçer. Heyecanınız diner. Bu uzaklık aynı zamanda bütünü görme imkanı verir size. Birşey hakkında fazla duygulanmak ona aşırı yakın olmanın (zamansal veya mekansal) alametidir. Uzaklaştıkça duygulanım azalır. Mantık daha rahat işler. Mürşidimin de dediği gibi: Zaman bir müfessirdir. Üzerinden zaman geçen olaylar sizin için bir derece tefsire uğrar. Açıklık kazanır. İnsanlar hakkında yazar. Başkaları başka başka bakış açıları sunar. Siz de o meseleye bakarken olgunlaşırsınız bekledikçe.

Hakkında bir yazı yazsanız güzellikle ortaya koyacağınız, belki daha az yanılacağınız, belki muhatabınızı daha güzel ikna edeceğiniz birşeyi twitlerle anlık iletiler şeklinde tüketmek elinizi zayıflatır da zayıflatır. Sonra tekrar yazacak enerjiniz de kalmaz. Ben bunun sancısını çok çekiyorum. Hem şu da var: Twit attığınız hiçbir mesele arkanızda kalmıyor. Ancak hakkında yazınız olan meseleleri arkanızda bırakabiliyorsunuz. Bu yönüyle twitter'ı yazar katili gibi görmeye başladım. Hatta çoklarını katlettiğini gözlerimle görüyorum. Ahmet Haşim bir yerde 'resim' ve 'fotoğraf' arasındaki farkı ortaya koyarken diyor ki:

"Fotoğraf adesesine zerre kadar itimadım yoktur. Bundan dolayı fotoğraf aletinin keşfiyle 'portre' ressamının vazifesine nihayet bulmuş gözüyle bakanlara hak vermek bence müşküldür. Şekil ve madde ışığın akislerine göre her an değişir. Bu itibarla hiçbir çehrenin, vasıfları belirli, bir tek görünüşü yoktur. Fırça sanatkârı resmedeceği çehre üzerinde uzun müddet hayatının iniş ve çıkışını gözlemek ve onu birçok değişikliklerinde tesbit etmek suretiyle, nihayet gerçek hüviyetin gizli hatlarını sezmeğe ve görmeğe muvaffak olur. Fotoğraf bu zihnî tahlil ve terkip kudretine sahip değildir. Onun için hassas cam üzerinde beliren şekle bir vesika kıymeti izafe edilmez."

Bu metinde ifade edilen hakikatin 'anlık ileti' ve 'yazı' arasında da geçerli olduğunu söyleyemez miyiz? Ben söyleyebileceğimizi düşünüyorum. Öyle ya! Acele bizi parçayla muhatap ediyor. "Hayır küllî, şer cüz'îdir..." sırrında gizlenen bütüncül bakıştan aklımızı mahrum ediyor. Yazmak yerine twit atmayı seçtiğimiz herşey belki de kürtaj ettiğimiz bir fikir. En iyi ihtimal bir erken doğum. Bebek için yine tehlikeli. Hadi, hepsi için böyle olduğunu söylemek abartı olur, ama yok mu böyle cinayetler? Kaç yazar öldürdü sosyalmedya siz de görüyorsunuz.

Metinlerini okumaktan keyif aldığınız insanların anlarıyla karşılaştığınızda nasıl inkisar-ı hayale uğradığınızı biliyorum. Ben de yaşadım çünkü. Belki bazıları da benimle yaşadı. Bir yazıda güzel olan insan, aslında bir yazı bütünlüğünde güzelliği görülebilen insandır, anlarda değil. (Bazı filmlerin güzelliği de sonuna kadar izlemekle ortaya çıkmaz mı?) Anların adamı olmaya çalıştıkça çirkinleşmeye başlıyoruz. Belki de sosyalmedyadan üzerimize akan çirkinlik de bu açıdan yanıltıcı bir çirkinlik.

Bu insanlar, bir saat yanlarında otursanız siz de bileceksiniz, böyle kötü değiller. Ama o anlarda, o çirkin anlarda, kötüler. Cüz'îde şer daha sık göz kırpmaya başlıyor. Normalde bu anları bilmezdiniz. Şahitleri olmazdınız. Hayatlarını bu kadar yakından görmezdiniz. Ancak devir değişti. Artık o anları size pek kolay ulaştırabiliyorlar. Bu da korkunç değil mi! Örtünemiyoruz. Settar isminin bir perdesini kendi elimizle yırttık. Zamanın örtücülüğünü kullanamıyoruz. Beklemenin olgunluğundan faydalanamıyoruz. Özgürleşirken esir alındık. Ne kadarına ulaşabilirsek o kadarı da bize ulaşıyor. Kimin köle kimin efendi olduğu belli olmayan bir ilişki bu.

3 Mayıs 2017 Çarşamba

Sevilmek neden iyi gelir?

Ötekilerin tesiri geçicidir. Şunların tesiri değiştiricidir. Hakverdiğim şeyler beni daha kesin bir şekilde etkiler. Çünkü değiştirirler. Ben son zamanlarda böyle düşünüyorum: Birşeyin bizi değiştireceğini 'ona hakvermemizden' anlarız. İçimizdeki çığırtkan amigosu, söylenilenin bizdeki bir açlığa karşılık geldiğini ve muhtemelen uzun bir süre kursağımızda kalacağını, heyecanıyla ve onla meşguliyetiyle haber verir. Yaşanılan, yaşamaktan memnun kalmadığımız birşey de olsa, eğer bizi değiştirecekse, ona içimizde bir yerde hakveririz. Bize yaşattığı şeyin bir parçasını üzerimize alınırız. Alınmadığımız hiçbirşey bizi değiştirmez.

