Uyum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Uyum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mart 2023 Çarşamba

Evrenin başı güneşini nasıl takip ediyor?

Bu da pek bir yazıya benzemeyecek. Ders notu kabilinden olacak. Yine de karalamalıyım. Saklamanın en iyi yolu dilegetirmektir çünkü: Bediüzzaman'ın 33. Söz'ün 9. Pencere'sinde 'ibadât-ı umumiye'yi delil olarak sevketmesi kafamı karıştırdı arkadaşım. Evet. Çünkü ibadet 'ortak bir bilgi alanı' gibi gelmiyordu bana. Mü'minseniz ibadet edersiniz. Tamam. Allah kabul etsin. Değilseniz zaten böyle bir zemini kabul etmiyorsunuz. O halde oradan delil getirmek nasıl olabilir? 

Yani, "Ey münkir, bak herşey ibadet ediyor, bu kadar ibadet varsa mutlaka Mâbudları da vardır!" desem, münkir de bana şöyle demez miydi: "Bence hepsi yanlış yapıyorlar. Bir rüyaya kapılmış gidiyorlar. Onların zaten katılmadığım bir davranışları ile beni cerhedemezsin." Sonra, elhamdülillah, metnin içerisindeki bir detaya uyandım. 'İbadet' kavramını biraz dar ele aldığımı düşünmeye başladım. Deniliyordu ki mesela orada: "(...) bilmüşahede bütün zîhayatların kemâl-i intizamla ubûdiyetkârâne vazifeler görmeleri ve bilmüşahede anâsır gibi bütün cemâdâtın kemâl-i itaatle ubûdiyetkârâne hizmetleri, bir Mâbud-u Bilhakkın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösterdiği gibi..." 

Tabii böyle metni alıntılayıp bırakınca olmayacak. İzahı da gerekecek. Tevfik Hüda'dan. Eh, evet, öncelikle soralım o zaman: İbadetle aslında ne yapmış oluyoruz? Düşünün. Düşünün. Düşünün. Evet. Süreniz doldu. Kağıtları gösterin. Zannediyorum 'şükür' diyeceksiniz, 'hamd' diyeceksiniz, 'tefekkür' diyeceksiniz, 'teslimiyet' diyeceksiniz. Daha nice güzel tarifi ekleyeceksiniz. Maşaallah. Diliniz  şeker yesin. Ve bunların hepsini de haklı olarak söyleyeceksiniz. İtiraz etmiyorum. Fakat bunlarla birlikte, ibadetle, birşeye daha muvaffak kılındığımızı düşünüyorum. Nedir? İhtimalleri teke düşürmektir. 

Peki 'ihtimalleri teke düşürmek' ne demek? 

İzah misalsiz olmaz. Namazımızı ele alalım. Size namazı 'sadece bir başlık' olarak verdiğimi düşünün mesela. İçeriğini kendiniz dolduracaksınız. (Yakında hadis inkârcıları da öyle şeyler yapacaklar gibi görünüyor.) Nasıl doldururdunuz? Beraberinde elinizde hiçbir dinî verinin bulunmadığı bir dünyayı da hayal etmenizi istiyorum. Hayy bin Yakzan gibisiniz. Beşeriyetle tanışıklığınız yok. Ne yapardınız? Takla mı atardınız? Yerde mi yuvarlanırdınız? Şınav mı çekerdiniz. Amuda mı kalkardınız? Allah'ı razı etmenin yolunu ne şekillerde arardınız? Hangi kelimelerle dilegetirirdiniz? Bireysel namaz tercihiniz nasıl olurdu

Hatta biraz daha geriye gidelim: 'İbadet' diye birşeyin başlık bilgisi kadarcık olsun bilgisi gelmemiş sayalım. Böyle bir cehaletten doğacak ihtimaller karşısında sizi ne/nasıl birliğe getirebilirdi? Acaba insan sayısı kadar din olmaz mıydı? İnsan sayısınca ahlak bulunmaz mıydı? Putların sayısı insan sayısını aşmaz mıydı? Doğru, insan sayısınca, hatta o insanların farklı şartlardaki doğru algılarıyla çoğalacak sayıda, artmaz mıydı? Demek, biz, sünnet-i seniyye ile somutlaşmış bir ibadet dünyasına kavuştuğumuzda, yüce bir birliğe de kavuşmuş oluyoruz. Muhtemellerin ekserini eleyerek teke dönüyoruz. Disipline ediliyoruz. (Ehl-i Sünnet dairesinde kaldıktan sonra mezhepler de meşrepler de meslekler de bizi disipline ediyorlar.)

Bakış açımızı genişletmek bu noktada başlıyor. İbadetin ilk tesirlerinden birisi bizde bu oluyorsa kainattaki disiplini/disiplinleri de bu zeminde kavramak mümkün olamaz mı? Yani, herbiri (tıpkı yukarıda 'namaz' misalinde olduğu gibi) farklı bir fizik, kimya, biyoloji ile amel edebilecek (hatta her anları farklı olabilecek) varlık dünyasını 'kanunlara bağlanmış bir şekilde' hareket ettiren de onların ibadetleri olabilir mi? Öyle ya. Biz namazda geçecek süreyi binlerce farklı şekilde geçirebilirdik. Çay içebilirdik. Yemek yiyebilirdik. Top oynayabilirdik. Televizyon izleyebilirdik. Ceptelefonumuzu kurcalayabilirdik. Ancak bir imama uyduk. Namaza durduk. O anda o imama iktida eden herkesin hareketleri tekleşti. Lisanları birleşti. Bir disiplinin kaydı altına girdiler. Muhtemellerin evreninden vazgeçtiler. Artık yalnız bir dünyaları var.

İşte 'anâsır gibi bütün cemâdâtın kemâl-i itaatle ubûdiyetkârâne hizmetleri' veya 'bütün zîhayatların kemâl-i intizamla ubûdiyetkârâne vazifeler görmeleri' ve bunlarla beraber musırrane zikredilen 'bilmüşahade'lik bizi "İbadetin 'ortak alanını' görmeye çağırıyor olabilir!" diye düşündüm. Herşeyin intizamı ibadeti olabilir. Çünkü, ibadet, ihtimalleri terkedip Allah'ın razı olduğu tekilliğe yönelmektir. Vahdetin bu şekilde umumen câri oluşu, yani herşeyin muhtemelleri terkle bire yönelmesi, biri arıyor oluşu, biri yapmaya adanması, bire tutunmak istemesi, birin etrafında dönmeye temayülü, bu karşı konulmaz evrensel yasa 'ibadât-ı umumiye' başlığını dolduruyor sayılabilir. Tabii bunca lafazanlığı 'Allahu a'lem' kaydını unutmadan yapıyoruz. Herşeyin en doğrusu Allah bilir. Dilimize dökülenler kırık aynamızda gözükenlerdir. Ama, siz de farketmişsinizdir, bu 'merkeziyet-ibadet' ilişkisinin mezkûr metni fehme yaklaştıran bir yanı var. 'Herşeyin ibadeti'ni kavramada bu yaklaşımın faydası dokunabilir.

Hepsini alsak uzun kaçardı. Metnin sonundan bir alıntıyla bitirelim: "(...) kâmil insanlardaki bütün makbul ibâdâtın ve o makbul ibâdâtın neticesinden hasıl olan füyuzat ve münacat, müşahedat ve keşfiyat, yine o Mevcud-u Lemyezel ve o Mâbud-u Lâyezâlin vücub-u vücudunu ve vahdetini ve kemâl-i rububiyetini gösterir." Evet. Gösterir. Eğer ışık aldıkları merkez tek olmasaydı ayçiçeklerinin başları bu kadar güneşi takip etmezdi. Arkadaşım, evrenin düzeni de, başının güneşini takip ediş şekli olmasın sakın?

23 Aralık 2021 Perşembe

Matematik ilhamdan anlar mı hiç?

Nilüfer Kuyaş Başka Hayatlar'da diyor ki: 

"Felsefeyi de edebiyat merakım sayesinde keşfettim. Edebiyatı farklı açılardan kuşatmayı öğrendim böylece. Felsefeyle edebiyat arasındaki ilişki özellikle heyecanlandırıyordu beni. (...) Metin nedir? Yaratılma koşullarıyla algılama koşulları nasıl değişir? Felsefe giderek daha çok içine çekiyordu beni. Uzaktan akademik bir hayatın silueti belirmeye başlamıştı. Ama o hayatın bana göre olmadığını çabuk anladım. Akademik dil edebiyat dili kadar geniş nefes alamıyordu."