Kitabın da beni en çok etkileyen, dolayısıyla hakverdiğim, cümlesiydi. Dilek Emir, Tek Kişilik Kahvaltı'da, diyordu ki: "Birden sevmeye başlıyorsun kendini, biri seni sevmeye başlayınca." Ben de bu cümlenin bir açlığımı doyurduğunu hissettim. İçimdeki bir taşın yerine oturduğunu sessizce işittim. Bu huzurun bende daha uzun konaklamasını istedim. His gibi gelip geçen birşey olmaması için aklımla peşine düştüm. Sezilen 'bazen'dir bilinen 'herzaman'dır. Tefekkür sezilenin 'bilinen' kılınmasıdır. Bir sezgi avıdır. Kafesinizdeki kuş göktekinden daha uzun bir süre sizin olur. Hangi şartlarda tekrar ettiği bilinen 'kanun-fiil' size 'tesadüf-fiil'lerden daha çok eşlik eder. Birşeyin nizamının kavranması, bir açıdan, tekrarının sağlama alınmasıdır. Tefekkür de ibadetleri sağlama alır.

Sadede dönelim: Bu neden böyle oluyordu? İnsan kendi kemaline neden yalnızca kendisi inanarak mutlu olmuyordu? Kendisine inanmıyor muydu? Kendi şahitliği benliğine yetmiyor muydu? Mutlaka bununla ilgili tarafları vardı. İslam hukukunda, çoğu meselede, birşeyin isbatı için 'iki şahit' gerekirdi. Demek insanın tek kaldığında güvenilmez bir yanı da vardı. Öyle ki, kendisinin sevilecek birisi olduğu konusunda bile, ötekisinin şahitliğine açlık duyuyordu.

Sonra bunu, Kur'an'da, Cenab-ı Hakkın kendisinin şahitliğini dile getirdiği ayetlerle birlikte düşündüm. Allah'ın 'şahit olarak yettiğini' haber verdiği her yerde aslında bu açlığıma bir şifa bulunduğunu farkettim. Kulların takdiri bana sırtını döndüğünde, yaptığımın doğru olduğuna hâlâ inanabilmek için, Rabbim bana kendisini hatırlatıyordu. Bu ilacı da yarama çaldım. 'Elhamdülillah' dedim. Fakat durmadım. Yoluma devam ettim.

Mustafa Ulusoy abinin Aynalar Koridorunda Aşk'ta dile getirdiği 'başkalarının kalbinde varolma' sırrı geldi hatırıma. Diyordu ki orada Mustafa abi: "Erkek arkadaşının kalbinde bir yerinin olması, onda varolma duygusu uyandırmıştı. Aşkla sanki yeniden hayat bulmuştu. Aşkla sanki kendini, varlığını kazanmıştı. Önceden hissedemediği kendini hissetmeye, dokunamadığı hayata dokunmaya başlamıştı. Ayakları yerden kesilmişti, uçuyordu. 'O beni seviyor anne, seviyor! Anlıyor musun, beni seviyor!'"

Demek: Şahit olunmak da bir çeşit varlık. İnsan nasıl konuşarak, yazarak, savaşarak, soluyarak, büyüyerek, tadarak, hareket ederek, üreterek varoluyorsa şahit olundukça da varoluyor. Ve bize şahit olunması, aslında, bir kişinin kalbinde daha varolmamız. Orijinalinden hariç bir beden daha kazanmamız. Bir aynaya daha sahip olma. Bir kalpçik genişlik daha kazanma. Evimize bir oda eklenmiş gibi. Varlığımızın arttığını hissediyoruz bu şahitliklerle. Doğrulandıkça başka kalplerde 'hakverilmiş' bedenler kazanıyoruz. Yalanlandıkça bu bedenler yitiriliyor. Küsüldükçe bizi rahatsız eden acı bundan. Varlığımızın eksildiğini hissediyoruz. Bu bize yokoluşu çağrıştırıyor. Yokolmaktan korkuyoruz.

Sonra bir kapı daha açıldı içimde. "Güzel şeyleri anmak insanı neden mutlu eder?" diye düşündüm. Şöyle bir kanaate vardım en nihayet: Andığımız şeylere de bir dahlimiz var. Şahit olduğumuz hiçbir parça büsbütün ötemizde değil. Şahitlik bir nevi varoluş akrabalığı. Bir şekilde dahil olduğumuzu hissettiğimiz güzellikleri anmak bize kendimizi iyi hissettiriyor. Çocukluğumuzun güzel anıları, okul yılları, ilk aşkımız veya ilk kitabımız... Bütün bu güzelliklerde anmakla yüreğimizde tazelenen şey, aslında, varlığına (şahit olmakla olsun) dahil olduğumuz şeyin güzelliğinin bize de bulaşması. Mürşidim şöyle diyor bir yerde:

"İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir. İşte, bunun gibi, ben de, sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur'ân-ı Kerîmin hakaikinden telemmu' etmiş şualardır."

Duha sûresinde "Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an!" denilerek haber verilen tahdis-i nimet hakikati, Bediüzzaman'ın bize izah ettiği tarafıyla, böyledir. Bu şunu da haber verir sanki bize: Biz, sadece elimizden çıkanlarla (bütüne sahip olduklarımızla) değil, üzerimizden gerçekleşen güzelliklerle de (parçası olduklarımızla da) mutlu oluruz. Hem bu meselenin şöyle bir tarafı da var: Elimizden çıkanlar da hakikatte üzerimizden geçenlerdir. İnsanın gücü fiil yaratmaya yetmez. Amma iradesi bir fiilin parçası olmaya yeter. Demek: Her mutluluğumuzun özünde bir güzelliğe dahil edilmenin/olmanın sevinci var.