Bu satırları okuduğumda son cümleye epeyce takıldım: "Akademik dil edebiyat dili kadar geniş nefes alamıyordu." Kalbimde hakikatini doğrulayan bir şahit buldum. Tecrübenin biberi de katıktı içinde birazcık. Şöyle ki: Geçmişte sunum yapmam istenen etkinliklere yazılar gönderdiğim olmuştu. Fakat emeklerim 'akademik üslûpta olmadıkları için' iade ediliyordu hep. Daha insaflılarsa 'düzeltip göndermemi' rica ediyorlardı. Eh. Evet. Anladınız. Ricaları boşa çıkardım. Gönlüm elvermedi. Başlarına bu niyetle her oturuşumda boğazımı sıkıyorlardı sanki. Dağlarda başınabuyruk yürümeye alışmıştım. Akışımı sırrım belirlerdi. Onların bekledikleriyse dümdüz bir cadde üzerinde yürümek gibiydi. Renksizdi. Mucizesizdi. Hayretsizdi. Beceremedim. Becermeyi istemedim. İstemeyi beceremedim. "İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar!" demiş ya Faruk Nafız Çamlıbel. Ne güzel söylemiş. Yakalamış saçlarından. Cidden hakverdim.

Bundan fazlası da var arkadaşım. Ne zaman birisi neyi/nasıl yazmam gerektiğini söylese düşmanı olurum. Çocukluğumdan beri böyle. Sanki herşeyi en başından biliyormuşum gibi. Bu aptalca bir yanılgıdır. Elbette hiçbirşeyi en başından biliyor değilim. İçimde sadece bir sezgi var. Yok. Sezgi de denmemeli belki ona. Bir tanıdıklık. Aşinalık. Edebiyattan bana bahşedilen ilk şey başkalarının güzel cümlelerini farketmekti. Onların güzel olduğunu sanki doğuştan biliyordum. Öğrenmiyordum. Tanıyordum. Matematikle gelen birşey değildi bu. Formülü yoktu. Şablonu yoktu. Fiziği, kimyası, biyolojisi yoktu. Düzensizlik gibi görünen bir düzendi. Kaderce bir aşinalıktı. Bütünlenme hissiydi. O cümleleri güzel yapan anahtar neyse bendeki kilide uyuyordu. Kalbim seviniyordu. Tevhide bir delilim de budur sahi. Ben onları tanıyorum. Onlar da beni. Bu ferah anahtarla kilidin ustasının aynı olduğunu gösterir. Başkaları yapsaydı elbette birbirlerine böyle yakışmazlardı. Evet, arkadaşım, altını iyice çiz bu satırın: Uyum tevhidin bir delilidir.

"İntizamsızlık içinde kemâl-i intizam." Mürşidim bu ifadeyi Kur'an'ın 'cahile dağınık gibi görünen' uslûbu için söylüyor bir. Ayetlerin herbirini yıldıza benzetirken 13. Söz'de, Kur'an'ı da, o yıldızlarla bezeli uzaya bakmak gibi resmediyor. Bir de Hakkın evrendeki tasarrufunda çözemediğimiz hikmetlere bakmamız için kullanıyor benzer tâbiri: "İntizamsızlık içinde zahirî nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmâne!" diyor mesela dağlardan yuvarlanıp düşen taşların sırrını anlatmak için 20. Söz'de. Zaten onun tedrisinde Kur'an kainatı okuyor. Kainat Kur'an'ı tefsir ediyor. İnsanlık da hem okuyor hem okutuyor. Yani okunuyor. Nasıl hem okuyor hem de okunuyor? Taaccüb ettiysen Aleyhissalatuvesselamın sünnetine bak sen. Farketmiyor musun? "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" emrini alan oydu. Ama aynı adla en okunuşlu olan da yine odur.

Madem 20. Söz'ün kapısını çaldık, durmayalım, buradan şuraya da geçelim: Bediüzzaman orada peygamber mucizelerinin de beşer için 'ufuk açıcı' bir mahiyeti olduğundan bahseder. Yani bugün teknoloji diye övündüğümüz ne varsa aslında bir peygamberin mucizesinden ilhamını almıştır. İnsanlığın ufkuna arzusunu o düşürmüştür. Rüyasını o gördürmüştür. Gemiciler Nuh aleyhisselamın öğrencileridir. Demirciler Davud aleyhisselamın çıraklarıdır. Hekimler İsa aleyhisselamın talebeleridir. Saatçiler Yusuf aleyhisselama teşekkür etmelidirler. Uçak mühendisleri Süleyman aleyhisselamın rüzgârı teshir eden mübarek ellerini öperler. Denizaltılarda da Yunus aleyhisselamın balıkla fırtınalı macerasının hatırası-hissesi vardır.

'Edebiyatın geniş nefesini' bilenler söylenene hayret etmezler. Zira duymuşlardır: Jules Verne henüz keşfedilmemiş çok sayıda teknolojik aygıttan bahseder hikâyelerinde. Bunlardan birçoğu ölümünden sonraki yıllarda başarılmıştır. Einstein'ın çağdaşları da onun matematik-geometri gibi konularda çok zayıf olduğundan yakınırlar. Ancak fiziğin topyekün rengini değiştirebilecek hayalgücü ondadır. (Bunlardan matematikçi David Hilbert hatta şunları söylemiştir bir keresinde: "Göttingen sokaklarındaki herhangi bir çocuk bile kuram için gerekli olan dört boyutlu geometriyi Einstein'dan daha iyi anlar. Buna karşın, çalışmayı sonuca ulaştıran matematikçiler değil, Einstein olmuştur.") Lemeat'ta geçen 'zihindeki meratip' meselesi kavrandığında bu müşkülün düğümü de açılır. Evet. Yolun başı 'tahayyül'dür. Herşey önce bir hayaldir. Sonra 'tasavvur' olur. Sonra 'taakkul'a geçer. Sonra 'tasdik' edilir. İz'an, iltizam, itikad hepsinin ilerisindedir. Demek ki: Hayale düşmemiş olana itikad edilmez. İhtimali içimize 'acaba' ile ilham edilmezse keşfin perdeleri büsbütün çekilidir. Çünkü varlık sahası tanıtılmamıştır.

Kelamullahın insanlık için önemi de buradan parıldıyor arkadaşım. Hatta bir güneş gibi ışıldıyor. Eğer Alîm-i Mutlak olan Allah, yani ki herşeyin bilgisinin sahibi Zat-ı Ehad, o bilginin gölgesinin gölgesini hayalimize düşürmeseydi biz nasıl yürüyeceğimiz yolu seçebilecektik? Nereye basılacağını, hatta basılacağını, nasıl bilecektik? Onun bildirdiğinden başka bilgi mi vardı? Bilmenin başka bir yolu mu olabilirdi? Hayalden öncesinin formülü yok ki elimizde. Bir fikir yokluktan varlığa nasıl çıkıyor bilmiyoruz ki! Meleklerin Âdem aleyhisselamın üstünlüğünü kabul ederken ettikleri dua hepimize ders. Bize açılan yollar üzerinde yürüyoruz hepimiz. Nasıl açıldığını bilmiyoruz. Neyle açıldığını biliyoruz. Bir dilenci uyanıklığıyla açılacağı sezdirilen kapıda bekliyoruz yalnızca. Açılması için de hayale ihtiyacımız var. Duaya ihtiyacımız var. Dilenmeye ihtiyacımız var. Yazmaya ihtiyacımız var. Evet. Çünkü yazmak da bir duadır. İnsana 'kalemle öğreten' Odur. Öyle ya. Kalemi elimize aldığımızda daha önce aklımıza gelmeyen birçok şey misafir olur fikirhanemize. Kelamullahla meşgul olduğumuzda gönlümüze yepyeni evrenler açılır.

Kur'an'ın mucizeliğini buradan da düşün arkadaşım. Yahut da şöyle diyeyim: Bize Kur'an gibi bir mucizenin bahşedilmesindeki hikmeti buradan da okumaya çalış lütfen: Edebiyatın imkanları eğer insanların aklını/kalbini açıyorsa 'belagatı mucize seviyesinde' bir Allah kelamının açtıkları-açacakları kimbilir ne yüksek boyutlarda olabilir-olacaktır. Bize neler katabilir-katacaktır. Neler değiştirebilir-değiştirecektir. Arada sadece bir perde var: Bizim cahilliğimiz. Hatta daha kötüsü: Cehl-i mürekkebimiz. Bilmediğimiz halde bildiğimizi sanmamız. Kibirli inadımız. Bunu aşmamız da Ehl-i Sünnet ulemanın müstakim eserleriyle mümkündür. Bana sakın meallerden bahsetme. İnsan çevirisinin sınırlılığı içinde Allah kelamının genişliği kavranmaz. Çamurdaki parıltı da güneştendir amma Everest'in başındaki müneccim sana onu çok başka anlatacaktır. Neden topraktan olana bakıp duruyorsun? Hünerliysen rasathane ehline talebe olmaya çalış.

2 Mayıs 2019 Perşembe

Kardeşimiz muhalifimizken neden düşmanımızdan daha çok can sıkar?

Geçenlerde twitter'da birşey paylaştım. Görmüş olanlar tekrar okuyunca hatırlayacaklar: "Doğrularda hırs 'cevap kağıdında kaydırma yapmak' gibidir. Yalancılarda hırs 'kopya çekmek' gibidir. İkincilerin iyi not aldığı görülür de birincilerin geçer not aldığı görülmez!" demiştim. Eh, elbette, bu kapalı ifadelerim 'daha fazla açmam gerektiğini' belirtir sorularla muhatap oldu. Ne diyebilirim? Hakları var. Lakin beni de anlamalısınız muhterem kârilerim. Bazen yazacaklarım hemen o gün dört başı mamur bir şekilde zihnimde toplanmış olmuyor. Zaman içinde 'yazılabilir' bir kıvama kavuşuyorlar. Böyle cümleleri kurmamın sebebiyse üzerlerine işaret taşı bırakmak istemem. Unutmamak için yapıyorum. Yani tekrar dönüp baktığımda mevzuu hatırlıyorum. Not almak gibi birşey sizin anlayacağınız.

Her ne ise. Şimdi kafamdakileri bir nebze daha sistematize ettiğimden gönül rahatlığıyla sizinle paylaşabilirim. Meselenin özü şu: Sosyal mecralarda dikkatimi çeken şöyle bir durumum var. Bazı seküler isimlerin, mesleğime çok muhalif bile olsa, paylaşımlarından pek az rahatsız oluyorum. Ancak kendimle bir meslekte gördüğüm başka isimlerin, diğerlerine göre belki çok daha hafif sayılabilecek, tenkidlerinden epeyce sıkıntılar duyuyorum. Bu neden böyle oluyor veya ben neden böyle hissediyorum? Hem genel temayüle bakıyorum: Başkaları da az-çok bana yakın tavırlar takınıyorlar. Tıpkı bencileyin, onlara karşı öyle, bunlara karşı böyle bir refleks sergiliyorlar.

Halbuki ikinciler onların din kardeşleri. Hem niyetleri de elbette birincilere göre çok sâfî. Hatta belki bu paylaşımların dışında kendilerine büyük muhabbetler de duyuluyor. Peki, o zaman neden ona böyle, buna böyle yapılıyor? Neden ötekine 'küçük görür bir alaycılıkla' diğerine 'büyük görür bir ğayzla' cevap veriliyor? Yaşananların kalplerimizin karalığından, pest ahlakımızdan, düşük seviyeli merhametimizden veya eksik sabrımızdan başka hikmeti var mıdır? İşte, muhterem kârilerim, yukarıda zikrettiğim cümlem buna dair bir tefekkürüme dayanıyordu. İlhamını da yine Risale-i Nur'dan almıştı. "'Aldı' demekle olur mu a şaşkın? Neresinden? Onu da hemen söyleyeceksin!" derseniz çarçabuk döküleyim:

Hani, müellifinin, 'mühim ve müthiş bir sual' diyerek andığı ve cevaplamaya çalıştığı bir soru var 20. Lem'a'nın hemen başında: "Neden ehl-i dünya, ehl-i gaflet, hattâ ehl-i dalâlet ve ehl-i nifak rekabetsiz ittifak ettikleri halde, ehl-i hak ve ehl-i vifak olan ashâb-ı diyanet ve ehl-i ilim ve ehl-i tarikat, neden rekabetli ihtilâf ediyorlar? İttifak ehl-i vifakın hakkı iken ve hilâf ehl-i nifakın lâzımı iken, neden bu hak oraya geçti ve şu haksızlık şuraya geldi?" İşte, orada, cevap sadedinde 2. Sebeb'te deniliyor:

"Ehl-i dalâletin zilletindendir ittifakları; ehl-i hidayetin izzetindendir ihtilâfları. Yani, ehl-i gaflet olan ehl-i dünya ve ehl-i dalâlet, hak ve hakikate istinad etmedikleri için, zayıf ve zelildirler. Tezellül için, kuvvet almaya muhtaçtırlar. Bu ihtiyaçtan, başkasının muavenet ve ittifakına samimî yapışırlar. Hattâ, meslekleri dalâlet ise de, yine ittifakı muhafaza ederler. Adeta o haksızlıkta bir hakperestlik, o dalâlette bir ihlâs, o dinsizlikte dinsizdârâne bir taassup ve o nifakta bir vifak yaparlar, muvaffak olurlar. Çünkü samimî bir ihlâs, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Evet, ihlâs ile kim ne isterse Allah verir."

Devamındaysa mevzunun mü'minlere bakan tarafına dokunuluyor ve onun da altı şöyle çiziliyor: "Amma ehl-i hidayet ve diyanet ve ehl-i ilim ve tarikat, hak ve hakikate istinad ettikleri için ve herbiri bizzat tarik-i hakta yalnız Rabbini düşünüp tevfikine itimad ederek gittiklerinden, mânen o meslekten gelen izzetleri var. Zaaf hissettiği vakit, insanların yerine Rabbisine müracaat eder, medet Ondan ister. Meşreplerin ihtilâfıyla, zâhir-i meşrebine muhalif olana karşı muavenet ihtiyacını tam hissetmiyor, ittifaka ihtiyacını göremiyor. Belki hodgâmlık ve enâniyet varsa, kendini haklı ve muhalifini haksız tevehhüm ederek, ittifak ve muhabbet yerine, ihtilâf ve rekabet ortaya girer. İhlâsı kaçırır, vazifesi zîrüzeber olur."

Ben bu analizlerin arkasında ihlasın 'büyük resmi görür' yapısına dikkat çekildiğini düşünüyorum. Yani, ihlas, kişinin 'salt kendi eylemini' değil 'o eylemin büyük resimde gördüğü vazifeyi' de kollamasını istiyor. 'Buz parçalarının havuzda eritilmesi' tavsiyesinde de belki bu var. Bu elbette bir kişiliksizleşme değil. Fakat ayağını atarken yalnızca 'kendi yürüdüğünü' değil 'nereye bastığını' da hesap etme. Beraber yürüdüğün mü'minler arasında yürüyüşünün nasıl bir noktaya tekabül ettiğini de kollama. Mürşidimin, "Mü'minde hırs sebeb-i hasarettir ve sefalettir!" derken de, İktisad Risalesi'nde hırsı mü'minler için 'muvaffakiyetsizlik sebebi' olarak gösterirken de söylemek istediği bu belki. İnsan hırslandığı zaman çevresiyle uyumunu kaybeder. Önden gitmeye ve belki çevresini de rızalı-rızasız peşinden sürüklemeye çalışır. Halbuki bizim hakikatimiz uyum üzerinde durur. Fıtratımız dahi uyum üzerinedir.

Yani: Müslümanlar olarak, yalnızca doğruyu söylemekle değil, 'doğruyu hırssız savunmakla da' görevliyiz. Birşeyi hırsla savunduğumuz zaman, o şeyde yanlışı dile getirdiğimizden değil, ama uyumsuzluğumuz da bir yanlışı çağrıştırdığından muhalefet görürüz. Kalbimiz kırılır. Kalpleri kırarız. Çünkü hırsın bir sonucu da yaratılıştaki ilahî düzenden başını çıkarmaktır. Hani yine mürşidim der: "Nasıl ki bir ekmeğin vücudu, tarla, harman, değirmen, fırına terettüp eder. Öyle de tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareket etmediği için, o tertipli eşyadaki mânevî basamakları müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz."

İşte siyasî, sosyolojik veya dinî herhangi bir hususta 'vazife-i ilahîyeye karışacak derecede' bir hırsla, yani bunu çağrıştırır bir dil, vurgu veya üslûpla paylaşımlarda bulunmak da 'tertipli eşyadaki manevi basamaklara müraat etmemeye' sebep oluyor. Cevap doğru olsa da 'vaktinden evvel verildiği için' cevap kağıdında kaydırma yaşanıyor. Hepsinin doğru yanıtını bilse bile bu paylaşımların sahibi, cevap kağıdını eline alıp bakanlar, hiçbir soruya doğru cevap verememiş görüyorlar. Yani zann-ı acizanemce bu arıza 'doğrucu hırs'tan kaynaklanıyor.

Diğer tarafta ise yalancının hırsı var. Yalancının hırsının doğrucunun hırsından farkı nedir? Yalancının hırsı izzetsizdir. Eyleme değil sonuca dönüktür. Tek başına ayakta durmayı bilmez. Doğrulanmak için uyumun yardımına muhtaçtır. Yalanının yalan olduğunu en çok kendisi bildiği için ona güvenmez. Destek arar. Manipülasyon, aldatmaca veya algı yönetimi için uygun zamanı kollar. Bu nedenle onun paylaşımları da mü'minleri evvelkiler kadar rahatsız etmez. 'Rahatsız edilmeyecekleri vakitler/tarzlar' kollanmıştır çünkü. Konsantrasyonunun 'büyük resme' veya tabir-i diğerle 'sonuca' yönelik olması onu bir tür ihlas sahibi kılar. Kopyacılık da böyledir. Güvensizdir. Amelde 'yanlış' ama amaçta 'büyük resme matuf' çabalamadır. İyi not aldırdığı çoktur.