Buradan da zikrullahın kalpte yarattığı hoşnutluğa ve Kur'an'daki "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" sırrına bir kapı buldum. Galiba Allah'ı anmakla bizi mutlu eden şey de, aslında, sonsuz güzellikteki yaratışının bir parçası olduğumuzu hissetmekle yaşadığımız sevinç. Onu anmakla mü'minlerin zevklenmesi, kalplerinin coşkuya gelmesi, en avamımızın bile adının sıkça anıldığı yerlerde huzur bulması böyle bir derinlikten kaynaklanıyor.

Bu şekilde kendi güzelliğimize de inanıyoruz. Bu tekrarla buna imanımızı da hatırlıyoruz. Fakat şu noktaya ayrıca dikkat: Biz 'bizzat olarak' değil 'bir güzelliğin parçası olarak' güzeliz. Dair olmakla güzeliz. Dolayısıyla güzeliz. Çünkü bizi o yarattı. Bizi güzel esmasının tecellileriyle kuşattı. Yaratmasıyla ve kuşatmasıyla güzeliz. Hem yaratması ve kuşatması ilgisinin delili. İlgisi de sevgisinin delili. Zikri ile meşgul olunca bu yüzden mutlu oluyoruz. Hem kendimizi sevmeye başlıyoruz. Hayatımızdan razı oluyoruz. Huzur buluyoruz. Çünkü farkediyoruz: Birisi bizi çok seviyor.

2 Kasım 2016 Çarşamba

Taşıyamadığın mülk senin değildir (2): Hakikat herşey bittiğinde de kalandır

Bu yazıyı bir önceki yazının tetimmesi gibi kabul edin. Ancak ona yaslanırsa ayakta kalacak. Bediüzzaman'ın 17. Lem'a'da geçen bir ifadesinin ne anlama geldiğine dair bir tefekkürüm bu. Önceki yazıyla 'anlam kardeşliği' olduğu için arkasından okunmak ona da iyi gelecektir. Hem anlatırken bana, hem anlarken size bir kolaylık sağlayacaktır. Anlayamadığım o ifade ise.... Bediüzzaman mezkûr metinde felsefe şakirdi ve Kur'an tilmizini karşılaştırırken diyor ki:

"Hem iki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur'ân, kendi şakirtlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerrâtını, birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin ellerine verir, 'Evradlarınızı bununla okuyunuz' der. İşte, Kur'ân'ın tilmizlerinden Şah-ı Geylânî, Rufâî, Şâzelî (r.a.) gibi şakirtleri, virdlerini okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerrâtı, katarat adetlerini, mahlûkatın aded-i enfâsını tutmuşlar, onunla evradlarını okuyorlar, Cenâb-ı Hakkı zikir ve tesbih ediyorlar."

Doğrusu bu kısımda virdlerinde/zikirlerinde andıkları silsile-i zerrat, katarat adetleri ve mahlukatın aded-i enfası ile Kur'an tilmizlerinin felsefe şakirtlerine nasıl bir üstünlük sağlandığını anlayamıyordum. Yani salt bir 'kainatın zerreleri adedince' veya 'denizlerin dalgaları sayısınca' veya 'mahlukatın aldığı nefesler miktarınca' demekle felsefeye nasıl bir üstünlük sağladığımızı çıkaramıyordum. Yıllarca bu paragrafı 'yanından geçerek' okudum. İsra sûresinin 44. ayetinde denildiği gibiydi halim: "Ancak siz onların tesbihlerini anlamazsınız." Fakat ayet-i kerimenin devamı, ihtar ettiği isimlerle anlayamadığımı terketmememi, kapısında beklememi, hatta tekrar be tekrar denememi emir buyuruyordu sanki: "Şüphesiz ki O, Halîm'dir, Gafûr'dur." Ben de terketmedim, bekledim, denedim.

Bugünlerde bu nazlı sırrın duvağını birazcık açtığını düşünüyorum. Allah muvaffak ederse, becerebilirsem, anlatmayı deneyeceğim. Öncelikle şunu belirteyim: Bence bu sırrın da gözü parça-bütün ilişkisine bakıyor. Hani (Çin atasözü olarak duyduğum) şöyle hakikatli bir kelam vardır: "Büyük kafalar fikirleri, orta kafalar olayları, küçük kafalar kişileri tartışır." İşte bence Bediüzzaman'ın yukarıda dikkatimizi çektiği 'inbisat-ı ruh' da böyle birşey. Yani bu insanlar bizim gibi küçük meselelerin insanı olmaktan çıkmışlar. Artık kainatın anlamı hakkında konuşuyorlar. Bütün varlığın anlamının saklı olduğu el-Esmaü'l-Hüsna'yı tefekkür ediyorlar. Dillerinde o, işlerinde o, gözlerinde o....

Mürşidimin "Hattâ, muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir. Hattâ, birtek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir..." demekle nazarlarımıza verdiği gibi, hakiki hakikatin bilgisi onlarda. Bu, belki, yeni ceptelefonu modelini veya tuttuğu takımın maçını, kılacağı namazdan daha heyecanlı bir şekilde bekleyen bizler için anlaşılır birşey değil. Duygularla ulaşmak zor oluyor. Ama hakikat.