Hani başta demiştim ya: İhlas biraz da 'büyük resmi kollamakta' saklıdır. Aynen öyle. Halbuki içimizdeki 'Doğrucu Davudlar' ancak doğruları kabul ettirmeye itibar ederler. Uyumu ıskalarlar. Bu da ihlaslarını kırar. Kabul etmeseler de kırar. Ve Bediüzzaman'ın 'izzetten ihtilaf doğmasını' izah ettiği metin de hakikatini böylece bulur. Subhanallah. Benim 'göre'me göre mesele böyle birşeydir sabırlı kârilerim. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Ve o kardeşlerimize uyumu kollamayı bize de onlara karşı merhametli olmayı nasip eylesin. Âmin.

26 Temmuz 2018 Perşembe

Cemaatler ne zaman tehlikeli olur?

"Parçalaştığın kadar ihlaslısın..." yazımda 'asabiyet' ile 'ihlas' arasındaki bir nüansa dikkat çekmiş, fakat üzerinde yeterince durmamış, koşarak uzaklaşmışım. Şimdi, biraz da 'konuşulması iyi gelir bir zamana' denk geldiği için, durmak istiyorum. Öncelikle, azıcık hatırlayalım, biz o yazıda ihlası nasıl bir çerçevede tarif etmiştik? İhlası 'parçanın bütündeki vazifesi için kendi vurgusundan vazgeçebilmesi' olarak düşünmüştük. Peki bu ne demekti? Bu 'en büyük resimde' tevhidin parçası olmakla tatmin/mutlu olmaktı. Onu amaçlamaktı. Ve 'bütünler bütününe' dahil oluş süreci ancak rıza-i ilahî ile yaşanılırdı. Bu nedenle ihlaslı olmak aslında Allah'ın rızasını (öncelikle) amaçlamak ve (sonra) kazanmaktı.

Bu tarifi bencileyin önemsiyorum. Çünkü ihlas en nihayetinde 'en büyük resmin parçası olmakla' hakikatini buluyor. İnsan, Allah'ın Esmaü'l-Hüsna'sına ayna olmak için yaratıldığını farkettiğinde, kainatın geri kalanı da aynı vazifeyi yaptığı için, bir bütünlüğe dahil oluyor. Bu bütünlüğün daha üstü yok. Bu tam anlamıyla evrenin kardeşliği. Herşeyle kardeşlik. Taşla, ağaçla, kuşla, çiçekle, böcekle, yıldızlarla, galaksilerle... Herşeyle kardeşlik.

Tek hakiki bütünlük bu olduğu için, bundan gayrı bütünlükler (ne kadar büyük olurlarsa olsunlar) ancak bu bütünlüğün parçaları mesabesinde kalabildikleri için, ihlas da en kemal manada bu bütüne parça olmakla yaşanıyor. Biraz da bu nedenle bütünün amacını 'iman ile' bilen elbette bilmeyenlerden ihlaslı oluyor. En azından bu ihtimale güzel bir kapı açılıyor. Kıymetini bilene...

Evet. İman öncelikle bütünün anlamından haberdar olmaktır. Bu haberdar oluş sayesinde kişi, ne kadar küçük bir alan işgal ederse etsin, evrenin parçası olur. Tevhide iman eden tevhidin parçası olur. Evvelinde parçası değil midir? Parçasıdır fakat şuurunda değildir. Cenab-ı Hak biz gibi iradeli mahluklarından diğerlerinden istediğinden bir fazlasını ister. Nedir o fazladan istediği? İrademizi, şuurumuzu, dikkatimizi, sevgimizi, aklımızı ve kalbimizi bu bütünlüğün farkındalığıyla doldurmamız. Biraz derinlikli bakıldığında ibadetlerin öğrettiği de budur. Hem tefekkür de aslında bunun içindir.

Tamam. İhlası hatırladık. İhlas en büyük bütünün parçası olmak. Ok. Peki 'asabiyet' ne? İşte, ben, asabiyeti de ihlasın rağmına bir tarifle 'daha küçük bütünlükler için vurgudan vazgeçme' olarak tanımlıyorum. Asabiyetlerde bir ihlas kokusu var mı? Var. Hatta bazen, mürşidimin Ermeni fedaileri örneğinde dikkat çektiği gibi, kendi hayatlarını o bütünlük için acılar içinde sonlandıracak kadar bir 'bütünlük aşkı' taşıyabilir asabiyetçiler. Milletleri için ölebilirler. Takımları için helak olabilirler. Mahalleleri için kanlarını dökebilirler.

Fakat asabiyetçilerin hayatlarını adadıkları bütünlükler, en nihayetinde, kocaman bir okyanustaki 'erimeyen buz parçaları'dır. Yani: Daha büyük bir bütünlüğe bakmaz onların adandıkları bütünlüklerin yüzleri. Adandıkları, bütünler bütünü sandıkları, öyle iman ettikleri 'parça-bütünlük' için geçerler kendi hayatlarından, vurgularından, bencilliklerinden.

İşte, asabiyetleri, milliyetçilikleri, ırkçılıkları, cemaatçilikleri, grupçulukları, takımcılıkları, particilikleri hep burasından tutup ayırırız: Onlar daha büyük bir bütünlükte erimeye yatkın değildirler. Kendi buzlarının varlığını koruma temayülündedirler. Hatta yeri geldiğinde daha büyük bütünlükleri bu parça-bütünlük adına yıkarlar. Bir kardeşliği devirip bir bencillik kurarlar. Sahte ihlasları, gölge samimiyetleri, kurgu hamiyetleri sayesinde başarırlar da bunu. Hatta uzaktan bakanlar bunu da bir tür ihlas sayarlar.

Fakat mürşidim ne güzel der: "Müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kal'a olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekàda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal'anın taşlarını kal'anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev'inden ahmakane bir cinayettir."

Hayır arkadaşlar hayır. Bu ihlas değildir. Bu, hadis-i şerifin tabiriyle, asabiyet-i cahiliyedir. Çünkü yüzü tevhidde değildir. Bir müslüman ister takım tutsun, ister parti, ister mahalle; bütün bunlarda yüzü daha büyük parçaya bakmaktadır/bakmalıdır. O bütünlüğün içinde erimeye yatkın bir şekilde şu parçalılığı yaşamaktadır/yaşamalıdır. Bu nedenle ehl-i sünnet ve'l-cemaatten olmak bizim için tüm altgruplardan daha üstündür. Tasavvuf mesleğinde olmak bir tarikate mensubiyetten daha üstündür. Müslüman olmak her millete mensup olmaktan daha üstündür. Metinden istifadeyle söylersek: İçerideki elmasın değeri kalenin taşlarından elbette daha üstündür. Zaten kale elması korudukça güzeldir.

Daha büyük bir parçayla daha küçük parçanın sınandığı bir anda biz tercihimizi mutlaka 'daha büyük parça' adına kullanırız. (Kullanmalıyız.) Çünkü daha büyükten daha büyüğe bir yolculukla en büyüğe, yani tevhide, ulaşabileceğimizi biliriz. Namaz kılınacağı zaman, imam ister Hanefi olsun ister Şafii olsun, arkasında diziliriz. Ehl-i sünnet olmanın zamanı gelmiştir diye inanırız. Orada daha küçük parçamızı eritiriz. Hangi tarikatten olursak olalım birbirimizin mürşidine hürmet ederiz. Zikrine rağbet ederiz. Varlığına dua ederiz. Kendi parçamız adına bütün bozulsun istemeyiz. Erimeye yatkın yaşarız. Erimeye yatkın yaşamakla ihlasımızın asabiyete dönüşmesine engel oluruz. Bediüzzaman'ın 'buz parçası olan enaniyet' tabirinden hareketle söylersek 'daha büyük bir buz parçası olan cemaatimizi' de büyük havuzlar içerisinde eritiriz.

Bu eşiği çok önemsiyorum. Çünkü ihlas ile başlayan gruplaşmalar biraz da bu nüans gözetilmediği için bir süre sonra 'parçacık asabiyetine' dönüşüyorlar. Daha büyüğü içinde erimek yerine, kendi küçüklüğünü bütüne dayatmayı deniyorlar, o da elbette olmuyor. Bünye kabul etmiyor. Küçük büyüğü yutamıyor. Bütün kendisiyle uyumsuzluk gösteren parçayı reddediyor. Cemaatler olarak varlığımızı sürdürmemiz biraz da bu nüansı aklımızda-kalbimizde-hayatımızda tutabilmemizle mümkün. Parçalığımızın şuurunda olabilmeliyiz ki bütün bizi tükürmesin. Dışlamasın. Reddetmesin. Cenab-ı Hak, hepimize, böylesi bir hakiki kardeşliği yaşamayı nasip etsin. Âmin.

12 Nisan 2018 Perşembe

Neden yarım bırakılıyoruz?

Parça kendisini bütün sanırsa hep kusurlarına ağlar. İnsan da kendisini bütünün ta kendisi sandığında yarımlıklarına ağlıyor. Onları ceza sanıyor. Sonra bütüne ayıldıkça farkediyor: Başkalarıyla orasından birleşmiş. Daha aşkın birşeyin parçası onlar sayesinde olmuş. Eğer oralarının yoksunluğunu hissetmeseymiş hiçbirşeye tutunamazmış. Yani yoksunlukları aslında yapboz parçalarının kıvrımları gibiymiş. Yara değil nakışmış. Eksik değil hikmetmiş.

İnsan böyle bir uyanışı yaşadığında içinde de güzel bir yerlere varıyor. Kusurlarıyla barışıyor. Sınırlarıyla barışıyor. Yaralarıyla barışıyor. "Elhamdülillah" diyor. Yaşadığı herşey için. Hem kötülük için hem iyilik için. Hem dikeni için hem gülü için. Kavuşup sevemedikleri için. Sevip kavuşamadıkları için. Çünkü herşey nihayetinde bütün için. Tevhid, yani herşeyin aynı Allah'ın eseri olduğu bilinci, insanı daha bu dünyada cennete kavuşturuyor.

Mürşidimin kendisindeki eksikliği hikmet penceresinden okuduğu bir yer vardır: "Bu biçare Said'in gayet muhtaç olduğu ve yetmiş seneden beri o san'atla meşgul olması ve bazı gün iki yüz sahife kadar tashihe mecbur olmasıyla beraber, on yaşındaki zeki bir çocuğun on günde muvaffak olduğu yazı kadar bir yazıya mâlik olamadığına hayret ediliyordu. Halbuki Said bütün bütün istidatsız değildir. Hem de nesebî kardeşlerinin hepsinin de güzel yazıları olduğu halde, bu kadar yazıya muhtaç iken böyle yarım ümmî vaziyetinin hikmeti, kanaat-i kat'iyemle şudur ki: Bir zaman gelecek ki, cüz'î ve şahsî iktidarlar, kuvvetler mukabele edemeyecek dehşetli ve mânevî düşmanların hücumu zamanında güzel yazı sahiplerini ruh u canıyla aramak ve hizmetine şerik etmek ve o çekirdeğin etrafında su, hava, nur gibi o mânevî ağaca hizmet etmek için o şahsî ve cüz'î hizmeti, küllî ve umumî ve kuvvetli ve bir kaleme mukabil binler kalemi bulmak hikmetiyle ve buz parçası gibi benliğini o mübarek havuz içinde eritmesiyle hakikî ihlâsı elde etmek ve bu suretle imana hizmet etmek hikmetiyle olmuş."

Buraya bayılıyorum. Çünkü her türden özlemlerim için (ki her özlem bir yoksunluktur) bana bir deva öğretiyor. Öyle ya! Bu yaraları 'daha aşkın birşeyin parçası olmam için' bağışlanmış nakışlar gibi görmeseydim nasıl iyileşirdim? Nasıl hayata tutunabilirdim? İşte gördüm: Varlığım 'kendisine dair' değil sadece. Daha büyük birşeyin parçası olmak için varedilmişim. Evet. Bütün olmak eksiklik kaldırmaz. Yani eksiği olan bütün olmaz. Fakat parça olmak öyle değildir.

Parça olmak eksiklik kaldırır. Çünkü eksiklik parçalığın lazımıdır. Bir sırr-ı ehadiyet ile böyle olduğunun bilincindeyim. Bütünü hissediyorum. Güzelliğini seziyorum. Sonra onu kendim sandığım zamanlarda kusurlarıma üzülüyorum. "Herşey daha güzel olabilirdi!" diyorum. İnsanları suçluyorum. Fakat bundan vazgeçsem, yani 'isim' olarak değil 'harf' olarak varolmayı seçsem, kendimi kitabın yerine koymasam, o zaman kanamalarıma şükredeceğim. Neden? Çünkü ancak onlarla tutunacak bir yer arayacağım. Kuyuya düşmeyen eliyle neden dal aransın? Derdim olmayaydı dermanı hiç kollamazdım ki.

Ozana "Bir derdim var bin dermana değişmem!" dedirten yer de burası galiba. Çünkü ancak derttir dermanın varlığını öğreten. Artık ulaştığın derman bir olur, bin olur, ister yüzbin olur; fakat dert her şekilde (kaçınılmaz şekilde) onun başlangıç noktasıdır. Yoksunluğu tatmayan varlığın/varlığının kenarında kalır. Çünkü daha fazlası olabilmekten yoksun kalır. Yalnız kalır.

Split filminde Dr. Karen karakterini kişileştiren Betty Buckley'in bir sorgulaması vardı: "Hep acıların eksilttiğini düşünüyoruz. Ya arttırıyorsa?" Belki bizim ihtiyacımız olan da bu: Kendimizi bütünün ta kendisi olarak görmeyi bırakıp eksik kalan yanlarımızla başka nelerin parçası olabileceğimizi kollamak.

Yani: Araba olmadığına dövünen bir vites kolu olmaktansa hangi arabanın vites kolu olabileceğimize karar vermek. Okuma-yazması bile olmayan Kürt Bekir Ağa'ya, Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi, 'âlimlerin işini' yaptıran bu düşünüştür. Çünkü o, bir yerden başka bir yere taşımak kadar olsun, ilmin parçası olmayı seçiyor. Demek insan neyin parçası olmayı seçiyorsa nihayetinde ondan oluyor. O zaman Split filminin "Neye inanıyorsan osun!" mottosuna kendimizce şöyle bir ayar çekebiliriz: "Neyin parçası oluyorsan ondansın!"

İnsan 'olunabilecek bütünlüklerin en mükemmeli' olmanın peşini bıraktığında stres de onun peşini bırakır. Güzelliğin bir parçası olmayı hayatları için yeterli bir amaç olarak görenler dünyasını kurtaranlardır. Çünkü onlar, bütünün ta kendisi olmayı terketmekle, aslında bütün olmanın âdemoğullarınca/kızlarınca taşınmaz yükünü de terketmiş olurlar.

Buradan şuraya geleceğim arkadaşım: Şu hayatta birçok güzelliğin parçası olmayı (inşaallah) başarabiliriz. Ancak övüncünü yüklenemeyiz. Hamdı "Elhamdülillahirabbilalemîn" diyerek Allah'a bırakırız. Bırakmak zorundayız. Zira hiçbir iyilik yalnız bizim emeğimizle vücut bulmaz. Dolayısıyla teşekkürü de parçaya ait olamaz. Bütün âlemlerin o iyilik için uygun adım ilerlemesi gerekir. Bir çocuğun gülebilmesi için bir güneşin yanması gerekir. Hiçbir fiilimiz kainattaki düzenden bağımsız değildir. O halde ezelden ebede her türden hamd ve şükür elbette Allah'adır. İltifatların yüzü onadır. Parça ise kendisine 'parçası olmak' bağışladığını için mutlu olur. Bunun evveli ihlastır. Sonrası huzurdur.

19 Ağustos 2017 Cumartesi

Demet Akalın tevhide nasıl delil olur?

Bazı şeylerin bilinmek için kıyasa ihtiyacı var. Uyumsuzluk ortaya çıkana kadar uyum kendini göstermez. "Herşey zıttıyla bilinir." Tasavvuf büyüklerinin ilahî aşkı öğrenmek isteyen mürit adaylarına "Daha önce hiç sevdin mi?" diye sormaları boşuna değil. Sevmeyi öğrenemezsin. Ama daha önce sevmişsen daha doğru birşeyi sevmeyi öğrenebilirsin. Hem daha önce sevmişsen kesinlikle yanmayı da öğrenmişsindir. Allah'tan başkasını sevmek her daim yakar çünkü.

Her neyi sevsen yakar. Tatmin etmediğinden yakar. Doyuramadığından yakar. Karşılığını bulamadığından yakar. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" buyuruyor Kur'an. Boşluğun öğretmenliği diyorum ben buna. Fakat en nihayet 'tatmin olmamayı' da öğrenmelisin. Boşluğa ihtiyacımız var. Şekeri bilmek için bibere ihtiyacımız var. Daha önce düşmüşsen, düşmenin korkusunu tatmışsan, ondan kaçıyorsan yani, mürşid sana 'sapasağlam bir kulp'a tutunmayı öğretecek. Büyük ateşi o küçük ateşin kıvılcımından tutuşturacak. Potansiyeline ihtiyacı var. Potansiyelinin tetiklediği boşluğa ihtiyacı var. Bir kere de olsa tatmış olmalısın o sevgiyi ve yoksunluğundan gelen karanlığı. Kaçıyor olmalısın.

Mürşidimin, değil yalnız ifade ettiği güzel mana için, biraz da içerdiği ahenk için pek sevdiğim bir cümlesi var. Bize varlığın uyumunu sesler üzerinden anlatıyor. O da şudur: "Havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra'dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevaz." Ben bu cümleyi okuduğumda ister istemez memleketimin akşamlarına gidiyorum. Kulağımın varolmaktan mutlu olduğu sessiz gecelere.