Hakikat herşey bittiğinde de kalandır. Kelimat-ı mübareke diye tabir ettiğimiz her sözcük; mesela Hasbunallah, mesela Bismillah, mesela Elhamdülillah, mesela Allahu Ekber, mesela Subhanallah; aslında bütünün (bizim önemsediğimiz bütün amaç, niyet ve anlamlardan daha aşkın olarak) gerçek anlamını sunar bize. Yerçekimi kanunu hangi derdinize deva olur? Termodinamik düzen ailenizdeki hangi sorunu çözer? Suyun kaldırma kuvveti kimi intihardan döndürebilir? Ama el-Esmaü'l-Hüsna'nın içerdiği anlamlar bunu yapar. O anahtarı hangi kilide vursanız size bir çıkış yolu gösterir. Ölüm bile (hatta kıyamet bile) engel olmaz onların hakikatinin varlığına. Allah'ın isimleri, bir önceki yazıda da söylemeye çalıştığım gibi, varlık bütünlüğünün asıl anlamlarıdır. Her kapı onlara çıktığı gibi; en büyük dairede, gerilerindeki herşeyin saçmalaştığı/güdükleştiği bir düzeyde, onlar görünür.

"Sonra, o âlem-i hayvânât içinde, etfal ve yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları, hazin ve herkesi rikkate getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm. Birden, Rahîm ismi şefkat burcunda tulû etti. O kadar güzel ve şirin bir surette o âlemi ışıklandırdı ki, şekvâ ve rikkat ve hüzünden gelen yaş damlalarını, ferah ve sürura ve şükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi."

Kendimizi mihenk almayalım. Biz burada çok küçük meseleleri büyüterek yaşıyoruz. O yüzden bu sırrı yeterince kavrayamıyor olabiliriz. Ama bütünün sırrını kavrayanlar, ellerinde o bütünlüğün her köşesinde geçen kanunlar, kelimeler, tefekkürler ve sırlarla virdlerini okuyorlar. Maneviyatın sultanı onlar. Çünkü anlamların şahını keşfetmişler. Dillerinde her kapıyı açan, her zamanda geçerli ve her mekanda anlaşılan kelimeler var. Fikirleri yalnız bunlarla meşgul oluyor. Onlara yalnız bunlar 'emeğe değer' görünüyor. Yanlarına varsan, sohbetlerine katılsan, dillerini dinlesen senin de gönlün genişliyor. Sanki bu dünyanın dışına çıkıyorsun. İşte inbisat-ı ruh/ruh genişlemesi budur. Ben ve sen "Bu sabah gömleğin üzerine ne renk ceket giysem?" veya "Beşiktaş'ın bu sene şampiyon olur mu?" diye düşünürken, onlar, kainatı kuşatan anlamlara gönül vermişler. Elbette sana ve bana nazaran inbisat etmişler.

8 Ekim 2016 Cumartesi

Kader barıştırır...

Herşey kendi fenasına doğru gidiyor. Bizde görünenlerin aslında bizim olmadığını ömrümüzün sonuna doğru bizden alınmasıyla anlıyoruz. Her güzellik varlık konağında misafir. Varlığın kendisi bile varlıkta misafir. Akıp gidiyor herşey. Bu akıp gidişler içinde ayakta durmaya çalışıyoruz. Akıntıya karşı yüzmenin hiçbir anlamı yok. Akıntı çok güçlü. Akıntı karşı konulmaz. Akıntı ölüm. Ölüme karşı koyabilen oldu mu hiç? O vakit onunla yüz(leş)mesini öğrenmek gerek. Akıntı ancak onun aktığı yöne doğru yüzenlere yardım eder.

Meselenin nehirle boğuşmak olmadığı buradan anlaşılıyor. Nehirle barışacaksın. Nehirle beraber yüzeceksin. Onun debisini gücün haline getireceksin. Yahut şöyle ifade edelim: "(...) senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar..." Akıntıya dahil olarak gücünden güç alacaksın. Bırakıp gidenler canını yakmayacak, hatta sana can sağlığı verecek.

Bu nasıl mümkün olur? Bu ancak onların gidişini doğru şekilde anlamlandırmakla olur. Yaralarının bir anlamı varsa, onlara bakmak yüzünü güldürür, canını acıtmaz. Sızısıyla bile barışırsın. Kesiğine nakış muamelesi yaparsın. Dostun için yediğin bir kurşun neden pişmanlığın olsun? Sen ona her bakışında varlığıyla iftihar edersin. Yavrusu için aç kalmak hangi anneye elemdir? İşte biz de yaralarımız böyle iftihar vesilelerine dönüştürmeliyiz. Bunun yolu doğru anlam. Anlam dönüştürücüdür.

Anlamda bir sihir var. Akıntıyı sırtımıza almamızı sağlıyor. Yaşadığın olayı anlamlandırış şeklin onu sırtına mı yoksa karşına mı aldığını da belirliyor. Kadere iman, bu açıdan, sırtına alışların en güçlüsü. Çünkü iradenin eseri sandığın meselelerde aslında hata yapmaz bir iradenin kontrolünden geçtiğini ihtar ediyor. Yazar için editörün varlığı bir rahatlıktır.

Neden rahatlıktır? Metinlerinin basılmadan önce ehil bir başkası tarafından okunduğunu bilmek, onların o kadar da kötü olmadığına/olmayacağına dönük bir teselli sağlar. Biz de kesbettiklerimize karşı bir teselli buluruz kadere iman sayesinde. 'Keşke'lerimize ilaç olur. Kaçırılan fırsatlar başkasının kontrolünden geçmiştir. Bir hatada herşeyi yıkacak kadar başıboş değilizdir çok şükür.