Aldığım dersin özeti şu: Evet. Anlam uyum. Manidarlık uyumla mümkün. Ve o sessizliğin sesinde hiçbir uyumsuz nota yoktu. Onlarca gece hayvanının, rüzgârın, dalların, otların ve böceklerin seslerinin birbirine karıştığı o şeye bu yüzden 'sessizlik' diyordum. Sessizlik aslında kulağımın uyumuna itiraz etmediği seslilikti. Farkettiğim 'intizamsızlıkları içindeki kemal-i intizam'larıydı.

Şöyle de denebilir belki: Doğada mutlak bir sessizlik yoktur. "Hiçbirşey yoktur ki onu hamd ile tesbih etmesin..." ayeti bu hakikati de kulağımıza fısıldar.

Yaşadığım mutlak bir sessizlik değildi. Zaten mutlak bir sessizliğe insan dayanamaz. Mutlak sessizlik yokluk kokusu ve korkusudur. Varını yokunu şaşırır insan onda. (Patlama sahnelerinin ardından, yaşanan şoku anlatmak için, bazı filmlerde kullanılan birkaç saniyelik mutlak sessizlikleri hatırlayalım.) Çünkü nihayetinde ses dediğimiz şey de varlık/yaratılış habercisidir. Mürşidim bu sadedde der: "Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur, 'Ben de varım' derler."

Bize seslenen herşey öncelikle bizi varlığından haberdar eder. Bizi yalnızlıktan kurtarır. Bize yardım eder. Varlığının niteliğini yanımıza gelmeden haber verir. Ve biz varlıklarından, sırtımız onlara dönükken bile, böylece haberdar oluruz. Bu haberle mutlu oluruz. Yalnızlıksa elemdir.

Parça bütünden kopabileceğini mi sanır? Yahut Kur'anca soralım: "İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?" Beşer büyük bir kaderin parçasıdır. Büyük bir planın parçasıdır. Büyük bir yaratışın parçasıdır. Bunu içten içe bilir her insan. Ait olmayı sever. Farkedilmeyi sever. Farketmeyi sever. 'Cemal ve kemalini görmeyi ve göstermeyi' sever. Yalnız varolamaz bu yüzden. İnsan şahitsiz varolamaz. Yalnızlığın varlık şekli insanı tatmin etmez. Şahitliğini yarım bırakır.

Sesler bize lazımdır. Hem 'kulak' göz gibi de değildir. Arkası yoktur. Bakmadığı yön yoktur. Görüşü gözden daha kuşatıcıdır. Sesler bakmadığımız yerlerden bile dikkatlerimizi çekerler. Onlara odaklanmazken bile onları dinleriz. Bir çocuk annesinin ninnisiyle uyumayı neden takıntı haline getirir? Çünkü ses, gözlerini kapadığında bile, annesinin varlığından haber verecektir. Ninniler onu gözlerinin mahkûm olduğu mecburiyetten kurtarır. Annesi gözünün dikkat seviyesinde tutmak zorunda kalmaz. Ona bakmaz. Gözleri huzurla kapanır.

Seslere ihtiyacımız var. Yoksa dikkatimiz çok yorulur. Hem kalbimizi uyku tutmaz. Fakat seslerin de bir ahenk içinde olması gerekiyor. Beşerî seslerin uyumsuzluğu aslında bir yönüyle tevhidin delilidir. Eğer bu musikînin yaratıcısı bir olmasaydı bu kadar enstrüman uyumla çalamazdı/çalışamazdı. Binlerce canlının aynı anda sesler çıkardığı bir vadiye bakarken kulaklarınız cennetimsi bir huzur duymazdı. Nesne çoğaldıkça sesler azap olurdu.

Avcılar meydanında oturup insanları seyrederken şunu düşünüyorum bazen: Bu gürültü, bu uyumsuzluk, bu işkence Allah'a aynalığımızdır. Nasıl ki, acizliğimizle onun kudretine ayna oluyoruz, gürültümüzle de yaratışındaki uyuma ayna oluyoruz. Zıttın aynalığı böyle olur. İki mağaza arasındaki bir havuz kenarında otururken kulaklarınızı tırmalayan Demet Akalın ve Hadise şarkıları, onlar arasındaki uyumsuzluğun şiddeti, kafanıza yaptığı işkence, bir vadi dolusu canlıda Allah'ın yarattığı mucizeyi bütün ihtişamıyla gösteriyor.

Doğada birbirini tutmayan ritim yok. Bütün davulcular bir nizamdan haberli gibi çalıyor. Bu seslerin birbirinden haberi var. Var ki birbirlerinin kuyruklarına basmıyorlar. Asla ahenklerine zarar vermiyorlar. Birbirlerinin frekanslarını ezmiyorlar. Şarkıları hoş. Orkestraları muntazam. Kulak her birinden yarı bir lezzet alıyor. Tıpkı yetmiş hulle içinde ilikleri görünen bir cennet hurisi gibi. Renk rengi, güzellik güzelliği, ritim ritmi bastırmıyor.

'Tevhidin ses delili' diyorum ben buna. İşte, modern zamanların iki popstarı veya iki modern putu ('pop müziğin ilahesi' diye magazinciler söylüyor) nasıl da uyumsuzluklarıyla sırıtarak şu ayet-i kerimeyi tefekkür ettiriyorlar: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların düzeni) kesinlikle bozulup gitmişti." Amenna! Şimdi ben, meydanda çektiğim çileyle, bu ayetin yaşayan bir şahidi değil miyim? Elbette öyleyim. Belki de böylesi rahatsızlıkları da şu dersi almak için yaşıyorum/yaşatılıyorum. Rabbim bana bununla şunu öğretiyor: İnsan kainattaki uyumu görünür hale getirmek için varlığa çıkarılmış bir uyumsuzluktur.

17 Eylül 2015 Perşembe

Eskimek, uyum sağlamaktır

Gençlerinizin en iyisi, ihtiyarlarınıza benzeyenlerdir. İhtiyarlarınızın en kötüsü de gençlerinize benzeyenlerdir.[1]

Bizde eskimek hep kötü anılıyor. Fakat eskimek aslında uyum sağlamaktır. Kalabildiğini, kabul edildiğini gösterir. Varolan her nesne, bir fıtrî temayül gibi, içinde varolduğu nesnelerle uyum sağlamaya gayret eder. (Tarihî eserler neden güzeldir?) İstediğiniz kadar sıradışı yapılar inşa edin. Onları sıradışı renklere boyayın. Sıradışı kılıflar giydirin biçimlerine. Bir süre geçtikten sonra, nesnenin, çevresine göre büküldüğünü görürsünüz. Bükülmek derken, sadece anladığımız tarzda bir bükülmeden bahsetmiyorum. Mesela; boyadığınız en parlak renkler solar. Yavaş yavaş çevresindeki renklere karışır. Kibri gider, tevazusu artar. "Bana bakın!" demekten vazgeçer. (Tevazu da bir uyumdur.) Verdiğiniz keskin hatlar, biraz da kullanılmanın verdiği yıpranmayla, o keskinliklerini yitirirler. Bazen çukurlaşır, bazen yuvarlaklaşır, bazen kırılırlar. Civarlarındaki sair nesnelerin/hatların devamı gibi olmaya başlarlar. Gözleriniz bile onu sıradanlaştırır.

Etraftaki bitkiler, herşeyin üstünü kapladıkları gibi, o nesnenin de üstünü sararlar yavaş yavaş. Ağır ağır kendileştirir çevre, sıradışıyı. Böcekleri, kuşları, kokuları, sesleri, tatları... Ve daha nice tür eskimeler var ki, aslında, hepsi bir tür uyumun ifadesi. Herşey, biz ne kadar onu sıradışı müdahalelerimizle bozmaya çalışırsak çalışalım, kevnî şeriata uyum sağlamaya çalışıyor. Yaşlanmak bile bir uyumdur. Yaşlılara biz neden olgun diyoruz? Çevreyle daha uyumlu (mantık da belki bu demek) kararlar verebildikleri için değil mi? Demek ki, insan da zamanla çevresine, daha doğrusu kevnî şeriata uygun adımlar atabilmeyi öğreniyor. İçimizdeki fıtrat, dışımızdaki fıtrat ile sulhün yollarını buluyor. Bana öyle geliyor ki; salt dünya için yaratılmış olsaydık, yani ki imtihan olmasaydı, en doğru formumuz yaşlılıktı. Daha az zarar verdiğimiz, daha az bencil olduğumuz bir devrimizdir çünkü yaşlılığımız. Ve bilirsin: Yaşlının değişmesi de zordur. Çünkü alışkanlıklarının üzerinde yılların izleri vardır.

"En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukcasına, hevesât-ı nefsaniyeye tâbi olur."

Pekçok ahlakî öğütün mahiyeti de bu perspektiften bakınca anlaşılıyor. "İsli kazana yaklaşma isi sana bulaşır..." veya "Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim..." gibi atasözleri bizim 'iradesiz' veya 'akılsız' oluşumuza değil, içimizde varolduğumuz dünyayla uyum arayışımıza işaret ediyor. Çoğu genç, bu sözleri duyduğu anda, aptallıkla veya iradesizlikle suçlandığını sanır. Fakat eskimek/uyum sağlamak insanda bir fıtrî temayül olarak hep varolmuştur. Bunu yaparken yaptığınızı bile farketmezsiniz çoğu zaman. Coğrafyanın karakter üzerinde yaptığı etkiler de bu nevidendir.