Biz ne kadar kesbedersek kesbedelim Allah yaratmaktadır fiilerimizi. Onun yaratışı hayırdır. "Halk-ı şer şer değildir, kesb-i şer şerdir." Ve Onun yaratışı mutlak güzeldir. "Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir." Onun halkına bakan yönü elbette hayırdır varlığın. Bir bizim elimizi yakmakla ateş kötü olmaz. O kadar da ileri gitmiş olamayız. O kadar da herşeyi batırmış olamayız. Bundan büyük teselli olabilir mi?

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Güzelliğin bedeli...

Aslında hakkında yazacak kadar olgunlaşmadı kafamda. Ama madem sosyalmedyada üzerine müzakerelerde bulunduk, sarf-ı kelam etmek kaçınılmaz oldu. Allahu'l-alem deyip başlayalım. Mürşidimin şöyle bir ifadesi var: "Evet, nasıl ki hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir." İki yerde geçiyor bu ifade. 15. Söz olan "seb'a semavat" bahsinde ve 29. Söz olan "Bekà-i ruh ve melâike ve haşre dairdir..." bahsinde. 15. Söz'de geçişi az bir farkla şöyle: "Evet, hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir..." Her ikisinde de bağlam aynı. Bu sözler meleklerin varlığının isbatı için ortaya konan bir argümanın parçası olarak zikrediliyor. Peki, o argümanın devamı nasıl? İkisini de alıntılayalım.

Önce 15. Söz: "Evet, hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir. Halbuki, ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu haşmetli nezarete ve şu vüs'atli ubûdiyete karşı milyondan birisini ancak yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve mütenevvi vezaife ve ibâdâta, nihayetsiz melâike envâı ve ruhaniyat ecnâsı lâzımdır." Sonra 29. Söz: "Evet, nasıl ki hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir. Öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü san'at içinde gıda-yı ervah ve kut-u kulûb, elbette melâike ve ruhanîlere bakar, gösterir."

Şimdi, benim bu bahislerden hareketle geliştirdiğim tefekküre bakalım: Bana öyle geliyor ki; Allah'tan başka herşeyin güzel olmakla ödediği bir bedel var. Bu belki de güzelliğin onlardaki arızî durumuyla ilgili birşey. (Kalmamasından dolayı farkedilmesine/şahitliğe muhtaçlar.) Ancak güzel olan herşey, güzel olduğu şeyle ilgili bir başka şeye açlık/ihtiyaç duymakla, bedel ödüyor. Her güzellik bir açlıkla birlikte yaratılıyor. Onu arıyor. Onu soruyor. Ona sancıyor. Bazen şuurunda oluyor bazen de olamıyor.

Mesela: Bir bebek, Allah'ın bahşettiği şirinlik ile (şirinlik de bir çeşit güzelliktir) aynı zamanda kendisinin o şirinlik şanınca sevilmeye muhtaç olduğunu hissettiriyor bizlere. Şirinliği ihtiyaç duyduğu şeyin alameti oluyor. Ve yine bir yazar, kendisine verilmiş 'güzel yazma' yeteneğinin istenciyle, takdirini arzuluyor metinlerinin başkalarınca. Yazışındaki özen de bunun alameti oluyor.

Her birimiz, şuurlu sahipleri olarak, bize bahşedilen güzelliğin bedeli olan açlığı omuzluyoruz. Çocuksak ilgi istiyoruz. Yazarsak okunmak istiyoruz. Güzelsek âşık olunmak istiyoruz. Çocuk büyürken güzelliğinde meydana gelen değişim ihtiyaç duyduğu hissediş şeklinin de değiştiğini haber veriyor. Kız çocuğu büyüyor, genç kız oluyor, çevresinin ona karşı hissedişi de güzelliğin rengindeki bu değişimle beraber değişiyor. Çünkü kızın açlığı da değişiyor.

Peki, bu bahsin meleklerle ne ilgisi var? Şöyle bir ilgisi var: Canlılar kendi açlıklarını kendileri hissederler. Peki, cansızların bedelini kim ödeyecek? Onların yüklendiği güzellikten gelen hissediş bedelinin sorumlusu kim olacak? Bence tam da bu noktada melek kardeşler devreye giriyorlar işte. Cansızın canına değmesi gereken her ne varsa müekkel meleğinin canına değiyor. Nasıl söylesem bunu? Bir genç kız güzel bulunmak ister de bir melek güzel bulunmak istemez mi?

Bence ister. O nedenle insanla bu kadar ilgililer zaten. Onlar Cenab-ı Hakka tesbihatlarını sunarken bizler de onları ve sorumlusu/nazırı bulundukları şeyleri güzel bularak sevindiriyoruz. Meleklerin mü'minler için istiğfar ettiklerini, dua ettiklerini, selam ettiklerini, merak ettiklerini bildiren ayetler/hadisler aynı zamanda onların bizimle olan ilgilerine işaret etmiyorlar mı?

İşte bu ilginin kaynağı bence tam da bu hissediştir. Cansızların güzel olmakla yüklendikleri açlık/ihtiyaç bedelini onlar adına müekkel melekleri yüklenir. Ve siz iltifat ettiğinizde çiçeğinizin daha bir coşkuyla açtığını görürsünüz. Ağzınız hoş sözlü ve dualı olduğunda nesneler sanki size kolaylık yüzlerini gösterirler. Onları güzel bulmuşsunuzdur, güzellikle anmışsınızdır, başlarındaki güzelleri sevindirmişsinizdir. Onlar da size gözkırpmazlar da işleriniz rastgider. Bütün bu güzellikler sadedinde belki, mürşidim, Duhân sûresinde geçen "Yer ve gök onlara ağlamadı..." ifadesini tefsir ederken der:

"(...) Mefhum-u sarihiyle ferman ediyor ki, ehl-i dalâletin ölmesiyle, insanla alâkadar olan semâvât ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani, onların ölmesiyle memnun oluyorlar. Ve mefhum-u işarîsiyle ifade ediyor ki; ehl-i hidayetin ölmesiyle semâvât ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını istemiyorlar. Çünkü ehl-i iman ile bütün kâinat alâkadardır, ondan memnundur. Zira iman ile Hâlık-ı Kâinatı bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip hürmet ve muhabbet ederler. Ehl-i dalâlet gibi tahkir ve zımnî adâvet etmezler."

Melek kardeşlerimiz neden düşmanlık etsinler? Sen onları bulunmak istedikleri gibi güzel buldun. Bilfiil olmasa da binniyet buldun. Onların açlıklarını giderdin. Ruh-u tayyibenin gıdası kelime-i tayyibe idi. Sen de onları anılmak istedikleri gibi güzel andın. Örneğin: Denize Rabbisinin sanatı olarak iltifat ettin. Başındaki melek senden hoşnut oldu. Çünkü o denizdi. İsmi deniz değilse de ruh-u denizdi. Üzerine alındı. Ağaçta, taşta, karda, kışta, sıcakta, ayazda, dağda, kırda hep bunu yaşadın. Ahiretteki hukukunuza neden şaşırıyorsun? Bu dünyada gönüllerini aldığın güzeller elbette ahirette seni hoşamedi edecekler, inşaallah.

6 Haziran 2016 Pazartesi

Güzeller güzelliğin mülküdür

Ne yazık arkadaşım. Bize esmaü'l-hüsnadan bir tecelli bahşedildiği zaman hemen ‘mülkümüz olduğunu’ sanrılıyoruz. Yani, hâşâ, sanki koparılmış da bir parçası bize verilmiş gibi tahayyül ediyoruz. Tuttuk mu kalır. Avuçlarımızı sıkarsak çıkmaz. Geri alınmaz. Böyle zannetmekte elbette hata var. Çünkü bize bağışı Rahman'ın hazinesinden eksilmez. O öyle bir Malik-i Hakikî'dir ki verdiği mülkünden çıkmaz-çıkamaz. ‘Ondan’ fakat ‘Onda kalarak’tır tüm hediyeleri. (6. Söz'deki kıssayı hatırla tam şimdi. Allah emanet verdiğini senden satın alıyordu.)

Hiçbir fakirin istifadesi o Sultan’ın hazinesini eksiltemez. Neden? Çünkü ancak çıkan eksilir. Çıkaramaz ki mülkiyet alanından eksiltebilsin. Kendisi çıkamayan neyi çıkarabilir? (Rahman sûresinin 33. ayetiyle de mühürlenmiştir bu hakikat.) Yani ki: O Sultan’ın bağışı mülkünden bir kısmını mülkü-dışı bir alana verişi değildir. Mülkünü, yine mülküne, yine mülkünde kalarak emanetidir.

Arkadaşım bize bunu sandıran biraz da eyleyebildiklerimiz dikkat edersen. Bizdeki tecellinin irade-i cüziye kadarcık olsun bizden etkilenmesi onun ‘mülkümüz’ olduğunu düşündürüyor. 'Koparılmış' aldanmasına yol açıyor. Seçim yapabildiğimiz her alanda mülkiyeti parçalayabildiğimizi sanıyoruz. Aldanıyoruz.

Halbuki biz güzel olsak da güzelliği mülk edinemiyoruz. Ne tutabiliyoruz ne kuşatabiliyoruz. Ancak misafir ediyoruz. Birşeyi mülk edinmek tekeline almak gibidir. Bir evin hakiki sahibi olduğun zaman o ev başkasının olamaz. Başkasının da oluyorsa sen hakiki sahip değilsindir. Her istediğini yapamıyorsundur. Belki misafirsindir. Sahibin izniyle kalıyorsundur. O istediğinde misafirliğin de biter.

"İman aksinin imkansızlığıyla birlikte varolur!" demiştim bir diğer yazıda. Bu şu demektir: 'La ilahe' ile olur ancak 'illallah.' Şirkin yokluğuyla birlikte varolur tevhid. İkisi birden olamaz. Allah ancak İslam'ın anlattığı gibi bir Vahid-i Ehad olabilir. İlahlık seviyesinde bir kemal şirk kiriyle birlikte varolamaz. Kusursuzluk kusurlanamaz. Sınırsızlık sınırlanamaz. Sonsuzluk sonlanamaz. Halbuki şirk kokulu her ifade sonsuza bir sınır çizer. Diğerine alanı öyle açar.

Onun uluhiyeti ikinci bir ilahı sadece ‘gereksiz’ değil ‘imkansız’ da kılar. Çoklu yaratıcı tasavvuru ilahlığa yakışmayacak bir sınır tasavvurudur. "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir..." hakikatinden aldığımız derstir bu. "Temizlik imanın yarısıdır!" buyuran Aleyhissalatuvesselam da imandan önce giriştiğimiz putkırıcı hamleye işaret eder. (Bir işareti de bunadır.) Evet. Önce aksini ‘la’ ile süpürür sonra istikameti gönlümüze doldururuz. Yarısı gayrısının temizliğiyle şekillenir imanın. Gayrısını temizleyemeyenin imanı da yarım kalır.