Sık rastlanan 'uzun boyluların kamburlaşması' biraz da çevrelerindeki kısalarla sağlamak istedikleri uyumun neticesidir. Eğilerek konuşurlar. O kadar sık yaparlar ki bunu, sonunda vücutları da uyuma geçer. Buradan seni bir ayete de götürmek istiyorum. Nisa sûresi, 140. Diyor ki: "Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kafirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz." Belki bu da söylemek istediklerime bir karine oluşturur. Neyin içinde eskiyorsan, hem onu normalleştiriyor, hem de ona uyum sağlıyorsun. Çünkü eskimek, uyum sağlamaktır. Zaman, bizi içinde bulunduğumuz ortamın rengine boyayan bir mürekkep gibi. Yalnız kendimize değil, ona da dikkat etmemiz gerek.



[1] Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, X/270; İbn Hacer, el-Metalibu’l-Aliye, III/3; Feyzü'-l Kadîr, 15:776.

29 Mart 2014 Cumartesi

Nereye bakarsan oraya doğru yürürsün.

"Bütün övgüler yalnızca Ona olsun!" Hans Christian Andersen'in, Tüy Kalem ve Mürekkep Hokkası öyküsünden.

Allah bizi herdaim marifetine aç kılsın. Talebe 'talep edene' denir. Hikmet ancak açlığı olanlara ikram edilir. Daha 23. Söz'de, Bediüzzaman'ın, imanı ve küfrü, 'nur-u iman' ve 'zulmet-i küfür' terkipleri içinde kullanması, yani; "İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; (...) Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer..." demesi, hem imanın hem de küfrün, insanın kalbinde/aklında bir potansiyel olarak kalmadığının, sahaya da kaçınılmaz yansımalarının olduğunun ihtarıdır bana göre. (Öyle ya, bu cümlede Bediüzzaman, "İnsan, iman ile âlâ-yı illiyine çıkar..." da diyebilirdi.) Bu hikmet, hem 23. Söz'ün başında geçen ayetlerin hem de Kur'an'ın genelinde yapılan bir vurgunun, 'amenu ve amilu's-salihat/iman eden ve salih işler yapanlar' vurgusunun sırrını da fısıldar: Kalbinde iman varsa, ister istemez salih ameller olarak hayatına yansır. Biri diğerisiz olmaz.

Kuşandığımız imanın içeriği (teolojisi), varlığa bakışımızı çok etkiliyor. İslam'ın tevhidî nazarı mesela, şirk teolojisinin aksine, dünyaya bir bütünün parçaları olarak bakmamızı gerektiriyor. (Birbirinden bağımsız-çatışan adacıklar olarak değil.) Zira Kur'an hem diyor ve hem dedirtiyor: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların düzeni) kesinlikle bozulup gitmişti."

Böyle bir nazarın aradığı da ister-istemez uyum oluyor. Eğer bir resmin her parçasının aynı ressamın elinden çıktığını görmüşseniz (tevhid), parçalarının birbiriyle çelişkili olduğunu düşünmezsiniz artık. "Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin!" düzleminde buluşursunuz onlarla. Kardeş olursunuz. Kardeşlik öncelikle uyumdur. Bazı noktalarda 'hem' ve 'bir' olmaktır. "Müminler ancak kardeştirler" ayeti de bir yönüyle bu uyumu ihtar eder bizlere. Çatışık ve çelişik olmamayı, aynı tablonun parçaları (İhlas Risalesi'ndeki ifadesiyle aynı fabrikanın çarkları) olmayı öğütler. Tüm farklılıklarınıza rağmen böylesinizdir zaten. Bu farklar renk ve ton farklarıdır. Ustanız birdir. Böyle bakmakla fikriniz fıtratınıza uyar ve rahatlar.

Eğer böyle bakmazsanız, o nazarla üreteceğiniz bilgi de zulmet/karanlık olur. Ve sizin zulmetiniz ardınızdan gelenlerin bakışını da karartır. İman nasıl bir göz aydınlığı ise, küfür de misliyle gözükapalılıktır, karanlıktır, zulmettir. Potansiyel olarak kalamaz. Siz küfrettikçe (örttükçe), ardınızdakiler örttüklerinizi açmakta zorlanır, geceleri kararır. İnsan insanın örtüsü olur marifet-i ilahî yolunda. "Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder." Diyebiliriz ki; şirkin felsefesi de bir nev enaniyeti ve asabiyeti ürünüdür. Zira Kur'an der ve dedirir: "Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar: 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler."

Varlığa bir bütünün parçaları olarak bakmamak, yani bir elden çıktığını düşünmemek, kaçınılmaz bir şekilde her bir parçasının (önce) bağımsız ve (sonra) çatışık birer adacık olduğunu düşünmenize neden olur. Jean-Pierre Durand, Marx'ın Sosyolojisi isimli kitabında, bu bakışı şöyle tarif eder: "Marx'a göre; (...) emeği üzerinden insan doğayı evcilleştirmeye ve ona egemen olmaya çalışır. Bu noktada, insanla doğa arasında bir uyum arayan Uzakdoğu felsefelerinden çok uzaktayız. Marx'a ve çağdaşlarının önemli bir kısmına göre; doğaya egemen olma 'zor kullanma' yoluyla gerçekleşebilir..."

Kitabın ilerleyen bölümlerinde ise Marx'ın sınıf çatışmaları veya kutuplaşma tezlerinin dayandığı temeli şöyle izah eder Durand: "Hegel'e borçlu olduğu ilk kavram çelişkilerdir. (...) Marx, kapitalizmin içindeki çelişkileri ve çatışmaları inceleyen bir düşünür olarak kalacaktır." Hayatın bir mücadele olduğu üzerine söyledikleri de yine Marx'ın dünyaya bakışının 'birbirinden bağımsız ve birbirine galip gelmeye çalışan adacıklar/sınıflar' şeklinde olduğunu gösterir: "Tekil bireyler ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir mücadele verdikleri ölçüde kendilerine bir sınıf oluştururlar."

Bediüzzaman, tevhidî bir bakışa sahip olmayanların halini ve algısını şu hırsız misaliyle ne güzel anlatır: "Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir; öyle de, 'Kendime mâlikim' diyen adam, 'Herşey kendine mâliktir' demeye ve îtikad etmeye mecburdur." Bediüzzaman'a göre ateizm mümkün değildir. Ateizm aslında maskelenmiş bir politeizmdir. Herşeyi yöneten tek ilahı kabul edemeyen, herşeyin kendisini ve başkasını yönettiği çok ilahlı bir düzeni kabul etmeye mecbur olur. Çok ilahlı âlem tasavvurunda ise çatışma ve çelişki kaçınılmazdır:

"Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: 'En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zîhayat kendi nefsine mâliktir ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı yaşamak ve bekasını temin etmektir' diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerîmin kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itaatle imtisal edilen düstur-u teavünle, nebâtat hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmâne, kerîmâne cilvelerini cidal zannedip 'Hayat bir cidaldir!' diye ahmakane hükmetmişsin. Acaba, o düstur-u teavünün cilvesinden olan, zerrât-ı taâmiyenin kemâl-i şevkle beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teavündür."

Aslında hamd da, içerdiği tekelleştirici mana itibariyle, tevhidî uyumun (teavünün) en özet ifadesi gibi geliyor bana. Fakat burada kendimi tutarak, bir Batılının, Hans Christian Andersen'in, Tüy Kalem ve Mürekkep Hokkası isimli çocuk masalında, yaptığı hamd tarifini alıntılayacağım: "Keman ile yayın, başarılarını övmeleri ne büyük bir ahmaklık olurdu! Şair, sanatçı, bilim adamı, general, kim olursak olalım, biz insanlar hepimiz sık sık bu ahmaklığı ediyoruz. Bizler, Ulu Tanrı'nın kullandığı araçlardan başka neyiz ki? Tek ayrıcalıklı varlık Odur! Bizim ise övünecek hiçbir şeyimiz yok!" İlginçtir, Allah'ı çocuklara 'Ölümsüz Usta' ismiyle tanıttığı bu masalı Andersen şu cümleyle bitirir: "Bütün övgüler yalnızca Ona olsun!"

Şimdi, bütün bunların ardından, anladın mı neden Bakara sûresinde Allah Teala; "Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin). Eğer, yapamazsanız—ki hiçbir zaman yapamayacaksınız—o hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır!" diyerek dehşetli tehdit ediyor?