Nerelere gittik? Yine uçtu gitti kalemim. Geri dönmeyi deneyelim: Bu kainatta güzel olan her ne varsa hepsi güzellik sıfatından pay sahibidir. Bir sıfatı ortaklaşa kullanırlar adeta. Birisinin güzelliği diğerininkini gözden düşürmez. Birisinin mezkûr sıfattan istifadesi diğerininkine engel olmaz. O halde sahipleri değiliz hiçbirimiz bu sıfatların. Işıkla aynaların hali gibidir böylesi sıfatlarla durumumuz. Demek biz bu sıfatları hakikaten elegeçiremiyoruz. Hiçbirisi gerçekten ‘bizim’ olmuyor. Ya? Bizle oluyor. Bizde oluyor. Bize oluyor.

Işık, yansımakla aynanın, aydınlatmakla nesnenin mülkü olmadığı gibi bu sıfatlar da bizde mülk olamıyor. Belki tam tersi bir şekilde biz o sıfatın mülkü oluyoruz. Biz güzelliği elegeçirmiyoruz. Güzellik bizi elegeçiriyor. ‘Işığın aynayı elegeçirişi’ aynı zamanda ‘aynanın ışığı elegeçirişi’ değildir. Burada ayna ancak istifade edendir. Işıktır aslında onu elegeçiren. Belki mazhar olduğumuz her esmaü'l-hüsna tecellisi üzerimizde işleyen yeni bir fetih hareketi. Böylesi her tasarruf binler esmanın bayrağıyla bizim yalnız Allah'ın mülkü olduğumuzun ilan edilişidir. Hiçbirisine karşı mukavemetimiz yoktur. Elhamdülillah. Evet. Elegeçiriliyoruz. Her an üzerimizde yeni fetihler oluyor Allah'ın iradesiyle.

Bu açıdan bakınca Bediüzzaman'ın ‘terzi-model’ örneği daha bir zenginleşiyor gözümde. Nasıl? Açayım: Bu oturmalar-kalkmalar oturmayı-kalkmayı mülk edinmemiz değil aslında. Elbise bizim değil. Biz modellik ücretiyle elegeçirildik. Varolmak öyle karşıkonulmazdı ki varolduk. O kadar güzeldi ki mestolduk. Gayrı o elbise üzerimizdeyken yapılan herşey terzinin bizim üzerimizdeki hakkıdır. Karşı koyamayız. (Şehir Fettah'ın mülküdür.) Ki zaten meftunuyuz o değişmelerin. Allah'ın mülkü olduğumuzun bir delili de şudur bence arkadaşım: Esması elegeçirdikçe canlanıyoruz. Daha daha farklı şekillerde de Onun mülkü olduğumuzu anladıkça hayat kuvvet buluyor bizde.

Belki de o yüzden mürşidim Mesnevi-i Nuriye'sinde diyor:

"Mümkün ünvanı altındaki eşyanın vücudunda tagayyür var. Yani keyfiyetleri-halleri değişir. Binaenaleyh, mümkün olan birşeyin dâima bir halde tevakkuf ve sükût etmekle atâlette kalması, o şeyin ahval ve keyfiyetleri için bir nevi ademdir. Çünkü, o şeyin istikbal halleri ademde kalır. Yol bulup vücuda gelemez. Adem ise, büyük bir elem ve bir şerr-i mahzdır. Binaenaleyh, faaliyette lezzet olduğu gibi, ahval ve şuûnatta da bir tebeddül olup, bu tahavvül ve tebeddülden neş'et eden teessürat, teellümat, bir cihetten çirkin ise de birkaç cihetten de güzeldir. Evet birşeyin şekillerinde vukua gelen devir ve teslim sırasına gidenler müteessir, gelenler de memnun olurlar. Ve bu sayede hayat tasaffi eder, temizlenir. Vücut da teceddüd eder..."

Sahi: Hayatın hakikati neden üzerimizdeki esma tecellilerinin değişmesi olmasın? Akıntının şiddeti neden vücudun bu çeşidini göstermesin? Hareket-mekan-zaman arasında bir ilgi var. Belki hayatın da bu döngüde yeri var? Belki de varoluşun en hareketli-renkli halidir hayat. Neden olmasın? İşte böyle şeyler kalbime doldu bu gece de arkadaşım. Beğenirsen senin kalbinde de yatıya kalsın. Yerini yadırgamaz hiç. Korkma. Çünkü nihayetinde kalplerimiz de Allah’ın evidir.

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Leyla Mecnun'dayken güzeldir

Hepimiz bir yanımızla Abdullah b. Selam radyallahu anh gibiyiz arkadaşım. Elhamdülillah. Sırf yüzlere bakmakla da “Sahibinde yalan olmaz!” diye iman ederiz. Fakat, buraya dikkat buyur lütfen, bizimkiler o mübareğinkinden başka sûret giyer. Yüzün yaratıcısına gider. Yani ‘sanatının asıl sahibine.’ Öyle ya: Her yüzün Sânî-i Hakîm’i, dolayısıyla Mâlik-i Hakikîsi, Allah’tır. Öyle yüzler vardır ki, güzellikleri, en gafil yanlarımızı dahi Vacibü’l-Vücud’a ikna eder. Ki o kadar cemaldirler.

Bu farkediş bir parça sezgiseldir. Yani bilmeyiz ki hangi detay/detaylar güzel yaptı? Hangi kanunla-oranla bu tılsım yakalandı? Bu hususta hiçbir fikrimiz yoktur bazen. Lakin nasıllığını tarif edemesek de öyle olduğunu biliriz. Matematiğini teşhis edemeden nizamını sezeriz. İşte, arkadaşım, böylesi bir bilişle tanırım ben de güzelliği. Bir kere tanıdım mı da inkâr edemem.

Bütünden edinilen kanaattir sezgi. Gaybdan da haberli sanki. Parçalarla ifade edilmez. Tutmaya çalıştıkça dağılır. 'Hava gibi, nur gibi, su gibi.' Akılsa başka aşktadır. Kuşatabileceği şeyleri anlar. Kuşatamadığını parçalar. Güneşin varlığını ışığından/ısısından yani ki ‘tezahürünün parçaları’ diyebileceğimiz şeylerden hareketle isbat etmeye çalışır. Şems öylece gökte dursa da, her sabah doğsa ve akşam batsa da, akıl onu görebilmek için küçük delillere ihtiyaç duyar. Hansel ve Gretel'in, yani ekmek parçalarından yollarını bulmaya çalışan çocukların, şaşkınlığını yaşatır bize. Aradığının uzaktan görünen siluetine bakmak yerine yerdeki kırıntılarına bakar. Kırıntıları göremezse evin varlığına da güvenini yitirir. Bulamadığı kapıyı sarayın yokluğuna delil sayar.

Gösteremediğinde görünene güvenini yitirir. Çünkü akıl nakilcidir. İsbat edebilmekle varlığını eda eder. Bu noktada aklın nakilciliğini elbette hafızadan ayırıyorum. Hafıza birşeyi tutabildiği kadarıyla naklediyor. Ve mümkün mertebe saklayabildiğine sâdık kalıyor. Ama akıl aynı tutunmayı delalet yoluyla başarmaya çalışıyor. Akıl, hafızanın rağmına, işaret ettiğini değil işareti tutar. Düşünür ki: Parmak elde tutulursa gösterdiği zaten elegeçer. Kabul: Bu aklı bir açıdan avantajlı kılıyor. Çünkü tebliğ yapabiliyor. Farkındalığını naklediyor böylece. Başkaları da gördüğüne inandırabiliyor. Birini bin kılan bir zenginlik bu insanlık adına.

Güzelliğin matematikselliği elbette nizamı isbat eder. Nizamın isbatlanabilirliği de güzelliğin delilini oluşturur. Yani ki güzelliğin detayı düzenliliktir. Peki tek başına düzenlilik güzelliğin renklerini taşıyabilir mi? Hayır. Asla. Olmuyor. Hiçbir matematik cemali görmekle hissettiğimiz şeyi farkettirmiyor. O seziş başka bir biliştir. Şu biliş başka bir seziştir. Tamam. Elbette şahitliğimiz taşınabilir hale gelmiştir. Ancak kabından da epey dökülmüştür. Yitirmiştir. Kovanın altı delik gibidir. Öyle ki: Bazen bir denizi birkaç damla haline getirir. Ya, sahi, Mecnun ne kadar hoş şiirler de yazsa, okumak görmek gibi olmaz Leyla’yı. Bu da aklın acizliği, fakirliği.

Leyla ‘Leyla’ iken güzeldir. Ve hatta “Leyla Mecnun'dayken güzeldir.” İnsanın yaratılışındaki bir sır da böyle açılıyor sanki arkadaşım. Kalbimizden çıkmayanın sûreti, eğer kalbimize değmeseydi, yoz kayadan ne farkı vardı? Bir zevk dokunmadığı sürece metinlerin kıymeti nedir? Kıymetşinas bir nazar gezmezse tablo ne işe yarar? Mürşidimin 23. Söz'deki benzetmesiyle izah edersem: Demirciler çarşısında kaldığı sürece antikanın kıymeti ne ki? Yahut da kalbi görür Âşık Veysel’e müracaat edeyim: “Güzelliğin on para etmez./Şu bendeki aşk olmasa.”

Deistler yalan söylüyor. Öğretmensiz okul olmaz. Rabb-i Hakîmimiz kainat mektebini talebesiyle bir bütün olarak yarattı. Yokluğumuz elbette o sanatı kıymetsiz etmeyecekti. Hâşâ. Arızîler böyle iddialarda bulunamaz. Fakat Allah bereketi böyle yarattı. Böyle murad etti. Böyle diledi. Birimizi diğerimizle bin kıldı. Varlıktan geçen her insan ona bir ayna tutuyor. Varlık da insan sayısınca aynalı bir koridordan geçiyor. Ve biz şimdi 'bir güzel sûretin kalplerimize dokunmasıyla' neler olabildiğini/olabileceğini biliyoruz. Hem ne menem bir yangın olduğunu yana yana görüyoruz. Kudretine bir başka açıdan şahitlik ediyoruz. Cehenneme de imanımız tazeleniyor cennete de. Duygulandığımız kadar renk katıyoruz ilgilendiğimiz her varlığa.

Arkadaşım ‘kalp aynası’ başka birşey. Gördüğünden de fazlasını yansıtıyor. Fakat dikkat et: Gördüğünü de tastamam yansıtamıyor. Mecnun'dan Leyla'yı dinlemek elbette Leyla'yı görmek gibi değildir. Ancak Leyla'yı görmek de Mecnun'dan dinlemek gibi değildir. Tasavvufun zevkinde gördüğü ama ilm-i kelamın sofrasında bulamadığı bal böyle birşey belki. (En doğrusunu Allah bilir.) Balın formülünü kimyacı her insandan daha iyi bilse de tadını bala dili değmişler anlar. Ne dil kimyacının bildiğini küçük görebilir, ne de kimyacı dilin tattığını. İyisi mi hepimiz "Bu yüzde yalan olmaz!" diyeceğimiz yüzü arayalım. Bir Abdullah b. Selam radyallahu anh nasihatidir bu. Çünkü ciltlerle kitabın yapamayacağı bilişi bazen ferasetli bir seziş yapar. Âmenna.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...