Çünkü Alîm-i Mutlak biliyor ki: Ehl-i şirkin teolojisi varlığı adacıklara ayırır. Çatışık ve çelişik algılar. Onları bir bütünün parçaları olarak görmez ki, Kur'an gibi, kâinatı tamamen uyum penceresinden izleyen bir kitabın sûrelerine benzer şeyler yazabilsin. Cenab-ı Hakk, ontolojik olarak, onların böyle bir bilgi üretmeye müsait olmadıklarını elbette biliyor. Bu yüzden 'Allah'tan başka' kaydını da düşüyor. Allah'a inanmayan, yani Allah lafzının bütün esmayı kuşatan içeriğiyle iman etmeyen, tevhidî bir nazarın hâkim olduğu bir eserin benzerini nasıl yazabilir?

Sen sanıyor musun ayetin sonunda hatırlatılan azap sadece ahirette. Hayır arkadaşım hayır. Dünyaya tevhid nazarıyla bakmamak, yani onu çatışık, çelişik, kendine malik adacıklar olarak görmek azabın ta kendisidir:

"Hatta bir adam, 'Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ı tesbih eder' âyetini okudu, dedi: Bunun hârika telâkkî edilen belâgatını göremiyorum. Ona denildi: Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle. O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki; mevcudât-ı âlem perişan, karanlıklı, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezâda, kararsız, fânî bir dünyada bulunuyorlar.

Birden, Kur'ân'ın lisânından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir câmi-i kebîr hükmünde başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkât, hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazifeler başında cûş u huruşla mesudâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşâhede etti. Ve bu âyetin derece-i belâgatını zevk ederek, sâir âyetleri buna kıyasla, Kur'ân'ın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla ondört asır bilâfâsıla idâme ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı."

İşte arkadaşım, kâfirler asıl bu belagatı asla taklit edemezler. Çünkü onların kâfir kalmaları, zaten âleme böyle bütüncül bakmamalarından kaynaklanıyor. Yazdıkları nasıl öyle bakabilsin? Değil mi ama? Nereye bakıyorsan oraya doğru yürürsün. Onlar kainata böyle bakmıyorlar ki. Elbette varacakları yer Kur'an-ı Hakîm olamaz.

25 Şubat 2014 Salı

Aşk tesadüfleri değil, tevafukları sever.

Barfi’yi henüz izlemiş olmaktan belki, üzerimde tatlı bir hüzün var. Can sıkanlardan değil. Keyifle taşınanlardan. Güzel birşeyin son bulmasından değil, güzelin mekan/şekil/isim ve belki gölge-i esma değiştirmesinden kaynaklanıyor. Otobüsten el sallamak gibi. (Veya otobüse el sallamak.) Biliyorsun yani, o hâlâ var. Var olmaya da devam edecek. Bundan eminsin. Fakat nasıl desem? Ne de olsa ‘görememek’ de bir uzaklıktır.

İnsanız. Uzaklığı cetvelle, km’yle değil, gözümüzle tartarız. Gözden ırak olan, var olsa da hâlâ bir yerlerde, bir şekilde gönülden ırak olur. Gönlün muhabbet seviyesi ‘her an’dır çünkü. Her an yanında olmasını ister sevdiceğinin. Zaten gönülden ırak olmayı beceremeyenler, mesafeyi istedikleri kadar açsınlar, uzak olamazlar. O noktada gözün de hükmü biter arkadaşım. Biliyorsundur, ama hatırlatayım: İnsan birşeyi kalbine taşıdığında, duyularının farkındalığı değişir. Çünkü ‘kalbin ve ruhun derece-i hayatları’ bedenden farklıdır.

İnsan sınırlıdır. Hakikati, sınırsız esma-yı ilahî olan eşyayı elbet ‘yaratılmış olmakla başlayan’ sınırlarıyla algılar. Yalnız algısı değil, değerlendirmesi de; bu değerlendirmeleri ifade edişi de sınırlıdır bu yönüyle… ‘Sınır’ ne demektir peki? Birşeyin sonu mu? Böyle düşünüyorsan—yanlış değil, fakat—eksiksin arkadaşım. Sınır, yalnızca ‘bitmek’ değildir. ‘Bitmek’ ve ‘yeniden başlamak’tır. Sınırlarda birşeyler biter, bu doğru; fakat az ötesinde yeni birşeyler başlar. Çocukluk biter, gençlik başlar mesela. Hoşgörü biter, nefret başlar. Sevgi biter, ilgisizlik başlar.

Allah ‘Ol!’ demiştir varlığa bir kere, fakat kemal-i kereminden ‘Yok ol!’ dememiştir. Bu yüzden herşey hem biter hem yeniden başlar. Zerreler bile bu kanunun dışında kalmayacak; 30. Söz’de okudun, biliyorsun. Bu yüzden bizim hüznümüz “(…) âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firaku’l-ahbabdan gelir; fakdü’l-ahbabdan gelmez.”

İşte Barfi’yi izledim. Bendeki tesiri böyle oldu. Başka şeyler de anladım elbet o filmden. Mesela şunu anladım: Eğer iki kitabın müellifi birse, o kitaplar birbiriyle çelişmez. Aralarında mutlaka bir uyum yakalarsın. Eğer çelişki varsa, bil ki; müellif değişmiştir. Ya komple değişmiştir yahut düşünce dünyası değişmiştir. Kişi, aynı kişi değildir yani. Bedeninin aynı olması, kaşının gözünün öncekine benzemesi seni aldatmasın. Bizim asıl simamız yüzümüzde değil, içimizde. Ve o beden gibi değil, değişebiliyor.

Eğer bütün kainatı yaratan aynı Allah’sa (ki imanımız böyle) o zaman parçalar arasında uyumsuzluk olmaması lazım. Kur’an’la kainat asla çelişmemeli mesela. Ve yine mesela; Barfi’deki gibi, iki uyumsuz parça diyeceğin; hatta sen değil, modern bilimin iki uyumsuz parça olarak teşhis ettiği; birisi sağır ve dilsiz, diğeri otistik iki insanın birbirine âşık olabilmesi mümkün. Çünkü onlar, aynı müellifin kudret kaleminin ucunda iki güzel nokta olmakla ‘uyum’ kanunundan hariçte değiller, olamazlar. Sivrisineğin gözüyle güneşin arasında bir bağlantı var.

Bizi kandırıyorlar. Aşk tesadüfleri değil, tevafukları sever. Uyum, ‘rastgelelikle’ açıklanamaz çünkü. Denk getiriş olmadan aşkın sırrı izah edilmez. Daha bu gözle baksan neler görürsün. Sonbaharı sarıya, baharı yeşile, gökyüzünü maviye; onları öyle bulduğun için değil yalnız, öyle olmaları gerektiği için, sen de yakıştırırsın. Vücudunda gözlerine daha uygun bir yer bulmaya çalış mesela? Buldun mu?

"Onlar (takva sahipleri) sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar…" ayetini yalnız kutsal kitaplar ekseninde anlama lütfen. Ayette zikredilen ‘inzal olanlar’dan kasıt başka şeyler de olabilir. Kur’an’da demir için de, yağmur için de ‘inzal’ ifadesi kullanılmıştır. Hem ‘kitap’ kaydını koyuyorsan bile neden bunu sadece daha önceki peygamberlere gelen suhuflara ve kitaplara indirgiyorsun? Sen de bir kitap değil misin? Varlık da bir ‘kitab-ı kebir-i kainat’ değil mi?

Hem hatırlarsın, yine ‘demirin indirilmesi’ meselesini aktarırken diyor ki Bediüzzaman: Böyle zikredilmesi nimetiyet cihetini hatırlatmak için de olabilir. Yani yağmur gibi, demir de sizin için ‘indirilmiş’ (çünkü kerem dairesi, kulluk dairesinden yukarıdadır) bir nimettir. Durduğunuz yer itibariyle Allahın her ikramı size indirilmiş sayılır. Kul, Allahından elbette aşağıdadır. “Veren el, alan elden üstündür.” Bu yön değil, konum gereğidir.

Biz elbette hem Efendimiz aleyhissalatu vesselama indirilene; hem de ondan önce indirilenlere inanır, iman ederiz. Çünkü aralarındaki muhteşem uyumu görüyoruz. Onların hiçbir parçasına karşı güvensiz değiliz. Aynı Allah tarafından yaratıldığımıza göre (ki tevhid de bu demektir) onlar da bizim kardeşlerimiz. Biz, beraberken güzeliz. Varsa zahirde bize sorunlu gibi görünenler, onlar da aslında okunması biraz daha gayret bekleyen satırlardır. Takva sahipleri böyle satırlarla karşılaştıklarında pes etmezler.

Biraz incelikli bakarsan fark edeceksin, düşmanlarının bile senin hayatında önemli bir yeri var. Sana kötülük edenler bile seni bir şekilde yetiştirmiş. Şahinin serçeye saldırışı, serçenin daha güzel uçmasına sebep olmuş. Demem o ki: Parçaların, indirilenlerin, kitapların tamamına iman et arkadaşım. Öncekilere ve sonrakilere… Önceki olmakla indirilenlere. En sonraki olmakla da ahirete. Onlarla, yani sürecin tamamına bakmakla, sen tamam olacaksın. Anlarda boğma ki kendini, mutlu olasın. Hüznün de âşıkane olsun. Yetimane olmasın.

"Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma! Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a’mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...